.

.
.

13 Nisan 2024 Cumartesi

BAYRAM RAPORU / 13 NİSAN

1. GÜN:

-Uyan, kahvaltı yap, internette gezin
-Kakafonik bir şekilde İzmir Marşı çalmaya çalışan, davul-zurna ve bahşiş toplayıcı çocuktan oluşan güzide müzik topluluğunu izlemek için balkona çık, 30 gün boyunca dambırtısıyla kafa ütülediği için bahşişle ödüllendir 😁
-Sülaledeki büyükleri telefonla ara
-Seni büyük kabul edenlerin telefonlarına cevap ver
-"The Taste of Things" izle
-Biber dolması pişir
-"Hasan Ali Yücel" kitabını bitir
-Yat, uyu

2. GÜN:

-Uyan, kahvaltı yap, internette gezin
-Unuttuğun telefon konuşmalarını yap
-Evden çık, otobüs bekle, arkadaşa git
-Pek eneze olsa da arkadaşın bahçesinde bulduğun leylağa sevin


-Durağa git, otobüs bekle, eve dön
-"Kızıl Serap" kitabına başla
-Yemek ye
-Yat, uyu

3.GÜN:

-Uyan, kahvaltı yap, internette gezin
-"Kuş Uçuşu 3. Sezon izle
-"Kızıl Serap" okumaya devam et
-Yat, uyu

Gördüğünüz gibi şapşahane bir bayram geçirmişim. Kendime emir kipiyle hitap ederek olaya renk katmak istedim. Kurban Bayramı'nda, benzer etkinliklerde görüşmek dileğiyle 😃




 

8 Nisan 2024 Pazartesi

HAFTALIK / 8 NİSAN

Nisan ayının ilk etkinliği Cuma akşamı gittiğim, o gün 25. yılını kutlayan Opera'nın "25.Gala Gecesi" oldu. Opera ve balemiz çok başarılı, müzisyenleri de, solistleri de, dansçıları da bence uluslararası düzeyde. Konser çok güzeldi, birinci bölümde ünlü balelerden derlemeler, ikinci bölümde ise operalardan aryalar dinledik. Kulağımızın ve gözümüzün pası silindi. Bu sezon çok sayıda Japon dansçımız var 😊

Görsel: Buradan

Cuma geç vakitlere kadar Opera'da olduğum için artık kabak tadı verip saçmalasa da izlemekten kendimi alamadığım "Kızılcık Şerbeti"ni kaçırdım O yüzden cumartesi sabah gözümü açar açmaz tekrarının başına oturdum. Gına getirdiğim tüm çiftlerden Nursema-Umut ikilisinin de arası açıldı ve Nursema evi terk etmeye karar verdi. Buraya kadar tamam, hakkı da vardı da ev terk etmek uygulamada bu kadar kolay ancak filmlerde ve dizilerde oluyor galiba. Kadın hışımla eve girdi, yatak odasına yöneldi, iki adet valiz anında yatağın üzerindeydi. Şöyle bir düşündüm, Nursema ben olaydım, yüklüğün tepesindeki dolapta duran valizi nasıl indirirdim. Bir kere benim dizler protez, sandalyeye ya da merdivene çıkmamın mümkünü yok. Netcez gari? Kocam Beyi çağıracağız, o indirecek. İyi de orta birden okul terk etmiyoruz, evi terk ediyoruz, koca bu eylemde sahne alamaz. Kaldık mı öylece? E haydi valiz bir şekilde makul bir yerde dursun, açtık diyelim kapağını, bir kere bile görmedim ki giysiler askısız girsin valize. Katmanıyla alıp askılarını şıngırdatarak nasıl tepmektir içine, onca giysi nasıl sığıyor kardeş, valiz değil dipsiz kuyu mübarek. Ben üç günlüğüne bir yere gitsem üç-beş giysiyi zor sığdırıyorum, Nursema koca gardrobu tıktı valize, yetmedi aksesuarlarını, şarj aletlerini, tabletlerini de doldurdu. Edip Cansever'e selam olsun "Masa da Masaymış Ha!" şiirindeki gibi "Valiz de valizmiş ha!"

Dizi bitince tembellik mi yapsam, iş mi ikileminde kaldım, sonunda "b" şıkkı dedim ve geçtim küçük odadaki bir süredir perperişan bekleyen kitaplığın başına. Kitaplar ve raflardaki ıvır zıvırların hepsi yere indi. Tasfiye edilecekler ayrıldı, diğerleri yerlerine yerleşti, sonunda düzenli bir hale geldi ama benim de 4-5 saatimi aldı. Bittiğinde dayak yemiş gibiydim. Kırkayağa sormuşlar: "En çok yorulduğun gün hangi gün?" diye. "Yavrularımın ayaklarını yıkadığım gün" demiş. Kitaplığı olsa fikir değiştirirdi bence 😂

Seçim günü oy verdikten sonra parkta uzun bir yürüyüş yaptık. Bahar Antalya için bile epey erken geldi bu yıl ama görüntü gözlere şölendi:




Polenler ve çöl tozları iki gün boyunca alerjik öksürüğüme tavan yaptırsa da ne gam, şehrin en güzel zamanını kaçırmak olmaz.


Bayramınız şimdiden kutlu, huzurlu ve sağlıklı olsun...

2 Nisan 2024 Salı

MART DÖKÜMÜ

Son gününde bizi ters köşe yapan, yüzlerimizde duvardan duvara bir gülüş oluşturan Mart ayını bitirdik, sana dert ayı diyenler utansın ne diyeyim 😃 Ülkemize hayırlı olsun dilekleriyle kişisel dökümümüze geçelim. Bu aya bir blogger buluşması (Banu Tozluyurt ile), iki sergi, bir konser, birkaç arkadaş birlikteliği, parklar-bahçeler, on film, yedi kitap ve bir adet göz ameliyatı (Kocam Bey'in) ile kontrollerini sığdırdım. Bana bir zamanlar kız kardeşimi hediye eden Nisan hoş geldi, güzelliklerle gelsin.

Filmlerden başlarsak, malum Mart başı Oscar Ödül Töreni vardı. Sanal olarak katılıp geleneksel yazımı yazabilmem için hazırlık olarak Ocak ayından beri aday filmleri izlemekteydim. Mart başında eksik birkaç filmi tamamladım, Mubi'ye ödediğim parayı amorti için oradan birkaç film izledim ve biraz de eskilere döndüm. "Yol", "Arkadaş" ve "Derman" beni gençliğime ışınladı.


Üç eski filmi bir yana bırakırsak izlediklerim arasında evlatlık alınıp Fransa'da büyümüş bir genç kadının köklerini bulmak amacıyla Seul'e dönüşünü konu alan "Return To Seoul" ile bir megamarketin koridorlarında yaşanan ilişkileri konu alan "In Den Gangen"i izleyin derim.

Bu ay ana akım dışında iki dizi izleyebildim, ikisi de yerli yapım. 


-"Kuvvetli Bir Alkış" ya çok sevildi ya nefret edildi. Tüm absürdlüğüne rağmen ben seven taraftayım. -"Düğüm"ü Prime Videoda izledim. Biraz "Kuş Uçuşu" havası var ama daha polisiye.


Bu ay tek bir konser izleyebildim. Kuzinimin kurup şefliğini yaptığı "Talya Quartet"in 8 Mart Kadınlar Günü nedeniyle verdiği konserdi, çok güzeldi ve usta bir çiftin konser boyunca tango eşliği de renk kattı.

Kitaplara gelirsek, bu yıl okuma planımı değiştirdim, her ay kendime bir konsept belirliyor ve kitapları ona göre seçiyorum. Aksi takdirde okumadıklarım rafta beklerken yeni gelenlere saldırıyorum, eskiler yine beklemeye devam ediyor. Mart ayını bu zamana kadar ihmal ettiğim Javier Marias kitaplarına ayırmıştım. Artan zamana da üç başka kitap sığdı:


Marias'ın okuduğum dört kitabı sonrası bende oluşan duygular şu şekilde oldu: Bir kere çok iyi edebiyat, çok zekice kurgu ve mutlaka okuyucuyu başta verdiği ipucu ile meraklandırıp ters köşe bir final yapıyor. Ancak uzun cümleleri ve bilinç akışı ile ortaya çıkan çağrışımlar okuru ana konudan uzaklaştırıp afallatabiliyor, okuma sürecini ağırlaştırıp zorlaştırıyor. Öyle su gibi aktı gitti cümleleri kurdurmuyor. Her şeye rağmen okuduklarımdan mutluyum, uygun bir zamanda diğer kitaplarına da döneceğim. 

-"Kurtarma Mesafesi" biraz fantastik, aynı zamanda hüzünlü ve insanı etkileyen bir kitap. Lakin herkes sever mi? Hayır. Anne-evlat ilişkilerini insanı çaresiz hissettirecek bir öyküyle kaleme almış Samanta Schweblin.

-Bir kitabını sevdiğim yazarın izini sürme konusunda üstüme yoktur, mutlaka yeni çıkanları da alır, çoğu zaman da pişman olurum. Vigdis Hjorth'u uzun süre gündemde kalan "Miras" romanı ile tanımış ve kitabı çok beğenmiştim. "Postane Günlükleri"ni de o gazla edindim. Lakin kahramanın varoluş sıkıntılarını okumaktan ve Norveç posta hizmetlerinin sorunlarıyla uğraşmaktan içim çıktı. Tüm mektuplarım PTT'mizin kara deliğinde kaybolurken, ülke gündemiyle kafamızı hangi taşa vuracağımızı düşünürken postanıza da, ruh halinize de diye söylene söylene bitirdim kitabı.

-Ve Mart ayının güzel mi güzel son gününde bir solukta okuduğum, Gabo'muzun öbür alemden bir selam gibi yolladığı "Ağustos'ta Görüşürüz". Ağustos'ta olmasa da Mart'ta görüştük ve çok mutlu olduk Gabo Üstad. Oğulların iyi ki arzun hilafına yayınlatmış bu kısacık öyküyü, keşke ömrün vefa edeydi de devamını getireydin. İflah olmaz bir Marquezsever olarak çok sevdim ben kitabı, siz de seversiniz belki...

Dinlediklerime gelince:


-Dinlediğim altı kitap içinde en etkileyicisi Jehan Barbur'un çeşitli sanatçılara, ünlülerin oğulları ya da kızlarına babalarını anlattırdığı "Baba Öyküler" oldu. Hemen hepsi çok hüzünlü idi.

-Şermin Yaşar'ın son kitabı "Söyleme Bilmesinler"i ummadığım kadar beğendim. Bir aile içi hesaplaşma ve bireylerin ağızlarından aynı olayları dinliyor ve ilginçtir ki hepsine ayrı ayrı hak veriyorsunuz. Seslendirme de çok iyiydi.

-Peyami Safa "Bir Tereddüdün Romanı"nda kullandığı aşırı ağır Osmanlıca ile bu defa sıktı.

-"Yılkı Atı" biraz hırs, biraz yoksulluk nedeniyle yılkıya bırakılan bir atın öyküsü. Etkileyici...

-"Yakup Abla Beni Unutma" vakit geçirmek için eğlenceli sayılacek bir dinlemelik ve son olarak feminist kızlar yetiştirmek isteyenler için faydalı öğütler: "Feminist Manifesto".

Eh, bunca okuma ve izlemenin üstüne kahveyi hak ettik, değil mi 😅


O kadar uzun yazdım ve yoruldum ki kontrol edemeyeceğim. Yazım yanlışlarım varsa affola...


30 Mart 2024 Cumartesi

BAHAR KOKAN HAFTA SONU

Evle ilgili olarak yapmayı planladığım bir sürü iş var. Bunca yıl boyunca sırtına binen yüklerden, kafasını karıştıran anılardan kurtarmak niyetindeyim, sıkı bir dök, devir, seç, at eylemi planlıyorum. Lakin tahmin edeceğiniz gibi hem bedensel, hem de duygusal olarak biraz yorucu bir eylem bu, hele de benim gibi eşyalarıyla göbek bağı oluşturan biriyseniz. Lakin bir yerden başlamak gerekiyordu ve işe el atmadıkça tembellik baskın çıkıyordu. Dün kuşluk vakti (günün sabahla öğlen arası saatlerine verilen bu ismi çok seviyorum) "kalk başla" diyen perilerle, "otur keyfine bak" diyen cinler arası çatışmadan periler galip çıktı ve elbise dolabının bana ait çekmecelerinden başladım. Aman aman, kendimden utandım. Ne zaman aldığımı ve varlığını unuttuğum neler de çıktı neler. Diplere sondaj yapmadığım için olmadığını düşünüp yeniden aldığım bir sürü şey. Rengi solanları, daralanları, bir daha asla giymeyeceklerimi, "ben bunu ne demeye aldım ki" dediklerimi ayırdım. Kimi çöpe gitti, kimi Belediye'nin giysi toplama kutusuna gidecek, bazıları da bundan sonraki hayatına toz bezi olarak devam edecek. İki çekmeceyi yeniden düzenlemenin (onca şey attım, yine yer boşalmadı, bu da çözemediğim bir handikap) haklı gururuyla üçüncü çekmeceye, çoraplara el attım. Kedi köpeğin toprak kazdığı gibi elime aldığım çorabı omzumun üstünden arkaya, yatağın üstüne fırlatıp çekmeceyi boşaltmıştım ki telefon çaldı. Arkadaşım diyordu ki, "Hava çok güzel, niye eve kapanalım?". "Ama ben, çekmece, temizlik, kem, küm, tamam be gidelim oturalım denize karşı". Henüz daha çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisiyken ithal şarkıcımız Anne-Marie David'in bir şarkısı vardı:

"Neşeli gençleriz biz çibidibidip çibidipta
Yaşamayı severiz çibidibidip çibidipta
Bir pantelon (şarkıcı Fransız ya böyle telaffuz ederdi), bir gömlek
İstediğimiz yere gideriiiz"

Artık gençlik kalmasa da neşe yasak değil ya, bir pantelon, bir gömlek buluştum arkadaşımla, oh sefamız olsun.



Tabii ki yokluğumda yatağın üstünde kümelenmiş çoraplar uzaktan kumanda ile yerlerine yerleşmemiş beni bekliyordu. Ne gam, önce yol üstündeki çiçekçiden aldığım şakayıkları vazoya yerleştirdim, sonra çorapları seçip çekmeceye.


Akşam yemeğini yemiş iyice çığırından çıkan Kızılcık Şerbo'suna takılıyordum ki kapı çaldı. Diziyi kaçırmamak için kapı görevini Kocam Bey'e yükledim, lakin kapı önünde kalabalık bir grup olduğunu fark edince her daim mağdur, her daim haklı Pinko'dan izin isteyip ben de gittim kapıya. Önce davulcular çete kurmuş bahşiş vermeyeni dövmeye gelmiş sandım ama meğer muhtar adaylarımızdan biri son dakika propoganda turuna çıkmış azalarıyla. Geciktiği için özür dileyip broşürünü uzattı, azalardan biri minik bir torbada mısır (evet patlamamış cin mısır, ilginç bir propoganda hediyesi), bir diğeri iki adet çikolata (tabii ki tek ısırımlık) sundu. Oylarımızı bekleyerek veda ettiler. Broşürü, mısırı ve çikolatayı çöpe atıp geçenlerde uğrayan kadın adayın çalışma masamdaki broşürüne göz kırparak "Anladın sen onu" dedim. Bıyıklılara oy yok, yaşasın kadın dayanışması 😂

Kızılcık Şerbeti'nin Pinko'yu ters köşe yapan son yudumunu içtikten sonra mutfaktaki bulaşıklara "Sizinle yarın görüşürüz" diyerek yatmaya gittim.

Yarın seçim günü. Ben oy verme yaşı 21 olan gruptandım, verdiğim ilk oy hüsrandı, sonraki pek çoğu da hüsran oldu, umarım yarınki sonuçlar yüzümüzü güldürür. Sağlıkla ve umutla kalın...


23 Mart 2024 Cumartesi

ANDIKÇA GEÇEN GÜNLERİ*

Bir cumartesi gününe yakışmayacak kadar erken kalktım. Hoş bana her gün cumartesi. İki kişilik hane halkının yarısı uykuda. Ev sessiz, sadece zemin kattaki tabelacının yaşına inat yüksek volümle dinlediği rock şarkıların basları duyuluyor. Orhan Pamuk romanı gibiyim, "Kafamda Bir Tuhaflık", ben buradayım da beynim seyahate çıkmış sanki. Gidip kahve yapıyorum, kahve tenekesinin üstündeki magnette "Kahve içen yorulmaz" yazıyor. Mehmet Efendi ve Mahdumları öyle buyurmuş, vardır elbet bir bildikleri, kaç yılın kahvecileri onlar bilmeyecek de içen ben mi bileceğim. Son yudumda dipdiri olmayı bekleyerek kafamdaki tuhaflık ve elimdeki kahveyle odaya dönüyorum. Evin en sevdiğim yeri, kitaplıklı odam. Raflara ve eve temizlik için gelen yardımcıların tozlarını alırken şikayet ettiği objelere göz gezdiriyorum. Her biri beni ayrı bir yere, farklı bir ana ışınlıyor. İşte. TV'nin üstündeki rafta, oğlumun mezuniyet fotoğraflarına eşlik eden minnacık Volkswagen minibüs ve siyah tavanlı sarı kaplumbağası. 2006 yılıydı, uzun yıllar sonra İstanbul'a, kuzenimi ziyarete gitmiştim ve ilk kez tek başıma çıkmıştım. Annem yeni ölmüştü, oğlum askerdeydi ve hayat pek sevimli gelmiyordu haliyle. Üsküdar'dan bindiğim vapurla Beşiktaş'a geçmiş, oğlumun arzusu üzerine kumpir yemek için Ortaköy'e yürümüştüm. Kumpiri aldığım satıcıya bir de fotoğraf çektirmiştim oğluma yollamak için, o da benden aynını istemişti, "Sen de beni çek abla, oğlun kumpiri kimden aldığını görsün" 😊 Haydi siz de görün, "Ali Baba" yazan stand:

Kumpiri yiyip ara sokaklara dalmış, bir seyyar tezgahtan da iki minyatür Volkswagen'i almıştım. Günün anısı olarak 18 yıldır o rafta durur.

En üst rafta bir sıra kaktüsüm var, gerçek değil ama her görenin gerçek sandığı seramikler. Hemen yanlarında onlara eşlik eden, içinden kendisinden büyük mavi bir çiçek fışkırmış plastik sarı bir saksı, minicik. Pandemiden önceki yıl Denizli'ye gitmiştik, orada çalıştığımız yıllardan arkadaşlarımızda misafirdik. Yeni açılan teleferiğe binmiş, Bağbaşı'nda kahve içmiş dönüyorduk ki arabanın lastiği patladı. Kocalar lastikçi aramaya gitti, biz de yürüyerek eve dönüyorduk ki ayağım kaldırımda bir şeye takıldı. Eğildim, mavi çiçek "Beni de götür" diyordu. Kırar mıyım hatrını, şimdi raftaki yerinde bana o günü hatırlatıp durur.

Teleferikten kuşbakışı Denizli, önde baraj gölü, uzaklardaki beyazlık Pamukkale...

Kitaplığın ikinci bölmesinin üst rafında Şuşu'mun boyadığı Frida çizimli bir taş, Burgazada Sait Faik Müzesi'nden aldığım "Lüzumsuz Adam" kitabının mini replikası ve oğlumun çok küçükken bana doğum günü hediyesi olarak verdiği Çin işi, ufak bir tabak var. Üçü de benim için çok anlamlı.

Her yılbaşı kendime aldığım ya da hediye gelen melek biblolarının ve Snoopy sülalesinin bulunduğu rafları geçip en alta indiğimde bej rengi, tabanında ve üst kısmında kahverengi çizgiler olan uzun bir kupa görüyorum. İçinde oğlumun nikahında anı olarak dağıttığımız kalemlerden artanlar duruyor. 70'lerin sonları, henüz seramik işleri bu kadar yaygın değil, mevcutlar da çok pahalı. Cinnah Caddesi'nin girişine Çanakkale Seramik bir mağaza açmış. Uzun bir kuyruk bekleyerek kısa zaman önce faaliyete geçen Akün Sineması'nda "Rüzgar Gibi Geçti" filminin restore edilmiş versiyonunu izliyor, çıkışta aklımızda Scarlett O'Hara ve Rhet Butler merak ettiğimiz mağazaya gidiyoruz. Söz konusu kupa o günün yadigarı.

Yan duvar, en üst raf. Köşede birbirine sokulmuş beyaz porselenden bir tavşan ve bir kedi biblosu var. Kuyrukları ve tepeleri kürklü. Tavşanın patilerinde bir demet çiçek, kedide yün yumağı var, çok şirinler. Bu iki biblo ilk maaşımla kendime aldığım ilk süs eşyası. Kızılay'ın Kızılay olduğu zamanlarda, Bulvar'ın Sıhhiye yönündeki bir züccaciye mağazasından almıştım. Şimdi yerinde Divan Pastanesi var.

Raflararası seyahatime şimdilik ara verip kendime bir kahve daha yaptım. Fincanın içinde "Today is your special day" yazıyor. Fincan da günleri şaşırdı, onun da benim gibi kafası karışık, dün geceki haberlere kulak verip de kafası düzgün olan pek yoktur zannımca. Moskova'dan söz etmek istemiyorum asabım bozuluyor zira, huzura hasret kaldık. İsmet Nedim ölmüş. Yeni nesil bilmez onu. Benim çocukluğumda ve yeni yetmeliğimde pek meşhur bir ses sanatçısı ve bestekar idi. Besteleri biraz fantezi türünde idi, Hafif Türk Sanat Müziği diye bir tür uydurmuşlardı, o türe dahil ederlerdi bestelerini ve fakat çok ünlüydü. Şarkıları Yeşilçam filmlerinin değişmeziydi. Birini dinleyelim:


Bizim evde şarkılarından ziyade başka bir yönüyle konuşulurdu. Babamın kısa bir süre çalıştığı işyerinde oda arkadaşı olan bir kızla nişanlanmiş ve sonra da evlenmişti. Sözkonusu kişi bunca ünlü olunca halkın beklentisi de ünlülerden biriyle evlenmesi yönünde oluyor. O yüzden uzun sür bu konu gündemimizden düşmemişti, bize neyse. Bana hep İngiliz lordlarını hatırlatan görüntüsüyle çocukluğuma renk katan kişilerden birini daha yolcu ettik öbür tarafa. Huzurla uyusun...


*Andıkça Geçen Günleri: Sultaniyegah şarkı/Beste: Lemi Atlı

21 Mart 2024 Perşembe

OLAN-BİTEN / 21 MART

Los Encılıs'dan döndüğümden bu yana yüz vermemişim buralara, kırmızı halıdan sonra her şey yavan geliyor aziz okuyucularım, alışma sürecim rahat geçsin diye evdeki halıları kaldırıp kırmızı yolluklar serdim, salınıyorum üstlerinde 😂

Geçenlerde Antalya'nın tepesine yağan berbat dolu bizim civarda henüz açan Kıbrıs akasyalarının canına okumuş. Sıyırıp atmış sarı topçukları. Pazartesi günü parktaki cafede arkadaşımla buluşmaya giderken görünce canım sıkıldı, gözlerimize bayram ettiremeden sönüp gittiler diye. Bugün dolunun pas geçtiği yerlerden birindeydim ve o sarışınları capcanlı karşımda görünce mest oldum.


Geçen haftadan beri çook uzun süredir uğramadığım Tıp Fakültesi hastanesinin koridorlarını arşınlamakta idim. Ben görmeyeli büyümüş kerata, hem enine, hem boyuna genişlemiş de genişlemiş. Yine de yetmiyor, herkes hasta galiba diyorsun kalabalığı görünce. Efendim kırmızı halıdan sonra fakültenin mozaik zemini şanıma pek uygun olmasa da el mahkum idi. Kocam Bey'in evvelki yıl error verip yenisiyle değiştirilen katarakt merceğini diğer gözdeki mercek kıskandı. Bir akşam durup dururken adamcağızın görüşünü bulandırıverdi. Gittik doktora, "Kaymış" dedi, sebebini de göz kaslarının zayıf oluşuna bağladı. Buna razı olduk, diğeri kaymaya bile tenezzül etmeyip kendini gözün arka boşluğuna atmış, başımıza iki aşamalı bir ameliyat sıkıntısı açmıştı. Bu defa en azından daha kolay bir operasyonla halledebilecektik. Nittekim salı günü yapıldı ameliyat, ertesi gün de kontrole gittik, fotoğraflar o civardan.

Haydi bizimki nisbeten kolay hallolacak bir sağlık sorunu idi ama ameliyat sırası beklerken bekleme odasında gördüklerimin bazıları içimi öyle acıttı ki. Günübirlik Cerrahi Merkezi'nde olunca çoğunluk göz, bazı cilt sorunları ya da biyopsi nedeniyle bekleyenlerden oluşuyordu ama gözüme üç yaşlarında, tombik yanaklı, fındık kurdu gibi bir kız çocuğu çarptı. Buralarda çok zaman geçirdiği alışkın ve rahat tavırlarından belliydi, nitekim yanına oturunca elindeki torbadan çıkardığı ilaç kutusunu yüzüme uzatıp "Bıcırıbücürücıvcıv" olarak anladığım bir şeyler söyledi. Ben şaşkın bakınca kızının tıpatıp büyümüş modeli olan annesi "Bunlar benim, sana vermem diyor" diye tercüme etti. Bir süre annesinin çevirisiyle çoğunluğu cıvıltıdan ibaret sohbet gerçekleştirdik fındık kurdu ile. İlgisi başka yöne kayınca kızı kadar konuşkan ve girişken annesine "Nesi var?" diye sordum.  Meğer kaynar şerbet dökülmüş çocukcağızın üstüne, nasıl yandıysa artık yavrum bir yıldır sürüyormuş tedavisi. Açıp gösterdi vücudunu, içim parçalandı. Bir diğer köşede kucağında uyuyan bir bebek taşıyan saz benizli, mahzun yüzlü, genç bir adam oturuyordu. Kadının biri "Annesi yok mu bunun?" diye sorunca dikkatimi çekti. Bazılarının üstüne her şey vazife. "Var" dedi adam, "evde, başka çocuklar var, onlarla ilgileniyor. Urfa'dan geldik biz, çalışıyoruz burada". Meğer oncağızın üstüne de kaynar çay dökülmüş, aynı tedavi ona da uygulanıyormuş. Hasılı çocuklar kadar benim de canım yandı. Hastaneler sağlığın, mezarlıklar hayatın değerini hatırlatıyor insana.

Şehrimizi bu aralar portakal ve limon çiçeklerinin kokusu sardı, kaldırımlardaki turunçlardan, bahçelerdeki narenciye ağaçlarından süzülen rayiha baş döndürüyor. Erguvanlar  da çiçeklenmeye başlamış, çok sürmez mor salkımlar eşlik eder onlara. Pazar yerleri rengarenk, fiyatlar el yaksa da. 

Mart ayını bugüne kadar ihmal ettiğim Javier Marias'a tahsis etmiştim. Planladığım dört kitaptan sonuncuyu okuyorum. Ağır ama çok iyi edebiyat. Oscar ödülleri sonuçlandığına göre film maratonumu biraz aralayıp kitaplara ağırlık vereceğim ve şehre teşrif eden baharın tadını çıkaracağım. Hem ekinoks da gelmiş madem tutun dileklerinizi. Hoş gel bahar ayları, gevşesin gönül yayları 😂

11 Mart 2024 Pazartesi

AND OSCAR GOES TO LEYLAK DALI / 11 MART

Malumunuz iki gündür Hollywood'daki otelimde, suit dairemdeydim. Tören zamanına kadar elimde Niğde gazozu (hemşehrilik bağlarım kuvvetlidir), dizimde evden taşıdığım Mamaklı Meliha Teyze'nin ördüğü yün battaniyem film kritiklerini kıraat ettim. Favorilerimi daha önce yazmıştım zaten. Tören saati yaklaşırken Snoopy'li pijamalarımı ve diğer kombinlerimi kuşanıp kapıya gelen Limuzinle salona ulaştım. Bordo terliklerimi tıpırdatarak kırmızı halıda yürürken tüm gözlerin üstümde olduğunu farketsem de çaktırmadım. Zaten iki adım atmıştım ki önüme şu çıktı:


Düşmüş şaşkın, yürümeyi bilmezler hamam takunyasıyla kırmızı halıya çıkarlar. Esasen ben bu performansı Jennifer Lawrance'den bekliyordum ama bu sefer ön çalışma yapmış sanırım, kazasız atlattı. Yalnız o kostüm neydi öyle, "Neşeli ol ki genç kalalım" puanlısı. Yavrucum yeşil çayırlarda uçurtma uçurmayacaksın, Dolby Theather'da ödül vereceksin. Ağır ol da molla desinler:


Biraz ilerlemiştim ki Bradley Cooper'ı gördüm, yanında boyu beline gelen yaşlıca bir hanım, adeta fotokopi ile çoğaltılmış iki surat, meğer anasıymış. Takmış gözüne koca gözlükleri "Analar neler doğuruyor" dercesine kasılıp durur. Sen Berkun Oya'nın eline düşseydin görürdün kasılmayı, o Bradley neler yapardı sana da yavrumun yavrusu diye yılana bile sarılırdın. Zaten içim kıskançlıkla doldu, okyanus aşırı demedim açtım telefonu oğlana, "Bana bak" dedim, "eğer günün birinde Oscar'a neyin aday olursan törene giderken yanına beni almazsan hakkımı helal etmem". "Parazit var, duyamıyorum" dedi kapattı telefonu, gitti paralar.


Kırmızı halı maraton pisti gibi, bitmek bilmiyor, baktım yan tarafa Luna Parklardaki gibi kartondan, insan boyunda bir siluet koymuşlar, kafamı çıkarayım da benim de fotomu çeksinler diye koştum yanına, tam arkasına geçecektim, kıpırdadı, amanın canlıymış:


Her sene gelirim şuraya bu milletin tuhaflıklarına alışamadım. İleride gözüme kabarık, pembe bir yığın çarptı. Parası ve cesareti bol biri dikkat çekmek için paraşütle indi zahir kırmızı halıya dedim, az yanaştım, bak sen şu işe, Arianna Grande ve kostümü imiş paraşüt sandığım şey, pancar suyunda pişmiş karnabahar gibi dolanıp dururmuş ortalıkta.


Arkamı dönmemle çığlık atmam bir oldu, devasa bir iguana. Hollywood ya burası, filmlerden birinde kullanılan dekordur diye sakinleşmeye çalıştım.


Yüzünü döndü ki ne göreyim, Cynthia Erivo imiş. Kim giydirdi a bacım sana bu zalım şeyi:


Tanıdıklardan kimler var diye bakınıyordum ki Billy Elish'e rastladım. Yavrum yine okuldan çıkıp soluk soluğa yetişmiş, çoraplarının hizası kaymış, onun bile farkında değil. Golden Globe'dan bu yana büyümüş olsa gerek, forması tam gelmiş bu defa üstüne, yalnız o saçları ya kestirelim, ya örelim, olmaz öyle, giyim yönetmeliğine aykırı (Öğretmen stayla 😂):


Epey ilerde gözüme devasa bir lavabo fırçası çarptı, ne alaka diye yanına yanaştım ki ne göreyim, canımın içi Carey Mulligan. Ah Bernie ah! Şu güzelim kadına ne çektirdin be, kapamadın ya Oscar'ı, bu da sana dert olsun Maestro:


Kafamı bir çevirdim Sandra Hüller. Kadın iki filmle gelmiş Oscar'a, ikisindeki rolü de birbirinden fena, birinde kocayı öldürmekten yargılanıyor, ötekinde ölüm kamplarının komutanı Höss'ün karısını oynuyor. Nasıl etkilendiyse tövbe edip kostümüne bile melek kanatları taktırmış vicdanı rahatlasın diye. Gel gör ki hayın terzi kanatları sırta dikeceğine göğse dikmiş. Yanından geçerken dikkat, batabilir.



Emily Blunt nasıl aceleyla hazırlandıysa iç çamaşırı giymediğini kapıdan çıkarken fark etmiş. O telaşla kocasının çekmecesine el atmış olsa gerek, elbiseyi çıkarmaya da vakti kalmamış, geçirivermiş slipi kostümünün üstüne.


Gözümüzün bebişi Lilymiz Oscar'ı kucaklayamasa da gökteki yıldızları eteğine toplamayı başarmış. Ne de olsa dolunay kadını o. Kolyesini ve küpelerini sevmedim, fazla abartılı ve kitsch ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Kırmızı halıda yürüdükçe öğrenecek.


Barbie ve yönetmeni kırmızı halı için balıkçı tezgahından giyinmiş gibiler. Biri uskumru, öteki lüfer. Lakin Barbie de Barbie yanisi:



Yavaş yavaş salon kapısına yürürken kırmızı halı gediklisi Charlize Theron çıktı karşıma. Her zaman törenin en asili, en şıkı odur, adeta tanrıça. Yine güzeldi ama sanki kıyafet biraz aceleye mi gelmişti acaba? Astarlık kumaştan dikilmiş, yaka ve kol dikişleri alelusül bastırılmış gibi geldi. Yine de zarfa değil mazrufa bakacaksın eskilerin deyimiyle:


Sonunda salona girip yerleştik. Yardımcı Kadın Oyuncu ve Kadın Oyuncu ödülleri açıklandı. Da'vine Joy Randholph favorimdi zaten ama diğerini Lilycik alıverse ne vardı. Neyse Emma'nın da hakkını yemeyim şimdi, muhteşem oynamıştı:


Da'vine Joy sanırım kolejdeyken ponpon kızmış ve atmayıp saklamış o ponponları. Kazanırsam koluma takarım, kazanamazsam da tezahürat yaparım diye yanında getirmiş 😂

Ben bu yılın kostüm Oscar'ını aşağıdaki elemana verdim. Satın aldığı görünmez kumaştan diktirdiği kostümünü giyip gelmiş adamcağız ama uyanık seyirciler "Aaa kral çıplak" diye bağırınca apar topar deli gömleği giydirip aldılar sahneden garibi.


Tören tam bitmek üzereyken, ahali gitmeye hazırlanırken bir anons yapıldı ve sahneye çağrıldım. Bunca yıllık emeğimin karşılığı olarak aşağıdakini de bana takdim ettiler. Alkış efekti gelsin lütfen 👏👏👏





9 Mart 2024 Cumartesi

OSCAR ADAYLARIM / 9 MART

Efenim malumunuz yarın büyük gün, ben şu an Hollywood'da, Dolby Tiyatrosuna nazır oteldeki suit dairemde yarınki tören için son hazırlıklarımı yapıyorum. Akademi'den kırmızı balmumlu mühürle gelen davetiyeye bu sene olumsuz cevap vermeye utandım. İnsanları pandemiydi, ameliyattı derken kaçtır refüze ediyorum, zor olacak ama bu sefer katılayım bari dedim. Kostüm olarak pembe renkli, Snoopy'li pijamamı hazırladım. Bordo terlik ve Snoopy'li bez çanta ile kombin yapacağım. Sizler için de kırmızı halıda gözümü dört açacağım 😁

Gelelim Oscar tahminlerime, bu yıl aday filmlerin tamamını yalayıp yuttum, sağ olasın İzocam, pardon İnternet (tövbelerce, yaşım ortaya çıkacak İzocam Mizocam derken). Bazılarında sıkıntıdan bayılayazdım, bazılarını ise gerçekten beğendim:

-EN İYİ FİLM:

Ben: Past Lives
Akademi: Oppenheimer 

-KADIN OYUNCU:

Ben: Lily Gladstone (Killers of Flower Moon)
Akademi: Emma Stone (Poor Things) Sürpriz yapıp Lily de diyebilirler

-ERKEK OYUNCU:

Ben: Paul Giamatti (The Holdovers)
Akademi: Cillian Morphy (Oppenheimer)

-YARDIMCI KADIN:

Ben: Da'vine Joy Randholph (The Holdovers)
Akademi: Da'vine Joy

-YARDIMCI ERKEK:

Ben: Mark Ruffalo (Poor Things)
Akademi: Ryan Gosling (Barbie)

-ULUSLARARASI FİLM

Ben: The Teachers Lounge ile Perfect Days arasında kararsızım
Akademi: The Zone of Interest

Yan dallara da Akademi karar versin, her şeyi devletten beklemeyin canım 😂




Tören sonrası görüşmek üzere sevgili sinemaseverler...

8 Mart 2024 Cuma

KEVGİR MESELESİ / 8 MART

Bulutlu bir havaya uyandım. Zaten kevgir gibi delik deşik bir uyku uyumuştum. Bak şimdi kevgir nereden aklıma geldi, öyle uzun zamandır kullanmadım ki bu kelimeyi, epeydir yerini süzgece bırakmıştı. Sanırım eskinin o ağır, bakır mutfak eşyaları yerlerini hafif plastiklere verince sözcükler de yer değiştirdi. Annemin vardı bakır bir kevgiri; epey büyük, ortasındaki delikler çiçek motifi gibi düzenlenmiş, kenarında gerektiğinde asmak için bir halkası olan. Çeliklerin rahatlığı mutfaklara girince kalay derdi olan tüm bakırları babamın itirazlarına rağmen kömürlüğe yollamıştı annem. Sonra bakırlar bir gece kömürlük kapısı kırılıp çalınmış, bu defa da ardından yas tutmuştu, kevgir de dahildi o çalınanlara elbette. Kevgir dışında kendilerine has isimleri olan başka bakırlar da vardı, mesela anneannemin "kuşane" dediği "kuşhane". Fazla yüksek olmayan, iki kenarında oymalı iki kulpu olan, bir nevi karnıyarık tenceresi. Çok eskilerden bir de kapak kalmış aklımda, tutma yeri kuş şeklindeydi, belki de ismi oradan geliyordu. Sonra "kirtikli sahan". Çukur tabak formunda, kenarları dilimli ve dilimlerin üstünde süsler olan. Birkaç tane mevcuttu, sonra yok oldular kömürlüğün karanlığında :) Bir tanesini bir-iki yıl evvel annemin mutfak dolaplarının derinliklerinde bulunca eski bir dosta rastlamış gibi sevinmiştim. En çok teşrik-i mesaide bulunduğum ise küçük bir bakır tastı, aile arasında "Funda'nın çorba tası" olarak anılırdı. Annem yaz tatillerinde her sabah babamı işe yollar, sonra ayakkabılarını giyip bana "Kahvaltı bulaşıklarını yıka, kardeşinin çorbasını pişir" talimatını vererek apartmandaki milyon tane komşudan birine kahveye giderdi. Bu her gün sırayla tekrarlanan bir gelenekti adeta komünal yaşanan sitemizde. Haliyle söylenerek çay bardaklarını yıkar, ardından domates rendeleyip henüz bebek yaşlardaki kardeşimin şehriye çorbasını pişirirdim, başkasını yemezdi çünkü. Yaa, "Kuvvetli Bir Alkış" o zamanlar çekilse annemle kıyak bir diyaloga girebilirdim sanırım 😂 Sonuçta bu hatıra değeri yüksek olan tas da mevcut değil, kömürlük hapsinden kurtulamamış belli ki.

4 bloklu sitemizin kocaman bir bahçesi vardı, yetmezmiş gibi arka cephesi de Atatürk Orman Çiftliği'ne kadar uzanan bakir bir kırlık alandı. Mutfak eşyalarının çoğunun bakır olduğu o yıllarda kalaycılar gelir, ya sitenin bahçesine ya da arkadaki kırlara yerleşir, sabahtan akşama kap kalaylarlardı. Biz çocuklara da eğlence çıkar, o gün oyunları unutur, tiyatro izler gibi kalaycıları seyrederdik nişadır kokuları arasında.

O siteden taşınıp şimdilerde yazları gittiğimiz eve taşındığımızda bakır kaplar hala kullanımdaydı. Babam bir gün eve ellerinde paketlerle geldi. "Ne bunlar?" dedik, "Bakırları kalaylayacağım, kalay malzemesi" dedi. "Nerede?" dedik, ana cadde üstünde, bahçesiz bir apartmanda oturuyorduk. "Mutfakta" dediği an annemde sigorta attı. Ciddi bir kavga koptu ama babamı caydıramadık. annem kepenklerini indirdi ve olay sona erip kalaycılık macerası unutulana kadar mahkeme duvarı moduna geçti. Babam bizim "Sen kalaycı mısın?" şeklindeki caydırma çabalarımıza Demirel'i de aşan bir demagoglukla "Babanızın kalaycı olmasından utanıyor musunuz?" cevabını verdi. Çaresiz mutfağı babama ve kalay malzemelerine terk ettik.

2 saatlik nişadır koklamalı ve dumanlı seansın sonunda babam eli yüzü kapkara, üstü başı kir içinde yanımıza geldi. "Anladım ki" dedi, "şu dünyada beceremeyeceğim yegane iş kalaycılıkmış". Mutfağa girdiğimizde saçımızı başımızı yolacaktık. Her santimetre kare nişadır tozuyla simsiyah, bakır kaplar ise alaca bulaca bir şekilde tezgah üstünde sıralıydı. Babamın kalaycılık hevesi ossaat sönmüştü ama bizim mutfağı temizlememiz üç gün sürmüştü 😂

Bir kevgir sözcüğü beni nerelere götürdü. Buraya kadar gelebildiyseniz sabrınıza teşekkür eder, tüm kadın takipçilerimin Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü kutlarım. En güzel günler henüz yaşanmamış olanlardır diyor ve buralarda mimoza olmadığı için bu karanfilleri her yaştaki kadın dostlarım için paylaşıyorum...



5 Mart 2024 Salı

MART GÜNLERİ / 5 MART

Sabah biraz keyifsiz kalktım, umarım hasta olmam. Balkona çıktığımda ilk gördüğüm şey merkez ilçemizin şu andaki başkanı ve aynı zamanda seçimdeki adayının tüm mahalleye gülücük saçan kocaman suratı oldu. Önce bir afalladım, Kızılcık Şerbo'nun Pembo'su gibi bir "La havle ve la kuvvet" çektim, sonra fark ettim aile boyu bir afişe baktığımı. Seçim bürosunun olduğu apartmana boylu boyunca asmışlar. Ben sokaklardaki her partiden en havalı pozlarını vermiş adaylara tahammül edemezken penceremden bayrak gibi sallansa ne tepki verirdim bilemedim. Bir de muhtar adayımız var, eski Yeşilçam filmlerindeki kavgacı figüranlara benziyor. Bezden bir posterini köşemizdeki apartmanın 1. kat balkon demirine bağlamışlar, önünden her geçişte adam balkonda oturmuş mangal yapıyor sanıyorum. Her yerde boy boy muhtar afişi var ama birini bile hayatımda görmedim. Madem adaysın bir uğra, kendini tanıt, mah cemalini görelim, öyle fotoşoplu afişle olmaz, az bilgi ver, kimsin, necisin, ne iş yaparsın, bir intiba uyansın üstümüzde. Bugüne kadar tek bir kadın çaldı kapımızı, güler yüzle tanıttı kendini, broşürünü bıraktı, ayak üstü sohbet ettik gitti. Eh benim kalbimi de, oyumu da çaldı, bıyıklılara oy yok, Kadınlar Günü de yaklaşıyor zaten işte sana kadın dayanışması 😃

Dün çoğunluğun beğenmediği "Kuvvetli Bir Alkış" dizisini izleyip bitirdim. Zaten her biri 20 dakika ancak süren 6 bölümlük bir şey, aşırı absürd oluşu nedeniyle çoğunluğun sevmeyeceği malumdu, ben de "Leyla ile Mecnun"u ve Onur Ünlü filmlerini (birkaçı dışında) pek sevmem mesela. Lakin bunu sevdim, tabii ki bazı sahnelerde, özellikle dizide temsil ettiği yaştan çok büyük duran oğulun bölümlerinde sıkılmadım diyemem ama yer yer çok güldüm ve zekice kurgulanmış metaforik sahnelere, göndermelere bayıldım. Notum 3 ama en yüksek puanım Aslıhan Gürbüz'ün oyununa. O finale yakın, portakal oğlan yılanıyla havada oturup dilenirken tasına para atan adama "Oğlum" deyişi vardı ya fena çarptı beni, ah analık!

Pazar günü bahar "Ben geldiim!" diye bağırıyordu ama bu bahar kısmına ve Mart ayına pek güvenilmez, toparlanıp gidebileceği gibi yerleşip kalabilir de. Haydi dedik, madem gelmiş, bir hoş geldin diyelim. Uzun uzun yürüdük, Varyant'ın başında durup on yüz milyon bininci defa Konyaaltı sahilini ve açmaya başlamış badem çiçeklerini fotoğrafladık:


Hemşehrilerimiz daha leylek görmeden, Mart girer girmez marteniçkaları asmışlar dallara, biz kolumuza yeni geçirdik, bir durun arkadaşlar hele 😄

Beachpark'a indik sonra, iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Cafeler, restoranlar fiyatları arşa çıkarınca portatif iskemlesini, termosunu, piknik sepetini kapan gelmiş, çimlere yayılmış, hem deniz havası, hem konser alanından gelen nağmelerle felekten bir gün çalmaktaydılar. Biz de biraz oyalandık sonra asansörle falezlerin üstüne, parka çıktık.


Manzaraya biraz da öbür yönden bakalım.

Parktaki yürüyüş sonrası her zamanki gözlemeciye oturduk ama sahibi mi değişti, yapan kadınlar mı bilemedim eski tadı yoktu.

Mideye yolladığımız hamurları biraz olsun eritmek için eve yürüyerek döndük. "Yargı" dizisi, Marias'ın "Beyaz Kalp"i derken uyku vakti geldi.

Bugün hava sulugözlü, şımarmayın, o marteniçkaları ağaçtan alıp kolunuza takın bakayım diyor. Kalın sağlıcakla...


2 Mart 2024 Cumartesi

ŞUBAT DÖKÜMÜ

Şubat ayının son haftası Twitter'de "Mermer zemine düşen gözlüğü 9 saniyede bulabilir misiniz?" fotoğraf üstü sorusunun zırt pırt karşıma çıkması ile geçti. İlk seferde 9 olmasa da az zamlı olarak bulmuştum ama övünerek söylüyorum ki sonrakilerde saniye sektirmedim 😂 Hay mermer zemininize de, gözlüğünüze de. "Şaşı bak şaşır" zamanları ne güzelmiş, en azından her sefer başka bir görüntüye şaşırırdık. Sosyal medya iyice çığırından çıktı, millet paylaşım altı meydan savaşı veriyor. Geçen ünlü bir eski gazeteci kadının Instagram fotosunun altında takipçiler birbirine girdi. "İkinci ayak parmağı ne kadar uzun" dedi biri, öteki "Sana ne" diye çemkirdi. Bir diğeri "Benimki de uzun" diye daldı konuya, alta yanaşan "Şanslı olur, şanslı" dedi. Parmak bitti saça geçildi, kimi çamur attı, kimi müdafaa etti, kimi "çirkinsiniz" dedi, kimi bunu diyene sataştı. Hesap sahibinin umurunda olmayan şeyler için neredeyse saçsaça, başbaşa kavga edeceklerdi. Yahu her fırsatta m.k atmaya çalıştığınız birini niye takip ediyorsunuz, hesap onun, istediğini paylaşır, zorunuza gidiyorsa mecbur musunuz?

Neyse dönelim gerçek hayata, güdük Şubat epeyce dolu geçti. Doğmalara doyamadığımız artçı doğum günü kutlamaları, arkadaş buluşmaları, park piknikleri, konser, bale, tiyatro izlemeleri, sergiler, evde izlenen filmler, okunan kitaplar, dinlenen kitaplar, dostlarla yemekler, kahveler, yağmurlar, fırtınalar, su baskınları derken bitmek bilmez Mart'a ulaştık. Bakalım kapıdan baktırıp kazma kürek yaktıracak mı, yoksa madem başladık bahar havasıyla devam edelim mi diyecek, yaşayıp göreceğiz.

Malum Oscar töreni bu ay içinde, gedikli davetli olarak dersime çalışmam lazımdı, Ocak içinde başladığım aday filmleri Şubat'ta izleyip bitirdim. Umarım çalışmadığım yerden soru çıkmaz:


İzlediğim 13 filmin 8 tanesi şu ya da bu şekilde Oscar adayı gördüğünüz gibi. Uluslararası daldaki 4 film içinde "Das Lehrzimmer" ile "Perfect Days" favorim. Lanthimos'un merakla beklediğim filmi "Poor Things"i izlemek de son güne kısmet oldu. Beğendim mi, evet, abuk mu, tabii ki, zaten adamın tarzı bu. Oyunculuklar ve görüntüler nefis ama bir "Köpek Dişi" değil tabii ki. Favorim hala "Past Lives". Akademinin favorisi "Oppenheimer"den ise çok sıkıldım. "Barbie"yı geçelim, "Rustin" de Oscar adayı olmak anlamında alakasız geldi. "The Zone Of Interest" asabımı fena bozdu, yanıbaşlarında yakılan Yahudilerin dumanları göğe savrulurken lüks villalarında sefa süren soğuk nevale sevimsiz Hess çiftinin ağızlarına terlikle vurmak istedim. Hazmı güç bir filmdi kısacası. Diğer fimlerden "Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri" Sinematek ve Onat Kutlar belgeseli idi. "LCV" tek mekanda geçen, düğün öncesi gelin-damat ve sağdıç arasındaki hesaplaşmaları konu alan ve ters köşe yapan bir filmdi, sevdim. "Kar ve Ayı" için meraktaydım, izlediğime değdi. Bir orman yangını esnasında gelişen olayları konu alan "Afire" ise bir çok Oscar adayından daha iyiydi. İntihara meyilli bir genç, kardeşi ve annesinin ana rollerde olduğu depresif bir film olan "Safe Place" ise gerçek bir olaya dayanıyordu.


Bu ay ana akım medyada takip ettiğim üç dizi (Kızılcık Şerbeti, Yargı ve Bahar) dışında farklı platformlardan üç dizi daha izledim. "Obsession" "Yara" isimli kitaptan uyarlanmış hayli trajik bir mini diziydi. Prime'da izlediğim diğer ikisinden "Alice Hart'ın Kayıp Çiçekleri" anne babasını bir yangında kaybeden Alice'in babaannesinin aynı zamanda bir nevi sığınma evi görevi üstlenen çiçek çiftliğindeki büyüme sürecinde yaşadıklarını konu alıyordu, biraz sertti ama ben sevdim. Sigourney Weaver'in estetiksiz, doğal yaşlanmış hali de hoşuma gitti, hele ki "Expats"da Nicole Kidman'ın ölü donukluğundaki yüzünü görünce. Dizi görev gereği Hongkong'da yaşayan ve kayıp küçük oğullarının peşine düşen bir aileyi anlatıyordu.


Ayın sanatsal etkinlikleri ise "Giselle" balesi, "Misafir" isimli tiyatro oyunu, kadın sanatçılardan oluşan "Venera Ensemble" isimli oda müziği topluluğunun konseri ve Devrim Erbil ile çocuklarının eserlerinin yer aldığı "Buluşma" isimli sergi oldu.

Kitaplara gelirsek, masaüstü bilgisayarım halen arızalı, laptopun Q klavyesi beni çok zorluyor, o yüzden uzun uzun açıklama yazamayacağım, yorumlara cevabı da bu nedenle aksatıyorum, kusuruma bakmayınız.


Şubat ayında kırmızı kapaklı kitaplar konsepti yaptım, böylesi daha eğlenceli oluyor :) Biri dışında hepsi yeni yayındı zaten, kırmızılar bitince da alttaki ikisi dahil oldu okumalarıma. "Almanca Dersi" bu ayın en beğendiğim kitabı oldu, okuyunuz. "Şilili Şair" ardından geldi, onu da çok sevdim. "Direnişin Melankolisi" iyi edebiyattı ama bazıları bir sayfa süren uzun cümleleriyle biraz zorladı. "Mermer Yalıyar"ı okumasanız da olur. "Sakin Adamın On Günü" serinin dördüncü kitabı, ilk üçü kadar sevmesem de seriyi takip ediyorsanız bunu da okuyun derim. "Beyhan Saran"ın yaşam öyküsünü konu alan nehir söyleşi ise oyuncuyu sevenleri memnun edecek.

Kırmızı olmayan ilk kitap orijinal ismine ve yazarın çok sevdiğim ilk kitabına güvenerek aldığım "Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi" benim için hayal kırıklığı oldu. "Unutulmazlar" ise Fabien Toulme'nin çizgileriyle her daim gideri olan bir grafik roman.

Dinlediklerime gelirsek:


Tolga Korkut'un seslendirdiği "47 Numaralı Kamara" ile Hikmet Hükümenoğlu külliyatını tamamladım ve diğer kitaplarına kıyasla zayıf buldum. Emre Melemez'in seslendirmesine güvenerek açtığım polisiye "Karınca Karambolü" de tat vermedi. "Ara Nağme" Fuat Sevimay'ın öykü kitabıydı, romanlarını tercih ederim. "Papazın Kızı"nı Deniz Yüce Başarır seslendirmişti, bu ay dinlediğim en iyi kitaptı. Fikret Adil kıymeti pek bilinmeyen ama bir devri çok iyi anlatan bir yazar, "İntermezzo"yu sevdim. Ve son olarak canım Tanpınar. "Aydaki Kadın" bitiremeden öldüğü son kitabı, konusundan ziyade betimlemeleri ve incelikli detaylarıyla kalbimi çaldı.

Ve tüm bunların üstüne kahve iyi gider değil mi?



Mart güzelliklerle gelsin...