.

.
.

27 Mayıs 2019 Pazartesi

27 MAYIS (ANKARA)

Bodrum seyahatiydi, hastalıktı, toparlanmaktı, yola düşmekti derken sonunda yazlık Ankara günlerine ulaştık. 5 gündür buradayız, sonunda temizlik işini de hallettik, bir parça iyileştik ama Huriye (öksürüğümün adı) hala benimle yaşamaya devam ediyor, buna da şükür diyelim. Haliyle gelir gelmez kızkardeşle buluşmalar başladı. Ankara'daki ilk tam günümde en sevdiğim mekanlardan birinde bir öğle yemeği eda eyleyerek geleneksel etkinliklerimizi başlattık, sefamız olsun :)


Günlerdir kendimi eve kapatmış olmanın hıncıyla azıcık iyileşince gözüm dışarda oldu. İkinci gün kızkardeşten gelen Ulus'taki İş Bankası müzesini gezme teklifine hayır diyemedim. Bu şehirde doğdum büyüdüm, yıllar boyu defalarca Ulus'a gittim, her seferinde mimarisine bayıldığım, Ankara taşından yapılmış bu güzelim binayı dışından hayranlıkla seyrettim ama bir defa bile içine girmek kısmet olmamıştı. Daha Ankara'ya gelmeden müze olduğunu duyunca, pek sevinmiştim, ertelemeden gezmek de pek güzel oldu. 


Ankara'daki bir çok erken Cumhuriyet dönemi binasına imzasını atmış İtalyan mimar Gulio Mongeri tarafından 1929 yılında tasarlanan, Ankara taşından yapılma, hem Batı, hem de Osmanlı mimarisinden izler taşıyan bir yapı T. İş Bankası binası. Yakın zamana kadar banka olarak hizmete devam ederken pek güzel bir kararla müzeye çevrildi. 

Kızkardeşle buluşup bu güzelim binanın ağır, ahşap döner kapısından basbayağı heyecanlanarak giriyoruz. Görevli personel pek kibar, pek ilgili, pek güleryüzlü. İçeriye girince önce ahşap banko ve mobilyaların yer aldığı görkemli lobi, sonra da tavan vitrayları çekiyor dikkatimizi. 




Tam ortada Ticaret Tanrısı Hermes yer alıyor, mitolojik tanrıların en kurnazı 😀 "Paranıza iyi sahip olun, kandırırım valla" demek mi istiyor acaba?

Müzeyi gezmeye bodrum kattan başlıyoruz, orada kiralık kasalar var. Kasa katına artık kullanımda olmayan ferforje asansörü çevreleyen pirinç trabzanlı mermer merdivenlerden inerek ulaşıyorum. Trabzan başları bile çok güzel ve özenli:


Sonra devasa bir kasa kapısından girerek kiralık kasaların olduğu bölüme ulaşıyoruz. Kapı üstümüze kapanır da kilitli kalırsak gibi bir komplo teorisi de geliştiriyoruz tabii bu arada 😀


Yüzlerce kasa var, bazılarının içlerine örnek olsun diye anahtar, kumbara, fincan vs gibi değersiz eşyalar konularak örnekleme yapılmış. Kimbilir ne hazineler yattı zamanında buralarda. 

Mermer merdivenler çok güzel ama Cevriye sinyal gönderdiği için sonradan eklenmiş modern asansöre binerek çıkıyoruz müze katına. Burada görkemli ama zarif Toplantı ve İdare Meclisi Salonları var.






"Mavi Salon" da denilen İdare Meclisi Salonu 1929 yılında Atatürk'ün misafir edildiği, aslına uygun olarak korunan bir salon. 

Bir üst katta Türkiye'nin Cumhuriyet dönemindeki iktisadi yapısına ve Milli Mücedele yıllarına ait daimi bir sergi var, fotoğraflarla, bilgisayar verileriyle, videolarla ve diğer teknik olanaklarla desteklenen çok ayrıntılı ve kapsamlı bir sergi.




Bu daimi serginin ardından bir üst kata, T. İş Bankası Ankara Sanat Galerisi olarak düzenlenen salona geçiyoruz ve Mevlüt Akyıldız'ın "Resmigeçit Ankara" isimli sergisindeki eserlerini inceliyoruz. Yağlıboya ve camaltı tekniğiyle yapılmış resimler ve minik heykeller hem eğlenceli, hem de çok güzel. 


Ali Baba'nın Çiftliği


Uzun Eşek


Alafranga


Kimine karanfil kokusu, kimine sigara dumanı


Ateş Olmayan Yerden Duman Çıkmaz
Sefa Bey'in Balkon Sefası

Bunun dışında bugüne kadar İş Bankası için basılmış reklam afişleri, kitapçıklar, broşürler, TV ve radyo programları ile ilgili pek çok döküman ve bilgi de yer alıyor katlarda. Cem Yılmaz'ın çektiği reklam filmlerinin aksesuarlarını ve dekorlarını da görmek mümkün. 


Kısacası gezmekle bitecek gibi değil, birkaç kez gelip detaylıca inceleyerek gezilebilir ama sonuç olarak çok iyi düzenlenmiş, çok faydalı bir girişim olduğunu söyleyebilirim. Ankara'da yaşıyorsanız ya da yolunuz düşerse mutlaka gezmenizi öneriyorum. 




Ankara'daki ilk 5 güne müze gezisinden sonra yiğenimin ortaokul mezuniyet töreni ve dünkü büyük temizliği de sığdırdıktan sonra dün akşam Tatbikat Sahnesi'nde "İstanbul Oyunları Festivali" kapsamında sahnelenen "Kumbaracı 50/Altıdan Sonra" grubunun "Nihayet Makamı" isimli oyununa gittik. Oyuna pek bayılmasam da iki kadın oyuncu tam anlamıyla döktürmüştü, çok beğendim. 



Eh bu kadar yeter sanırım, bugün biraz kitap okuyayım artık. Kalın sağlıcakla...

17 Mayıs 2019 Cuma

BODRUM BODRUM 4

"Öncelikle belirteyim ki bu post bol fotoğraflı olacak"
 
Yazının başlığı Bodrum ama bugünün konusu Kos adası aslında. Birlikteliğimizin son gününde hala Bodrum'da olan arkadaşlarla Kos adasına bir gezi düzenledik. Bu nedenle sabah çok erken kalkıldı, ben de fırsattan istifade Bitez sahilini bir de sabah mahmuruyken görüntüledim:


Kahvaltıdan sonra bizi otelden alan midibüsle feribotun kalkacağı Turgutreis Marina'ya gittik. Bilet ve pasaport işlemleri halledilirken ben de kendi aslî görevimi icra etmekte idim: Fotoğraf çekme 😃




Yeşil pasaportunuz varsa herhangi bir sıkıntı olmadan geçmek mümkün Kos'a. Bordo pasaportlar için kapı vizesi uygulaması henüz başlamamış, belki sezonda açılır. Bodrum'dan Kos'a feribotla gidiş-dönüş harç hariç 20 euro. Sabah 9.30'da Bodrum'dan hareket eden bizim seçtiğimiz feribot akşam 17.30'da Kos'dan dönüş yaptı. 

İşlemler tamamlanıp fotoğraflar da çekildikten sonra yanaşan feribota biniyoruz. Hava çok güzel, güneşli. Daha önce gidenler feribotta çok rüzgar olduğunu söylemişlerdi ama biz güvertede oturarak gayet rahat gittik, dönüş biraz rüzgarlıydı, o zaman da kapalı mekana geçtik. Turgutreis-Kos arası 25 dakika kadar sürüyor ve gayet keyifli geçiyor. 



Bir adı da İstanköy olan Kos görününce hareketlendik. Yunan tarafındaki gümrük barakalarını görünce marinamızdaki gümrük binalarımızla gurur duymadık dersem yalan olur 😃 Pasaport kontrolünden sonra hemen limanın yakınında gördüğümüz şehir içi tur yapan mavi trene yönlendik. Aslında bu ring trenin yeşil ve kırmızı olanları da var, hepsinin süresi değişik oluyor, bazıları mola verip çevrede dolaşmaya izin veriyor imiş. Biz vaktimiz kısıtlı olduğu ve biraz da yürümeye üşendiğimiz için mavi olana atladık ve yarım saatlik bir ringle adada küçük bir tur attık.


Aklıma bir zamanlar Gençlik Parkı'ndaki Mehmetçik treni geldi. Tur keyifliydi ama çok rüzgarlıydı, bu satırları yazarken berbat bir soğuk algınlığıyla cebelleşiyorum ve sebebini de şu şirin mavi şeyin rüzgarına veriyorum.  Tur sırasında dikkatimi en çok sokakları, caddeleri çadır gibi örten devasa ağaçlar çekti. Gövdeleri adeta heykelleşmiş, Benjamin'e benzeyen ama daha küçük yapraklı bu ağaçlara, kaldırımlar boyunca sıralanmış pembe çiçekli yalancı orkide ağaçlarına ve benzerlerine bayıldım. Antalya'nın cayır güneşinde ağaçsız kaldırımlarda döktüğümüz terler aklıma gelince de ne desem bilemedim. 



Ağaçlar dışında karşımıza en fazla çıkan bir diğer şey bisikletti, park halinde ya da üzerinde sahipleriyle onlarca bisiklet kendilerine tahsis edilmiş yollarda seyir halindeydi. 

Tren turumuz bitince adanın meydanına yürüdük. Bir köşesinde hal benzeri büyük bir kapalı mekan olan meydan cıvıl cıvıldı. Yine meydandaki Defterdar İbrahim Efendi Camii de 2 yıl önceki depremde yıkılmış minaresiyle ve ana yapısındaki çatlaklarla kullanım dışı idi. 





Yine bu meydanın üstü tarafında yer alan Aya Nikola Kilisesi de 2017'deki depremde hayli zarar gördüğü için kullanıma ve ziyarete kapalı idi:



Meydandaki hal benzeri alışveriş merkezini şöyle bir dolaştık, İstanbul'daki Mısır Çarşısı'na benziyordu. Baharat, sabun, içki, hediyelik eşya vb şeyler satılan mekandan eli boş çıktık. Almaya değer pek bir şey bulamadığımız gibi euro el yakmayı da bıraktı can yakıyor 😃

Meydandan sonra ara sokaklara saldık kendimizi, dükkanlara girip çıktık, aldığım Kos hatırası bir magnet ve anahtarlıktan öteye geçemedi. Kayda değer ilginç bir şey de yoktu zaten. İçki fiyatları uygundu ama taşıma zorluğundan dolayı ona da yüz vermedik. 




Bu amca kendine kaldırımda bir köşe yapmış yengeç sepeti örüp dururdu. 


Biraz bakımsız bir parkın ortasında Hippokrat'ın öğrencilerine ders verirken temsil edildiği bir heykel var, biz de öğrencilerin arasına karıştık ve fotoğraflandık. Park bakımsız dedim ya, aslında şehir de bakımsız. Depremde oluşan çatlaklar, patlaklar olduğu gibi duruyor kaldırımlarda bile, binalar solgun ve boyaya muhtaç ama yollar, kaldırımlar temiz. 

Vakit öğleye yanaştı, yorulduk ve acıktık. Adaya gelirken tavsiye edilen Gusto Restaurant'a yönlendik. Lokantanın ön cephesi sahile, arka cephesi sokağa açılıyor, şirin bir mekan. Sahibi de bir Türk karı-koca.



Menüleri önümüze açtık ve seçmek için epey zaman harcadık. Benim tercihim bir adaya gelmişken deniz ürünleri yemekten yana idi, nitekim kalamar istedim. Yalnız Yunanistan'da porsiyonların ne kadar büyük olduğunu Kavala'dan bildiğim için (Hepsi kalamar seven 5 kişi 2 tabak kalamarı bitirememiştik, o derece abartılı idi yani) bir arkadaşla paylaştım. Yanına da kalamarı dengelesin diye ot salatası istedik, şöyle bir şey geldi:


Otun ne olduğunu sorduğumda restoranın sahibi genç hanım Yunanca adını söyledi ama ben unuttum. Yunanlı garsona sorduk, o da kırık Türkçesiyle "Deniz Otu" dedi. Uydurduğunu eve gelip gugılladığımda anladım, "Deniz Otu" diye girdiğimde bildiğimiz deniz börülcesi çıkıyor. Oysa bu ot deniz börülcesi değil. Yalnız lezzetli olduğunu söyleyebilirim, memnun kaldık, adını bilen varsa yazsın bir zahmet. Kalamara gelince, gerçekten bol tutulmuş bir tabaktı, tadı ise Türkiye'dekinden iyi, Kavala'dakinden vasattı. Yemeğin üstüne ince belli bardaklarda çay ikramımızı ve bir miktar Türk müşteri indirimimizi de alarak hesabı ödedik ve tekrar kendimizi sokaklara vurduk. 

Yemek yedik ya, üstüne tatlı gerekir değil mi? Ünlü bir yerel dondurmacıyı önerdiler, aradık bulduk, şurası:


Sakızlıyı ve çikolatalıyı tavsiye etmişler, söz dinledik. Gelgelelim sakızlıya lafım yok ama çikolatalı çok tatlı ve supangle gibi bir karışımdı. Hiç beğenmedim, nerede Bitez dondurma, nerede bu muhallebi kıvamlı şey. 

Dondurmaları eritmek lazım haliyle, haydi tekrar adayı keşfe:




Aslında hiç yapmadığım bir şey, bilmediğim bir yöreye giderken mutlaka ders çalışırım ama Kos'a hazırlıksız gelmiştim. Belki keşfedilecek daha ilginç yerleri vardı ama ne vaktimiz müsaitti, ne de elimizde bize önderlik edecek bir kılavuz vardı, bulduğumuzla yetindik.



Ağaçlar demiştim değil mi? Hippokrat'ın altında öğrencilerine ders verdiği ve "Hippokrat Ağacı" denilen ağacı görmeyi unutmusuz ama Kale duvarına yaslanmış bu devasa ve ilginç ağaca bayıldık. Cinsi neydi bilmiyorum ama ahtapot gibi sağa sola yayılmış kollarıyla çok görkemli idi. Aşağıdaki fotoğrafta da köklerini görüyorsunuz.

Gezmelere doyulmuyor ama saat de ilerliyor, bir kahve içimi vaktimiz kaldı. Limana yakın cafelerden birine oturuyoruz, kahve sorduğumuz sempatik garson "Turkish Cafe" diyerek gönlümüzü çeliyor. Kavala'da Greek cafe diyor da başka bir şey demiyorlardı oysa. Şık bir sunumla gelen kahvelerimizi hüpletiyor ve feribotumuza binmek için limana yürüyoruz. 


Elveda Kos diyor, Bodrum'da bize harika bir evsahipliği ve rehberlik yapan arkadaşımızla vedalaşıp otele dönüyoruz. Biraz dinlenip Bitez sahiliyle de vedalaşmak için küçük bir yürüyüş yapıyoruz. Deniz muhteşem bir durgunlukta, giderayak büyülüyor bizi:




Rüya gibi bir buluşma böylece sona eriyor. Önümüzdeki yıl sağlıkla yeni bir mekanda buluşmak dileğiyle ayrılıyoruz Bodrum'dan ve arkadaşlardan.