.

.
.

29 Mayıs 2021 Cumartesi

29 MAYIS (ANIMSAMALAR)

Geçen gün internette baktığım bir ürünün Facebook, Instagram ve benzeri sanal mecralarda karşıma çıkmasından o kadar sıkıldım ki internetin, AVM'lerin, radyo reklamlarından başka reklamların olmadığı, kimsenin kimseyi bir ürünü aldırmak için zorlamadığı zamanlara müthiş bir özlem duydum. "Less is more" çocukluğummuş aslında, ulaşamayacağımız şeylere özensek de elimizdekilerle mutluyduk. Ne kapıya gelen kargocular vardı, ne AVM'lerde çeşit çeşit mağazalar, ne de eşyalarıyla ve varlıklarıyla bize nisbet yapan komşular, arkadaşlar. Üç aşağı, beş yukarı hepimiz aynı düzeyde geçinip giderdik. Çok çok Sipahi Kitabevi'nde görüp alamadığım kağıt bebeklere, pahalı olduğu için ulaşamadığım bir kitaba, Türkiye'ye henüz gelmediği için yabancı marka kotlara arzu duyardım. Pek öyle istediğim zaman kavuşamazdım ihtiyaçlarıma ya da özlemlerime, aybaşını beklemem gerekirdi. Babam maaşını alıp hesabını kitabını yapmalıydı ki benim isteğime sıra gelebilsin. Bir keresinde çok severek okuduğum "Heidi" serisinin yeni bir kitabı gelmişti neredeyse her gün gittiğim kırtasiyeci dükkanına: "Heidi Büyüyor". Pek de güzel bir baskı idi, kuşe kapaklı, bol resimli, parlak beyaz kağıda basılmış, büyük boy. Fiyatı da biraz tuzluydu haliyle. Taktım kafaya, Heidi Clara'yı yürüttükten, yaşı biraz büyüdükten, Frankfurt'a gittikten sonra neler olmuştu, öğrenmezsem çatlayacaktım. Evde her gün kitapla ilgili arzularımı dile getirmekten benim çenem, evdekilerin kulakları yorulmuştu: "Bana Heidi Büyüyor"u alın noolur!". En sonunda anneannem isyan etti: "Eydi Büydü ne kız?". "Kitap anane, çok istiyorum noolur?". "Ev kitap dolu, onları okuyadur". "İyi de hepsini okudum ben". "Bi daha oku, para harcayacak yer arıyon galiba?". Böyle dedi ama sonunda parayı kopardım anneannemden ve de "Eydi Büydü"me kavuştum 😄

Çocukluğumda ihtiyaçlarımızı Ulus'taki mağazalardan karşılardık. Kızılay gözümüzde zengin muhitiydi, ve büyüklerin dediğine göre orda dükkan kiraları pahalı olduğu için ürünler de daha pahalı satılmaktaydı. Maliyet hesabını çekirdekten öğrendiğime göre ileride Ekonomi öğretmeni olmam gerekiyordu, oldum da zaten 😃 Giysiden ayakkabıya, okul malzemesinden ev eşyasına, kışlık gıda temininden sebze-meyveye çoğu ihtiyaçlar için Ulus'a, daha doğrusu Ankara'ya gidilirdi. O yıllarda oturduğumuz Yenimahalle'den Ulus'a ya da Kızılay'a giderken "Ankara'ya gidiyoruz" ya da "Şehre iniyoruz" denirdi. Yenimahalle adı gibi yeni bir yerleşim merkezi idi ve henüz şehir merkezine uzak sayılırdı. İlk taşındığımız zamanları hatırlıyorum, anneannemle birlikte oturduğumuz yıllar, konu-komşu toplanır giderdik, herkes birikmiş ihtiyaçlarını toparlardı. Otobüsten iner, yokuşu tırmanır, 2. Meclis'in önünden geçerken bahçe duvarındaki ne mutlu ki hala mevcut olan beton kürelere mutlaka elimi sürter, yokuşun sonunda Sümerbank, Ulus İş Hanı ya da Anafartalar Caddesi'ne geçmek için yeşil ışığın yanmasını beklerdik. O yıllarda sesli sistem vardı, yeşil ışık yanınca "Yayalar geçebilir" diye sürekli anons ederdi bir kadın sesi. Komşumuz Valentin Teyze de bizimle birlikteyse kızı, yaşıtım ve pek sevgili arkadaşım Elizabet anneanneme döner, "Sen geçebilirmişsin Niğdeli Teyze" derdi. Onun dilinde Niğdeli Teyze arkadaşının yayasıydı ve geçiş hakkına sahipti 😃

Yaşım biraz daha ilerlediğinde anılarımda en çok Anafartalar Caddesi var. Sıra sıra dükkanlar mekanımızdı. Kışlık mantolarımız, bayramlık kıyafetlerimiz ya da kumaşlarımız, ayakkabılarımız hep o dükkanlardan alınırdı. Kumaş kokardı, deri kokardı, yün kokardı. Annem o sıradaki bir pastaneden "frigo"alırdı kendine, çok soğuk diye bana almaz, dondurma ile kandırırdı. O buharı tüten buzlu yiyeceğe hep imrenerek bakardım ama boğazım ağrır diye izin çıkmazdı. Hâl'e girerdik sonra, orada her şey kokardı; sebze, meyve, çiçek, sucuk, pastırma, vanilya, şeker, gübre, çürük gıda. Kokular ve sesler birbirine karışırdı sersem olurdum. Anneannem yanımızdaysa mutlaka hemşerisinin dükkanına girilirdi. Neyle iştigal edildiğini bilmediğim yazıhanemsi bir dükkandı burası, anneannemin yerel şivesiyle Hasan Hüseyin Aççı (Aşçı) ve Hasan Hüseyin Meççi (Mesci) olarak adlandırdığı iki Hasan Hüseyin'den birinin yeriydi ama Aççı'nın mı, Meçci'nin mi hala bilmiyorum. Hatırımda koyu maviye boyalı duvarlar ve duvarlarda Verem Savaş afişlerinin olduğuydu. Annemler Aççı veya Meççi'nin ikram ettiği çaylarını içerlerken ben gözümü afişteki elinde tebeşirle "BCG" yazan kurdeleli sarı kızdan alamazdım. 


Görsel: buradan

Hâl'in karmaşasından çıkınca anneannem yönünü Eyüp Sabri'nin kolonya mağazasına çevirirdi. Koku konusunda iki  tutkusundan biri Eyüp Sabri Tuncer limon kolonyası, diğeri ise İzmir'in o yıllardaki meşhur "Altın Damla" kolonyası idi. Bilhassa Fuar zamanı kim İzmir'e giderse Altın Damla sipariş ederdi. Büfesinin içi az kullanılmış, süslü Altın Damla şişeleri ile doluydu. O yoğun, altın renkli, ağır kokulu sıvıya o ne kadar bayılırsa ben o kadar nefret ederdim. Eyüp Sabri'nin musluklu, şişman, rengarenk cam damacanalarından yanımızda getirdiğimiz şişelere anneannem limon, annem o andaki keyfine göre "Rev'e Dor", "Beyaz Zambak" ya da "Hatıralar" kolonyası doldurturdu. Sonra sırada Hacı Bekir olurdu ya da önce, tam hatırlayamadım çünkü, anneannemin bir başka tutkusu da çifte kavrulmuş lokum idi, "iki kavrulmuş nohun" derdi ona ve her Ulus'a gidişte mutlaka alırdı, yanında fındıklı akide şekeri ile. 

Anafartalar Caddesi giyim konusunda ilklerimin mekanıdır. İlk çantamı oradan almıştık, ilkokuldaydım. Suni rugandan, beyaz renkli, yarım daire şeklinde, uzun saplı bir çanta idi. Mutlulukla omzuma astığımı, kendimi büyümüş hissettiğimi hatırlıyorum. Eve dönünce içine özenle bir ütülü mendil, içinde üç-beş kuruş harçlık olan uyduruk bir cüzdan ve bir tarak koymuştum. Anafartalar Caddesi'nde Çocuk Esirgeme Kurumu'nun nefis mimarili ana binası vardı, giriş merdivenlerinin yanında, dışarıda bir camekan içerisinde kurumun çıkardığı çocuk kitapları sergilenirdi: İkizler Serisi. Tüm dünyadan ikizler hakkında öyküler içerirdi bu kitaplar. Geliş gidiş mutlaka o camekana bakardım, babam bazen alır, bazen de habersizce eve getirip sürpriz yapardı. 

Biraz daha büyüdüğümde ilk topuklu ayakkabım da o caddedeki  bir mağazadan alınmıştı. Şu anda bile olsa severek giyeceğim bir modeldi. Kalın, çok yüksek olmayan bir topuğu vardı, kırmızı deridendi ve ön kısmına delikle beyaz puanlar işlenmişti. Aynı gün tesadüfen ayakkabıya çok uyan bir de kumaş bulmuştuk, lacivert üstüne beyaz ve kırmızı puanlarla yapılmış daireler. Annem onu kloş etekli bir modele uygulamıştı. Ayakkabılarımla takım giyer ve kendimi dünyanın en şık kızı sanırdım 😄

Sadece cadde miydi Anafartalar, bir de çarşısı vardı, şimdilerde yıkılma söylentileri olan, korunması için çaba gösterilen ve ilginçtir ki içindeki güzelim seramiklerin o zamanlar hiç farkına varmadığımız Anafartalar Çarşısı. Bizi seramiklerden ziyade yürüyen merdivenleri ilgilendirirdi. Ankara dışından kim gelse, Anıtkabir'e, Gençlik Parkı'na, Hayvanat Bahçesi'ne ve yürüyen merdivenleri görmesi için bu çarşıya götürürdük. Onların ilk basamağa adım atarken yaşadıkları tedirginliği, korkularını sonradan anlatıp dalga geçerdik, ne de olsa biz tecrübeliydik, boru mu bu, yürüyen merdiven 😂

Tüm alışveriş bitince elimizde fileler (poşetler henüz bu kadar yaygın değildi), paketler, Hacı Bekir'in kağıda sarılı, karton tutamaklı kutuları, yorgun argın otobüs durağına ulaşırdık. Şansımız varsa yer bulup oturur ve biletçinin gelip arkası lastikli kalemiyle bilet destesinden koparıp biletlerimizi vermesini beklerdik. Şimdi sırada eve ulaşıp aldıklarımızı sergilemek vardı...


26 Mayıs 2021 Çarşamba

26 MAYIS (ANKARA'YA GİDERİKEN)

Pazartesi yasak biter bitmez yola düştük, saat 5'i 10 geçiyordu. Ben ilk 3 saati sütçü beygiri modunda uyuyarak geçirdim. Afyon'a yanaşırken açtım gözümü. (Bu arada peşinen bildireyim, mecburen Q klavyeye geçiş yaptım. 10 parmak alışkanlığı ile yapacağım yazım hatalarını affediniz. Yeni F klavyem gelene kadar zor durumdayım 😁) Yol alışkanlığımız üzere İkbal'de mola verdik. Geçen yılın aksine WC'yi kullandık ama yemek yemedik. Park yerinde biz ayaküstü termos çayı ve ev yapımı poğaça ile açlık bastırırken başka bir aile beton zemine oturup salatalıklı domatesli pek mükellef bir kahvaltı ettiler, afiyet olsun. Her koşulda hayattan zevk almayı bilen insanlara bayılıyorum.

Akdeniz yöresinde buğdaylar biçilmiş bile, çoğu yerde de haşhaş tarlaları vardı, nefis çiçeklenmişler. Arabayı durdurup fotoğraflamak vardı ama trafiğin canına okumayı göze alamadık. Uzaktan ancak şunu çekebildim:


Ve sonrasında hep nefret ettiğim, bir türlü bitmek bilmeyen Bayat-Sivrihisar arası ip gibi yola girdik. Bereket biraz yeşertmişler, o kıraç görüntü azalmış. Yol üstü köylerin ilginç isimlerini okuyarak eğlendim, Gülçayır, Benliyaver 😃 İkincisi bende bıyıklarını ve saçlarını briyantinlemiş, fesini yana eğmiş, dudağının yanındaki bene doğru eğri ve çapkın bir gülüş takınmış bir eski zaman paşası intibaı uyandırdı 😊 Köyü de insana benzettim ya, hayal gücümü seveyim 😋

Sonunda Sivrihisar'ın oyalı dağları göründü de şükür yol bitti dedim.


Ankara yönüne dönünce bir kez de Muhteşem Tesisleri'nde durup arabayı yıkattık. O güzelim salkım söğüdü kuşlar tüneyip masalara pisliyor diye kestiklerinden beri bu tesise mesafeliyim.

Polatlı çıkışı sağ şeritten giderken tam karşımızdan bir araba geldi, nasıl bir suçu üstlenme psikolojisi ise (haliyle lokasyona yabancılık) 'Aa ters yöne girdik galiba' diye telaşlanıp sağa çektik. Ters yöne giren diğer araçmış tabii ki 😀 Hani bir Temel fıkrası var, Kızılordu Korosu konserinde koro elemanlarından biri komik bir Türkçe ile anlatmıştı: Temel yolda giderken yanlış şeride girmiş. Trafik polisi anons yapmış. 'Falanca şeritteki araçlardan bir tanesi ters yönde gitmektedir' diye. Temel pis pis gülmüş: 'Ne bir tanesi, hepisu, hepisu' demiş. Bizimki de o hesap oldu.

Tam öğle vakti girdik Ankara'ya, ODTÜ civarında sıra sıra çok özlediğim iğde ağaçları karşıladı bizi, kokularını da duysam şahane olacaktı. Birkaç tane de kocaman billboard: 'Dünyanın Bizden Öğrenecek Çok Şeyi Var' yazıyor iri harflerle. Kaçırdım, ne acaba derken üçüncü billboardda yakaladım, vana imiş. Vana önemli tabii, tüm dünya bizden öğrenmeli 😃

Sonunda eve ulaştık. İlk sürprizi evin altındaki sürekli el değiştiren dükkan yaptı, tavuk dönerci açılmış. Buram buram yanık yağ ve tavuk kokuyor apartman, ekmeğini ban ye duvarlara. İkincisini balkona çıkınca farkettim, bir ferah, bir aydınlık, aşırı güneşli bir ortam caddede. 'Niye ki?' derken hüsranla çözdüm olayı. En az 60 yıllık güzelim akasya ağaçlarını fena halde budamışlar, tüy kalemlere dönmüş o bol yapraklı, dalları gölge yapan ağaçlar. Geçen sene Ankara dönüşü de balkon çınarımı budanmış bulmuştum, bu da benim kaderim, sevdiğim ağaçlara gözüm değiyor galiba.

Ankara'da iki günün bilançosu böyle şimdilik, çocukları, kardeşi görüp mutlu olduk, devamına bakacağız...

18 Mayıs 2021 Salı

18 MAYIS (SABAHIN GETİRDİKLERİ)

Sabahın 6'sında açıldı gözlerim. Bu aralar erken yatıp erken uyanıyorum, bakınız kalkıyorum demiyorum, uyanıyorum. Bünye uykunun devamını reddedince bari kitap okuyayım dedim, kitabımı almak için odaya geçtim. Tam elimi kitaba uzatırken ajandamın yere düştüğünü farkettim. Almak için eğilince sehpaya çarptım, sehpanın üstündeki sürahi şık bir pirüetle kendi etrafında döndü ve sonra yan yatarak içindeki bütün suyu koltuğa ve yerlere boşalttı. İlk işim koltuğun üstüne şarjı dolsun diye bıraktığım tableti kapmak oldu. Sırt kısmı biraz ıslandıysa da hemen kuruladım, güvenli bir mıntıkaya kaldırdım. Zeminde küçük bir havuz, koltuğun üstünde ise gece bir bebek altına kaçırmış görüntüsü vardı. Tuvalete koşturup vileda sopasını kaptım, sil ha sil. Sonra baktım koltuk minderinin bulunduğu yerde kuruması mümkün değil, söktüm cırt cırtlarını yüklendim balkona. Islak yanı güneş görecek şekilde ipe astım. Hazır balkona çıkmışken akşamdan asılmış çamaşırları toplayıp yatak odasına döndüm. Üç-beş parçayı katlayıp yerine kaldırdım, eşofmanlardan birinin ceplerinin kurumamış olduğunu farkettim tekrar asmak üzere kalkarken telefona mesaj geldi. Mesaj, instagram, facebook derken gözüm eşofmana ilişti. "Yahu ben bunu asacaktım" deyip hareketlendim. Balkona giderken bir baktım tuvaletin kapısı ardına kadar açık. "Niye kapatmaz ki buranın kapısını?" diye evdeki yüzde elliye tam kızacakken vileda kovasına ilişti gözüm ve odadaki sel felaketini hatırladım, kapıyı açık bırakan bendim. Hızla eşofmanı ipe asıp sel mıntıkasına döndüm. Kalan ıslaklıkları kuruttum. Farkettim ki kitabım ve ayracım da almış nasibini selden, alelusul sildim, "biraz kabarsın da bugünü ve unutkanlığımı hatırlayım" diye düşündüm. Unutkanlığı yenmek için hatırlama metodu, yeni geliştirdim, bu ne ya, pandemi aklımızı başımızdan aldı. Söylene söylene yatağa geri döndüm ve unutkanlığa, yere devrilen sürahiye, temizlik faaliyetine karşı Macar Edebiyatı'na sığındım: "Kule Saatindeki Kuzgun/Kalman Csatho"

Nisan ayının başından bu yana beni İstanbul Film Festivali online seçkisi oyaladı. Bizzat İstanbul'da olsam ve festival normal şartlarda yapılsa bunca filmi izlemem mümkün değildi, bu da pandeminin bize kıyağı oldu, sinema salonunda izlemenin tadını vermese de en azında vakit geçirtti. Aralarında "iyi ki izledim" dedirtecek filmler de çoğunluktaydı. Dün "Suzanna Andler" filmini izleyerek Mayıs seçkisini de bitirdim. Marguerite Duras'ın aynı adlı tiyatro oyunundan (aynı adlı yazınca, eskiden Arkası Yarın'lar olurdu radyoda, başta bazen "falancanın aynı adlı romanından uyarlanmıştır" derdi sunucu, ben de romanın adını "Aynı" sanırdım, hahaha, saftirik) sinemaya uyarlanmış ama diyaloglara dayalı, aksiyonun çok az olduğu bir filmdi, o yüzden sıktı biraz. Başrolünde Jane Birkin'le Serge Gainsbourg'un kızı Charlotte Gainsbourg vardı. İnsanın su gibi güzel bir annesi varken babasına benzemesi de ne bileyim, neyse bahtı güzel olsun 😂

Aynı kapsamda "Bay Bachmann ve Sınıfı" isimli bir de belgesel izledim. 3,5 saatlik uzun bir gösterimdi ama çok ilgimi çekti. Dieter Bachmann Almanya'nın orta bölgesindeki bir kentte farklı ülkelerden gelen çocuklara öğretmenlik yapıyor. Sınıfta epeyce de Türk işçi ailelerinden çocuklar var. Yaşını başını epeyce almış, kır sakalı ve kafasından çıkarmadığı takkesiyle çok sempatik bir adam Herr Bachmann ve çocuklara yaklaşımı o kadar güzel ki, müzikten spora, heykelden oyuna kadar türlü yöntemlerle veriyor dersleri ve çocuklarla olan ilişkisi olağanüstü. "Uykun mu var?" diyor mesela esneyen öğrenciye, "Evet" diyorsa çocuk, "Geç kanepeye uyu" diyor. Hayran oldum iletişim biçimine, empati kurmasına ve çocukların kişiliğini yüceltmesine. Almanya'ya gidip şu yaşta öğrencisi olmak geldi içimden. Berlin'de belgesel dalında "Gümüş Ayı" almış zaten yönetmeni. 

Kapanma bitti ama ben hala açılamadım. Büyük açılışı Ankara'ya giderek yapmayı planlıyorum. Bakalım yolda Cevriye ile Tevriye bana ne hain oyunlar edecekler. Sizleri Marmaris İçmeler'den bir bulut şöleniyle başbaşa bırakıyor (hatırlaması bile güzel) kuruyan minderimi balkondan almaya gidiyorum. 



14 Mayıs 2021 Cuma

14 MAYIS (5 GÜNDE MÜZİK MEYDAN OKUMASI 5)

Bayramın ikinci, müzikli meydan okumamızın son gününe geldik sevgili dostlar. Bayrama benzemeyen bayram rastık çekerekten, yastık dikerekten, sek sek sekerekten (hadi ordan be, ne sekmesi, yürüyebildiğime razıyım bu ara 😃) geçip gidiyor. Sabah kalkıp "Yeşilçam" dizisinin 6. bölümünü izledim, pek kiyifli, pek güzeldi. Biraz kısa, biraz kilolu olmakla birlikte Yılmaz Güney'i canlandırdığını düşündüğümüz oyuncuyu pek yakıştırdım. Çağatay Ulusoy ise hiç ondan beklemediğim bir performans sergileyerek alkışlarımı alıyor. Öğleden sonramı ise "El Planeta" isimli 2021 yapımı bir İKSV filmine ayıracağım, öncesinde ise biber dolması ve soğuk ayran aşı yapmam gerekiyor. Şimdiden alırım bir kolay gelsininizi.

Son günün soruları da biraz kazık, klavyemizin ve hafızamızın yettiğince cevaplamaya çalışalım bakalım. Kağıtları okuyunca Zihin Bey kardeşim sınıfı geçirecek mi, meraktayım 😃

17-Kalbini kıran bir şarkı:

Şarkılar niye kalbimi kırsın ki? Aksine en hüzünlüsü bile çatlak yerlerini yamar, okşar, sever, yatıştırır kalbimi. Bu soruya kişisel bir yanıt vermem zor ama boş kalmasın diye bir Yeşilçam klasiğinden, "Vesikalı Yarim" filminden bir şarkı dinleteyim:

"Çok eskiden rastlaşacaktık"

"Kalbimi Kıra Kıra"/Şükran Ay söylüyor:


18-Sesine hayran olduğunuz bir sanatçıdan bir şarkı:

Bizim kuşak Cem Karaca ve Barış Manço şarkılarıyla büyüdü. Kanımızın en hızlı aktığı, insanın gözünü yaşartacak kadar naif hayallerimizin olduğu zamanların arka fonuydu o şarkılar. Fikri anlamda Cem Karaca'ya yakındık, konserlerinde saatlerce bekleyip çılgınlar gibi eşlik ederdik. Barış Manço'nun giysileri, yüzüklü parmakları, parmaklarına hipnotize olmuş gibi bakarak oynatışı, ne bileyim saçı başı itici gelirdi ama sesi dinlediğim en iyi erkek seslerinden biriydi. Keza şarkıları da. Aşağıya eklediğim şarkı ilk dinlediğimden bu yana hala içimi ürpertir. Öldüğünde bu kadar üzüleceğimi düşünmemiştim. Sanırım gençliğimizden bir parçanın ilk kez kopuşuydu, ondan o kadar etkilemişti. Şimdi onun en sevdiğim şarkısını o güzel sesinden dinleyelim:

"Unutamadım"/Barış Manço


 

19-Çocukluğunuzdan hatırladığınız bir şarkı:

Bir zamanların TV showlarıyla ve şarkılarıyla ünlü İtalyan sanatçı Mina'nın "Zum Zum Zum" şarkısını ilk dinlediğimde ya ilkokul sonda ya da orta birdeydim. Nakaratındaki "zum zum zum" sözleri çok ritmikti ve çok hoşumuza giderdi. Diğer sözleri ağzımızda İtalyancaya benzetip yuvarlayarak ama zum zum zum derken zıpır zıpır zıplayarak söylemeye çalışırdık. Haydi dinleyelim:

"Zum Zum Zum"/Mina söylüyor:


20-Sizi hatırlatan bir şarkı:

Sürekli şarkı söyleyen biri olduğumdan pek çok şarkı, pek çok kişiye beni hatırlatıyordur eminim ama bunların içinde benim için en değerlisi kardeşimin küçükken dinlediğinde benimle bağdaştırdığı bir şarkı:"Gel Ey Denizin Nazlı Kızı". Dizenin devamındaki "nûş-i şarab et" kısmındaki "Nûş-i" sözcüğünü Nurşen olarak algıladığından şarkıyı benim için yazılmış sanırmış çok küçükken. Hoş neredeyse gerçek olacakmış, direkten dönmüşüm. Annem bana hamileyken büyük dayım mektup gönderip "Bebek kız olursa adını Nuşin koyun" yazmış. Nereden aklına geldiyse "nûşin", "içki içen, içki dağıtan" gibi bir anlamı var. Büyüyünce barmaid olmamı falan istiyordu sanırım 😃 Gerçi tatlı, hoş, güzel gibi bir anlamı da var ama ilk anda akla içkili olan geliyor. Bereket annem de, babam da mektuptaki "Nûşin" kelimesini "Nurşen" okumuşlar da doğar doğmaz alkol bağımlısı olmaktan yırtmışım 😂 

İşte kızkardeşimin sözcüğü adımla bağdaştırmasıyla bu şarkı ikimizin arasında bir bağ oldu. Ne zaman dinlesek ben onu, o beni anar. Ben de böylece şarkıyı kendime mâlettim, haydi dinleyelim, Deniz Kızı Eftelya yıllar ötesinden söylesin. Madem beni hatırlatan şarkı tam olsun. Lisede takma adım Deniz Kızı Eftelya idi, zira sürekli kanto söylerdim:

"Gel Ey Deniz Nazlı Kızı"/Deniz Kızı Eftelya söylüyor:


Ve bir de Yaprak Sayar'dan dinleyelim:


Şarkılar eksik olmasın hayatınızdan...


13 Mayıs 2021 Perşembe

13 MAYIS (5 GÜNDE MÜZİK MEYDAN OKUMASI 4)

Bugün bayram, erken merken kalkmadım çocuklar ama eşofmanı çıkarıp gündelik bir elbise giydim sonunda. Gerçi sıcaklar başlayınca eşofmandan şortlu pijamaya geçmiştim, yine pijamadan hallice bir şey geçirdim üstüme. Bir de küpe taktım valla, yüzük de ve hatta bileklik de. Gözüme kalem çekip ruj bile sürdüm kim görecekse, olsun aynaya bakınca sadece dudağımdaki iki koca uçuğa takılmam, "aa bu rujlu, göz kalemli kadın da kimmiş?" derim. Bir de bayram ya, onun Covidsiz olanından rica edeceğim bir dahakine, bu pek iç açıcı olmadı, yine de sağlıklı ve kutlu olsun diyelim ayıp olmasın.

Müzikli meydan okumaya gelecek olursak, bugünkü sorular zor, öğretmen bayram nedeniyle kazık soru seçmiş, final öncesi en zor vize bu olacak galiba. Bakalım bakalım neler varmış:

13- Seni hayat üstüne düşüncelere iten bir şarkı:

Murathan Mungan'ın  o güzelim şiirinden Sezen Aksu'nun seslendirdiği şarkı, ben susayım Sezen söylesin:


.......
Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken
Kimse bize ihanet etmemiş
Biz kimseyi aldatmamışken
Hani biz kimseye küsmemiş
Hani hiç kimse ölmemişken
Eskidendi, çok eskidendi
 
Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken
Hani çerçeveler boş
Hani körkütük sarhoş gençliğimizden
Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken
Eskidendi, eskidendi, ah eskiden...
 
14- Herkesin dinlemesi gerektiğini düşündüğünüz bir şarkı: 
 
Bu şarkıyı ilk dinlediğimde 10 yaşındaydım ve çarpılmıştım. Tabii ki sözlerden ziyade müzik ve o buğulu ses çarpmıştı. Sürekli "Solei solei" diye söyleyip dolanıyordum, başka bir kısmın aklımda kalması mümkün değildi çünkü. Kuzenimin sünnet düğünü için Pınarbaşı'na gitmiştik, konuklar arasında Fransızca öğretmeni bir ahbap da vardı, kadıncağızın başının etini yemiştim Türkçeye çevirmesi için. Sözlerinin ne kadar hüzünlü olduğunu aktaramamıştı bana, sadece güneşim, güneşim kısmını açıklamıştı. Yıllar sonra sözlerinin anlamını da öğrenince daha bir değer kazandı şarkı gözümde. O zaman herkes dinlesin, sözlerin anlamı videonun altında:

"Adieu Mon Pays"/Enrico Macias söylüyor
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
15- Bugün hala birarada olmasını arzu ettiğiniz gruptan bir şarkı:
 
Tabii ki Aphrodite's Child. Grup ve solistleri Demis Roussos hala dinlemeye doyamadıklarımdandır. Demis'in sesinde ilahi bir şey var sanki. Haydi dinleyelim:
 
"Spring, Summer, Winter and Fall"/Aphrodite's Child 
 

 
 








16- Aşık olma hissi uyandıran bir şarkı:
 
Valla bu saatten sonra hiçbir şarkı bende aşık olma hissi uyandıramaz. O zaman:

Sevenler Ağlarmış/3 Hürel
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Üstüne cila niyetine bir de Lorke Lorke. Buraya oturmaya mı geldiniz genşler 😂
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Kalın sağlıcakla, daha keyifli bayramlara...

12 Mayıs 2021 Çarşamba

12 MAYIS (5 GÜNDE MÜZİK MEYDAN OKUMASI 3)

Ağrıyan dizlerime ve Allahın cezası Covid'e küfrederek (evet küfrederek, ne olmuş?) fotoğraf arşivimi karıştırdım şarkılardan fal tutmadan önce. Hay bin kunduz, tam da bugün Bodrum'dan lise kızlarıyla güle oynaya Kos'a gittiğimiz günmüş. İçim cızlayarak (cızlamak nasıl oluyorsa, sanırsın cızbız köfte yapıyorum) baktım hepsine teker teker, nasıl da mutlu, keyifli ve de neşeli imişiz. Kim bilirdi ki takip eden 2 yıl boyunca  Kos Kos gezmek yerine yerine kös kös evde oturacağız, devamının gelmeyeceği de ne malum. En iyisi şom ağzımı kapatayım bir Kos fotoğrafı ile musikiye geçeyim:


Efendim, 9. sorumuz şudur:

9- Düğününde çalınmasını istediğin şarkı: 

Haydaa, bu biraz absürd olmadı mı? Düğün ne kardeşim, milattan önceydi o, ayrıca düğün yapmadık, nikahı yeterli gördük. Onda da bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı, enerji tasarrufu nedeniyle semtimizde elektrik kesikti, uzak bir semtteki kuaföre gidildi, şık pabuçlarımı evde unutmuşum, gelinlik altı postalla kaldım, mecburen eve uğramak gerekti, nikaha geç kalmayalım diye hızlı gidiyorduk trafik polisi önümüzü kesti, rica minnet ceza yazmadılar. Yani nikahta bu kadar aksilik olurken bir de düğün yapsaydık neler olmazdı, Allah korumuş 😃

Madem böyle bir soru sorulmuş, cevap vermesek olmaz, hani tekrar o yıllara dönüp düğün yapacak olsak şunu isterdim:

"Un Belle Histoire"/Michel Fugain söylüyor:


Bunun bir de Tanju Okan, Nilüfer ve Modern Folk Üçlüsü tarafından Türkçe söylenen versiyonu vardır ki çok severim:


10- Yeniden yorumlanan (cover) bir şarkı:

Genellikle şarkıyı kim ünlendirmişse ondan dinlemeyi tercih ederim.  En güzel de kendileri söyler zaten. Benim ilk gençliğimde Sylvie Vartan-Johnny Hollyday çifti çok ünlü idi ve Sylvie Vartan'ın "La Maritza" şarkısına bayılırdım. Sanırım Meriç doğumlu oluşumun etkisi de vardır Meriç nehrini anlatan bu şarkıyı sevmemde. Coveri var mıdır diye bakarken Bir Rus filminde Eteri Beriashvili tarafından yorumlanmışını buldum. Tam anlamıyla cover sayılmaz ama idare edin, zira ben pek cover sevmiyorum:

"La Maritza"/Eteri Beriashvili yorumluyor:


Sylvie Vartan'dan da dinleyelim mi?

 

11- En sevdiğin klasik müzik parçalarından bir tane seç:

"Dünyanın Bütün Sabahları" filmini izleyenler Marin Marais adını hatırlayacaklardır, Barok müziğin önemli bestecilerinden biri olan Marais'in daha ziyade "viola da gamba" denilen çello benzeri bir müzik aleti ile icra edilen bestelerinden "Sonnerie"yi çok severim. Eseri bu enstrümanın virtüozu Jordi Savall'dan dinleyelim:

"Sonnerie"/Jordi Savall seslendiriyor:


 

12- Karaokede biriyle düet yapmaktan hoşlandığın bir şarkı:

Karaoke yapmışlığım yok ama birileriyle şarkı söylemişliğim çok. Lisedeyken şahane kanto söylerdim, repertuarım da çok genişti, hemen hemen tüm kantoları bilir ve eski kantocuların seslerini taklit ederek söylerdim. Bunların içinde "Evlilik Düeti" diye bir kadın ve bir erkek tarafından seslendirilen bir kanto vardı, "Bu Bekarlıktan Bıktım Usandım" adıyla da bilinir. Ben hem kadın, hem erkek seslerini taklit ederek söylerdim bunu, hala da söyleyebilirim herhalde. Dinleyelim mi? Benden değil tabii ama ben daha iyi söylerim onu da belirteyim, çok da mütevazıyımdır 😃

Evlilik Düeti:


Bugünlük bu kadar, ziyaretçisiz, tatsız geçecek bir bayramınız daha kutlu olsun...


11 Mayıs 2021 Salı

11 MAYIS (5 GÜNDE MÜZİK MEYDAN OKUMASI 2)

Sabah uyanıp ufak-tefek işleri bitirince İstanbul Festivali Mayıs seçkisinden bir Macar filmi izledim. Oldukça uzun ve ağır tempolu bir filmdi ama güzeldi: "Orman/Seni Her Yerde Görüyorum". Daha çok dialoga dayalı farklı evlerde geçen 7 farklı hikaye. Sona doğru telefon çaldı, filmi durdurup telefonla konuştum. Döndüğümde ekrandaki ertesi gün tehlikeli bir ameliyata girecek yaşlı adamın Macarca sözlerinin altyazısı bir nevi durum bildirimi gibi geldi:

"Gülmek, tatile çıkmak sanırım pek mümkün görünmüyor. Ağzımda tuhaf bir tat var, hayat tadı değil". Sorma arkadaş, yok aslında birbirimizden farkımız...

Gelelim Zihin kardeşin başlattığı "5 Günde Müzik Meydan Okuması"nın 2. gününe. Zihin'in ve Fermina'nın seçtiklerini görünce kendimi yabancıların kaldığı bir otelde yerli turist gibi hissettim 😃 İlk soruyu cevaplayınca daha çok hissedeceğim, hatta siz de hissedeceksiniz 😎

5- Sende dans etme hissi uyandıran bir şarkı:

O kadar uzun süredir dans etmedim ki dans nasıl edilirdi onu bile unuttum. Son zamanlarda yemekli toplantılar, düğünler bile 3 dansdan sonra "Haydi eller havaya" moduna geçtiği için unutmamız gayet normal. Danslı partiler, orkestralı düğünler gençlikte kaldı, şimdi varsa yoksa piyanist şantörler, her havadan çalan elektronik klavyeler. O yüzden bende dans etme değil de bir Angaralı olarak piste fırlayıp döktürme hissi uyandıran yegane şarkı, daha doğrusu türkü budur!

"Fidayda"/Mehmet Erenler çalıyor


 6- Yolda giderken dinlenesi bir şarkı:

Çok seçmem aslında, elimin altında hangi CD varsa iteklerim CD çalara, zaten hepsi benim müzik zevkime göre alınmıştır. Ama yolda dinlediğim bir şarkıyla ilgili bir anım var hep aklımdadır, hiç içimden çıkmaz. Buraya da onu ekleyeceğim. 80'lerin ortası, Yeni Türkü'nün fırtına gibi estiği zamanlar. Anadol marka, tepesi siyah vinylex, mavi bir arabamız var, üç oda bir salon sanki, öyle rahat 😃 Eşimve küçük oğlumla Karadeniz gezisine gidiyoruz. Ankara'dan yola çıktık, hava mis, keyifler yerinde. Kasetçalara Yeni Türkü albümünü koyuyorum, çalmaya başlıyor. "Yeşilmişik"miydi tam hatırlamıyorum. Samsun Asfaltı'nda yol alıyoruz ki "Mamak Türküsü" başlıyor.

"Güneş altında tutsaklar/Geçen sonbahara bakıyorlar/Şirin mi şirin gecekondu evleri/Samsun Asfaltı'nda otomobiller/Ne güzeldir yollarda olmak şimdi.

Bu kadar denk gelir, ciddi anlamda bir vicdan azabı duyuyorum o son dizeler yüzünden: "Ne güzeldir yollarda olmak şimdi". Şimdi ne zaman yola çıksam aklıma "Mamak Türküsü" gelir....

"Mamak Türküsü"/Yeni Türkü'den dinliyoruz


7- Dinlemekten usanmadığın bir şark
ı:

Her an, her yerde, gece, gündüz, sözlü ya da enstrümantal bıkmadan dinleyeceğim şarkı Göksel Baktagir'in kanunuyla ses verdiği " Sultaniyegah Saz Semaisi" ya da söz yazılmış haliyle "Yalnız Sen".

"Sultaniyegah Saz Semaisi-Yalnız Sen"/Göksel Baktagir'den dinliyoruz


8-70'lerden bir şarkı:

Yerli turistlikten çıkalım ve "Because The Night" diyelim. Patti Smith söylesin:


Haydi bakalım, sıra sizde...

10 Mayıs 2021 Pazartesi

10 MAYIS (5 GÜNDE MÜZİK MEYDAN OKUMASI 1)

Yeni yazı yazayım diye blogu açtım, aklıma yazacak bir şey gelmedi. Bende bu aralar bolca diz ağrısı var, o da yazmaya değmez. Sonra Zihin kardeşimin blogunda bu meydan okumaya rastladım. Müzik ruhun gıdası sonuçta, belki dizlere de iyi gelir diyerek niyet ettim. Onun seçtikleri yabancı ağırlıklı ama ben tarzıma ve yaşıma uygun şeyler ekleyeceğim, haydi bakalım başlıyoruz: 

1- Başlığında renk ismi geçen sevdiğin bir şarkı:

"Bak Yeşil Yeşil"/Ahmet Özhan söylüyor

Genç yaşta trafik kazasında kaybettiğimiz Mustafa Seyran'ın bestesi olan bu şarkı gençliğimizde fırtına gibi esmişti. Ahmet Özhan'ın en popüler zamanlarıydı ve yiğidi öldür hakkını yeme, pek de güzel söylerdi. Boyu-bosu, şarkıya uygun yeşil gözleriyle de pek çok kızın kalbini çalmıştı. Hale Soygazi ile evliydi o zamanlar. Komşumuzun kızı 6-7 yaşlarındayken pek hayranıydı, "Büyüyünce Ahmet Özhan'la evleneceğim ben" derdi, "İyi ama o evli" deyince de "Ben büyüyene kadar boşanır" derdi. Çözüm hazır 😃 Boşandı da hakikaten ama komşunun kızına değil başka birinin kızına kısmet oldu 😃

 

 
 
2- Başlığında rakam bulunan bir şarkı:
 
"Böyle Bir Kara Sevda"/İnce Saz eşliğinde Dilek Türkan söylüyor:
 
Bu şarkıyı çoğunuz Yeşilçam'ın gazinolu, şarkıcılı filmlerinden hatırlar. O zamanlar pek ilgimi çekmezdi ama ne zaman İnce Saz albümüne aldı ve Dilek Türkan seslendirdi, işte o zaman büyük bir keyifle dinler oldum.
 
 


 
3-Sana yaz dönemini hatırlatan bir şarkı:

"O Yaz"/Zerrin Özer söylüyor

Açıkcası Zerrin Özer'i pek sevdiğim söylenemez çağdaşım olmasına rağmen ama sesine ve bazı şarkılarına itirazım yoktur, en sevdiğim şarkısı da budur, ilk gençliğimin yaz kokularını getirir burnuma...



 

4-Gürültülü dinlenmesi gereken bir şarkı: 

"Hadi Bakalım"/Sezen Aksu söylüyor

 Oldukça eski bir şarkı ama bence Sezen Aksu'nun en güzel albümlerinden birinden, Gülümse'den. Çıktığı yıl oğlum ısrarla aldırmıştı kasetini, CD'ler henüz yaygın değildi. Arabanın teybine koyup, pencereleri ve sesi sonuna kadar açıp omuzlarımızı titrete titrete dinlediğimizi hatırlıyorum. Şu anda bile bangır bangır bağırtmak geldi içimden YouTube'da dinlerken 😃


E o zaman "Hadi Bakalım", 5 gün süreyle günde 4 şarkıdan devam edeceğiz. Sizler de katılmak istemez miydiniz?








 

2 Mayıs 2021 Pazar

2 MAYIS (NİSAN OKUMALARI)

Sevgiler, saygılar kıymetli takipçilerim,

Asker mektubu gibi başlık attım, eh serde zamanında çok mektup yazmışlık var, oradan kalma bir alışkanlık. Mektup yazmaya şimdilerde de devam etmeyi çok isterim ama maalesef eskilerin gelip de selam veren postacı amcaları kalmadı. Zerocum bana bir mektup yazdı, 4 ay oldu hala elime geçecek. Hal böyle olunca kimseyi yormaya gerek yok, yürüyerek gelse ulaşacak mektup ulaşmıyor işte. Bilenler bilir, kartpostal etkinliği yaptığımız zamanlardan, bir dumanlı postacımız vardı, ağzından sigara düşmez, kazara denk gelirseniz dumanı suratınıza üfler. Gelen zarfları elime tutuştururken neredeyse döver, zile basmaya tenezzül etmez, yağmurda çamurda kapının altından atıp gider. Şimdilerde yok ama gelen mektup da yok, sanırım postacısız kaldık, zira neredeyse 4 aydır posta kutularında kredi kartı ekstresi bile görmedim. 

İlkgençliğimde sıra arkadaşımın babası Sayıştay denetçisi idi, yazları mutlaka birkaç aylığına Türkiye'nin değişik illerine kurum denetimlerine giderdi ailesiyle birlikte. Arkadaşımla birbirimize sayfalar dolusu mektuplar yazardık. O mektupların gelişini beklemek, zarfı açmak, okumak heyecandan kalbimi çarptırırdı. Şimdi bir arkadaştan biraz uzunca mail gelse mektup gelmiş gibi seviniyorum. 

Dün itibarıyla kapandık diyeceğim ama ben zaten kapalıydım, farkeden bir şey olmadı. Esasen diz ağrılarım olmasa en azından arada bir yürüyüş yapıp baharı selamlamak isterdim, kader utansın. Balkondan gördüğümle yetinmek zorundayım. Dün sabah beyaz bir kelebeğe denk geldim, başka bir yöne uçana kadar ağzım açık izledim, ne hallere düştük. Toplamda tek bir çiçek açmış ağaç gördüm, o da fizik tedavi kliniğine giderken yolda, arabanın camından. Adın batsın pandemi, defolup gidin Cevriyeyle, Tevriye.

Gelelim Nisan ayı kitaplarına, toplamda 10 kitap okumuşum. Bakalım nelermiş: 

-Pek tabii ki merakla beklenen "Veba Geceleri" ayın ilk kitabı oldu ve 10 günümü yedi. Orhan Pamuğun çok sevdiğim kitapları olduğu gibi hiç sevmediğim kitapları da oldu ama asla yazarlığına laf etmedim. Veba Geceleri'ni de ıkına sıkına, adeta görev yapar gibi okumama rağmen beğenmedim diyemeyeceğim. Ben bu sıkıntılı hali hayatta başetmeye çalıştığım pandeminin kitapta da neredeyse aynısını bulmaktan kaynaklandığını düşünmüştüm ama şimdi okur yorumlarını okurken asıl noktayı buldum, duygu eksikliği. Çok araştırılmış, uzun incelemeler yapılmış, büyük emek var üstünde ama işte ders kitabı okuyor gibi bir hava yaratıyor insanda. Pek çok kişinin ortak görüşüne ben de katılıyorum, kitabın en güzel ve en önemli kahramanı Minger adası. İnsan bazen daldırıp pandemi bitse de gidip gezsek diye bile düşünebiliyor. Onun dışında hiçbir kahramanı sevemedim açıkçası, lakin gereğinden fazla uzatılmış olsa da okunmaya değer...


-Son zamanlarda okuduğum en iyi öykülerdi diyebilirim sepya fotoğraflara yazılmış "Sepya"daki öyküler için. "Ada Sahillerinde Bekliyorum" favorim, "Kötü Haber" isimli son öykünün yazıldığı fotoğrafsa Yenimahalle'nin ünlü fotoğrafçısı "Hülya"da çekilmiş, sanki tanıyorum.
Okuyun bu kitabı, kitap incecik ama öyküler çok incelikli...
"Bilirsiniz kimse kimseye gerçek hislerini söylemez bu hayatta. Ekseriyetle içinden geçirir. Yoksa kalbin kırıldığında "çıt" diye bir ses çıkmaz miydi? O ses duyulsa belki, insan bir daha kalp kırar mıydı?"
"Yersiz Şeyler" isimli öyküden...


-Pek çok sevilen şarkının söz yazarı ve prodüktör Mehmet Teoman'la yapılmış eğlenceli bir nehir söyleşi. Pop müzik dünyasının ünlülerini merak edenler için de ayrıca keyifli...


-"Seneler"in o kadar çok övgüsünü duydum ki, sanırım kitabı sevemeyen tek ben varım okuyanlar arasında.  Belki de uygun bir zaman değildi dikkatimi toplayamadım. O yüzden herhangibir fikir beyan etmek istemiyorum. 


-"Miras" bu ayki okumalar içerisinde beni en çok tatmin eden kitap oldu, çok beğendim. Babalarının ani ölümünden sonra miras tartışmasına giren 4 kardeş. Bu işlere konu ilerledikçe ortaya çıkan bir sebeple uzak duran en büyük kız kardeş Bergljot'un ağzından okuyoruz olayları. Kutsal ailenin arka planında neler olabileceğini ve bireyler üzerinde ne tür travmalara yol açabileceğini her zaman çok sevdiğim sakin İskandinav tarzıyla anlatıyor... 

-Kemal Varol son dönem yerli yazarlar arasında en sevdiklerimden biri. "Kara Sis" nerede olduğu belli olmayan bir hapishaneyi mekan olarak almış, karısını öldürdüğü için cezalı Mesut Hoca'nın ağzından mahkumların hikayesini anlatıyor. Romanın esas oğlanı yeni gelen mahkum Barana ve olaylar onun etrafında dönüyor. Her zamanki gibi yazarın akıcı dili kitabın ilgiyle ve merakla okunmasına sağlıyor. Hem "Kara Sis"i, hem de okumadıysanız yazarın diğer kitaplarını tavsiye ederim.


-Ian McEwan benim severek okuduğum yazarlardan biri, "Siyah Köpekler" ender okumadığım kitaplarından biri idi, diğerleriyle kıyasladığımda biraz daha alt düzeylerde yer alsa da severek okudum. Balaylarında yaşanmış ve üstü örtülmüş bir olayın hayatlarını etkilediği bir çiftin öyküsü anlatılıyor kitapta damatlarının ağzından. McEwan'ı seviyorsanız okuyunuz derim... 


-Jean Louis Fournier'in yeni ve okumadığım kitabı idi "Tek Yalnız Ben Değilim". Lakin en güzelinin bu olduğunu söyleyemeyeceğim. Yazar engelli çocuklarının ve karısının ölümünden, kızının da kendini dine vermesinden sonra hissettiği yalnızlık duygusunu satırlara dökmüş. Külliyatı devirdiyseniz okuyabilirsiniz ama Fournier'den ilk okuyacağınız kitap bu olmamalı bence...

-"Çocuklar İçin Bach" Avustralyalı bir yazarın kitabı.  Biri ağır otizmli iki çocuklarıyla Melbourn'da yaşayan Dexter ve Athena'nın düzeni Dexter'in üniversiteden arkadaşı Elizabeth, kızkardeşi, sevgilisi ve sevgilisinin kızlarının yanlarına gelmesiyle bozulur, aralarındaki ilişki farklılaşır. Pek severek okuduğumu söyleyemeyeceğim ve o yüzden tavsiye de edemiyorum. 

-Nisan ayının son ve çok sevdiğim kitabı "İşin Aslı, Judith ve Sonrası" oldu. Sandor Marai'yi "Bir Burjuvanın İtirafları" ile tanımıştım. Açıkçası başlarda iyi giderken sonlara doğru sıkılmış ve yarım bırakmıştım, o günün kafa karışıklığından kaynaklanmış da olabilir. "İşin Aslı" ilginç ismi ile dikkatimi çekti önce, Sandor Marai'nin diğer kitabından dolayı biraz tereddüt etsem de Macar Edebiyatı'na olan ilgim nedeniyle aldım. Aldım almasına da epey bir bekledi kitaplıkta. Ve dün esefle, "Niye bu zamana kadar beklettim" düşüncesiyle kapattım son sayfasını. Üç kişinin ağzından okuyoruz olayları. Üç farklı bakış açısı, üç farklı düşünce, üçünün de birbirinden çok farklı oluşu. "Doğru eş yoktur" kavramının irdelenişi, son bölümde savaşın getirdikleri, burjuva yaşamının benzerlikleri, her şey çok iyi yansıtılmıştı. Kolay okunan, su gibi akan bir kitap asla değil ama elden bırakılacak bir kitap da değil. Şimdi sıra yarım kalan "Bir Burjuvanın İtirafları"na tekrar el atmakta...

Hepinize sağlıklı kapanmalar ve bol okumalar diliyorum...