.

.
.

30 Aralık 2022 Cuma

BİR YILIN SON GÜNLERİ* / 30 ARALIK

Yolladığım kartlar kara delikte kayboldu diye düşünüyorum, PTT seni neylemeli. Sadece ikisinden geri dönüş aldım, biri ertesi gün ulaştı zaten, diğerini de çocuklara yollamıştım, aile torpiliyle gitti sanırım.  

Yılın son haftası aleni kıyak yaptı, hava Aralık ayına yakışmayacak kadar güneşli ve sıcaktı, öyle ki dün arkadaşla buluştuğumuz cafede güneşin yakıcılığından iç bölüme geçerek kurtulduk. Havanın güzelliğiyle birlikte epeydir görüşemediğim dostlarla da yılsonu buluşmaları gerçekleştirdim. 

2022 pandemi sıkıntısıyla geçirdiğimiz iki yılı düşünürsek nisbeten rahatlayıp özgürlüğümüze kavuştuğumuz bir yıl oldu. Yıla kolumdaki kas yırtığı ve geceleri uyutmayan ağrılarla başladım, her yıl gelenek haline gelen MR, Fizik tedavi seansları bu yıl da eksikliğini göstermese de sonuçları tatsız olmadı en azından. Hatta carpal tunnel sendrom amaçlı fizik tedavi seanslarım uzun yürüyüşler ve tombik fizyoterapistimin sempatikliğiyle birleşince eğlenceli bile oldu. Kocam Bey'in göz boşluğuna düşen katarakt lensinin çıkarılma ve yenilenme ameliyatı, kontrolleri, damlaları bir süre yorsa da toparlandı, geçti, gitti. Üç yıl boyunca sıkı sıkı korunduktan sonra ailecek sırayla Covid olmamız da hoş oldu doğrusu, neyse ki hafif atlattık. Bu yılı da hasarsız, kayıpsız geçirdik şükür diyelim. 

Ocak sonu doğum günümle başlayan arkadaş buluşmaları baharla birlikte artış gösterdi. Aylardır görüşemediğim dostlarla-kimi zaman şehir dışından gelenlerle-kavuştuk, özlem giderdik. Yaz aylarını çocuklarla, Umut'la, kız kardeşle geçirdik, Ankara'nın sokaklarını, müzelerini, kafelerini, parklarını turladık. Gözümü karartıp 3 yıl süren toplu taşıma orucumu bozdum, YHT ile günübirlik bir Eskişehir turu bile yaptım. 

Çok kitap okudum, sinemaya gidemesem de çok film izledim, bol bol yazdım, yürüyüş yaptım. Pandeminin unutturduğu keyiflere yavaş yavaş geri dönmeye başladım. 

Şimdi yılın sonuna 1,5 gün kala tek dileğim sağlık her zamanki gibi, o yerinde olursa elbet gerisini hallederiz. Hepinize gönlünüzde olanın gerçekleşmesi dileğiyle sevgiler yollarken bu yazıyı başlıktaki şiirin sahibi Murathan Mungan'ın dizeleriyle bitireyim:

"..............
Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları
Vitrin camlarına yansıyan yüzlerde
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar 
Hâlâ bir umut var mıdır
Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde"


22 Aralık 2022 Perşembe

DÖKÜM / 22 ARALIK

Neredeyse dizlerine kadar inen 10 numaralı Messi formasını sergilemek için sabah ayazında ceketsiz okula giden oğlan çocuğunu dikizleyip geldim balkondan az önce.

Küçücük mahallemizin daracık sokaklarında bir inşaat çılgınlığıdır sürüp gidiyor 2-3 yıldır. Yaşı 30'u bulmamış dörder katlı apartmanlar yıkılıp yıkılıp yerlerine çatı katlarıyla dokuzu bulan heyulalar dikiliyor. Neymiş, arka taraftaki özel hastane on bilmem kaç katlıymış da emsal teşkil ediyormuş, peh! Lokma biraz küçük olsa yiyeceğiz de, hem büyük, hem absürd. Hastaneyi konutla kıyaslamak. O sevimli, küçük de olsa bahçeli apartmanları yıkıp yerine Kieslowski filmlerindeki sosyal konutlara benzeyen abus suratlı binalar diken mütayit (sinirlendiğim için konuşma dilinde kullandım) arkadaşların estetik zevkine hayranım. Civardaki bütün yeni yetme binalar klonlanmışcasına birbirinin aynı. Semtimiz demir perde ülkelerine benzemek için yarışıyor. Neredeyse bitişik, göğe yükselen, aynı mimar elinden çıkmışçasına birbirinin tıpkısı, bahçesiz, ağaçsız, gri beton bloklar. Etraflarındaki bahçemsi boşluğun girişine de anıt misali kocaman kapılar yapıyorlar ki üzerine yazdıkları "Rezidans" sözcüğünün hakkını versin. Daha fazla kâr etmek için küçücük odalara tıkıştıracakları eski malikleri de rezidansta oturacağız diye mutlu olsun. Off, bu konu çok yoruyor ama uzaklaşmam mümkün değil, çünkü karşımıza da böyle bir kale duvarı dikiliyor. Bahardan bu yana devam eden bir inşaat gürültüsüyle yaşıyoruz. Tek arzum o mütayitlerin bir gün bizim de kapımızı çalmamaları, zira itiraz falan fayda etmiyor...

Yaklaşan yeni yıl ile ilgili tüm görevlerimi bugün kızkardeşe son kargoyu yollayarak tamamladım, bundan sonrası benim dışımda.Şimdi gelelim 2022'nin dökümüne. Malum pandemi sosyal, kültürel ve sanatsal hayatıma fena sekte vurdu. Bu yıl eskiye nisbeten sosyalleşsem de hala sinema, tiyatro, konser, opera, bale gibi etkinliklerden yoksunum. Zira milletin Covid'i de geçtim gripten kırıldığı, buna rağmen maske takmadığı hıncahınç dolu kapalı salonlara girmeye cesaretim yok, olsa olsa açık havada eş-dost buluşması, iki-üç arkadaşla ev görüşmesi. Tüm hayallerimi 2023'e erteledim, umarım yüzümü kara çıkarmaz. Sinema işi kolay, üye olduğumuz siteler ve internet salondaki keyfi vermese de ihtiyacımızı gideriyor. Tiyatro, konser, opera ve bale ise biraz daha bekleyecek. Geçenlerdeki online tiyatro denemem fiyasko ile sonuçlanınca canlısından şaşma dedim kendime. 

Şehir içinde toplu taşıma bile kullanmazken zincirlerimi kırıp yüksek hızlı trenle günübirlik de olsa bir Eskişehir yaptık bu yaz kızkardeşle ki insanlık için küçük, benim için epey kocaman bir adımdı. Önümüzdeki yaz çerçeveyi genişletmek niyetindeyim, 2023 izin verirse. 

Kitaplarım ise bu yoksun zamanların en büyük yardımcısı oldular. Yılı yaklaşık 27 bin sayfa ve 121 kitapla kapatıyorum. 130 film ve 38 tane de dizi izlemişim, bereket versin 😃 Şuraya sadece en sevdiğim kitapların dökümünü koyacağım, zira yılın ilk aylarında izlediğim filmleri hatırlayamıyorum. 

Kolajdaki 6 kitap Goodreads'da 5 yıldız vererek değerlendirdiğim ve çok severek okuduğum kitaplar. Elbette başka güzel kitaplar da okudum ama beni en çok etkileyenler bunlar oldu. Genellikle yabancı yazarlar okudum bu yıl. Allende zaten bildiğim ve sevdiğim bir isim, "Denizin Uzun Taçyaprağı" ile kendi üslubuna dönüşü de ayrıca memnun etti beni. Llosa'nın pek çok kitabını okumuştum ama sanırım "Teke Şenliği" başyapıtı. Dominik'te 31 yıllık diktatörü Trujillo'nun yarı belgesel nitelikli son demlerini nefret duygularıyla da olsa okumak etkileyiciydi. Tüm kitaplarını okuduğum Per Petterson'un erkek kahramanından gına getirmişken "Sibirya Hayali"nde bir kadın kahramana yer vermesi kitaba sevgimin artmasını sağladı. "Gavur Mahallesi" geç kalmış bir okuma idi, güç olmadı neyse ki. Ralf Rothman favori yazarlarımdan "O Yazın Tanrısı" da diğer kitaplarının verdiği tadı verdi. Bu beş kitabın şahikası ise uzun yıllar unutamayacağım "Ülkenin Sonuna" oldu. Zorunlu askerlik uğruna feda edilen evlatlar ve annelerin yaşadıkları ancak bu kadar etkileyici anlatılırdı. Baş kahramanı "Ora" her daim kalbimde olacak.

Çok fazla sayıda yerli yazar okumadım, bazı yerli yazarların kitaplarını ise Storytel'de dinledim, onları kategoriye koymayacağım. Severek okuduğum üç kitap aşağıda:

Aysun Kara ve Ayşe Başak Kaban önceden tanıyıp sevdiğim yazarlar, Kadire Bozkurt ise güzelim hikayeleriyle öyküye çok sıcak bakmayan beni bile mest etti. 

Yeni yılda daha çok kitap, daha çok etkinlik dileğiyle hoş olsun gününüz...


 

20 Aralık 2022 Salı

DOMESTİK / 20 ARALIK

Salı günü postaya verdiğim kartların akibetinden biri hariç habersizim. O biri de beni şaşırtacak kadar büyük bir hızla ertesi gün sahibine ulaşmış, ağzım açık kaldı. PTT'nin ortası yok, ya hep, ya hiç. Bakalım bu ışınlanan dışında diğerleri yürüyerek mi gidecek, araçla mı, yoksa ebediyen yaya mı kalacak, göreceğiz. 

10 gündür hava muhalefeti nedeniyle evde kapanmanın intikamını aldım hafta sonunda. Cumartesi günü bir arkadaşımla buluşup güzel havanın, manzaranın ve sohbetin tadını çıkardık:

Sohbetimize uzun zamandır görünmeyen Arap bülbülleri de eşlik etti ara sıra, cep telefonu ve zoomla çekince görüntü net değil ama idare edin artık:

Mekandan güneşi batırıp ayrıldık:

Pazar günü ise uzun bir yürüyüş yaptık, en sevdiğimiz parkta turladık. Henüz kışa geçiş yapamadık ama sonbahar tam anlamıyla gelmişti. Günnük ağaçları iyice çıplak hale gelmiş, yere dökülen yapraklar da ayağımızın altına renkli bir halı sermişti:

Parkta geleneksel mola yerimiz her zamanki gözlemecimiz oldu. Bir yandan gözlemeleri götürüp bir yandan mekanın maskotu keçiyi gözledik. Keçi deyip geçmeyin, pek süslüydü. Tepesinde çiçekli oyası, boynunda boncuğu eksik değildi. Üstelik utanmadan kadife çiçeklerini yiyordu 😃


15 bin adım atınca eve geldiğimde mefta olmak üzereydim, evde otura otura hamlamışım. Merdivenlerden sürünerek çıktım ve kendimi kanepeye attım. Biraz dinlenince bir süre önce online izlemek üzere bilet aldığım "AB Uyumlu Aile" isimli oyunu izlemek için ekran başına geçtim. Yarım saat civarında sürdü gösterimi, çok gürültülü, çok bağırtılı ve tuhaf bir sahneleme idi, sevmedim, üzgünüm. Hatta o gün için olan ikinci biletimi yaktım, diğer oyunu da izlemedim. Dilber Ay'ın dediği gibi "Zorunda mıyım?" 😃
 
Halbuki sabah güzel bir film izlemiştim: "The Fabelmans". Steven Spielberg'in yönettiği ve kendi çocukluğundan esinlendiği hoş, sıcak bir yapımdı. 

Haftanın ilk gününü ise mutfakta geçirdim diyebilirim. Birkaç yıldır yılbaşı havasına giremediğim için kurabiye işine de girmiyordum. Bu yıl "Haydi" dedim, "tarçınlı, zencefilli kurabiyeler yapayım, hem çocuklar, hem de alt katta oturan yiğen sebeplensin". Hamurları hazırladım, toparlansınlar diye buzdolabına koydum, artan yumurta sarılarını değerlendirmek için bir de poğaça işine niyetlendim. Önce poğaça pişti, o pişerken zencefilli kurabiyeler çam ağacı, kardan adam ve çocuk kalıplarıyla kesildi ki Umut Efendi'nin hoşuna gitsin. Onları fırına atınca bu sefer büyük çocukların favorisi kurabiyeyi yıldız kalıplarla kestim, fırının boşalmasını beklerken dolapta beklettim. Bu nefis bir kurabiye, blogun ilk yıllarında "Yetur" isimli bir yemek blogundan almıştım tarifi, hala yazıyor mu bilmiyorum ama bu tarifini çok kullandım sağolsun. Biraz pahalıya mal oluyor ama inanın bu kadar lezzetli bir kurabiye olamaz. Hazır bahsetmişken şuracığa tarifini de yazayım, belki niyet edersiniz:

"1 su bardağı toz Antep fıstığı
1 su bardağı Hindistan cevizi rendesi
1 su bardağı pudra şekeri
1 yumurta akı

Fıstık, H. cevizi ve şeker karıştırıp üstüne yumurtak akını ekliyorsunuz. Hamur haline getiriyorsunuz. Sonra streç filme sararak ya da bir buzdolabı poşetine koyarak buzdolabında 4 saat kadar bekletiyorsunuz. Çıkarınca merdane ile yarım cm den biraz daha fazla açıp istediğiniz bir kalıpla kesiyorsunuz. Orijinal tarifte yuvarlak kurabiye formu veriliyor ama kalıpla kesince daha fazla adet elde ediliyor. Sonra 180 derece ısıtılmış fırında 10 dakika pişiriyorsunuz. Fazla tutmayın, sertleşip tadı kaçabilir. Afiyet olsun."

Poğaçaları, kurabiyeleri pişirdik ama akşama ne yiyeceğiz, yemek de yapmak lazım. Fırındakiler pişerken z.yağlı pırasa ve tarhana çorbası pişirdim, son tepsiyi de fırından çıkarınca saçımı boyamaya niyet ettim. Anlayacağınız hayli domestik bir günümdü, yoruldum ama aklımda olan işleri de halletmiş oldum.
 
Son olarak çay ve kitap ikilisiyle günü bitirdim...

15 Aralık 2022 Perşembe

KARTPOSTAL / 15 ARALIK

Biraz önce bir miktar kartpostalı postaya verip geldim. Önümüz yılbaşı malum, gidip gitmeyeceğinden emin olmasam da denemekte fayda var. Yalnız arkadaşlar üstünüze alınmayın ama PTT de coşmuş, ödeyeceğim parayı duyunca gözüm "lörp" diye açıldı. "Lörp diye açılmak" nasıl oluyorsa artık 😃 Yahu bildiğimiz zarf içinde kartpostal bu, koli değil, paket değil. Sen PTT'sin yahu, eskiden postacıları selam veren PTT, ay kendini kargo şirketi sandı çocuk 😃 Yuh diyorum da başka bir şey demiyorum. 

Ne diyelim, kader utansın diyelim ama o da utanmıyor. Herkes namına utanırken bir de kader için utanacağız sanırım. Sol tarafımdan İlhan İrem ördeği sazlıklardan havalandırıyor. Nostalji yapıp yılbaşı kartı yolladıysam nostaljik şarkılar dinlemek de lazım haliyle. Okuma yazmayı öğrendiğim günden itibaren mektup yazmaya, kart yollamaya pek hevesliydim. Yenimahalle postanesinin önünde stant açardı kart satıcıları, rengarenk, çeşit çeşit. Yılbaşı öncesi, bayram öncesi defalarca uğrardım. Ve mutlaka bir kere de anneannemle uğrardım. Anneannem formaliteleri atlamayan bir kadındı, bayram mı geldi, yılbaşı mı geliyor; "Oh gızım, gözel gızım, hadi gidelim de kart alalım" diye kandırır, yola düşürürdü. Bayramlar için camili kartlar seçerdi, yılbaşlarında ise güllü-çiçekli-yaldızlı olanlarından. Sonra da tekrar "Oh gızım, gözel gızım, hadi yazıver şunları" diye darlardı, geciktiyse eğer "Gözel gızım" nitelemesi birden "Köpek suratlı"ya dönüverirdi. Anneannemin sağı-solu belli olmazdı. Yazardık el mahkum kardeşlere, yiğenlere, eş-dosta. Anneannemin bir başka yılbaşı ritüeli de hesabının olduğu bankalara gidip promosyon istemekti. Eskiden bankalar yılbaşı öncesi mûdîlerine (mûdî sözcüğünü bilen kaldı mı? Bankada hesabı olan kişi demek) ufak tefek hediyeler verirlerdi. Küçük cep ajandaları, takvimler, bazen hesabınız yüksekse kumbaralar falan. Okuması yazması olmayan anneannem 3-5 ajanda, birkaç takvimle gelirdi banka turlarından, biz de sebeplenirdik. Bazen kumbara kaptığı da olurdu, Ziraat'in füzelerinden, İş'in saplı çeliklerinden 😃ilk parayı da kendi atardı. Bankaların büyük promosyonları da vardı tabii ki, mûdîler arasında yapılan çekilişle apartman dairesi bile verirlerdi. Çankaya'da İş Bankası'nın İkramiye Apartmanları'nı bilen vardır aranızda. 

Okul çıkışları kısıtlı harçlığımın neredeyse tamamını bu kartlara harcardım ben de, bayramda ayrı, yılbaşlarında ayrı. Şimdiki gibi mi, zebil gibi kart bulunurdu her yerde. Halalara, amcaya, büyük teyzelere, kuzenlere ayrı ayrı kartlar alır, hemen hepsine aynı ibareyi yazardım: "Bayramınızı/Yeni yılınızı kutlar, ellerinizden öperim". Ellerini öptüklerimin bir kısmı benden 4-5 yaş büyük olurdu bazen ama olsun, ben saygılı bir insan evladıydım 😃 En çok şu aşağıdaki tarz kartlardan alır, bana da benzerlerinden gelsin isterdim. Çok modaydı o yıllarda bu kartlar:


Sıkı bir kart koleksiyonum vardı, yukarıdakilerin benzerleri ve yaldızlı olanlar favorimdi. Hele hele yurtdışı bağlantısı olan biri üç boyutlu kartlardan yollamışsa değmeyin keyfime. Çocukluk zamanlarımdan kalan olmasa da 30 yıl önce gelmiş kartların bazıları hala bir kutuda duruyor. Babamın el yazısıyla, öğrencilerimden, kız kardeşten, arkadaşlardan, çoğunu saklamışım.

Eski bloggerler hatırlar blogu ilk açtığım yıl yılbaşında kart etkinliği başlatmıştım, sonra da bir-iki yıl sürmüştü bu olay. Ne çok kart gidip gelmişti aramızda, hepsini saklıyorum. İleride zabıta ekipleri benim bu saklama merakım yüzünden çöp ev diyerek boşaltmaya gelirlerse şaşmayın 😃

Bu sabah, hatta gece 4.30'da hortladım. Sonrasında uyuyabilirsen uyu. Kalktım mecburen, çayı koyup iyice ayılayım diye kendimi duşa attım, sonra da "Behzat Ç"nin yeni bölümünü izleyerek kahvaltı yaptım, kalan bir-iki kartı yazdım. Ha, en önemlisi kuşlarımı besledim. Onlar da fena halde şımardılar. Eskiden sadece kahvaltı talep ediyorlardı, şimdi üç öğün bekliyorlar. Sanırım diyetisyene gittiler ve üç öğün düzenli yeme talimatı aldılar. Eve aldığım ekmek çabucak bitiyor bu aralar, normalde pek ekmek yiyen tipler değiliz, kuşları besliyoruz, aldığımızla bittiği bir oluyor. Çoğaldı keratalar, serçeler de dahil oldu olaya, balkonda bir kuş kolonisinin iaşe ve ibatesini sağlamaktayız. Buna razıyım, tekrar doğumhaneye dönmeyelim de...

Üç gün üstüste şarkıcı filmleri izledim: "Bergen", "Dilber Ay" ve "Dalida". İlk ikisi malumumuz da Dalida'nın yaşamı da o parlak görüntüye rağmen bolca dram içeriyormuş, intiharından anlamamız lazımdı zaten. Distopya ve bilim kurgu sevmediğim halde "Sıcak Kafa"yı iki günde tekmili birden izleyip bitirdim ve çok beğendim. Şimdilerde ara ara "Wednesday"a bakıyorum

Yeterince kafanızı şişirdim sanırım, arayı uzatınca özlemişim burayı. Gidip sebze çorbası yapayım en iyisi, kalın sağlıcakla...


6 Aralık 2022 Salı

ORADAN, BURADAN / 6 ARALIK

Bu sabah kahvaltımı 15 gün önce elcağızımla kırıp tatlandırdığım yeşil zeytinlerle yaptım. Kalamata türü, etli bir zeytindi, aman da ne güzel olmuş. Neredeyse kavanozu dipleyecektim. Babam zeytini çok severdi ve yediği zeytinlerin çekirdeklerini tabağının altına saklar, biz "Amanın hepiciğini sen mi yedin?" dersek asker gibi sıraya dizip gülerdi. Ben de miktarı abartınca çekirdekleri tabağımın altına saklamayı düşünmedim değil 😃 Yıllar önce küçük dayım nakliyesini yaptığı zeytinlerin ödemesini para olarak alamayınca birkaç teneke zeytin olarak almış ve iki tenekesini de bize bırakmıştı. Hayatımda o kadar güzel zeytin yemedim, bugünküler de dahil. Bodrum tipi kırma yeşil zeytinlerdi. Her sabah küçük bir tencere ebadındaki kaseyi doldurup kahvaltı masasının ortasına koyuyor ve dibine darı ekiyorduk. Bir sabah kahvaltıdayken alt kat komşumuz geldi, onu da masaya oturttuk, karnım tok deyince eline bir bardak çay verdik. Biz kahvaltıya devam ediyoruz, kadıncağız büyümüş gözlerle bizi izliyor. En sonunda dayanamadı: "Siz hep bu kadar çok mu zeytin yersiniz?" dedi. Yemezdik tabii ki ama o zeytin yeniyordu valla, hımm olsa da yesek yine 😃 

Doğma büyüme Ankaralı olarak zeytini bakkal ve şarküteri mağazalarında işlenmiş olarak gören bir insan evladıydım. Evlenip Denizli'ye gittiğimizde eve nevale almak için Denizli'nin meşhur Hâl'ine yollandık, mevsim sonbahar. Kapıdan içeriye girince kasalar ve çuvallar içinde yeşil yeşil bir şeyler gördüm. Bir an boş bulunup "Vay canına" dedim, "bu mevsimde can eriği oluyormuş buralarda". İyi ki tadına bakmak gibi bir gaflette bulunmadım. Kocam Bey güldü, "Yeşil zeytin onlar" dedi, aydınlandım. O yıldan itibaren de zeytinlerimizi evde yapar olduk. Cehaletten bilgeliğe geçtik, kendimizin zeytin ağaçları bile oldu. Zeytinin ne mubarek, ne kâdim bir meyve olduğunu, ağacının güzel, görkemli, adeta yıllara meydan okuyan heykelimsi gövdelerini öğrendik, sevdik. Varolsunlar...

Dün yine diş randevum vardı son anda alınmış bir kararla. Birkaç gündür azı dişlerimden birinin sivrilmiş kenarları (yaşım ilerledikçe kurt oluyorum galiba, dişlerim sivriliyor 😃) dilimi ve yanak içlerimi kesip duruyordu, öyle ki konuşamaz hale gelmiştim. Sekreter ağlak halime dayanamayıp araya sıkıştırdı randevumu. Evden çıkarken Kocam Bey'e çıkma teklif ettim, kabul etti. "İşim bitince ararım, baay" dedim koşturdum muayenehaneye. Eve çok yakın, işim de çarçabuk bitti, aradım kendisini ve o hazırlanana kadar ara sokaklara vurdum. Eski evimizde otururken çok sık gittiğim bir sokağa daldım, yıllar var ki uğramamışım. Eskiden pazar kurulurdu orada, alışverişe gelirdim, yine oğlumun ilkokulunun kapılarından biri o sokağa açılırdı, bir yakınımız otururdu, belediyenin tanzim satış kamyonu oraya gelirdi (eskiden böyle bir hizmet vardı), çok iyi bir ayakkabı tamircisi vardı, kısacası uğramak için pek çok sebep vardı. Pazar kaldırıldı, oğlum ilkokulu bitireli yıllar oldu, yakınımız taşındı, belediye tanzim satıştan vazgeçti, ayakkabı tamircisi de ya kendini emekli etti ya da bu dünyadan emekli oldu bilemiyorum. Hiçbiri olmayınca ben de o sokağa gelmez oldum. Kocam Bey'i beklerken gidiş dönüş adımladım sokak boyunca. Evler eski yüzlü olmuş, altlarında saçma sapan pasaklı dükkanlar var çoğunun, garip isimli bir cafe açılmış, sonra kapanmış. Bir kısım bina yıkılıp rantsal ve kentsel acaip yapılara dönüşmüş. Bitpazarı benzeri bir dükkanda hayatımda gördüğüm en saçma ürünler kapı önünde satışa sunulmuş (cam bir vazoya doldurulmuş alelade taşlar mesela). Yolun sonunda yıllar ötesinden kalabilmiş iki katlı bir evin bahçesindeki küçük kulübenin camına "Dükkan kapandı, ayakkabı bırakmayın" yazılmış, bahçeye ise yere dökülen mor begonvillerden adeta bir halı serilmiş. Teftişi tamamlayıp caddeye çıktığımda Kocam Bey'le buluştuk ve Kalekapısı'na doğru yürüyüşe geçtik. Niyetimiz Tophane'deki belediyenin cafesinde oturmaktı ama cümle Antalya halkı oraya geldiği için yer bulamadık, sakin bir başka cafeye kırdık rotayı, varsın deniz görmeyiverelim. Dönüşü yine yaya olarak gerçekleştirdik, 14 bin adım atarak protezlerimi yağlamış oldum 😃

Bugün yine PTT'den kargo yollamam gerekiyordu, geçen haftaki yoğunluğu düşününce biraz geç gitmeye karar verdim ama değişen bir şey olmadı, kuyruk yine kapıya uzanmıştı ve ağır ilerliyordu. Yarım saat kadar bekledim, o sırada posta görevlisi geldi ve işlemi bitmiş kargoları toplamaya başladı ki normalde saat 3'ten sonra yapılır bu işlem ama arkadaş çok sert ve çok cevvaldı. Bankın üzerine koyduğum kargom yüzünden kızdı bana, "Alır götürürüm ha" dedi, "E götür para vermeden yollanmış olur" dedim ben de. İnsanların densizliği deli ediyor beni. 10 kiloluk kargoyu kucağımda taşıyacaktım herhalde. Haliyle işlemim tamamlanmadan çekti gitti, bizim kargolar yarına kaldı. Ter içinde PTT'den çıktım ve bari biraz yürüyeyim dedim. Yol üstündeki çiçekçiden kendime şu çiçekleri hediye ettim:

Şimdi kahve içme zamanı...


3 Aralık 2022 Cumartesi

KASIM OKUMALARI / 3 ARALIK

 

-Kasım ayını çok sevdiğim bir yazarın şahane kitabı ile açtım: "Teke Şenliği/Mario Vargas Llosa". Daha önce başka kitaplarını da okumuştum ama Teke Şenliği başyapıtı diyebilirim. Dominik'te 31 yıl süren diktatörlüğü bir suikast ile sona eren ve bu süreçte pek çok insanın hayatına mal olan Rafael Trujillo'yu bu diktatör nedeniyle yaşadığı travma sonucu ülkeyi terk eden Urania Cabral'ın ağzından okuyoruz. Bir kurgu belgesel bu kitap. Sadece Urania anlatmıyor, suikastın yapıldığı gün ve sonrası da detaylarıyla anlatılıyor. Kitabın adı Trujillo'nun ülkede "Teke" olarak isimlendirilmesinden kaynaklanıyor. Llosa'yı ilk kez okuyacaksanız ya da daha önce okuyup benim gibi bu kitabı atladıysanız zararın neresinden dönerseniz kârdır, bir an önce okuyun derim...

-Danimarkalı yazar Tove Ditlevsen'in "Kopenhag Üçlemesi" adı altında topladığı, yaşam öyküsünü kaleme aldığı üç kitabından "Çocukluk"u daha önce okumuştum. "Gençlik" ve "Bağımlılık"ı ise ardarda okudum. Bu incecik kitaplarda kitaba sığmayan bir bunalım var, "Gençlik" yine daha sakin bir kitap ama "Bağımlılık" adından da anlaşılacağı gibi yazarın madde bağımlısı olduğu dönemleri anlatıyor. İnsanın ruhunu acıtan ama okunması gereken kitaplar...

-Defne Suman'ı "Kahvaltı Sofrası" ile tanımıştım, illa ki takibe alacağım bir yazar gibi gelmemişti bana ama son kitabı "Çember Apartmanı" çok fazla dolaşıma girince bir kez daha şansımı deneyim dedim ve "Saklambaç" ile başladım. Saklambaç bütününde bir büyüme hikayesi; Eda ile kuzeni Leyla'nın sancılı ergenlikleri ve sonrası konu alınıyor. Anne-babasını bir kazada kaybeden içine kapanık Eda ve babasından boşanmış havai annesiyle burnu havada anneannelerine sığınmış sözde güçlü görünen Leyla'nın eski bir yalıda ve dededen kalma bir köşkte yaşadıkları hayat ve Leyla'nın ortadan kaybolmasıyla başlayan süreç hikaye edilmiş. Okunası...

-Ve "Saklambaç"tan sonra okudğum yazarın son kitabı: "Çember Apartmanı". Kitap çoğu bilindik, defalarca duyup okuduğumuz, filmlere, romanlara konu olmuş 6-7 Eylül, 64 sürgünü gibi her seferinde iç acıtan, dahlimiz olmadığı halde utanmaya sevkeden olayların fonunda geçiyor. Tarlabaşı'ndaki yıkım faaliyetleri esnasında tarihi değere sahip Çember Apartmanı'nın bu rant yağmasından kurtarmaya çalışan 75 yaşındaki İstanbullu Rum Periklis'in ağzından okuyoruz kitabı. Romanın sürprizi ise "Saklambaç"ta kaybolan Leyla'nın Çember Apartmanı'nda karşımıza çıkması. Her iki kitap da akıcı, kolay okunan ve insanı kendini sorgulamaya sevkeden kitaplar...

-John Williams'ı "Stoner" ile keşfetmiş ve kitabı büyük bir zevkle okumuştum. "Yok Geceden Başkası"nın yayınlandığını-ki yazarın ilk kitabı imiş-öğrenince hemen alıp okudum ama kesinlikle bir Stoner değildi. Arthur Maxley'in bir gününü ve travmalarını okumak o kadar da heyecan vermedi. 

-Meksikalı yazar Brenda Lozano'nun "İdeal Defter"i okur çevrelerinde çok sözü edilen bir kitaptı ve benim kitaplıkta da bir süredir sırasının gelmesini bekliyordu. Sonunda fırsat bulup elime aldım. Geçirdiği kazanın ardından iyileşme dönemine giren kadın, annesinin ölümünün ardından onun izlerini aramak için Meksika'ya giden ve bir türlü dönemeyen sevgilisine hitaben tutar "İdeal Defter"ini. Roman ya da öykü kategorisine sokamayacağımız, hatta günlük de diyemeyeceğimiz bir kitap "İdeal Defter". Yazan kadının anlık duygu patlamalarını, mutlu olaylarını, mutsuzluklarını, tanık olduğu ilginçlikleri kaydettiği, kendi deyimiyle "İdeal Defter"ini aradığı bir defter ve hemen hepsi İspanya'dan bir türlü dönmeyen sevgili için yazılıyor. Açıkcası bana çok hitap eden bir kitap olmadı ama seveni çok. Benim açımdan okunsa da olur, okunmasa da denecek türden... 

-Menekşe Toprakı'ın "DeJaVu"su Berlin sokaklarında Suat Derviş'in izini süren işsiz bırakılmış bir kadın akademisyenin ağzından yazılmış. Bazı bölümlerde kadının güncel yaşamına tanıklık ederken, bazı bölümlerde de Suat Derviş'in çağının çok ötesindeki hayatına ışınlanıyor ve gözlem altına alıyoruz. Suat Derviş üstüne iyi araştırılmış bir kurgu ve Suat Derviş hayranları için de iyi bir kaynak...

-Ömür İklim Demir son dönem öykü yazarları içinde en beğendiklerimden biri. İlk kitabı "Muhtelif Evhamlar Kitabı"nı çok severek okumuştum. Romanı "Kum Tefrikaları"nı da hevesle elime almış ama sona doğru ortaya çıkan fantastik ögeler beni kitaptan biraz uzaklaştırmıştı. Öykü türüne bu aralar biraz mesafeli dursam da yazarın son kitabına o mesafeyi koyamadım. "Mutedil Dalgalı" bana ilk öykü kitabının hazzını vermese de iyi bir kitap, iyi bir edebiyat. Özellikle öyküseverlere tavsiye ederim... 

-Ve ayın son kitabı canım Roy Jacobsen'in üçlemesinin son kitabı oldu: "Rigel'in Gözleri". İlk iki kitabı okumadı iseniz Rigel'in Gözleri'ni onları okumadan almayın. "Görülmeyenler" ve "Beyaz Deniz"in kahramanı İngrid bu kez çok sevdiği adasından çocuğunun babası Rus askeri aramak üzere ayrılıp uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkıyor, yanında bebek kızı Kaja ile birlikte. üçlemenin diğer kitaplarını sevdiğim kadar sevdim Rigel'in Gözleri'ni. Okumadıysanız şimdiye kadar Roy Jacobsen'e bir şans verin derim. 

Elle tutup gözle görerek okuduğum 10 kitaba ilaveten bu ay Storytel'de üç kitap dinledim. Nedense sesli kitap rekoltem biraz düşük oldu Kasım ayında. Daha çoğu Aralık'ta olsun diyor, kitapsız kalmayalım dileklerimi tekrarlıyorum...


-Nermin Yıldırım'ı "Unutma Beni Apartmanı" ile tanımış ve açıkcası kitabı pek sevmemiş, yazara bir şans daha vermemiştim. Kızkardeş "Saklı Bahçeler Haritası"nı dinleyip beğendiğini söyleyince referans sağlam diyerek ben de dinlemeye başladım ve çok iyi ettim. Diğer kitaplarını da sıraya koyacağım bundan sonra. Kitap iki kızkardeş arasındaki gizemleri mektuplardan oluşuyor ve sürpriz bir sonla bitiyor. Dinlemenizi ya da okumanızı öneririm.

-Agatha Teyzemizin "On Kişiydiler" isimli ünlü polisiyesini aslında yıllar önce "On Küçük Zenci" adıyla okumuştum ama hafıza bu, yıllar içinde unutmuşum. Değişik ismiyle Storytel'de yayınlanmaya başlayınca dinlemeye aldım. Esasen polisiye dinlemek çok akıllıca değil, zira bir solukta dinlenmeyince, bu kitaptaki gibi çok kahramanlı da olunca bir yerde dikkatiniz dağılıyor. Yine de iyi ki dinledim diyorum, zira Tilbe Saran olağanüstü seslendirmiş...

-Osamu Dazai ile ilk kez müşerref oldum. Zengin ve saygın bir ailenin ayrık otu oğlu olan yazar dağınık bir yaşamın sonunda pek çok kez denediği intiharı gerçekleştirip sevgilisi ile birlikte suya atlayarak hayatına son veriyor. "Öğrenci Kız" Japonya'da, bir banliyöde yaşayan bir öğrenci kızın bir gününü anlatan novella, okunması da, dinlemesi de fazla zaman almıyor. Seslendirmesini çok sevmedim, daha iyi bir seslendirme ile daha ilginç olabilirdi.

Bu ay bu kadar. Önümüzdeki yıl Aralık okumalarında görüşmek dileği ile...



 

-

1 Aralık 2022 Perşembe

BOŞ* / 1 ARALIK

Bu anıyı öyküleştirerek başka bir site için yazmıştım ama uzun olunca yayınlanmadı, daha kısa başka bir yazı yazdım. Ben de bunu burada yayınlayayım bari dedim, emeğim boşa gitmesin:

Annem sabunlu ellerini önlüğüne kurulayarak, pazar gününün keyfini çıkaran babama “Bıktım” dedi, “bıktım bu makineden, otomatik istiyorum”. Babam okuduğu gazeteden başını kaldırıp aldırmaz gözlerle baktı, “Neyinden bıktın” dedi. “Makine işte, yıkamıyor mu yıkıyor”. “Evet ya yıkıyor” diye terslendi annem, “makineyi getir, geri götür, suyunu doldur, deterjanını ayarla, durula, merdanede sıkmaya uğraş. Kaç kere elimi kaptırıyordum silindirlerin arasına”. “Anam da otomatik makinede yıkardı zaten, küllü suda ıslatıp ocak üstünde kaynatırdı kadın” diye güldü babam. Ne zaman gelişmiş bir şey istense babam anasının ilkel yöntemlerini örneklerdi. “Başlayacam anandan da, küllü suyundan da, otomatik alınmazsa ben bir daha çamaşır yıkamayacağım” diye kulaklarından ateş çıkararak banyoya gitti annem. O gece sinirden uyumadı.

Babamın verdiği tepkiyle ters orantılı bir ikna olma hali vardı. Ertesi sabah kahvaltıda kepenklerini indirip asık suratla çayını karıştıran annemin karşısına oturdu, “Tamam” dedi, “ben işyerinde bir soruşturayım, gidip alalım ne istiyorsan”. Annemin kepenkleri tam kalkmadıysa da aralandı ve babam evden çıkar çıkmaz komşularla istişarede bulunmaya gitti. Bir süre sonra “Boş” diyerek geldi, “en iyisi Boş’muş, ondan alacağım”. Öğleden sonra babam geldi, o aralar pıtrak gibi türeyen spotçulardan birine götürdü hepimizi. Annemin istediği “Boş”un pazarlığı yapıldı, parası ödendi ve akşamüstü 5’te kamyonetle teslim sözü alınarak dönüldü. Saat 5’de ailecek suphanallah boncuğu gibi dizildik balkona, kamyonetle gelecek Boş’u bekliyoruz. Lakin gelmez de gelmez, bir ara kardeşim “Aha boş geldi” dedi. Annem korkuluktan düşecekti neredeyse. Evin önünde kasası boş bir kamyonet vardı, “Hani kız makine?” dedi annem. “E işte booş, yani kasası boş demek istemiştim” dedi kardeşim gevrek gevrek gülerek, annemin gözünden fırlayan oklar önce kardeşimin dilini lâl edip içeriye kaçırdı, sonra babama çevrildi: “Onca parayı senetsiz sepetsiz verdin, hani makine?”. Annem o gece endişeden uyumadı.

Ertesi gün öğleye doğru spotçudan özür dileyen bir notla birlikte “Boş” çıktı geldi, kuruldu ve çalıştırıldı. Karşısına oturup camından kendi giysilerimizi tanımaya çalıştık bütün gün. Annem o gece de heyecandan uyumadı.

“Boş” bize yıllarca hizmet etti, tahminimizden de çok. Son yıllarında demans baş gösterdi, kendini at sanmaya başladı. Çalıştırdığımız anda bir kükremeyle karşı duvara doğru hamle ediyordu. Ne kadar uğraştıysak sakinleştiremedik, yolladık onu da eskimiş çamaşır makineleri bahçesine. Annem artık ebediyen uyuyordu…


 Görsel: Buradan

  *Bosch

 

30 Kasım 2022 Çarşamba

SONBAHAR SENFONİSİ

Geçen haftayı evde aylaklık ederek geçirdiğimi yazmıştım. Pazar günü aylaklığa son dedim ve önceden planlanmış bir randevuyu gerçekleştirmek üzere buluşma mekanına yollandım ama bundan daha sonra bahsedeceğim. Bugünkü postun asıl konusu söylenip durduğum Kasım ayının bitmek üzereyken paletini alıp tabiata çaldığı boyalardı. Evin içinde mayışıp dururken ani bir kararla giyinip "Haydi" dedim Kocam Bey'e, "yürüyüşe çıkalım". En sevdiğim parka yollandık. Sonunda şehrimize sonbahar gelmiş:

Parkın girişinde bizi ilkbahar geliyor gibi yeşermiş çimenler ve sonbahar geldi diyen kızarmış Amerikan sarmaşıkları karşıladı. Hafta içi ve gündüz olması sebebiyle hayli tenhaydı park, yine de bisiklet yoluyla karışmış yaya yolunda sık sık bisikletlere, parkın iç kısımlarında, yeni düzenlenen Şehir Kulübü'nün olduğu bölgede lüküs otomobillere yol vermek zorunda kaldık. Bu parkta öyle bir sorun yoktu, yeni başlamış. Taş çatlasa 100 metre ötedeki kocaman otoparka emanet edemedikleri kıymetli otomobillerinin ve iki adım attırmaya kıyamadıkları bacaklarının kefaretini ikide bir ezilmemek için yol kenarına çekilerek biz mi ödemek zorundayız. Kabahat onlarda değil ki, parka araçla girmeyi yasak etmeyen zihniyette. Adı üstünde park yahu, burada yürünür. 

 
Bu parkta önceden büyük bir kedi evi vardı ve insanlar her gün gelip besleme yaparlardı. Sonra yakındaki otellere koku oluyor diye ya da başka bir nedenle kaldırıldı ama kediler parkı terk etmediler. Burası adeta bir kedi Cenneti ve insanlar besleme yapmaya devam ediyor. Park kedilerinin hepsi mutlu ve karnı tok. Fotoğrafta da görüldüğü gibi banka sereserpe yayılıp şekerleme yapabiliyorlar. Küçükken akrabalara yatılı gidildiğinde biz çocukları aynı yatağa böyle yatırırlardı, adı da "ayak uçlu, baş uçlu yatış"di. Kediler de biliyor demek ki bu yatış biçimini. Yürürken çeşmelerden birinde dikilmiş, musluğa ağzını uzatmış yeşil gözlü bir tekir gördük. "Hayrola, susadın mı?" dedim, "Miyyyvv" dedi. Musluğu açtım, pembiş dilini uzata uzata uzun uzun su içti. Sonra kafayı çekti, musluğu kapattım. İşin ilginci az ötede kediler için konmuş su yalağı vardı ama tekir hijyene önem veriyor, beklemiş ve kirli sudansa akar suyu tercih ediyor. Kutladım kendini bu özenli hareketinden dolayı.

 
Bu arkadaş bodur bir ağaç, "Ağaç Menekşesi" ya da Latince adıyla "Duranta Erecta". Görmüşsünüzdür mutlaka mavi-mor minik çiçekler açar, Antalya'da çok sık rastlanır ama meyvesini ilk kez gördüm iyi mi, ne kadar sevimliymiş.



 

Fotoğraftakiler sararıp kızarırken bazı şaşkınlar da havaların güzelliğine kanıp bahar geldi sanmışlar ve çiçek açmışlar. Fırça çalıları kırmızı fırçalarını baharda çıkarır normalde ama tek tük de olsa açıvermışler şaşırıp. Parkımızın tek mimoza ağacı da çiçeklenmiş. Meşeler ve akça kesmelerde minnak neşe palamutları görülmeye başlamış. Ateş dikenleri de kızarıp yeni yıl giysilerine bürünmüşler. 

Göletin dibinde kolum büyüklüğünde balıklar yüzerken, yüzeyde de grup grup ördek aileleri seyran ediyordu. 


 
Yolumuzu Kır Kahvesi'ne çevirdik, sırf çınarlı yolunu sevdiğim için, parkın içinde en erken sonbahar buraya gelir, ilk yaprak dökenler çınarlar olur. Onun dışında pek oturmuşluğum yoktur, çok daha sevimli, temiz ve düzenli olabilecekken derbederlikten dökülür bir hali vardır çünkü. 

Bu kadar yürüyüşün üstüne yorulunca dönüş yoluna vurduk ama önce biraz dinlenip çay içmek için parkın çıkışındaki cafeye oturduk. Parka girerken Bey Dağları'nı, çıkarken de şehri görürüz:

Yazının başında Pazar günkü programımdan bahsetmiştim. Çok keyifle gerçekleşen bir buluşma oldu, çünkü eski öğrencilerimle biraraya geldik. Öğretmenliğimin ilk yıllarından, ben hâlâ onların hocaları olsam da onlar benim arkadaşım oldular. Çok sevdiğim üç öğrencimle falez üstü bir cafede buluştuk ama o kadar pişman olduk ki bir süre sonra yan taraftaki cafeye geçtik. Toplanıncaya kadar üç-beş kere sipariş almaya gelen görevliden Americano istedik, yok dedi, filtre kahveye razı olduk, ona da yok dedi. Şehrin en güzel yerindeki, menülerinde gördüğümüz üzere fiyatları da cep yakan cinsten-ki o menü de eskilikten perişandı-bir cafede filtre kahve neden olmaz ki, köy kahvesi değil sonuçta burası. Neden dediğimizde de makine bozuk buyurdular, yaptırın kardeşim o zaman. Mecburen çay ve Türk kahvesi istedik, çay bulaşık suyu modunda, kahve de oyuncak boyutta bir fincanla geldi. Anladık, bu cafe de sadece manzara satıyor parayla. 

Çayı, kahveyi içer içmez kaçtık oradan ve yan tarafa geçtik, oh be dünya varmış dedik. Gün batımına karşı yuvarladık bir şeyler sohbet, muhabbet eşliğinde. Öğretmen olduğuma kıvandığım günlerden biriydi. "İyi ki!" dedim can-ı gönülden...


25 Kasım 2022 Cuma

HAFTA DÖKÜMÜ / 25 KASIM

Güne raftan eviyeye atlayarak intihar eden tabağın cam kırıklarını toplayarak başladım. Hayat senin sevgili tabağım, istediğin tasarrufu yapabilirsin üstünde ama kalıntılarını da yanında götürsen iyiydi. Hazırladığım kahvaltıma bile sıçradın yani. Doğranmış domatesleri yeni baştan yıkatıp peynirleri duşa sokturdun. Yerlere saçılan, balkona kadar uzananları saymıyorum bile. Bir saatimi aldı neredeyse temizlemek. Ben canım burnumda cam temizlerken abone kumrumuz da balkon korkuluğuna konmuş çipil gözleriyle "Hani mama?" diyordu. "Önce cam, sonra canan, az bekle" dedim, anladıysa ne âlâ, anlamadıysa kendi bilir. Sonunda işim bitti, kumruların ekmeklerini ufaladım balkon denizliğine, uçup geldi deminki, "Guguuk guk, guguuk guk" diyerek partnerine sinyal verdi, çok geçmeden o da teşrif etti, yumuldular yemeğe. O sırada yandan yanaşan bir başka kumru kanat darbesiyle ekarte edildi, birtakım gurultulardan anladığım "Özel alan, girilmez" demeye getirdiler. Serçeler uyanık, bunlarla muhatap olmuyor, uçup geliyor, pike yapıp bir lokma kapıp gidiyor, uygun bir yerde yiyor. Kargalardan sonra en uyanık kuş türü serçe bence. Geçen yılki Hint bülbülleri ise kayıp, belki kışın şenlendirirler yine bizi. 

Bu hafta ev kuşu modundaydım. Hafta sonunu Umut Efendi'nin istediği atkıyı örerken tüm bölümleriyle bir dizi izleyerek geçirdim. "Family Secrets" isimli, düşünmeden izlenecek, dikkat dağıtmadan atkıya eşlik edecek sabun köpüğü bir şeydi. Örgü örmediğim zamanlarda da "Stoner" isimli kitabını çok sevdiğim John Williams'ın "Yok Geceden Başkası" adlı novellasını ve Brenda Lozano'nun "İdeal Defter"ini okudum. İlki için "Stoner"den sonra "Eh!" diyebilirim. "İdeal Defter" ise ilginçti, kurgu dışı bir metin, kahramanın İspanya'ya giden ve dönüşü geciken kocası Jonas'a hitaben tuttuğu, "İdeal Defter" olarak nitelediği defterlerine düştüğü ilginç notlar, anekdotlar, düşünceler ve alıntıları içeriyordu. Çok rağbet gören bir kitap ama bana çok hitap etmedi açıkçası. 

Hafta içinde evden çıktığım tek gün pazartesi oldu. PTT şubesine bir kargo vermem gerekliydi, yanlış saat seçmişim. Öğle tatilinin hemen sonrası tıklım tıklımdı küçücük mekan. Herkesin kargo gönderesi tutmuş, ben de iliştim kuyruğun ucuna. Dışarda hava sıcak ve nemli, içerde ise daha sıcak ve nemli idi. Kargosunu düzgün kapatmayan, göndereceği adresi bilemeyip şubede telefonla öğrenmeye çalışan, kimlik numarasını alındıya yazmayan derken iş uzadı da uzadı. Sıra bana geldiğinde saçımdan akan terler yakamı sırılsıklam etmiş, bunalmanın son aşamasına gelmiştim, "İmdat!" diye bağıracaktım ki sonunda bankonun önüne geçebildim. Görevli beni tanıyordu, işimi çabucak halletti, çıkıp bir "Oh!" çektim ama daha yapılacaklar vardı ve terden giysilerim üstüme yapışmıştı. Eve dönmeye üşenip devam ettim. Banka şubesine uğrayıp para çektim, bir-iki ufak alışveriş yaptım, çiçekçinin önünden geçerken bir göz attım ama fiyatları muhtemelen "Öğretmenler Günü" yaklaşıyor diye tavana çekmişler, göz atmakla kaldım. Çalan telefonuma yol üstündeki küçük çocuk parkına girip cevap verdim. Sokaklar henüz yazdayken burası sonbahara dönmüştü:


 
 

Çiçekçiden alamadığım çiçekleri sanal markete ısmarladım, bir demet karanfil ve bir saksı fuşya-beyaz sıklamen. Görevli genç karanfilleri öyle bir sundu ki sanırsın çiçekleri kendisi bizzat almış 😃

Haftanın kalan günlerini yan gel-yat modunda geçirdim, yegane etkinlik yemek yapmak, kırmızı pancar turşusu kurmak ve 1,5 kilo kadar yeşil zeytini taşla kırmak oldu. Ödülünü kol ağrısı olarak aldım. Malum dün Öğretmenler Günü'ydü, artık öğretmen olduğumu kendim bile unutsam da hatırlayanlar sağ olsun telefonla, mesajla yalnız bırakmadılar ve sonunda bugün elektrik süpürgesini açıp ardından yerleri sildim. Birazdan kitabımı alıp "Dejavu/Menekşe Toprak", köşeme çekileceğim. Hepinize iyi bir hafta sonu diliyorum...