.

.
.

24 Aralık 2019 Salı

24 ARALIK (2019 BİTERKEN)



Yeni yılın gelmesine bir hafta kalmışken bir döküm yapayım istedim her yıl sonu yaptığım gibi. 2019 bize giderayak şahane bir armağan sundu ama buradaki konu daha ziyade kültürel ve sanatsal anlamda bünyeme neler kattığı olacak. Filmler ile başlayalım.

Bu yıl gerek sinemada, gerek Netflix ve bilgisayarda 70 film izlemişim. İçlerinde en beğendiklerime gelince, yabancı filmler kategorisinde şöyle bir sıralama yapabilirim:

-Joker/USA
-Kefernahum/Lübnan
-Dogman/İtalya-Fransa
-Woman at War/İzlanda
-Parazit/Kore
-Şirin'in Kalesi/İran
-Üç Yaz/Brezilya
-Görünmez Yaşam/Brezilya
-Geride Kalanlar/Macaristan
-Benim Güzel Oğlum

Yerli filmlere gelince:

Çok fazla yerli film izlemedim ama gördüğüm filmler arasında 
-Kızkardeşler
-Görülmüştür
bu yılın en izlemeye değer filmleri idi. 

Dizilere gelirsek:

TV'de tek bir dizi izledim bu yıl, "İstanbullu Gelin", tüm saçmalıklarına, tutarsızlıklarına rağmen sevdim, final yapınca da izleyeceğim hiçbir dizi kalmadı. Diğer mecralarda izlediğim diziler arasında  yerlilerden "Masum"u tek geçerim. Yabancılar içinde favorimse elbette ki "The Crown".

Tiyatro:

Toplamda 12 oyun izlemişim. İlk 3 ise şu şekilde:

-39 Basamak/Mehmet Birkiye'nin yönettiği, Demet Evgar, Okan Yalabık, Engin Hepileri ve Bülent Şakrak'ın oynadığı nefis bir oyundu.
-Dansöz/ Şamil Yılmaz'ın yönettiği, Sezer Keser'in canlandırdığı tek kişilik müthiş bir yapımdı. Daha dün akşam izledim ve hala etkisindeyim. 
-Hamlet/Yönetmenliğini Işıl Kasapoğlu'nun yaptığı Hamlet Bülent Emin Yarar'ın tek kişilik farklı yorumuyla zirveye ulaşmıştı. İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı, neyse ki turnede yakaladım.

Bale:

Bu yıl 4 bale izledim, olsaydı daha da çok izlerdim ama elimizdeki imkan kısıtlı, buna da şükür. Dördü de birbirinden güzeldi ama illa bir sıralama yapacaksak Türkiye'nin tüm opera ve balelerinin prima balerin ve baletlerinin en önemli balelerinden sahneler sundukları "Balenin Yıldızları" burun farkıyla öne geçer. Tabii ki "Afife", "Şehrazat" ve "Fındıkkıran"ı da unutmayalım.

Opera:

Diğerlerini daha önce izlediğim için farklı tek bir opera var dağarcığımda ki o da bir görsel ve işitsel şölendi: "Madam Butterfly".

Konser:

30 Aralık'ta izleyeceğim "Musa Gökmen'le Yılbaşı Konseri"ni dahil edersek 12 tane de konsere katılmışım bu yıl. En güzellerini sıralayacak olursam:

-Melihat Gülses -Tanini Trio
-Grup Abdal
-Kardeş Türküler
-Hakan Aysev'li Dünya Kadınlar Günü Konseri
-Selva Erdener-İbrahim Yazıcı 

Sergi:

14 sergi gezmişim, hiç kaçırmam buldum mu :) En beğendiğim Cermodern'deki "Ankara, Bir Şehir Kurmak" ve İş Bankası Müzesi'ndeki "Nazım'ın Yolculuğu" oldu. 

Gelelim kitaplara:

120 kitap okumayı planlamıştı bu yıl, şu an elimde 118. kitap var ve bitirmek üzereyim. Sanırım hedefime ulaşırım yıl sonuna kadar. Çok beğendiklerim oldu, hiç sevmediklerim oldu. En sevdiklerimi önce yabancı, sonra yerli olarak sıralıyorum:

-Moskova'da Bir Beyefendi/Amor Towles
-Kayıp Çocuk Arşivi/Valeria Luiselli
-Lanet Olsun Zaman Nehrine/Per Petterson
-Reddediyorum/Per Petterson
-Mor Amber/Adichie, Chimamanda Ngozi    
-Gündoğumuna Yolculuk/Julian Barnes
-Güzellik Bir Yaradır/Eka Kurniawan
-Başka Dünyanın Kuşları/Brad Watson
-Kader/Tim Parks
-Idaho/Emily Ruskovich
-Baharda Ölmek/Ralph Rothmann
-Koşmak/Jean Echenoz
-Tarlakuşu/Dezso Kosztolanyi
-Büyümenin Sancısı/Isabel Huggan
-Sonsuz Aşk/Ian McEwan
-Görülmeyenler/Roy Jacobsen
-Beyaz Deniz/Roy Jacobsen


Ve yerliler:

-Aşıklar Bayramı/Kemal Varol
-Gergedan/Mine Söğüt
-Bukalemun/Nuray Atacık
-Tarihi Kırıntılar/Barış Bıçakcı
-Zan/Hasan Gören
-İyi Adamın On Günü/Mehmet Eroğlu
-Sarı Yaz/Mahir Ünsal Eriş
-Yüzünden Yollar Çıkardım/Akgün Akova
-İçimden Geçen Yolda/akgün Akova
-Ucunda Ölüm Var/Kemal Varol
-Amida'nın Sofrası/Silva Özyerli
-Gelirken Ekmek Al/Şermin Yaşar
-Maruzatım Var/Nurhan Süerdem
-Son Bakış/Irmak Zileli

Yeni yılda yeni kitaplarda, yeni etkinliklerde buluşmak dileğiyle sevgiler...

16 Aralık 2019 Pazartesi

16 ARALIK (NE VAR, NE YOK)

Son postumdan çok kısa bir süre sonra sanırım bunca yıllık hayatımın en güzel, en mutlu olaylarından biri gerçekleşti, aramıza minik bir can katıldı. Umutla gelsin, sağlıkla büyüsün dilerim. Haliyle geçen haftayı biraz telaşlı geçirdik ama arada etkinliklere kaçmayı da başardım. 

Aslında bir konuk bekliyordum heyecanla ama kısmet değilmiş, başka bahara kaldı. Onun için aldığım tiyatro biletini sevgili Bilgeveannesi ile değerlendirdik. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu yapımı olduğunu daha sonra oyun dergisini okurken farkettim. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi'nin yazdığı "Amak-ı Hayal"i Ahmet Açıkgöz oyunlaştırmış, İpek Atagün Gezener yönetmiş. "Hayalin Derinlikleri" anlamına gelen "Amak-ı Hayal" tasavvufi bir eser, sahneye ilginç bir biçimde konmuş. Tasavvufi ögelerin yanısıra farklı dinlerin önemli unsurları da dans, müzik ve diyaloglar aracılığı ile verilmişti. Kitabı önceden okumuş olmak oyunu daha iyi anlamak açısından faydalı olabilirdi aslında ama bu fırsatı kaçırdık. Akün Sahne'de izledik oyunu, Ankara'nın en sevdiğim salonlarından biridir, hem sahneyi görüşü engellemeyen hayli dik bir anfi şeklinde oluşu, hem de zamanında pek çok güzel filmi izlediğimiz, açılışına tanık olduğumuz bir sinema salonundan dönüştürülmüş olması gönlüme girme sebeplerindendir. "Hababam Sınıfı", "Rüzgar Gibi Geçti", "Dersu Uzela", "Skandal (Submission)", "Survive", Wynona Ryder'in "Jo" rolünde oynadığı ilk "Küçük Kadınlar" orada izlediğim filmlerden hatırlayabildiklerim. Bir ara satışı söz konusu olmuştu da topluca isyan etmiştik, neyse ki sinema salonu olmaktan çıksa da tiyatro salonuna dönüşerek bizleri hüsrana uğratmadı. 



Bu aralar son gaz kitap okumaktayım, bu yıl hedeflediğim 120'ye ulaşmak biraz zor gibi görünüyorsa da denemekte yarar var. Şu an elimde 112. kitap var. Aralık ayında sanırım bu yıl okuduğum en güzel kitabı bitirdim: "Kayıp Çocuklar Arşivi". Çok nitelikli, ince ayrıntılı, tam gönlümce bir okuma oldu. Bu nedenle sonraki tüm okumalarıma ihtiyatla yaklaşıyorum. 

Metis Yayınları'nın internet sitesinden son indirim kapsamında yüklü bir sipariş vermiştim, doymamış olacağım ki dün Çankaya Belediyesi'nin açtığı 2. Kitap Buluşması'na gidip 2 poşet dolusu kitapla döndüm. Bütün bunlar ne zaman okunacak, ömrümüz yetecek mi, cevaplanması zor sorular. Ne yapalım, bizden de geriye okunmamış kitaplar kalsın 😃 Fuar geçen yılkine oranla daha nitelikliydi. Küçük yayınevlerine yer verilmiş olması beni ayrıca sevindirdi, hele de Alef'in varlığı pastanın üstündeki kiraz misali oldu. İndirimler de özellikle bazı standlarda hayli doyurucuydu. 



Kitap Buluşması öncesinde Cermodern'in "Yılbaşı Pazarı"na uğradım. Çok sıcak, çok kalabalık, çok gürültülü ve çok pahalı idi. 2-3 parça ıvır-zıvırla çıktım, aklımın kaldığı herhangi bir tasarım da olmadı, genellikle hep aynı şeyler.


Ankara bu yıl ılıman bir kış sergiliyor, ısıtmayan ama ışıtan bir güneş ve aşırı üşütmeyen bir soğuk. Katlanılabilir düzeyde. Arada yağmur indiriyor, kaldırımlar yapraklarla kaplanıyor. Henüz ne kar gördük, ne de meşhur Ankara ayazını. Beklemedeyiz...

4 Aralık 2019 Çarşamba

4 ARALIK (KASIM OKUMALARI VE GÜNDELİK)

Yılın son ayına ulaştık bakalım, nasıl hızla geçiyor zaman, insan inanamıyor. Kasım ayında pek yetersiz bir okuma sayısında kaldım. Ankara'ya gelişim, burada yapmam gereken işler, buluşmalar, tiyatrolar, konserler derken kitap okuma işi biraz ikinci plana düştü. Olsun varsın, her zaman rekor kırılmıyor, biraz idareli olmak da lazım 😃

9 kitapla noktalamışım Kasım ayını, aslında o kadar da acınacak durumda değilmişim yahu, ben daha az olduğunu sanıyordum, sevindim şimdi 😃 Neler okuduğuma gelecek olursak:


-Kasım ayının ilk kitabı Ariana Harwicz'in "Geber Aşkım"ı oldu. Yeni doğum yapmış bir kadının, annelik, evlilik, aşk, aile, kadınlık gibi konuları cinnetin eşiğinde sorguladığı bir anlatı. Kitabın edebi yönüne ve çevirisine bir diyeceğim yok, oldukça iyi fakat çok tekinsiz ve sert, açıkcası ruhum daraldı. Bu tarz psikolojik irdelemelerden haz alıyorsanız buyurun okuyun...


-Sally Rooney'in "Normal İnsanlar"ı sosyal medyada o kadar çok övülüp göklere çıkarıldı ki almazsam, okumazsam kendimi eksik hissedecekmişim gibi bir duyguya kapıldım, kaldı ki çok satanlardan hep uzak durmuşumdur.  Kitap İrlanda'nın küçük bir şehrinde yaşayan ve aynı okula giden iki gencin yıllar içindeki birbiriyle ve başkalarıyla olan ilişkilerini, dönüp dolaşıp birbirlerine geri gelişlerini ve bu esnadaki duygusal gelişimlerini, karakter yapılarını anlatıyor. Esas itibarıyla iyi bir kitap, değişik bir konu. Fakat o kadar yüksek bir beklentiyle başlamışım ki ben umduğum kadar parlak bulmadım. 


-Carlos Ruiz Zafon yine Barselona'nın eski mahallelerinde, ara sokaklarında, tekinsiz köşelerinde geçen gizemli bir öykü anlatıyor "Marina"da. Yatılı okul öğrencisi Oscar'ın yolu Barcelona'nın ara sokaklarında gezerken Marina ile babası ressam German Blau'nun yaşadığı harap köşke düşer. Kahramanlarımızın gizemli ve ürkütücü macerası da ondan sonra başlar. Fantastik kurgu sevmesem de Zafon kendini zorla okutturuyor .


-Aralara sıkıştırılmış bilimsel açıklamalar kitabın akıcılığına sekte vursa da "Sonsuz Aşk" ilginç konusu ve gerilimli kurgusuyla çok severek okuduğum McEwan kitaplarından biri oldu. Bir balon kazasıyla başlayan roman daldan dala atlayarak ilgiyi hep üzerinde tuttu. Ian McEwan'ın okunmadık kitabı kalmasın o zaman :)


-Sanırım "Beni Kör Kuyularda" Hasan Ali Toptaş'dan okuyacağım son kitap olacak. Haliyle bu benim fikrim, kitabı okuyanlar arasında çok beğenenler çoğunlukta ama bende dönüp dönüp aynı şeyi okuyormuşum gibi bir duygu yarattı. Oğulları zamanında evi terkedip gitmiş ailenin kızları da babasına yemek götürmek için evden çıkar ve korkunç bir üzüntüyle, acıyla, yıkılmış olarak eve döner-sebebini yazar okura bırakmış-ailenin tüm üstelemelerine rağmen konuşmaz, gözlerinden yaş yerine taşlar dökülmeye başlar. Bunu duyan mahalle halkı da bu olayı seyirlik bir gösteriye dönüştürür. Zamanla işler büyür, birtakım karanlık güçler bu durumu kazanç kaynağına çevirir vs vs... Ben okurken yoruldum arkadaşlar, sizi bilemem, büyülü gerçeklik Latin yazarlara daha çok yakışıyor sanki...


-Şermin Yaşar'ı "Tarihi Hoşça Kal Lokantası" isimli kitabıyla tanımış ve oradaki öyküleri de çok beğenmiştim ama "Gelirken Ekmek Al"a başka bir sıcaklık duydum. Hüzünle gülümsemenin elele verdiği, zekice metaforlarla şahane kurgular yapılmış öyküleri çok severek okudum. Öyküde çok seçici bir insanım, tercihim uzun soluklu romanlardan yanadır ama bu öyküleri siz de okuyun derim...


-Üç güzel Stefan Zweig öyküsü, özellikle kitabın adını taşıyan "Lyon'da Düğün" ile "Wondrak" isimli son öyküden çok etkilendim. İş Bankası öyle güzel kapaklarla basıyor ki, kitapları bir süs eşyası gibi sergilemek istiyor insan :)


Feridun Oral'ın yazıp, çizip, fotoğrafladığı "Bir Demet Kuru Soğan" çizimleriyle, fotoğraflarıyla, kafa karıştıran soruları ve Ali Bey'in sıradan ama sıradışı öyküsüyle çok keyifli bir kitap, tam koleksiyonluk...


-Irmak Zileli'nin yeni kitabı "Son Bakış"ı derin bir hüzünle okudum. Gürcistan'dan gelip kayıt dışı yaşlı bakıcılığı yapan genç bir kadının, bir dansçının ölüme giderken iç sesinden geçmişini okuyoruz. Yabancı diye görmezden geldiğimiz nice hayatların dramına ortak etmiş bizi yazar. Çok etkileyici buldum.

"Son Bakış" Kasım ayının son kitabı olmuş, yılın son ayında daha fazla okuyabilmeyi diliyorum. 

Bu kitaplara ilaveten Ankara'da tam gaz etkinlik dolu günler geçmekte. Cermodern'de "Bir Şehir Kurmak: Ankara" ve "Göbeklitepe" sergilerini gezdik kızkardeşle. Ankara sergisi oldukça kapsamlı ve güzeldi. Eski Ankara fotoğrafları, o yılların binalarının maketleri, Ankara'ya emeği geçmiş kişilerin yaşam öyküleri iyi bir düzenleme ile sunulmuştu. Fotoğraflardan birini özellikle kayda aldım, biraz da hüzünle. Artık yerinde yeller esen, çocukluğumuzun en büyük eğlence kaynaklarından, onlarca ziyaret gerçekleştirip piknikler yaptığımız, gelen misafirlerimizi götürdüğümüz, Hint hükümetinin Türk çocuklarına armağanı fil Mohini'nin yuvası AOÇ Hayvanat Bahçesi'ni:

Aşağıdaki fotoğraf sergiden bir görüntü:

Göbeklitepe sergisine gelince, daha detaylı, daha bilgi verici bir sergi göreceğimizi ummuştuk, aşırı hevesle gitmiştik.  Her iki sergi için kişi başı 30 lira ödeyerek girdik, sanırım bu fahiş fiyat Göbeklitepe sergisi için yapılan harcamaya binaen idi. Sergiye girerken broşürdeki senaryoyu okumamızı söylediler, onun dışında ne yön gösteren bir ok, ne de bir açıklama yoktu. 

 
Yıldızlı gökyüzü simülasyonunda boydan profilimi görmektesiniz. Böyle labirentimsi bir tünelden geçerek asıl simülasyonların olduğu bölüme geliyorsunuz. Garip sesler, ellerinde balta ile koşturan taş devri insanı gölgeleri falan, laf aramızda biraz ürktük 😃 Sonra ortaya dizilmiş dikilitaşlara elinizi dokunarak görüntüyü başlatıyorsunuz, avcılık ve toplamacılıkla başlayıp ateşin bulunmasıyla devam eden bir senaryo. Açıkçası Göbeklitepe hakkında pek bir bilgi edinemeden ayrıldık bu görkemli sergiden. Getti koç gibi 60 lira 😂 Şaka bir yana Cermodern'i ziyaret etmeyi her daim seviyorum. Ankara sonbaharının en renkli bitkileri ateş dikenleri de açmış ki gözlere ziyafet:

Hafta sonu Şinasi Sahnesi'nde Bertold Brecht'in yazdığı "Küçük Burjuva Düğünü" isimli oyunu izledim, diğerlerine nazaran daha iyiydi.



Pazar günü önce Ayrancı Antika Pazarı'nı gezdim, fiyatlar oldukça tuzlu idi, küçük bir kuş biblosu ile el yapımı kuş desenli bir tabak ganimetiyle ayrıldım. Sonrasında saçımı boyatmak için gittiğim kuaförde o kadar üşüdüm ki ertesi gün dudağımda nurtopu gibi bir uçuğa sahip oldum. 

Geçen haftanın yoğun günlerinden sonra sakin bir hafta geçirmeyi umuyorum, şimdiden ikinci kitabı yarıladım bile. Eh epeyce uzadı bu yazı, güzel bir gün dileyerek ayrılayım huzurdan...

28 Kasım 2019 Perşembe

28 KASIM (ANKARA'DAN)

Ankara'ya geleli 10 gün oldu ama elim değip de bir türlü iki satır yazamadım şuraya. Bugün artık kendime talimat verdim, "Otur ve yaz. Sonuçta burası senin günlüğün". Kendim karşısında boynum kıldan ince, emir telakki ettim ve geçtim bilgisayar başına 😃 

Ankara'ya gelirken ardımda adeta bir yaz havası bırakmıştım. Yola sisli başladık, sisli devam ettik. 




Sis insanı ürkütse de görsel anlamda sinematografik bir imge sunuyor insanın gözlerine. O griliğin arasından seçilen sonbahar renkleri ise ayrı bir şölen.

Sadece sis değildi yolumuza çıkan, iki tıra yüklenmiş upuzun bir rüzgar türbini kanadını da solladık. Aklıma Antakya'da, akşam çökerken, Simon Manastırı'nı ziyaret için tırmandığımız dağ yolunda kırmızı gözleri, kocaman kanatları ve çıkardığı ürkütücü ses ile ödümüzü kopartan rüzgar türbinleri geldi. Aman Tanrım, gerçekten korkunçtu, sanki biz cüceydik de Gülliver'in devler ülkesine gelmiştik. 


Artık geleneksel hale gelen İkbal'de tost-çay molasının ardından ikinci dinlenme durağımız Muhteşem tesisleri oldu. Orada rengarenk ve birbirinden değişik bir kabak yığını ile şık bir sonbahar vardı. 



Öğleden sonra Ankara'ya ulaştık, düşündüğümün aksine gayet yumuşak, Kasım için şaşırtıcı bir hava ile karşılaştık. İlk iki günü günü dinlenme ve evi düzene sokma faaliyetleri ile geçirip üçüncü gün  kızkardeş ile kendimizi İş Bankası Müzesi'ndeki  "Nazım'ın Yolculuğu" sergisine attık.





Sergi adındaki "Yolculuk" temasına uygun olarak düzenlenmiş. Küratörlüğünü Haluk Oral yapmış. Çeşitli belgeler, fotoğraflar, Nazım'ın yaptığı çizimler ve tahta bavulların içinde alt yazı ile bilgilendirilmiş resimlerle yaşamından kesitler sunulmuş. Görülmeye değer bir sergi olmuş, Ankaralılar kaçırmasın derim. 

Sergi çıkışı biraz yürüyüp Ankara sonbaharını kokladık:


Sonraki iki günü fazla yürümeye ve Ankara'nın farklı havasına isyan eden Cevriye'nin buz, ağrı kesici ve istirahatle gönlünü yapmaya çalışarak geçirdim. Araya yine de evin yakınındaki bir tiyatroda izlediğim Stefan Zweig'ın "Satranç" isimli romanından uyarlanan "Satranç" oyununu sıkıştırmayı başardım. Biletleri Antalya'da internet aracılığıyla almıştım, hafta sonu Şinasi Sahnesi'nde bir başka oyunu, "Maskeliler"i kızkardeşle izledik. Oyun iyi, oyuncular vasattı. Oyun sonrasında ani bir kararla Ankara'da üçüncü defa açılan "Ekmek Festivali"ne yollandık. Kalabalık, sıcak, bunaltıcı ama her şeye rağmen ekmek kokusuyla keyif veren bir festivaldi. Yabancı ve yerli standlar kurulmuştu, en eğlenceli stand kapı ziline bile oynayabilecek kapasitedeki Fas standı idi, biz girerken oynamaktaydılar, çıktık hala oynuyorlardı, sefaları olsun 😃Bir şey almayacağız diye girdiğimiz mekandan ekşi mayalısı, çavdarlısı, ay çiçeklisi, sarı buğdaylısı, mor olanı, bazlaması, bageti derken bir kucak dolusu ekmekle çıktık.






Geldiğimizden beri ılıman ve kurak giden hava hafta başı yağmura çevirdi. Antalya'nın çılgın yağmurlarına alışkın olan ben burada ara ara serpen sulu şeyleri yağmurdan bile saymadım. Ancak o zamana kadar dalında salınan sarı yapraklar birdenbire kaldırımlara, asfalta seriliverdi:


Hafta başı lise arkadaşlarımla bir buluşma gerçekleştirdim, ertesi günün akşamında ise CSO binasında Kültür Bakanlığı Klasik Türk Müziği Topluluğu'nun sunduğu "Fasıldan Tangoya" isimli konseri izledim ki nefisti. 

Eh, on günlük süreci aşağı yukarı özetledim sayılır, daha fazla kafanızı şişirmeyeyim. Birazdan Cermodern'de bir başka sergiye gitmek üzere yola düşeceğim. Bilahare onu da anlatırım. Şimdilik hoşça kalın...

15 Kasım 2019 Cuma

15 KASIM (HAVADAN SUDAN)

Dün itibarıyla Antalya'da sonbahar resmi olarak başladı, şemsiyeler el altında bulunsun ☂ Bir arkadaşla buluşmak için evden çıktığımda hava kararsızdı. Puslu, yarı aydınlık bir gökyüzü, ara sıra kendini göstermeye çalışan cılız bir güneş. Şemsiyemi çantama atıp üstüme de bir mont giydim ve yürüyerek gitmeye karar verdim. Otobüs durağına yaklaşırken Cevriye mızırdanmaya başlayınca "Haydi" dedim, "gönlünü hoş edeyim, otobüse bineyim". Cevriye'yi mutlu edeyim derken kendime eziyet ettiğimin henüz farkında değildim. Aklımdan geçen her zaman bindiğim durağın karşı tarafta olanında inip aradaki kısa mesafeyi yürümekti ama yanılmışım dostlar. O durağın karşısında durak yokmuş meğer, bunca zaman o güzergahtan geç ve orada durak olmadığını farketme. Akılsız başın cezasını ayak çeker diye boşuna dememiş saygıdeğer atalarımız. Gideceğim yere öyle uzak bir yerde indim ki, evden yürüsem daha çabuk varırdım buluşma noktasına. Üstelik yolda yağmura yakalandım ve akılsız başımın cezasını sadece ayaklarım değil ıslanan üstüm başım ve terleyip sonra da rüzgara maruz kalan sırtım da çekti. Antalya'nın ne idüğü belirsiz sonbahar havası işte, üstüne bir şey giysen terlersin, giymesen üşürsün, giderayak hasta olmamayı umuyorum. 

Her neyse arkadaşla buluşunca yakındaki parkın girişindeki güzel manzaralı cafeye gitmeye karar verdik. O arada yağmur hafiflemişti, garsonun getiriği kuru koltuklara yerleşip şemsiyeyi başımıza siper etmiştik ama denizden gelen rüzgar benim terlemiş sırta şifa niyetine üfleyince içeri kaçtık, iyi de etmişiz, zira az sonra başlayan şiddetli yağmur ve fırtına ortalıkta ne varsa alabora etti. Ama aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz iki cesur arkadaş turuncu şallara bürünüp Paris'in sarı yeleklileri gibi her şeye rağmen dışarıda oturmayı sürdürdüler.


Yağmuru, fırtınayı, denizde köpüren dalgaları, çakan şimşekleri seyrederek bol muhabbetli, çaylı, kahveli bir günü felekten çaldık. Bu esnada bize yağmurdan kaçan şu uykucu refakat etti, dilini dışarıda unutmuş şapşal 😋


Geçen hafta sonu hava çok güzeldi, dışarda arkadaşlarla buluşmak için tramvaya bindik. Bizden bir durak sonra yaşlı bir kadın girdi vagona ve karşılıklı tekli koltuklardan gidiş yönünde olanına oturdu. Adile teyzenin daha şişman ve yaşlı halini  gözünüzde canlandırın, benzer bir görüntü. Sonraki durakta binen yaşlı bir adam da Adile teyzenin karşısına oturdu. Meraklı ve geveze biriydi ki hemen muhabbete başladı:
-Nereye gidiyorsunuz?
-Öğretmenevine
-Emekli öğretmen misiniz?
-Hayır
-Nerde oturuyorsunuz?
-Falanca yerde
......
Sohbet bu minvalde devam ederken adam ne kadar sormaya iştahlıysa kadın da cevap vermeye o kadar gönülsüzdü. Tek kelimelik cevaplar verip kafasını cama doğru çeviriyor ama adam ısrarla sormaya devam edince de ayıp olmasın diye asık suratla yanıtlıyordu. Sonunca amcamız baklayı ağzından çıkardı:
-Bekleyen var mı Öğretmenevinde?
-Yok
-O zaman ben size çay ısmarlayım.
Kadın şaşkınlıkla "Hayır" derken adam benim boş bulunup yüksek sesle "Kart zampara" dediğimi bereket duymadı 😃  

Hafta sonu Ankara yolcusuyum dostlar, bir süre size Ankara'dan sesleniyor olacağım. Kış günü Ankara'ya gitmek ancak iyi bir nedenle olursa çekilir ki benimki pek iyi bir neden. Haydi bakalım, bana iyi yolculuklar dileyin, siz de kendinize iyi bakın...


5 Kasım 2019 Salı

5 KASIM (EKİM OKUMALARI)

Tam mesai film festivali nedeniyle kısa bir okuma listesi ile huzurlarınızdayım. Görelim bakalım neler okumuşuz:


-Ekim ayının ilk kitabı doğal koruma altındaki bir adada kuş bekçiliği yapan Eschenbach'ın öyküsünün anlatıldığı "Kuş Çayırı". Arada bir adayı görmeye gelen tek tük ziyaretçi dışında kimselerin olmadığı adada kendi yalnızlığında geçmişini gözden geçirmektedir ki bir konuğu çıkagelir. Herkesin sevemeyeceği ama iyi bir kitap "Kuş Çayırı".


-Bu ay çok severek ve ilgiyle okuduğum bir kitap oldu "Amida'nın Sofrası". Yemek kültürü ve mutfak tarihine benim gibi meraklı olanlar için bulunmaz bir kaynak. Silva Özyerli Diyarbakır'daki Ermeni yemek kültürünü tarifler ve kendi ailesinden örneklerle öyle güzel anlatmış ki. Kimi zaman neşeyle, kimi zaman da derin bir hüzünle okuyorsunuz. Bölüm sonlarında aile reçeteleriyle kendi pişirdiği yemeklerin tarifleri ve fotoğrafları var ama aslında yemek değil nice kişinin yaşamını pişirmiş. Bu tarza ilgi duyanlar için kesinlikle tavsiyemdir...


-"Tarlakuşu" sakin akan bir ırmak gibi sade ve yapmacıksız ama bir o kadar da etkileyici. Macar edebiyatı beni hiç hayat kırıklığına uğratmıyor. Evin biricik kızı "Tarlakuşu" bir haftalık seyahate çıkar, onun gidişiyle aile bireylerindeki derin düşünceler ve üzeri örtülenler de saklandıkları yerden çıkar. Okunası... 


-Yazar Arnon Grünberg'in gerçek hayatta İstanbul'dan Bağdat'a yaptığı yolculuğun grafik roman hali "İstanbul'dan Bağdat'a", özellikle çizimler çok etkileyici ve güzeldi... 


-"Büyümenin Sancısı" için bu ay okuduğum en güzel kitaptı diyebilirim. Isabel Huggan Kanada'nın küçük ve kasvetli bir kasabasında büyüme sancıları çeken bir genç kızın içiçe geçmiş öykülerini anlatmış. Muhtemel ki kitap yazarın kendi geçmişinden de izler taşıyor. Mutlaka okuyun derim... 


-Birlikte poz veren ayın son iki kitabından "Zürafanın Boynu" Eski Doğu Almanya'da öğrencisizlikten kapanmak üzere olan bir okulda biyoloji dersi veren Lohmark'ın gözünden okul, yaşam ve öğrenciler üzerine, daha çok biyolojik analizler sunan bir kitap. İlginç bir tarzı ve anlatımı var.  Çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim.

-Ve ayın son kitabı, çok övülen, okurların kitap sitelerinde genellikle 5 yıldız verdiği bir kitap, Zaven Biberyan'ın "Karıncaların Günbatımı". Daha önce "Babam Aşkale'ye Gitmedi" adıyla yayınlanmış, sonra genişletilerek bu isimle basılmış. Varlık vergisi, Ermeni tehciri ve benzeri konular fonunda bir türlü hayata tutunamayan Baret'in yaşamından bölümler sunuyor, muhtemel ki yazar kendi yaşadıklarından yola çıkmış. Lakin Baret'i kişilik olarak o kadar itici bir karakter gördüm, yazım dili o kadar tatsız geldi ki kitaba da o nedenle ısınamadım. Okumak isterseniz siz bilirsiniz diyeceğim...

Kasım ayında daha çok kitapla buluşmak dileğiyle hoşçakalın...

 

2 Kasım 2019 Cumartesi

2 KASIM (ALTIN PORTAKAL 2)

Bir festivale daha elveda dedik dün akşam, temennimiz 57. sinde daha da iyi bir organizasyonla yeniden buluşabilmek. "Öze dönüş" mottosuyla gerçekleştirilen festival ulusal yarışma ve portakalı tekrar adına almakla özüne döndü, umarım bir dahakine eski canlılığına da döner. Festival başlamadan 19 bilet almıştım, bazı nedenlerle iki filmi izleyemedim, 17 filmle bu yılı kapatmış oldum. Oyuncularla çok içiçe bir festival değildi sanki ya da bana öyle geldi. Eskiden salonda yanyana oturur, festival alanında karşılaşır, aynı cafede çay kahve içerdik. Bu yıl ya yeterince katılım yoktu ya da bana denk gelmediler. Jüri bile bu yıl AKM salonunun balkonunda eda etti görevini, onların çalışmaları açısından daha uygun, halka karışma açısından biraz uzak bir durum oldu. Yine de herşeye rağmen verimli bir festivaldi, filmlere doyduk. 

İzlediğim 17 filmden 4'ü Ulusal Yarışma, 6'sı Uluslararası Yarışma, 7'si de "Dünya Sinemalarından" kuşağındandı. Maalesef Ulusal Yarışma'da ödül çalışmadığımız yerden çıktı. Altın Portakal heykelciğine doyamayan "Bozkır" filmini es geçmişiz, neden geçmişiz onu da bilemedim. Muhtemel ki saatleri çakışmış ya da ters bir zamana denk gelmiştir. Kısmet diyelim ve önümüzdeki filmlere bakalım. Uluslararası Yarışma'da ise epeyce balık soru yakaladık :) Çok beğendiğimiz İran filmi "Şirin'in Kalesi" "En iyi Yönetmen" ve "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü kaptı. Yine "Üç Yaz" filminde oyunculuğuna bayıldığımız Regina Case "En İyi Kadın Oyuncu" kategırisinde Altın Portakal'ı götürdü. 

Üstüste 17 film izleyip sinemaya doyduktan sonra gündelik hayata geri döndüm. Bir haftalık entellektüalite ve sanatsal, kültürel koşuşturma bugün yerini domestikliğe bıraktı. İki makine çamaşır yıkadıktan sonra "Kominsky Method" dizisinin 2. sezonu ve bel ağrısı eşliğinde 5 kilo yeşil zeytin kırıp tatlanmak üzere bidona doldurdum. Ayrıca 3 kilo siyah zeytini de salamuraya yatırdım. Daha evin elden geçirilmesi gerek ama o da yarına kalsın, zira festival yorgunluğunu hala atamadım üzerimden. Ayrıca bir haftadır tek satır kitap okuyamadım, rafta bekleyenlerin de hatırını almam lazım. 

Şimdi, son izlediğim filmlere dönecek olursam Topal Şükran'ın saçmasapan maceralarından sonra izlediğimiz ilk film olan "Şirin'in Kalesi" "Film dediğin böyle olur" dedirtti. İran sinemasını her zaman sevmişimdir ve izlediğim hiçbir yapım beni yanıltmamıştır. 


Annelerinin ölümü üzerine hayatını bir türlü yoluna koyamamış, sorumsuz bir baba yıllardır görmediği çocuklarının bakımını zorla üstlenmek zorunda kalır.  Çocukların yıkılan hayalleri, babanın değişmeye başlayan düşünceleri bir yol hikayesi boyunca verilmiş. Baba rolündeki Hamed Behdad "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü aldı ama ben filmde en çok, afişte, sağ yanda ağlayan küçük kızın oyunculuğuna hayran kaldım. Vizyona girerse ya da bir şekilde izleme şansı doğarsa kesinlikle kaçırmayın derim. Filmin yönetmeni Reza Mirkarimi de bu filmle "En iyi Yönetmen" ödülünü aldı. Zaten kendisi de Antalya'da idi, film sonrası salonda bir söyleşi gerçekleştirildi. 


Bu güzel yapımdan sonra Ulusal Yarışma filmlerinden birini, yönetmenliğini Ali Aydın'ın yaptığı "Kronoloji"yi izledik. Başrollerini Cemre Ebuzziya ile Birkan Sokullu paylaşmaktaydılar.  


Ben filmden ziyade afişe bayıldım. Heykelin göbeğindeki hamamböceği filmde önemli bir metafor olarak kullanılmıştı. Heykel de filmin vermek istediği mesaj ile çok uyumluydu ama açarsam spoiler vermiş olacağım için genel anlamda bahsetmek istiyorum. İlk bakışta uyumlu bir evlilikleri varmış duygusu uyandıran Nihal ile Hakan çocuklarının olmayacağını öğrenirler. Ve ardından Nihal ortadan kaybolur, Hakan karısını dört bir yanda aramaya başlar. Filmin ikinci yarısında tersköşe olurken aslında bazı açık noktalar kalmasa, meramını daha iyi anlatsa ne güzel olurmuş duygusuna kapılmadım desem yalan olur. Yine de iyi niyetle kotarılmış bir filmdi, izlenebilir. Film ekibi de salonda idi ve gösterim sonrası bir sohbet gerçekleşti. 


Cuma günü festivalin son günü idi, günlerdir film izlemekten yorgun son bir gayretle salondaki yerimizi aldık ve "Dünya Sinemalarından" kuşağından iki filmle festivali kapattık. 



Hirokazu Kore-eda tuhaf isimli yönetmenin senaryosunu da yazdığı "The Truth" ya da Türkçe adıyla "Saklı Gerçekler" başrollerini yılların eskitemediği güzel Catherine Deneuve ile çok sevdiğim Juliette Binoche'nin paylaştığı bir Fransız filmi. İtiraf etmem gerekirse filmi seçme sebebim bu iki kadının varlığı idi ama Ethan Hawke da işin bonusu oldu. Catherine Denevue ünlü bir oyuncu-bir nevi kendini oynamış-cami yıkılsa da mihrap yerinde, aynı şekilde egosu da. Yaşamını anlatan bir kitap yazıyor. Amerika'da yaşayan kızı da bu kitabın çıkışını kutlamak üzere eşi ve küçük kızıyla Paris'e geliyor. Anne-kız arasında yıllardır konuşulmayan, üstü örtülü kalan bazı şeyler de bu kitap ve oyuncunun o sıra oynadığı film nedeniyle saklandıkları yerlerden çıkıp ortaya dökülüyorlar. Fazla beklentiye girmeden izlenecek hoş bir filmdi, zaten oyuncular izlemek için yeterli bir sebep.



Günün ve festivalin son filmi ise tam anlamıyla bir altın vuruş oldu. Yönetmenliğini Karim Ainouz'un yaptığı film aynı zamanda Brezilya'nın önümüzdeki yıl Oscar adayı. Bende bir Marquez romanı okuyorum intibası uyandıran film yaklaşık 2,5 saat sürse de bir saniye sıkılmadan izledim. Hayattan beklentileri birbirinden farklı iki kızkardeşin bu hayallerin peşinde koşarken yaşadıkları hayal kırıklıkları, birbirlerini kaybetmeleri ve arama çabalarının konu edildiği filmi kimi zaman gülerek, çoğunlukla da ince bir hüzünle izliyorsunuz. Vizyona girerse mutlaka izleyin derim...

Yeni festivallere, yeni filmlere diyor ve güzel bir hafta sonu diliyorum...