.

.
.

24 Ekim 2023 Salı

ANKARA KAZAN BİZ KEPÇE / 24 EKİM

Eskiden Ankara'da yaptığım gezileri yazarken başlığı bu şekilde attığımı fark ettim, dünkü uzun yürüyüşlü turun başlığını da böyle atayım dedim. Geçenlerde eski yıllardan bir öğrencim (artık arkadaşım), "Hocam siz seversiniz" diyerek "Lügat Kitap Cafe"nin linkini göndermişti. Eh, böyle bilmediğimiz ilgi çekici bir yerin önerisi gelir, üstelik içinde kitap da barındırırsa arar buluruz elbet. Kız kardeşle buluştuk ve tabana kuvvet yola düzüldük. Adres "Kestane Sokak No: 27/Hamamarkası" olarak geçiyordu cafenin sitesinde. Kurtuluş Parkı'nın önünden yürümeye başladık, Dumlupınar Bulvarı'nın sonuna geldik, Cebeci Dörtyol'dan sola kıvrıldık, Talatpaşa Bulvarı'na geçtik. Kestane Sokağı sorduğumuz bir esnafın tarifiyle çok geçmeden ulaşmıştık Lügat Kitap-Cafe'ye. Zaten yol üstündeydi, görmemek mümkün değildi:


Büyük bir konağın içinde yer alan mekan kitapçı olarak geçiyor ama kitap satışı olduğunu sanmıyorum, daha ziyade kütüphane ve okuma salonu niteliği taşıyor üst kat. Alt katta ise cafe bölümü ve yine okuma salonu var. İlk anda binanın restorasyondan geçmiş bir konak olduğunu düşünmüştük ama şimdi biraz şüpheliyim. Zira semti gezdiğimizde pek çok binanın yıkılıp yeniden yapıldığını gördük, muhtemelen bu da öyle. 

Kahvelerimizi alıp küçük bahçede bir masaya yerleştik. Self servis olduğu için eşyalarımızı bırakıp kahve tezgahına geldiğimizde işittiğimiz anonsla gülsek mi, şaşırsak mı bilemedik: "Bazı masalarda sahipsiz eşyalar görülmüştür, eşyalarınızı almadığınız takdirde masa boşaltılacaktır". Haydaa, hem self servis yapıyorsun, hem de yükümüzle kahve almamızı öneriyorsun kardeş, bu nasıl bir uygulama? Bir hırsızlık olayı falan yaşanmış olsa gerek diye düşündük, kız kardeş masa başına gitti, ben kahveleri getirdim.


Binanın içi ve dekorasyonu güzel ama biraz kitsch bir görkeme sahipti. Oldukça da kalabalıktı okuma salonları. Hacettepe şehir içi kampüse yakın olduğundan ders çalışmakta olan çoğu kişinin oranın öğrencisi olduğunu tahmin ettik, yaş ortalamasını da biz yükselttik. 





Sakin ve huzurlu bir mekan, özellikle öğrencilere çalışmak için ideal, bir kahve içmek için uğranabilir ama belirli bir yaşın üstü için çok kullanışlı değil. Yakınlarda değilseniz biraz zahmetli zaten ulaşımı ve bir kere gördükten sonra ikinci sefere gerek yok. 

Kahvemizi içip mekanı gezdikten sonra sıra semti teftişe gelmişti. Hamamarkası (bir de daha çok bilinen Hamamönü var malum) deniyor bu semte ya da Ulucanlar da diyebiliriz. Yakınında Ulucanlar Cezaevi Müzesi var. 2011, 2015 ve 2016'da Ankara'nın eski semtlerini, ara sokaklarını, bilinmeyen yüzünü keşfetmeyi çok seven kız kardeş getirmişti bizi buraya, o zaman gördüğümüzle alakası kalmamış bir çehreyle karşılaştık. Zaten bir takım düzenleme çalışmaları yapılacağının işaretlerini görmüştük. Aşağıdaki fotoğraf 2016'dan, arkadaki renkli binaların hiçbiri yok şimdi:


Bu da öncesi ve sonrası, nasılsa yıkılmadan kalmış:


Sokakları gezdikçe pek çok binanın restore edilmeyip yeniden yapıldığını fark ettik, nitekim sorduğumuz bazı kişiler de bu düşüncemizi teyit etti. Altındağ Belediyesi semtin çehresini epey değiştirmiş:


Sokaklardan birinde karşımıza Hacı Bayram Veli Müzesi çıktı, bir heves gezmeye niyetlendik ama Pazartesi olduğunu unutmuşuz, hüsran...



Sokaklar pırıldamış, evler yenilenmiş, belli ki çoğu yıkılıp yeniden yapılmış, eskiye göre bir düzen gelmiş ama sanki bütün yenilenen semtler birbirine benzemiş, karton bir film setine benziyor, yaşamıyor, dekor gibi. Şu fotoğrafı rastgele bir yerde görsem Hacıbayram mı, Hamamönü mü, Eskişehir Odunpazarı mı ya da Sivas mı emin olamam. Eleştiri anlamında söylemiyorum ama bu tarz restorasyonla semtin ruhu kayboluyor sanki. Devam edelim:


Sahipsiz mi, ihtilaflı mı anlayamadığımız, restorasyondan kaçmış şu ortadaki iki yandaki süslülerin desteğiyle ayakta duruyor gibi. 2016'da geldiğimizde harabe idi bu binalar, hemen karşısında Yörük Dede Türbesi olduğu için tanıdık. Türbenin etrafı da düzenlenmiş, park olmuş.


Bazıları da kaderine terk edilmiş.

Hazır buraya gelmişken daha önce hiç görmediğimiz Cenabi Ahmet Paşa Camii'ni de ziyaret edelim dedik. Bazıları bu camiye Mimar Sinan'ın Ankara'daki tek eseri dese de yanlış bilgi olduğunu camiin avlusundaki tabeladan da teyit ettik. Mimar Sinan'ın eseri değil, Mimar Sinan üslubunda yapılmış tek cami olduğu tabelada ayan beyan belirtildiği halde dönüşte çay içmek için uğradığımız cafenin yöneticisi adam iki kadının sözüne itibar etmeyip Mimar Sinan eseri olduğu konusunda ısrarcı oldu. Dediğim dedik, çaldığım bildiğim düdük, yanlış da olsa doğrudur, çünkü ben erkeğim, o kaa!



Cenabî Ahmet Paşa Camii ve söz konusu tabela. Camiin avlusunda Cenabî Ahmet Paşa'nın türbesi, Azımî Türbesi ve bir de hazire var ama Mevlevihane zaman içinde yıkılmış olsa gerek. 






Ahmet Paşa'nın türbesi, türbenin kapısı ve Azimi Türbesi'nin köşesindeki "pah".

Bu semtte ilginç adı ve minicik, sevimli minaresi ile sevdiğim bir cami daha var, Hemhüm Camii:


Buraya kadar gelebildiyseniz tebrik eder, bir sonraki gezide buluşmak üzere hoşça kalın derim sevgili takipçilerim...


20 Ekim 2023 Cuma

GÜNLÜK / 20 EKİM

Sabah uyandıktan kısa bir süre sonra sular kesildi. Bizim civarda pek sık görülen bir durum değildir, gafil avlandık. Neyse ki çayı koymuştum. Aklımda başka işlere dalmadan yemek yapmak vardı ama haliyle ertelendi. Hal böyle olunca ortalığı topladım fazla detaya girmeden, kirli tabak-çanağı sular gelince yıkanmak üzere bulaşık makinesine teptim. Sonra bilgisayar başına oturdum. Bloglara rutin ziyaretlerimi yaptım, kız kardeşin Melike Şahin hakkında yazdığı bir röportajı okudum Duvar'ın internet sitesinde. Okumak isterseniz link burada. Melike Şahin çok fazla takip ettiğim biri değildi, bu yazının üstüne "Diva Yorgun" dinlemekteyim. Diva olmasam da ben de yorgunum zira 😃

Hafta başından beri iki misafir var evde, biri insan cinsinin küçüğü, diğeri hayvan cinsinin. İlkinden memnunuz, seviyoruz, hatta bazen aşırı sevip rahatsız ediyoruz 😃 Tahmin ettiniz, kendisi Umut, kreş sonrası eğlenceli vakitler geçiriyoruz. İkincisi ise bir sinek, minnacık bir şey, kara olan türden. Ne yaptıysak terk etmedi evi. Elimden olmasın ölümü diyorum ama ısrarla "Vur tepeme bir şey" diyor. En sevdiği mekan haliyle mutfak, üstü açık yiyecek bırakmaya gelmediği gibi bizi de yiyecek zannediyor. Burnumdan kovsam alnıma, alnımdan kovsam yanağıma, oradan kovalasam çeneme konuyor. Öyle arsız. Her sabah vızıldıyarak "Günaydın" mı diyor, dalga mı geçiyor anlamadım. Sonunda bu sabah intihar etti, evet öyle yaptı. Çay koyacağım, demliğin içindeki çay dolu süzgeci yıkarken ne bulmayı umuyorsa demliğe dalmış. Hiç fark etmeden demliği suyun altına tutunca kendisini imha etmiş oldu. Eh, ne diyeyim, sonuçta elimi karasinek kanına bulamadım. Vızıltıdan da kurtuldum.

Sular tam saat 12'de geldi. Geldi gelmesine de musluktan akan sıvı benzetmek gibi olmasın çikolata rengindeydi, öyle bir çamur. Yarım saat akıttım da öyle ağardı, dünya kadar suyu ziyan etmiş olduk. Eviyeyi bile boyadı. Haliyle yemek yapma işini de sular berraklaşana kadar yine erteledim. O süreçte Storytel'i açıp Kemal Tahir'in "Devlet Ana"sını dinledim. 21 saatlik bir dinlemenin son 4 saatine ulaştım, oyuncu Levent Can seslendirmiş ve bu kadar uzun bir kitabı gerçekten çok iyi seslendirmiş. Kitap da muhteşem zaten. Kemal Tahir külliyatını bitirmeme bir-iki kitap kaldı. Storytel'e bunca geciktiğim için pişmanım. 

Akan su berraklaşınca yemek işine giriştim, bugün aklımda karnıyarık ve pilav vardı. Patlıcanlara çubuklu pijamalarını giydirip fırçayla yağladım ve fırına attım kızarmaları için. Artık yağda kızartmıyorum, böylesi hem sağlıklı, hem daha lezzetli, hem de daha temiz ve kolay oluyor. Onlar fırında solaryum sefası yaparken ben de içini hazırladım, kulağım "Devlet Ana"da. Sonra hazır olan patlıcanlara içlerini doldurup süsleyerek tekrar fırına attım ve artan karnıyarık içine iştahla baktım. "Ye beni" diyordu. Ekmeğin içine yerleştirdim o içi, kendimi Yenimahalle'deki evde, en sevdiğim somyanın üstünde Ayşegül kitaplarımı okurken hayal ederek yedim. Şu alemde arasına karnıyarık içi yerleştirilmiş ekmek kadar anne mutfağına ışınlayan yiyecek var mıdır?

Dün kız kardeşin içeriğini hazırladığı, Mimarlar Odası tarafından düzenlenen "Almanca Konuşan Bilim İnsanlarının Ankara Günlükleri" isimli sergiyi görmek için Goethe Enstitüsü'ne gittim. Sergide 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmünden kaçarak Türkiye'ye sığınan çeşitli mesleklerden bilim insanlarının Ankara'da geçen günlerinden kesitler yer alıyordu fotoğraflar ve metinler eşliğinde. Mimar, mühendis, doktor, akademisyen ve daha bir çok meslek grubundan insanın yer aldığı bu göçmenler Ankara'ya maddi ve manevi anlamda pek çok şey kazandırarak dönmüşler ülkelerine. Çoğunun hikayesi de oldukça hazin. Dönüşte bazı eksikleri almak için markete uğrayınca kapı önüne sıralanmış kasımpatları "Bizi de eve götür" deyince hatırlarını kırmadım, bir demet yeşil soğanla arkadaşlık ederek eve geldiler sarı ve pembe çiçekli saksılar. Bitirmek üzere olduğum ve ay sonuna kadar bitirmeyi düşündüğüm kitaplarımla poz verdi bir tanesi: 


Güzel gelsin hafta sonunuz...



18 Ekim 2023 Çarşamba

ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ 10 / 18 EKİM

İstanbul yolculuğuydu, evle ilgili koşuşturmalardı, ülke ve dünya gündemiydi derken anı yazılarına uzun bir ara verdiğimi fark ettim bilgisayar başına oturunca. İnsan kendisini birebir ilgilendirmese de insanlık söz konusu olunca iç huzuru duyamıyor. Bu da günlük yaşamını etkiliyor haliyle. Evde oturup kaldığım şu günlerde bari eski günlere, dünya kaygısından nispeten azade olduğumuz zamanlara döneyim dedim, kaldığım yerden devam anılara. 

Lise bitmiş, üniversite sınavına, sorular çalındığı için hem de iki kere girilmiş, bir yandan sonucun ne olacağı telaşı, bir yandan taşınma hazırlığı içinde bir yaz geçirilmekte. Posta işleri o zaman önemli bir kurumdu, postacımız adeta aileden sayılırdı. Ben de mektup getirdiği bir gün taşınacağımızı, adres değişikliği olacağını, sınav sonuçlarıma nasıl ulaşabileceğimi sormuştum güler yüzlü postacımıza. "Sen hiç meraklanma" dedi bana, "yeni adresinizi yaz ver, ben o mahallenin postacısına naklederim senin sonuçlarını, eline ulaştırır". Şimdiki zamanlar gibi değildi, karşınızdakine sorgusuz sualsiz güvenirdiniz ve o güven çok az boşa çıkardı. Nitekim postacımız da söz verdiği gibi yeni eve ulaşmasını sağlayacaktı sınav sonuçlarının.

Yenimahalle'de kesintisiz geçirdiğim son yazdı. Babam iki yıl önce bir ev almış, benim liseyi bitirmemi bekliyordu. O yaz kiracı çıkmış, evdeki tadilat işleri halledilince taşınmak üzere hazırlık yapılmaktaydı. Dört yaşında gelip on üç yılımı geçirdiğim, beni büyüten, alt kültürümün gelişmesinde büyük katkısı olan semtten, arkadaşlarımdan ve komşulardan ayrılacağım için buruk, Yenimahalle'den Yenişehir'e taşınarak bir nevi sınıf atlayacağım için de heyecanlıydım. Gençlik işte. Sevgi Soysal "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" romanını o yıl yazmıştı. Her şeyi rahatça bulabildiğimiz Yenimahalle'den eş-dost ziyaretleri, bazı zorunlu alışverişler ve dershaneye gitmek gibi sebeplerle ancak çıkardık, Yenişehir'de yaşamak ergen gözümüzde bir statü sembolüydü ve o sembole ulaşmak an meselesiydi. Yaşamım boyunca Yenimahalle'deki günlerimi arayacağımın henüz farkında değildim.   

Taşınmamızdan birkaç gün önce annem ve bir komşumuzla yeni evi temizlemek için yola düştük. İlk durak o yıllarda temizliğe giden kadınların iş bulmak için bekleştikleri Güvenpark oldu. Sıkı bir pazarlıkla bir kadınla anlaşıldı ve eve ulaşıldı. Ramazandı, babam ülserinden dolayı oruç tutamıyordu, annem sahurda tek başına bir şey yiyemediğinden "aç acına oruç nasıl tutacağım" sızlanmalarına dayanamayıp ona eşlik etmekteydim. Oruçluydum yani ve fena halde açtım. Apartmana ilk gelişimdi, Önünde durur durmaz dikkatimi kendi evimizden önce yan apartmanın altındaki kebapçı çekti. Pırıl pırıl parlayan kocaman camekanda kebap çeşitleri isimleri ve resimleriyle sıralanmıştı. "Pastırmalı pide"de gözüm kaldı ve ağzımın sularını zor zaptederek tırmandım bizim dairenin merdivenlerini. Kebapçının sahibinin bitişik dairemizde oturduğunu ve yıllar içerisinde kâh ikram, kâh müşteri olarak o dükkandan pide, kebap ve baklava yiyeceğimizi henüz bilmiyorduk.

Boş eve girdik, dört elden bir sürü kapıyı ve camı sildik. Sanırım bu apartman kapıların ucuz olduğu zamanda yapılmıştı 😃oda kapıları yetmezmiş gibi bir de üç bölümlü devasa camlı kapı vardı. Komşumuz evin kocaman salonuna bakıp "Burada ne güzel kına gecesi ve nişan yapılır" diyecekti ve 6 yıl sonra gerçekten küçük çaplı bir kına gecesi benim için yapılacaktı annemin hatırını kırmamak adına. 

Bir hafta sonra annemin ve komşuların gözyaşları, mahallenin gençlerinin yardımları ile eşyalar kamyona yüklendi, yeni hayatımıza doğru yola çıktık. Her daim açık ya da anahtarı üstünde bırakılan kapılara, canım komşulara, içten dostluklara, oyunun binbir çeşidini oynadığımız kocaman bahçeye, piknik yaptığımız kırlara, bahçesinden gelincikler, papatyalar topladığımız şantiyeye, kocaman plakasındaki kuru kafalı ölüm tehlikesi işaretine rağmen evcilik oyunlarımızın mekanı trafoya, 5. Durak piyasalarına, Seyran, Alemdar, Güneş Sinemaları'na, bayram ve yılbaşı öncesi PTT binası önünde kurulan kartpostal stantlarına, hepsi tanıdık olan kitapçılarına, tuhafiyecilerine, kumaşçılarına, Vardar'ın dondurmasına, Avrupa Pastanesi'nin prenses pastasına, anneannemin "Et Gımısı"-Gima'dan hareketle-dediği, önünde kuyruğa girdiğimiz Et-Balık Kurumu şubesine, Çarşamba ve Pazar günleri kurulan rengarenk pazarına, annemin deterjan aldığı Şaşmazcı'sına, her Allahın günü şarkı söyleyerek kaldırımları arşınlayan kara sevdalı Deli Bardakçı'sına, eşekli dondurmacısına, önce kendimin gittiği, sonra kardeşimi götürdüğüm çocuk bahçesine, seyyar sirk gösterilerinin yapıldığı, tel cambazlarının geldiği arsalarına, yüzlerce film izleyip konser dinlediğimiz, sihirbaz gösterileri seyredip seçim propagandasına gelen İnönü ve gencecik Ecevit'i alkışladığımız açık hava sinemasına, iki katlı bahçe içindeki evlere, baharda duvarlardan sarkan leylaklara, ilkokuluma, ortaokul ve liseme, kaldırımdaki kokusu baharda sokağı saran iğde ağacına, Mustaa Bakkal'a, Niyazi Bakkal'a, Deli Bakkal'a, Kuaför Çinçi'ye, küçük kardeşim için etin en güzelini veren kibar kasaba, her gün kapımıza gazete bırakan seyyar bayiye ve bana çaktırmadan gazete ekleri veren bıyıkları yeni terlemiş yiğenine, sütçüye, yoğurtçuya, sucuya, motosikletli telgrafçıya, baharda okul kapısında galvaniz kovalar içinde satılan lalelere, beni yukarı sokaklarda oturan arkadaşlarıma götüren bitmez tükenmez merdivenlere, her yolculukta boynuzları çıkan troleybüslere, biletlerden tuttuğumuz fallara (adyomersi, kuşakdaşlarım bilir belki), Ragıp Tüzün'e, İvedik'e, Seylap Sitesi'ne, kısacası bir daha asla bulamayacağım mahalle hayatına veda ediyorduk. Yenişehir belki pek çok olanak sundu bize ama asla Yenimahalle olamadı...


Taşınmadan bir yıl önce, canım komşular 💓 Benim yanımda Şengül Abla, annem, Şefika Abla. Kucağında kardeşim ve kardeşimin "Emzi"si (Remzi). Belli ki birlikte yemek yenmiş, beyler hala masada devam ederken hanımlar çay-cuğaraya (havalı olsun diye sigaraya cuğara derlerdi) geçiş yapmışlar. Katran gibi koyu çay içerdi Şefika Abla ve İhsan Amca. Şengül Abla'nın kolu alçılı, annemin çorapları eski yünlerden örülme, Şefika Abla sigaranın dumanını öyle bir savurtmuş ki kucağında çocuklar varken, başka ülkede olsa çocukları kapıp devlet himayesine verirlerdi 😂 O zamanlar sigaranın zararları pek bilinmez, her yerde, çoluk-çocuk yanında bile içilirdi, fotoğrafla sabit 😃 Bizim evde TV yoktu. Ya Zehranım Teyzeler'e, ya Şengül Ablalar'a ya da Şefika Ablalar'a gidilirdi izlemek için. Muhtemel ki ben ertesi günkü sınav çalışmama ara verip Halit Kıvanç'ın sunduğu "Bildiklerimiz, Gördüklerimiz, Duyduklarımız" bilgi yarışmasını seyretmeye gelmiş, gelmişken de fotoğraf karesine dahil olmuşum. Fotoğrafta annem ve Şefika Abla, geri plandaki babam ve İhsan Amca artık yok. Şengül Abla ve Mahmut Amca'ya sağlıklı ömürler diliyorum. Bu fotoğrafın kalbimde çok özel bir yeri var 💓


13 Ekim 2023 Cuma

EYLÜL AY DÖKÜMÜ / 13 EKİM

Araya İstanbul gezisi girince Eylül ayı dökümünü atlamışım. Geç de olsa yazayım dedim, ne de olsa burası benim bir nevi günlüğüm, unuttuklarımı hatırlama mekanım. Okuduğum kitapları paylaşmıştım. Gelelim diğer etkinliklere.

Bu ay pandemi sonrası ilk kez ardarda sergi gezdim:


Bunlardan son ikisi özeldi. "Haksızlık" başlığıyla gezdiğimiz resim sergisinde sevgili blogdaşım Qunegond'un resimleri de vardı. "Cebeci-Sıhhiye Hattında Tıbbiyeliler" ise babamı çalıştığı kurum önünde mesai arkadaşlarıyla çektirdiği bir fotoğrafla temsil edip bizi duygulandıran bir sergi olmuştu. 

Yaz boyu sıcaklardan mıdır, isteksizlikten midir bilemedim ama pek film izleyememiştim. Eylül'de şeytanın bacağını kırıp altı film izledim ki bunlardan biri sinema salonunda olduğu için pandemi sonrası bir ilkti:


-"Nur Eine Frau" ya da Türkçe adıyla "Sıradan Bir Kadın" Almanya'da yaşanmış gerçek bir olaya dayanıyor. Muhafazakar ailesinin itirazına rağmen kuzeni olan eşinden ayrılan ve kendi isteği doğrultusunda yaşamaya başlayan bir kadının erkek kardeşi tarafından öldürülmesini konu alıyor. Mubi'de izledim.

-"Bir Avuç Güzel İnsan" Ara Güler imzalı fotoğraflardan oluşan bir serginin belgeseli. Puhu TV'de izledim. 

-"Acı Kiraz" Netflix'den rastgele izlediğim bir filmdi. Oyuncu kadrosuna aldanıp izledim ama beklediğim verimi alamadım. Hasta oğlunu kurtarmak için paraya ihtiyacı olan bir baba, uyuşturucu kaçakçıları, yolunu şaşırmış gençler vs vs. Ben ettim, siz etmeyin. 

-"Koncentrisi Se, Baba" ya da "Odaklan Babaanne", TRT 2'nin film kuşağında tesadüfen karşıma çıkan bir Bosna-Hersek filmi oldu ve gayet iyi oldu. Saraybosna'da tam savaşa çeyrek kala ölüm döşeğinde yatan annelerinin etrafında toplanan kardeşlerin miras kavgalarını konu alıyor. Rastlarsanız izleyin derim, iyi bir filmdi.

-"Ela ile Hilmi ve Ali" Adana Altın Koza'dan ve İstanbul Film Festivali'nden birçok ödülle döndüğü için merak ettiğim bir filmdi. Zaten Serkan Keskin'in oynadığı bir film kötü olamaz diye düşünmekteyim. Bu filmdeki Hilmi Serkan Keskin, bir öğretmen. Deprem nedeniyle ailesini kaybeden gencecik bir kızla evlenmiş, ona üniversite sınavı için ders çalıştırırken apartman görevlisinin oğlu Ali'yi de dahil etmekte. Üçlünün ilginç bir ilişkisi var. Normal kalıpların dışında ama bence iyi bir film. Blu TV'ye geldiğini duyunca hemen izledim.

-Ve son olarak "Kuru Otlar Üstüne". Instagram'da da, Facebook'da da film üzerine düşüncelerimi yazdım, buraya da yazmaya gerek görmüyorum, söylenecek her şey söylendi zaten. Benim diyeceğim 4 saate yakın bir film hiç sıkılmadan izleniyorsa iyidir...

Eylül ayı içinde ailecek bir Kale civarı gezisi, kız kardeşle ilginç bir Hacıbayram turu ve bir arkadaşla da Gölbaşı TEİAŞ tesislerinde yemek yiyip yürüyüş yaptık. 


Vee son olarak muhtelif yerlerde içilen kahvelerle Eylül ayı dökümünü bitirelim:




11 Ekim 2023 Çarşamba

İSTANBUL 3 / 11 EKİM

Ve geldik son güne. İstanbul o kadar kaotik, hareketli, uyumayan bir şehir ki dışardan gelen biriyseniz ister istemez bu döngüye ayak uyduruyor ve orada geçirdiğiniz zamandan daha fazlasını yaşamış gibi hissediyorsunuz. Hesapta son günün sabah saatlerini otel civarında, Yeldeğirmeni Mahallesi'ni gezerek, öğleden sonra da Moda'ya giderek geçirecektik. Kahvaltı sırasında beraber geldiğimiz arkadaşla yaptığımız sohbette Salt Galata'da "Reşat Ekrem Koçu Sergisi" olduğunu duyunca kız kardeş plan değişikliği önerdi. Tabii ki kabul ettim, valizleri hazırlayıp resepsiyona bıraktık ve kendimizi Karaköy vapuruna attık. Esasen o gün İstanbul'un kurtuluş günü olduğu için toplu taşım araçları ücretsizmiş ama bizim kartımız isme kayıtlı olmadığından şıkır şıkır ödedik paraları 😄 İstanbul kurtuldu ya paralarımız helal olsun deyip güverteye yerleştik. Vapurla defalarca karşıdan karşıya geçsek de Ankaralı olarak manzaraya doyamadığımızdan yine telefonlara davrandık, bu defa yanımda tarihi yarımadayı götürmek istedim. Kız kardeşle Cankurtaran Öğretmenevi'nden Sarayburnu'na güneşte pişe pişe yürüyüşümüzü anıp gülüşerek vardık Karaköy'e. 


Karaköy kalabalığına karışıp gösterişli binalarıyla Bankalar Caddesi'ne ulaştık. Salt Galata henüz kapalıydı, açılış saatine kadar etrafı kolaçan etme yürüyüşü yaptık. Bizi Freddy Mercury karşıladı:


"Bohemian Rapsody"den bir kuple rica ettik, kırmadı. Söyledi ve motosikletine atlayıp gitti 😊Biz de buralara kadar gelmişken bir eski dosta "Merhaba" demek istedik, istikamet Kamondo Merdivenleri:


O esnada Salt Galata açıldı, biz de içi-dışı birbirinden güzel binadaki "Reşat Ekrem Koçu Sergisi"ni gezmek için girdik içeriye.


Serginin adı "Başka Kayda Rastlanmadı" ama görüldüğü gibi başka kayıt var mı diye epey yakından inceleyenler var 😃


Reşat Ekrem Koçu malum İstanbul aşığı bir tarihçi ve yazar. Kendisinin tarih ve eski İstanbul konulu kitaplarının yanısıra 11. cildi yarım kalmış İstanbul Ansiklopedisi en önemli eseri. Bu sergide de İstanbul Ansiklopesi'nin yayınlanmamış bölümleri izleyicilere sunulmuş. İlgiyle gezdik. 

Salt Galata'nın cafesinde kahvelerimizi de içtikten sonra tekrar Karaköy sokaklarına açıldık. Karnımız acıkınca Gümrük Lokantası'na girdik. Alışkanlıklarımıza aşırı bağlı bireyler(!) olarak daha önceki gelişimizde oturduğumuz masaya yerleştik, aynı manzaraya bakarak yemeklerimizi yedik 😄

Saat bizi beklemediği ve akşam da yola çıkacağımız için İskele'ye yollanıp tekrar vapura yerleştik. Gitmeden birkaç hatıra pozunu da ihmal etmedik:


Ve bu kez yakından görüşme fırsatı bulamadığım sevgili Kulem, onsuz olmaz, onsuz olmaz...


Kadıköy'e iner inmez kendimizi tıklım tıklım bir Moda tramvayına yerleştirdik. Yaş ortalaması epey yüksekti 😃 Bir de herkese laf yetiştirip tavsiye veren her ...'a maydanoz, egosu şişkin bir amca vardı. Kısa mesafe için binen bir delikanlıyı azarladı, arkaya ilerleme uyarıları yaptı, çocuğunu sıkı sıkı tutup tramvay penceresine oturtan bir kadına kızdı, son olarak da karşımızda oturan yol sorduğumuz beyefendiye "Bu durağa bir rehberlik bürosu aç" diyerek bizimle dalga geçmeye kalkınca kız kardeş dayanamayıp tersledi. Terslenince de "Şaka yapıyorum yahu, anlamıyorsunuz" havalarına girdi. 

Kendimizi can havliyle attık tramvaydan, çok isabetli bir iş yapmadığımızı, yolu kısaltalım derken uzattığımızı saate bakınca anladık ama yine de "Olsun, Moda'yı boylu boyunca görmüş olduk" diyerek avunduk. Hâl böyle olunca Moda Çay Bahçesi'nde oturma planımızı iptal ettik ve meğerse çok kısa olan yolu yürüyüp tekrar Kadıköy'e döndük. Şehrin yabancısı olmanın böyle dezavantajları oluyor. Maydanoz Amca'ya tramvayda kızdık ama sonrasında kendisini anıp epey eğlendik. 

Tramvaydaki bunaltımızı İstanbul Kitapçısı'nda apar topar bir kahve içip bir-iki şey alarak giderdikten sonra yönümüzü tekrar Kadıköy Çarşı'ya çevirdik. Akşam trende yemek için birkaç unlu mamul satın aldık, otele gidip paketleri bıraktık ve Yeldeğirmeni Mahallesi teftişine başladık. Yeldeğirmeni hep aklımda olan ama bir türlü denk düşürüp göremediğim bir yerdi. Kendimizin seçmediği otelimizin bu lokasyonda olması bir çeşit şanstı sanırım. İlahlar Yeldeğirmeni'ni görmem için bu geziyi uygun bulmuşlar 😂 Keşke daha çok zamanımız olsaydı ve daha uzun uzun gezebilseydik ama bu kadarı bile semti sevmemiz için yetti.

İlk durağımız Qunegond'un önerisi ve resepsiyon görevlisinin tarifiyle ulaştığımız-ki neredeyse otelin dibindeymiş-Yeldeğirmeni Sanat Merkezi oldu. Notre Dame du Rosaire Kilisesi'nin restore edilmesiyle açılan merkezde çok hoş bir sergiyi gezme imkanı yakaladık. 


 

Bunun gibi 12 muhteşem tablonun yer aldığı sergi "Odyssey" adını taşıyor ve Von Wolfe isimli Alman ve Polonya kökenli bir İngiliz sanatçıya ait. Homeros'un erkek egemen anlatısı olan Odysseus'un okyanustaki fırtınalı yolculuğunu yeniden hayal eden sanatçı bu kez kahramanları kadın olarak resmediyor, böylece geleneksel cinsiyetçi rollere de karşı çıkmış oluyor. 12 devasa tablo alüminyumdan yapılma ışıklı kutularda sergilenmekte ve insanı hayran bırakmakta. Görebildiğimiz için çok mutlu olarak ayrıldık sergiden. Eğer gitmek isterseniz girişteki görevli telefonunuzdan size davet yaptırıyor ve o şekilde gezebiliyorsunuz. 

Sergiden çıkınca gezebildiğimiz kadar Yeldeğirmeni sokaklarında dolaştık, şahane duvar resimleri gördük, bazıları 1910'a tarihlenmiş güzelim binalara hayranlıkla baktık ve semtteki mahalle havasını çok sevdik. 









Mahallede çok miktarda cafe. küçük, butik işletmeler, sevimli dükkanlar ve bir mahallede bulunabilecek ihtiyaç mekanları-yufkacı, manav, bakkal gibi-var. Rengarenk bir görüntü, çok sevdik. Umarım hep böyle kalır, giderek yozlaşmaz ya da kentsel dönüşüme kurban gitmez.



Yukarıdaki gülen suratlı kepengi ve dış cephesine kirloz, tekinsiz görünümlü oyuncaklar asılmış, ne olduğunu anlamadığımız evi geldiğimiz gün valizlerimizi çeke çeke otele giderken görmüştük ama otelin Yeldeğirmeni'nde olduğunun henüz farkında değildik. Bu da böyle bir tesadüf oldu. 

Tren saatimiz yaklaşıyordu ve ben yine müthiş terlemiş, üstüne bir de o teri buz gibi yapıp sırtıma yapıştıran rüzgarı yemiştim. Otele döndük, kostüm değişimi yaptım. Eşyaları toparladık, resepsiyondan taksi rica ettik ama taksi yok cevabı aldık duraktan. Bize Pendik dolmuşuna binmemizi tavsiye ettiler. Trafikte geçecek süreyi de hesaplayıp ana caddeye çıktık, dolmuş beklerken işe bakın ki önümüzde bir taksi durdu. Çekine çekine-evet İstanbul'da böyle bir taksici korkusu var-Söğütlüçeşme'ye gider mi diye sorduk. Olumlu cevapla rahat bir nefes alıp şoför istifini bozmayınca valizlerimizi bagaja kendimiz yükledik. Böyle de bir minnetsizlik hali mevcut. İstasyonumsu mekana ulaştığımızda trenin kalkmasına neredeyse 1,5 saat vardı, ne yapalım korku dağları bekler. Yoğun bir kalabalık içinde kâh ayakta, kâh oturarak, görevlinin uyarılarına kulak kabartarak bekledik. Sonunda trendeki yerimize yerleştiğimizde derin bir nefes aldık. Ankara'ya ulaşıp YHT Gar'ının sakin düzenine kavuşunca da "Dünya varmış" dedik 😊

Her şeyine, tüm kaosuna, kalabalığına, pasaklılığına, düzensizliğine, yoğun trafiğine, çirkin yapılaşmana, ulaşım zorluğuna rağmen seni seviyoruz İstanbul. Çok güzelsin, karmaşanla güzelsin ama seninle yaşamak çok zor. Ara sıra ziyaretine gelmek yine kısmet olsun, bekle bizi İstanbul...

20.000 Adım

10 Ekim 2023 Salı

İSTANBUL 2 / 10 EKİM

İstanbul'daki ikinci günümüzün sabahına otelin biz Ankaralılar için muhteşem manzaralı teras katında kahvaltı ederek başladık. 


Derken bir konuğumuz oldu:


Açık pencerenin pervazına konup "Ellere var da bize yoh mi?" dercesine gözlerini dikip bakmaya başladı. Simit pahalandığından beri kısmetleri kesilmiş bunların. Vapurlara ne martılar yanaşıyor, ne de simit atan var. Gözlerine kestikleri yemek mekanlarının açık pencerelerine yanaşmakta bulmuşlar anlaşılan çareyi. O bakadursun otel görevlisi uyardı, "Pencereyi kapatın az sonra sinirlenip içeri dalar, masayı dağıtır, çaylar üstünüze dökülebilir" dedi. Dediğini yaptık, o da küstü gitti 😃

Kahvaltı sonrası hazırlanıp çıktık. Kız kardeşin Mimarlar Odası'nda bir sunumu vardı, öncesinde sevgili arkadaşım, blogdaşım Zelda Capulet ile buluşup karşıya geçecektik, sunum vaktine kadar birlikte dolaşacak, sonrasında onu sunuma uğurlayıp ben başka bir programa dahil olacaktım. Otelin bir üst sokağında Z ile buluştuk. Daha İstanbul'a gelirken niyetimiz görmediğimiz semtleri, mekanları görmekti. O yüzden hedefimizde son zamanlarda hakkında çok şeyler okuduğum Kurtuluş (Tatavla) vardı. Vapurla Kabataş'a geçtik. Tabii ki vapurda Ankaralı olduğumuzu belgeleyip İstanbulluların alışkın olduğu için görmezden geldiği manzaraları fotoğrafladık 😀Kim bilir bir daha ne zaman yolumuz düşer İstanbul'a, eski dostları yanımızda götürelim:


Pardesülü Haydarpaşa


Estetikli Kız Kulesi

Kabataş'ta vapurdan inip Finikülere bindik ve Taksim'e geçtik. Yeni AKM ile merhabalaşıp Taksim Camii ile tanıştık. Sonra da Kurtuluş'a doğru bir yürüyüş tutturduk. Yol üstü kafamızı sola çevirdiğimizde bir kilise gördük. Bahçesindeki heykeller ve görkemli görünüşü dikkatimizi çekince daldık içeriye. 

Girişteki tabelada yazan isim "Basilica Cathedrale du Saint-Esprit" idi. Oh oh, esprili kilise dedik, zaten kapı üstündeki Papa minyatürü de pek güler yüzlü idi. Sonra içeriyi gezerken rastladığımız madam bize yan taraftaki okulun Notre Dame de Sion olduğunu söyledi, kendisi de yıllarca orada sekreter olarak çalışmış. Bak bak, bilmeden nereleri bulmuşuz 😃 Ataletciğim bunu en iyi sen bilirsin, sahiden espri kelimesiyle bir bağlantısı var mı kilise adının?


Kiliseden ayrılıp yola devam ettik. Bu arada ben malum yine kan-tere batmıştım. Bu sefer hazırlıklı idim, yanımda yedek giysiler vardı ama değiştirecek mekan bulmakta idi sıkıntı. Sonunda Kurtuluş'a ulaştık. Vaktimiz sınırlı olduğundan çok gezemedik ama binaların güzelliği gözümüzden kaçmadı, daha detaylı gezmek isterdik esasen:





Gerçek bir mahalle havasındaki Kurtuluş'un inişli çıkışlı yokuşlarını aşarak Üstün Palmie Pastanesi'ne ulaştık. Pandispanya ve benzeri karbonhidratları paketletip elimize birer Adisababa alaraktan kahve içecek bir mekan aradık ve sonra kadınların işlettiği hoş bir cafe bulduk. Kahveleri beklerken terli giysileri yenileriyle değiştirip döndüm masaya. Yeterince dinlenip kahveleri de içtikten sonra artık Karaköy yolu gözükmüştü. Acaba bir taksi bulabilir miydik?


Taksiyi şu tuhaf binanın olduğu yerde bulduk. İstanbul taksilerinin korkusu içimize daha gelmeden nakşolduğundan bizi alıp alamayacağını sorduk şoför hazretlerine. "Sultanahmet'e götürmem" dedi peşin, kesin ve net olarak. "Karaköy'e gidecektik" deyince lütfedip "Binin!" diye emretti ve sonra yol boyu daldan dala atlayarak konuştu, hiç susmadı. Ön koltuğa kız kardeş oturmuştu, bütün cevap verme cefasını o çekti. Şöyle bir şey anlattı: "Azer Bülbül Almanya'ya konsere gitmiş. İlk şarkıdan sonra titremeye başlamış. Almanlar bunu elektrik çarptı zannedip sahneye hücum etmişler kurtarmak için". Anlattığı onca politik ve gündem içi şeyin arasına bu anekdotu niye sıkıştırdı anlamadık ama gülmekten yerlere yattığımızı da söylemeden geçemeyeceğim. 

Geveze ve egosu yüksek şoförden Karaköy'de kurtulduk. Kız kardeşi Mimarlar Odası'na bırakıp vapurdan inip bize katılacak Ekmekçi Kız'ımızı beklemek üzere iskelenin karşısındaki Mado'ya yerleştik. İnsan bazen sevmediği yerlere de oturmak zorunda kalabiliyor. Ekmekçimiz bize katılınca yemek yemek için üst kata çıktık. Biz yemekteyken Mi Vitamini'miz de katıldı aramıza. Böylece yemeğimizin besin ve mutluluk değeri arttı 😃

Yemekten sonra Z'ciğimizi yolcu ettik, biz üçlü olarak Galataport'a gitmek üzere yola düştük. Galataport fazla steril bir mekan, elit tabaka hedef alınarak yapılmış. Lüks cafeler, oteller, mağazalar sıralı. Sahili ise dipdibe devasa üç Cruise gemisi kapatmış. Adeta bir kale duvarı. 



İstanbul Modern'in yeni binası da burada, vakit olmadığı için gezemedim haliyle. 2006'da gezdiğimle idare etmeye karar verdim. Kısmetse bir dahaki sefere.


Yolun sonunda "Splendida"nın burnuna ve denize ulaştık. Tophane'ye bir selam çakıp döndük. İstanbul'un bence en güzel camilerinden biri olan Nusretiye Camii temizlenip bakıma alınmış ama Galataport binalarının arkasında kalmış. 




Böyle güzel polis karakolu dünyanın neresinde vardır acep?

Açıkçası yorulmuştuk ve kahvemiz gelmişti. Mi'ciğimiz bizi hoş bir cafeye götürdü, kahvelerimizi alıp masamıza kadar getirdi. Çok yaşasın küçük kardeşler 💗

Kahve sefası sonrası Mi'yi yolcu ettik ve Ekmekçimle birlikte Tünel'e binip Beyoğlu'na yollandık. İlk işim restore edilen Narmanlı Han'a bir göz atmak oldu. Atmaz olaydım, Narmanlı Han'la ilgisi olmayan pembe bir pasta ile karşılaştım. Aliye Berger'in, Tanpınar'ın, Bedri Rahmi'nin kemikleri sızlamıştır eminim, iyi ki bu halini görmediler. Kendimi yeni nesil cafelerde sohbet eden gençlerin arasından sıyırıp acele kaçtım oradan. Neyse ki Botter Apartmanı elden düzgünce geçirilip Casa Botter adıyla açılmış. Balkonuna çıkıp İstiklal Caddesi'ni kuşbakışı seyran eyledim.



Şu pembeli-yoksa yavruağzı mı, anneannemin dikoltalarının rengi-şey Narmanlı Han, ne kadar Narmanlı Han ise işte 😠

Bir miktar Beyoğlu'nda gezip gözlerimizi süzdükten sonra sunumu biten kız kardeşi alıp Karaköy'e döndük. Vapura atlayıp şahane gitar çalan bir gencin melodileri eşliğinde Anadolu'muza geçtik. 


Kadıköy'e gelince aç karnımızı doyurmaya nereye gittik? Tabii ki Çiya'ya. Tezgahtaki yemeklerden ben sütlü bamya seçtim. Esasen bamyaya bayılmam ama yeni tarifler denemeyi severim. Ne kadar isabetli bir karar verdiğimi ilk çatalda anladım. Bugüne kadar yediğim en güzel bamya yemeğiydi. Nasıl yapılmıştı, içinde neler vardı hiçbir fikrim yok. Yine sütlü biber olduğunu söyledikleri bir karışımın üstüne bamyayı serip getirdiler, aman da aman nefisti. Karadeniz gezisinden aklımda yalnızca "Pepeçura" kalmıştı, bu İstanbul gezisinden de "Sütlü bamya" kalacak. Yemeğin üstüne mideye gönderdiğimiz demirhindi şerbetlerinden sonra Kadıköy Çarşı'nın kalabalık sokaklarına çıktık. Ekmekçimizi evine yolcu edip sahilde biraz dolaştıktan sonra biz de otelin yolunu tuttuk. 

Bugünün adım sayısı bir rekor: 32.000

Yarın 3. günde görüşmek üzere...