.

.
.

12 Temmuz 2025 Cumartesi

HAFTA SONU / 12 TEMMUZ

Bu sabah uzun zamandır ilk kez dozer ve beton delici sesi olmadan uyandım, ne mutluluk. Caddenin öte yanında yıkılan yurdun arsasını alan müteahhidin muhtemelen arzın derinliklerine uzanmak gibi bir niyeti var ki günlerdir kaza kaza bitiremediler. Ne sabahın erkeni diyorlar, ne gecenin yarısı, ne pazar, ne cumartesi tak tak tak, har har har, güm güm güm. Gürültü bir yandan, toz bir yandan bezdik ki hem de nasıl. Antalya'daki makus talih burada da yakamı bırakmadı. 

Dozer gürültüsüz sabahın güzel günaydını ise eve sanal sipariş ile yarı ölü giren sardunyadan geldi:


Her sabah saçlarını okşayıp kokladığım fesleğenin yanında pespembe açıvermişti. Çiçek bile kendini seveni, ilgi göstereni biliyor da insan soyunun bir kısmında bu özellik yok ne yazık. Fesleğen de sardunyayı kıskandı mı nedir, o da açıvermiş iki minik, beyaz çiçek ama bu iyiye alamet değil. Fesleğen insanların tersine ömrünün sonuna doğru çiçek açıyor. Bizimki alttan sararmaya başlayan yaprakları ve beyaz çiçekleriyle "Bir süre sonra bana müsaade" demek istiyor galiba 😊

Balkonda Kocam Bey'in her yaz oluşturduğu bahçe kimi zaman emeklere cevap veriyor, kimi zaman da nanik yapıyor. Bu sene çeri domates diye aldığı fideler bildiğimiz domates çıktı. Geçen yıl da fidecinin sivri biber diye verdikleri dolma biber çıkmış, üstelik tek bir ürün dışında cimrilik yapmıştı. Bu yıl ne olacak bakalım. Şimdilik aşağıdakilerden üç adet var, büyüyüp salataya girer mi, yoksa yarı yolda su koyuverir mi yaşayıp göreceğiz.


Balkon bahçemiz şöyle:


En arkada, mavi kovanın içindekiler semizotu, bahçenin en verimli, en dertsiz ürünü, çayır gibi büyüyorlar. Altta solda, fotoğrafta görünmeyen bir leğen dolusu roka var, onlar da sıkıntısız, haftada bir biçip yeni ürün almak mümkün. Diğerleri domates, birkaç tanesinin üstünde uzun zamandır çiçek var ama bir türlü meyveye dönmedi, uzayıp gidiyor. Anneannemin bir begonyası vardı, hani şu yaprakları puanlı olup salkım salkım açanlardan. O kadar uzamıştı ki neredeyse tavana değecekti, babam "Kantorlu Kavak" adını takmıştı. Karagöz oyununun Kanlı Kavak isimli olanından duymuştu sanırım. İşte bunlar da her bakışta babamı hatırlatıyorlar, bakıp bakıp "Kantorlu kavaklar" diyorum, "yeter uzadığınız, meyve verin". 

Balkonun fotoğrafta görünmeyen bölümünde 5 saksı çilek var, Umut Bey onuruna alındı. Onların da sadece iki saksısı ürün verdi, diğerleri yaprak büyütüyor. Domateslerin meyveye duranları da o kısımda, umarım büyür, kızarırlar. Olmazsa da yeşillik işte, her şeye rağmen insanın içi açılıyor. "İnsan gözü ot oburdur" demiş çok bilmiş atalarımız, "yeşil görmezse doymaz". Bazıları yeşilden kastedileni dolar yeşili olarak algılıyor olsa da...

Sıcağından kaçtığımız Antalya bizi cezalandırmak için arkamızdan yolladı poyrazını. Ankara uzun yıllardır deneyimlemediğimiz kadar sıcak. Mecbur kalmadıkça sokağa çıkılmayacak kadar bunaltıcı bir hava var. Kendime minik, şarjlı bir vantilatör aldım, içinde sürekli açık kalan bir musluk olan boyun bölgeme tutuyorum terini kurutmak için.

Noktalı virgül koyduğumuz hastane işlerine sonunda noktayı koyduk. Şükür diyelim ve mümkünse bizi uzun süre rahat bırakmasını dileyelim. 

Son blog yazısından bu yana 2 kitap bitirip üçüncüye başladım. ilki çok sevdiğim Roy Jacobsen'in son yayınlanan kitabı "Sınırlar" idi, tamam Roy biraderimiz her zamanki gibi çok detaylı, çok yetkin bir iş çıkarmış ama her yetkin işi sevmek zorunda da değiliz yanı. Dört bir yanımız ateş altındayken bir de kitapta savaş okumak ruhumu yordu, ıkına sıkına bitirdim ve dedim ki "Roy kardeş, başkası yazsa ben bu kitabı fırlatır atardım, bu kadar savaş detayı niye. Senin hatrına bitirdim de Nasreddin Hoca hesabı "ay kuyudan çıktı ama....." gerisi hamfendü kişiliğime yakışmaz yazmayayım"

Bunca cephe gezdikten sonra beni Neşe Karaböcek paklar dedim ve içimde biriken tortuları temizlemek adına sanatçımızın kendi kaleminden yaşam öyküsünü okudum. Tanısam insan olarak severdim belki ama şarkıcı olarak yakınlık duyduğum, dinlediğim biri değildi, kaldı ki gençlik yıllarımın tutulan, popüler seslerinden biriydi. Klasik Türk Müziği'ni çok sevdiğim için şarkıların dejenere edilmesine dayanamıyorum. İspanyol tarzı söylediğini belirtiyor kitabında, sevenleri için hoş da olabilir ama ben klasik haliyle Türk tarzı dinlemeyi tercih ederim. Yaşam öyküsü o yılların gazino dünyasını ve 3,5 yaşında başladığı sanat hayatını anlattığı için ilginç geldi. Zaten iki günde okuyup bitirdim. Şimdi çok hoş bir kitap okuyorum. Velibor Çoliç'in "Hıdırellez"ini. Çingenelerin eğlenceli, masalsı, müzikle dolu kendine özgü yaşamları keyif veriyor. Storytel'de ise yine ihmal ettiğim bir klasiği, Emile Zola'nın "Germinal"ini dinliyorum. Yönetmen Sinji Somei'nun Mubi'de yayınlanan iki filmini "Yaz Bahçesinde Dostluk" ve "Ayrılma"yı izledim, çok beğendim. Arjantin yapımı bir film olan "Azor" ve İspanyol yapımı "Perşembeden Pazara" geçen hafta izlediklerim arasında idi, Azor'u değil ama diğerini çok sevdim.

Bu haftayı da dozer gürültüsü, hastane telaşesi, sıcak, ülke gündemi, kitaplar ve filmlerle kapattık, yeni gelen hafta daha güzel olsun, öncekini aratmasın...




6 Temmuz 2025 Pazar

YÜRÜMEK / 5 TEMMUZ

Ülkemizi kavuran, bizim de içimizi yakan yangınlar yetmezmiş gibi sabah yine tatsız haberlere uyandık. Günlerdir bitmeyen hastane koşuşturmaları yaşıyorum, zaten sinirlerim laçka, memleket hali de üstüne tüy dikiyor. O doktorun izni, bu doktorun raporu derken üç günde bitecek iş üç haftaya yayıldı. Sonunda küçük bir operasyonla noktalı virgül koyduk, nokta için haftayı bekliyoruz. Hayattaki en önemli şeyin sağlık olduğunu kendisi sinyal verince anlamak gibi de bir aymazlığımız var. "Yumurta kapıya gelmeyince gıdaklamıyorsun" derdi annem deyimi kibarlaştırarak. Aslında ben yumurta daha portakalda vitaminken yapılacak işi tasarlamaya başlarım, son güne bırakmak hiç adetim değildir, bir tek doktora gitmek konusunda böyleyim (komik ama diş doktoru hariç), sanki korkunun ecele faydası var. Neyse zor ve uzun oldu ama hallettik neredeyse. 

Operasyon sonrası bir süre evde dinlenmem gerekti haliyle, sıkıldım. Çok az kişinin haberi vardı, imdat kolum, kız kardeşim hep yanımdaydı. Sonra sürpriz olarak Hollanda'da bizi konuk eden sevgili genç arkadaşlarımız geldiler, sohbetleri ve çiçekleriyle hem neşemi yerine getirdiler, hem de mutlu ettiler.


Evin içinde yata-otura dördüncü günü doldurdum. 3 film izledim, Storytel'de 5 tane kitap dinledim, bir sürü şeker patlattım, bir kitabı yarıladım ve sonunda sıkıntıdan patladım. Dizlerim sinyal vermeye başladı, o zaman dedim, yürüyüş zamanı gelmiştir. İkindi üstü çıktım ve 20. adımda daha ince giyinmem gerektiğini anladım, zira hava fena halde sıcaktı. Geri dönmedim tabii ki, gölgeden gölgeden ilerledim. Niyetim yıllar önce halamların oturduğu, evimize yakın sokağa gitmekti. Bülbülderesi Caddesi'ne geçiş yaptım. Ankaralılar bilir Seyranbağları semti bir zamanların bağlık bahçelik mekanı imiş, ismi oradan geliyor. Şimdilerde cadde olan Bülbülderesi ise gerçek anlamda bir dere, yani asfaltın altında dereler var. Bu arada belirteyim "Asfaltın Altında Dereler Var" adıyla Ankara'nın şimdi üstü kapatılmış derelerini anlatan bir belgesel var. Bulursanız izleyin derim. 

Caddeyi Olgunlar Sokak-esasında cadde-keser. Sola dönüp Olgunlar'ın dik yokuşundan tırmanmaya başlıyorum ve yıllar öncesinden bir anı geliyor gözümün önüne. Bir bayram günü halamlardayız. Büyük dayım ve yengem de geldiler bayram ziyaretine, berbat karlı bir gün, yerler buz, Olgunlar yokuşu kayak pisti gibi. Dayımın bir Vosvos'u var, apartmanın önüne park edip geldi. Geldi gelmesine de gitmesi o kadar kolay olmadı. Vosvos buzlu yokuşta kaymaya başladı, epey bir uğraşıdan sonra zapt edilebildi. Hem korkutucu hem de komik bir durumdu. Yokuşun sonunda Belkıs Sokağa dönüyorum, Gerçi ismi değişmiş "Şehit Lütfü Gün" olmuş. Halamların evi tam köşede idi, aşağıdaki apartman.


Yıllarca Yenimahalle'den Bakanlıklar otobüsüne binip Olgunlar Sokak boyunca yürüyerek geldik bu apartmana, defalarca kapısından girip birinci kattaki o dairede halam, eniştem ve kuzenlerle uzun saatler geçirdik. Tuhaf olan sokağın devamını hiç merak etmemem. Bu bina ve karşıdaki apartmanın altındaki bakkalla sınırlı kalmışım. Bu defa sokak boyu yürüdüm ve sokağın güzelliğine hayran oldum. Tüm apartmanlar bahçe içinde, bahçelerse ağaç ve çiçek içinde. Birkaç tane yeni bina olsa da çoğu Ankara'nın balkonlarının ferforje demirleri işlemeli, kişilikli apartmanları ve her bahçede en az iki tane leylak ağacı. Bu sokakta yaşıyor olsam baharda leylak kokusundan esrirdim eminim. Sadece leylak değil hanımelleri, güller, gül hatmiler, mor salkımlar, akşam sefaları. Eskilerden kalmış güzel binalar:


Bahçeyi saran çitte bu iklimde pek yetişmeyen Acem borularını görünce şaşırdım. Yükseltilmiş balkon demirleri tuhafıma gitmişti ama ilerleyince çocuk yuvası olarak kullanıldığını fark ettim. 

Derken Hacıyolu'na çıktım, Ankara'nın en dik yokuşlu sokaklarından, devam edip Yaprak Sokağa ulaştım, orada Belkıs Sokak bitti zaten. Sağa kıvrılıp Bülbülderesi'ne indim tekrar. Seyranbağları'ndan Küçükesat'a doğru yollandım. Yine güzel evler, güzel bahçeler gördüm, Hassas Bölgeler'e gelince Tahran Caddesi'nden Nene Hatun'a çıktım. Artık Kavaklıdere'ye gelmiştim. Buralar da bağlık bahçelik yerlermiş zamanında, hatta benim hatırladığım yıllarda Tunalı'nın sonunda Kavaklıdere Şarap Fabrikası'nın bağları ve binaları vardı. Şimdi yerinde Sheraton Oteli yükseliyor. Burası Ankara'nın yeşilliğini hala koruyan, eski ama asil görünümlü apartmanların bulunduğu güzel bir semttir. Lakin hava sıcak ve ben de yorulmuştum. Nene Hatun'un en eski pastanelerinden birine girip soluklanmak istedim. Oldukça eski bir apartmanın altında küçücük bir bahçesi olan, kendisi de küçücük bir pastane Hatun Pastanesi. Her yer doluydu, pek sevimsiz bir köşede bir masa bulup yığıldım, zira tansiyonum düşmüştü. Kahve ve soda ile kendime gelip yola devam ettim. Bu defa ayaklarım beni Bülten Sokağa taşıdı. Çünkü orada da küçük dayımın evi vardı: 


Ne çok ayak izimiz var şu girişte. Zemin kattaki dairesinin bahçesini çiçeklerle bezeyen, mangal yakıp etleri pencereden uzatan dayım acaba bugün önünde durduğumu fark etmiş midir başka bir diyardan?

Yola devam ettim ve bakın karşıma ne çıktı, meğer benim dizler doğdukları yeri özlemişler, ondan bu yöne çevirmişler beni 😂:


İkinci kat pencerelerine bir selam çakıp Bilir Sokağa döndüm, sokağın adını "Abay Kunanbay" diye değiştirseler de (Kazak bir şairmiş kendisi) o bizim için her zaman Bilir Sokak. Zaten girişteki Bilir adını taşıyan kasabın bahçesindeki kocaman inek ve koyun replikaları unutturmuyor sokağın eski ismini. Buraya kadar gelmişken Sevgi Soysal'a da bir selam vermeden gitmek olmazdı:


"Tante Rosa"  adını taşıyan cafenin bulunduğu binada bir dönem Sevgi Soysal yaşamış ve "Yürümek" romanını burada yazmış. Apartmanın bahçesinde muhteşem bir ıhlamur ağacı var. Cemal Süreya görseydi "Keşke yalnız bunun için sevseydim seni" derdi.

Artık Büklüm Sokağa (Bu semtte sokakların adı B ile başlar; Bardacık, Balo, Billur, Bestekar, Belligün, Bahar, Büyükelçi gibi) giriyor ve sokağı tak gibi kapatan yıllanmış ağaçlarının altından yürüyerek Tunalı'ya varıyorum. Buraya kadar gelmişken markete uğramamak olmaz. Peynir-zeytin reyonunda bakınırken komik tipli görevli dikkatle, hatta üstüme doğru eğilerek bana bakıyor. Kesinlikle birine benzetti, halimi hatırımı sordu zira, renk vermedim. Havadan sudan sohbet ettik, bir miktar zeytin aldım, satıcının ısrarlı peynir tekliflerini reddedip kasaya yöneldim.

Yoruldum, iki elimde iki ağır market poşeti ile Tunalı yokuşundan aşağıya vurdum kendimi, tansiyonum yine düşer gibi olduysa da yüz vermedim. Sonunda eve ulaştım, yoruldum ama bu yürüyüşten de epey keyif aldım. Bir dahakine başka sokaklara...

Not: Bu yazı cumartesi yazıldı, yayınlanması pazar gününe kaldı.





25 Haziran 2025 Çarşamba

İKİDE BİR-SON / 25 HAZİRAN

Ben sanırım ya günleri ya sayıları karıştırdım 15 numaralı yazımı sondan bir evvelki diyerek yazmışım. Sizlerin son yazılarınızı okuyunca bir veda yazısı yazmam şart oldu. Neslihan'ımızı diğer katılımcılarımızın da yazdığı gibi kaptanımız ilan ediyoruz artık, o dümeni hangi yöne kırarsa peşindeyiz biz tayfalar. Sizlerle ortak bir noktada buluşmak çok keyifliydi, tanımak da. Kimbilir belki kaptanımız öncülüğünde gerçek hayatta da bir buluşma gerçekleştirebiliriz, hayali bile güzel. Gerçekleşmezse de varlığınızı bilmek harika.

Bilenler bilir, 4 yıl önce dizlerime protez takıldı, beni çok büyük bir dertten kurtaran gün oldu o gün, benim gibi hayata bağlı, gezmeyi tozmayı seven birisi için çok büyük yüktü eski dizlerim, eski blog arkadaşlarım gülerek hatırlayacaktır, diz ağrılarımın ismi bile vardı; Cevriye ile Tevriye. Feminist bir doktorum vardı, bari erkek ismi koysaydın diye kızmıştı bana 😂Onları 4 yıl önce tam da bugün sepetledim. Yerlerine topuz kafalı iki metal takıldı. Onlara isim koymadım, bünyeme nüfuz edip benimle anılsınlar diye. Kısacası İkide Bir'i yeni dizlerimin doğum günüyle kapatmak da ayrı bir hoşluk oldu. Çok yaşasınlar:


Yeni yazılarda buluşmak dileğiyle hepinize sağlıklı, huzurlu bir yaz, dünyaya barış, ülkeye huzur diliyorum. Sonbaharda yine buluşalım ama bu arada buralara uğramayı da ihmal etmeyelim. Aşağıdaki fotoğrafı birkaç yıl önce Edirne'den doğmadığım ama kimliğimde doğum yeri olarak görünen, 1,5 yaşında ayrıldığımdan beri hiç görmediğim Meriç'e giderken çekmiştim. Ayçiçekleri neşe verir bana, sizlere de neşe getirsin:


Hepinize çok çok teşekkürler ve sevgiler...

23 Haziran 2025 Pazartesi

İKİDE BİR 15 / 23 HAZİRAN

Haftanız güzel olsun sevgili dostlar. İkide Bir'in sondan bir önceki yazısında dünyada dönen işleri bir yana bırakıp şu an bulunduğum şehirden söz etmek istiyorum, Ankara. Çoğunluk için sıkıcı, gri, denizsiz ve asık yüzlü olarak bilinen ya da nitelenen şehrimizde benim bile şu yaşıma kadar bilmediğim ne hazineler olduğunu öğrenseler belki fikirlerini biraz olsun değiştirirdi insanlar. Birkaç gün önce "Kavaklıderem Derneği" öncülüğünde bir şehir içi tura katıldım, turun başlığı "Genç Cumhuriyet'te Rus İzleri" idi. Girmediğim sokaklara daldım, görmediğim mekanlara girdim, bilmediğim şeyler öğrendim. 

Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra ilk açılan yabancı elçiliklerden birinin Rus Elçiliği olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum, bildiğim yegane şey Kurtuluş Savaşı sırasında Rus hükümetinin Türkiye'ye yardımda bulunduğu. Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'du malum, cumhuriyetin ilanından sonra Ankara başkent yapılınca pek çok ülke elçiliklerini Ankara'ya taşıma konusunda olumsuz tavırlara girerken, Sovyetler Birliği 1920'de-elbette ki ekonomik ve politik nedenlerle-şimdilerde "Hamamarkası" denilen semtte, 18. YY. da yapılmış, kendilerine tahsis edilen Hacı Mehmet Özgün Konağı denilen binada faaliyete geçmiş. Net görünmüyor ama bina aşağıdaki fotoğrafta, kapalı idi gezemedik:


Binanın ve biraz arkasında bulunan Nazım Hikmet-A.C. Puşkin Kültür Merkezi'nin bulunduğu meydan şimdilerde Sen Petersburg Meydanı olarak anılıyor, fotoğraftaki pembe zeminli alan. Zeminin altının Rus mezarlığı olduğu söyleniyor anısına bir taş dikilmiş:


Hamamarkası semti ismini tarihi Karacabey Hamamı'ndan alıyor, hamam ve mahalle yakın zamanda restore edildi. Önce Hamamönü adıyla hamamın ön tarafındaki mahalle, sonra da arkasında kalan ve geziye konu olan Hamamarkası mahallesi. Sokaklarda biraz dolaştık, çiçekli bahçeler içinde restore edilmiş eski konaklar (tabii bazıları halen metruk ve harap halde) çeşitli kurumlara tahsis edilmiş, ev ve işyeri olarak kullanılanları da var. Aşağıdaki, nişan günlerini ölümsüzleştiren bir çiftin yer aldığı küçük meydan bunlardan biri:


Turumuza devam ederek, İnci Sokağı'ndan ayrılıp eskiden Rus Hastanesi olarak kullanılan ve şimdilerde Nazım Hikmet-A.C. Puşkin Kültür Merkezi olarak adlandırılan binaya yürüyoruz:


Söz konusu bina bu, aşağıda içinden bir görünüş:



Pencere camlarından detay

Asıl ilginç olansa yeşillikler ve güller içindeki gizli bahçesi. Bahçede yer alan bir masa ve bank Sakarya Savaşı'nda yaralananları ameliyat ve pansuman amaçlı da kullanılmış:


Atatürk'ün şu fotoğrafını çoğunuz görmüşsünüzdür:


İşte bu fotoğraf bu bahçede, aşğaıdaki kapının yanında çekilmiş, biz de poz verdik tabii ki orada:



Konagın eski harflerle damgalanmış dış duvar tuğlaları

Gerek eski Rus Elçilik binası, gerekse fotoğraflardaki Kültür Merkezi bir suikast sonucu öldürülen Rus Federasyonu Büyükelçisi Andrey Karlov zamanında restore ettirilmiş.

Bir sonraki istikametimiz Kale ve oradaki Türk-Rus Dostluk Evi. Daracık sokaklardan geçiyor, ilginç evler, çok güzel, oymalı kapılar, bize merakla bakan insanlar görüyoruz. Sokak isimleri ilginç, işte fotoğraftaki sokağın adı: "Ev Kadını Sokağı" 😊




Kale eteklerinden semte ve şehre bakış:


Sonunda menzile ulaşıyoruz, Türk-Rus Dostluk Evi. Daha önce de gitmiş ve blogda bahsetmiştim, o nedenle fazla detaya girmeyeceğim. Burası bir çeşit kültür merkezi ve müze görevi görüyor. Çok renkli bir bina, rengarenk mobilyalar, duvarlarda çoğunluğu Rus ressamlara ait tablolar, müzik aletleri sergileniyor. Bu yürüyüşü Rusların mutfak konusundaki mekansal izleri hakkında bir konuşma dinleyerek bitiriyoruz. Konu Karpiç ve Süreyya Lokantaları ile Madam Larissa'nın Büyük Sinema'nın yanındaki mekanı. Karpiç şimdi yıkılıp parka dönüştürülen eski Şehir Çarşısı'nda, Süreyya Pavyon (Pavyon ismine bakmayın, bir çeşit lokanta ve gece klübü) ise şimdi yerinde Soysal Pasajı olan Soysal Apartmanı'nın bodrum katında imiş.

Ve karnımız acıktı, yorulduk. Türk-Rus Dostluk Evi'nin özel Rus menüsü ile hazırlanmış açık büfeye geçtik. Neler vardı menüde derseniz Kievski, Romanov pilavı, şimşit çorba, şaşlık köfte, Arnavut ciğeri, pelmeni, Rus salatası haliyle ve tatlı olarak dilber dudağı. Arzu edenler için "Samagon" isimli yerli votka. Sadece tadına bakmak için bir yudum alabildim, kezzap içmişim gibi bir duygu uyandırdı :)

Çok ufuk açıcı, bilmediklerimizi öğrendiğimiz, keyifli bir gezi oldu. Düzenleyen Kavaklıderem Derneği'ne, gittiğimiz mekanların yetkililerine, mekanlar ve tarihçe hakkında bilgilendiren Tezcan Karakuş Candan ve kardeşime, tüm katılımcılara teşekkürler ve sevgiler...

Gördüğünüz gibi Ankara'da da gezecek çok yer var...

22 Haziran 2025 Pazar

İKİDE BİR 14 / 22 HAZİRAN

Cuma akşamı izlediğim konserden o kadar etkilenmişim ki iki gündür kulaklarımda şarkılar, o şarkıların anımsattığı insanlar, mekanlar, dostluklar, gidenler, kalanlar. Meğer ne kadar ihtiyacım varmış böyle bir şeye. 

Bebekliğimden beri annemin sesi kulağımda. Beni, "Çıkar yücelerden haber sorarım/Solarken dağların gümüş yaldızı/Bilmem neredeyim, neyi ararım/Derdime eş olur çoban yıldızı" şarkısıyla sallarmış ayağında, ben garibim de uyuyacağıma dudağımı büke büke ağlarmışım, ay ne gadan hisli bir bezelye üstünde piremses olacağım o zamandan belliymiş 😂Bunu yazınca aklıma geldi, geçen sene Kasım ayında Antverp'te idi sanırım bir vitrinin önünde durup kalmıştık. Bir mobilya mağazasıydı, daha doğrusu yatak, yastık, uyku malzemesi satan bir yerdi. Işıklandırılmış vitrinde üst üste konmuş çeşitli türde yataklar, en altta bir bezelye tanesi ve en üstteki yatakta mışıl mışıl uyuduğu belli olan bir prenses. Bizim yataklar en hassas prensesleri bile uyutur ey millet, bakın bezelyenin farkına bile varmamış diyordu ama işte onu bu masalla büyümüş kuşak anlar. Hoş Andersen Danimarka'lı olduğuna göre komşuları da biliyordur bu masalı, aval aval bakmazlar vitrine 😊

Ben şimdi nereye geldim yahu, daldan dala atlamazsam Leylak Dalı olamazdım. Neyse annem diyordum, bebekliğimden itibaren kulaklarımı Türk Sanat Müziği'ne alıştırdı sağolsun. Zaten sürekli şarkı söylerdi, sadece o değil babam ve dayım da. Hiçbirinin müzik eğitimi yoktu ama hem sesleri güzeldi, hem de usulüne uygun söylerlerdi, böylece o sevgi ve ilgi bana da geçmiş oldu. İlkokuldayken "Dil harab-ı aşkınım, sensin sebep berbadıma" şarkısını bile söyleyecek kıvama gelmiştim. Bu Aile Musiki Cemiyeti'nin yanısıra bizi besleyen asıl kaynak Yeşilçam filmleriydi elbette. O yıllarda ya film için bestelenen şarkı ünlü olur ya da ünlü olan şarkının adıyla hemencik bir film yapılırdı. Bize de şıpın işi o şarkıyı öğrenmek, sonra da habire söylemek kalırdı. Mahallecek Türk Sanat Müziği düşkünüydük, ergenliğe yeni girmişiz. En güzel ses Hülya'nındı, tiril yaparak, gırtlak nağmeleriyle söylerdi. Onu hep apartmanın yan bahçesinde, kömürlük penceresinin denizliğine oturmuş, tek örgü yaptığı saçlarına papatya şeklinde iri bir toka takmış, "Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı?" şarkısını söylerken hatırlarım. Nakarattaki "Canım benim, gülüm benim" kısmını da ne hikmetse "Canam benim, gülem benim" diye söylerdi. Biz böyle bir grup ergen genç kız yaz tatillerini Türk Sanat Müziği fasılları yaparak geçirirken mahalleye Tülinler taşındı. Tülin bizden az büyüktü ve adı anında kendinin de onayıyla "Deli Tülin" oldu. Bizim fasıl yaptığımız bir gün gelip karşımıza dikildi, dinledi dinledi ve "Salak mısınız be?" dedi, "siz niye pop müzik söylemiyorsunuz?". Hemen ardından da "Atlıkarınca dönüyor dönüyor/Dünya durmadan dönüyor dönüyor" diyerek şarkıya girdi. Böylece hem deliliğini, hem de sesinin güzelliğini ispatlamış oldu. Deli Tülin'in sayesinde repertuarımıza hafif müzik parçaları da dahil oldu. Lakin biz hala Yeşilçam filmlerindeydik. Belirli şarkılarla hatırladığım o kadar çok insan var ki.  Hülya Abla biri, annesinin o çocukken ölümünün üstüne anneannesi ve dayısının evinde yaşayan ve biz o apartmana taşındığımızda yeni nişanlanmış olan gencecik bir kız, yaşı 16 ya var ya yok. Düğününe çeyrek kala çeyizine yardım için gelen arkadaşlarıyla balkondaki kerevette bir yandan dantel örüp, bir yandan da "Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın" şarkısını heves ve heyecanla söylerken gözleri parlayan. Ne zaman bu şarkıyı duysam o sahne gelir gözümün önüne. Deniz Abla var sonra, genç denecek yaşta kaybettiğimiz. "Bağdat Yolu" şarkısı ve Deniz Abla ayrılmaz bir bütündü. Evlenip İsviçre'ye giderken hediye olarak sadece plak istemişti. Anneannemle Akın Caddesi'ndeki plakçıya gitmiş ve "Bağdat Yolu" plağını almıştık ona. Plakçı anneanneme "Dinlemek ister misin teyze?" diye sormuş, ben tam "Gerek yok" diyecekken anneannem, "Koy da dinleyim oğlum" demiş, ilk yüzüyle yetinmeyip ikinci yüzünü de dinlediğinden dükkandan neredeyse bir saatte çıkabilmiştik 😀

Sonra bir akşam gidilen bir ahbap gezmesi, o da ne? Sosyal Bilgiler öğretmenim de orada, karısı ve kızıyla, utançtan sandalyenin altına giresim gelmişti. Öğretmenimin kızının subay eşi gurbette, sohbet koyulunca yüreğindeki özlem sesine yansıyor: "Değdi saçlarıma bahar gülleri/Nazende sevgilim yâdıma düştün/Sevenin gönlüne bir güzel düşer/Sen de tek sevgilim bahtıma düştün/Gurbette sevgilim yâdıma düştün."

Çocukken Ayşecik filmlerinin hastasıydık, yaşıtımızdı üstelik ve biz gündelik rutin hayatımızda derslerle debelenirken o ünlüydü, film üstüne film çeviriyor, çeşit çeşit giyiniyor, herkes onu tanıyordu. Hangi filmiydi hatırlamıyorum ama hafta sonu İngilizce kursuna gittiğime göre ilkokul 4 ya da 5'te idim sanırım. O filmde Ayşecik annesinden ayrı düşüyor ve özledikçe bir şarkı söylüyordu, pek acıklıydı, "Bakarım pencereden, özlerim seni anne" diye bir dizesini hatırlıyorum, gerisi uçmuş. O kadar sevdim ki gittiğim kursun da etkisiyle İngilizce'ye çevirmeye karar verdim, uzun uzun uğraştıktan sonra şöyle bir çeviri yaptım, yazarken yüzüm kızarıyor 😳: "Look at the window mother, özlerim you are mother". Ahaha, özlemekin İngilizcesini de bilmiyormuşum yazık bana, özlerim you are mother ne yahu? Ah Yeşilçam filmleri blog ahalisine rezil ettin beni 😂

"Buruk Acı" filmini izleyip şarkısını da ezber ettikten sonra adaptasyonunu da yapmıştık: "Dersler korkulu rüya/Karneyse büyük acı/ Hangi sınıfa girsem/Karşımda Coğrafyacı".

Yaşımız büyüdüğünde ve Türk sineması yavaş yavaş çağ atladığında ise kanımıza giren son şarkı "Arkadaş", kitaplığımıza ve hafızamıza girip hiç çıkmayan şiir kitabı ise Ahmed Arif'in "Hasretinden Prangalar Eskittim"i olacaktı.

Çok uzattım değil mi? Hadi o zaman Belkıs Özener'in seslendirdiği en sevdiğim şarkı ile bitirelim:


Ve bu şarkıları dinlediğim Lunapark Gazinosu'nun yer aldığı Gençlik Parkı'nın bir görüntüsü de bugünün fotoğrafı olsun:


20 Haziran 2025 Cuma

İKİDE BİR 13 / 20 HAZİRAN

Bugün hastane işlerim vardı. Birtakım tetkikler için sabahtan öğleye kadar aç karnına, litrelerce su içmiş vaziyette koşturdum durdum. Sonunda bitti, kendimi önce eve, sonra duşa, üzerimdekileri de çamaşır makinesine attım. Çamaşırları astıktan sonra bir kahve yapıp yayıldım kanepeye. Bir yandan Storytel'de Adalet Ağaoğlu'nun "Üç Beş Kişi"sini bir kez daha hayran olarak dinlerken, bir yandan da tablette şeker patlattım. Yeteri kadar şeker patlatıp, yeteri kadar dinleme yaptığıma karar verince bu sefer yemek işine giriştim. Sonra da hazırlanıp "Yeşilçam Şarkıları" konserini dinlemek üzere CSO Ada'ya doğru yola düştüm. 

Yürüyerek gitmeye karar verdiğim için başlama saatinden oldukça erken çıktım evden. Tam mesai saati olduğundan trafik felaketti, karşıdan karşıya geçmek bile epey sıkıntılı oldu. Bu sefer yedekli idim, çantamda bir hırka, hatta bir de şal vardı. Ama gelin görün ki salon o kadar soğutulmamıştı geçen haftanın aksine. Park içinden giriş yaptım CSO binasına, fıskiyeler açılmış çimler sulanıyordu, kristal taneleri gibi havada uçuşuyordu damlalar, pek hoşuma gitti fotoğrafladım:

Bizler Yeşilçam döneminin naif filmleriyle büyümüş bir kuşağız. Cumartesi ve Pazar günleri Yenimahalle'de, Güneş, Seyran ve Alemdar Sinemaları'nın önünde az bilet kuyruğuna girmedik. Filmleri kalp çarpıntılarıyla izledik, şarkılarını ezberimize alıp günlerce söyledik. O şarkıları filmdeki oyuncuların söylediğini sanırdık o zamanlar, sonradan öğrendik kadın oyuncuların şarkılarını Belkıs Özener'in seslendirdiğini. İşte bu akşam Çiğdem Gürdal ile birlikte Belkıs Özener de CSO'da sahne alıp filmlerde söylediği şarkıların bir kısmına iştirak etti. O yaşında, yardımcısının kolunda dimdik, neredeyse hiç bozulmamış sesiyle söyledi şarkıları. Hem o, hem biz seyirciler, hem duygulandık, hem de şarkılara iştirak edip çok güzel vakit geçirdik. Şahsen ben çocukluk, ergenlik yıllarıma döndüm ve o naif filmlerle, bu güzel şarkılarla büyümüş olmanın bir ayrıcalık, bir lütuf olduğunu düşündüm. Bizim kuşağa sevgiyi öğrettiler. Günümüzde Türk Sanat Müziği'nin neredeyse unutulmuş olması ne kadar acı, gençlerin çoğu bu şarkıları duymamıştır bile belki.


Bir video yüklemek istedim ama beceremedim. En çok "Boş Kalan Çerçeve"yi dinlemeyi severdim sanatçıdan, hep birlikte söyledik.

Beni gündüzün stresinde kurtaran, geçmişe döndürüp anılarımı canlandıran bir gece oldu. Emeği geçenler çok yaşasın...


18 Haziran 2025 Çarşamba

İKİDE BİR 12 / 18 HAZİRAN

2025 sen ne fena çıktın yahu? Ülke içinde yaşadıklarımız yetmedi, şimdi naklen İran-İsrail savaşı izliyoruz, üstelik  nükleer başlık kullanılması ihtimali de var. Dünya delirdi diyerek bu konuyu daha fazla uzatmamak istiyorum, şurada bari güzel şeylerden bahsedelim. 

30 küsur saat süren "Sefiller" dinlememi bitirdim, kısaltılmış baskılarla "Sefiller" okuduğumu sanıyorken (gençlik halleri) meğer neler kaçırmışım. Bir saniyesini bile atlamadan tadını çıkara çıkara dinledim doğrusu, çok çarpıcıydı. Ve bu kadar ağır yemeğin üstüne hafif bir tatlı alıp hazmedeyim diyerek Storytel'de tesadüfen karşıma çıkan İclal Aydın'ın "Salkım Sokak No: 3"ünü dinlemeye başladım. Vay canına çok hoşuma gitti, kendimi çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma ışınlayıverdim. Yenimahalle'ye, Babil Kulesi sitemiz Seylap Evleri'ne, aynı romandakine benzer şahane komşuluk ilişkilerine döndüm, içimi ince bir hüzün kapladı. Meğer en huzurlu zamanlarımızmış da haberimiz yokmuş.

Şimdiyse tekrar eskilere döndüm, Adalet Ağaoğlu yazınını özlemiştim, ölümünden kısa süre önce yazdığı kitaplardan birini görüp almış ve okumak gafletinde bulunmuştum ama ağlamaklı olmuştum bitince. O şahane kitapları yazan kadınla bu kitabı yazan aynı kişi olamazdı, keşke hayallerimizdeki gibi kalsaydı, basmasalardı o kitabı. "Dar Zamanlar Üçlemesi" bir başyapıttır benim için, her birini ikişer kere hatmetsem de en sevdiğim pek kadri kıymeti bilinmeyen "Üç Beş Kişi"dir. Uzun zaman geçti üstünden okuyalı, vaktidir dedim ve açtım Storytel'de, dinleyerek hatırlayacağım.

Geçen yazılarımdan birinde tiyatroya gideceğimi yazmıştım, gittim de, kız kardeşle CSO Ada'da buluştuk, oyun orada, büyük salondaydı. Salon tiyatro oyunları için pek uygun değil aslında, sahne yok, perde yok, aşırı büyük. Konser için yapılmış fakat turneler gelince tiyatro için de kullanılacak belli ki. Erken gitmişiz, girişteki cafeye oturduk, tenhaydı. Orta yaşı biraz aşmış garsona iki şekersiz Türk kahvesi siparişi verdik. Sade mi dememiz gerekirdi bilmiyorum, hatta adam duymayınca söylediğimizi ben sade diye araya da sıkıştırdım. Peki dedi gitti, az sonra kahveler geldi. Evet bildiniz, gayet şekerliydi. Bir an geri yollamayı düşündük ama adamın yaşına hürmeten haydi içiverelim ne olacak dedik. Demesek iyiymiş, minicik fincanda gelen Türk kahvesi olarak oldukça pahalıydı ve boşları almaya gelen aynı garsona durumu belirtince, vah vah tüh tüh yapıp, alacağınız olsun dedi. Ne zaman alacağız acaba? Madem hatanı kabul ettin ikramımız olsun de, koca şirket batmaz herhalde. Neyse, her şey gibi bunu da yuttuk, salona girmeden önce ziyaret ettiğimiz WC ise hiç CSO'ya yakışmayacak eksiklerle doluydu. Naylon klozet örtüsünün sistemi bozulmuş, tuvalet kağıdı ve kağıt havlu bitmiş, sıvı sabun kalmamıştı. Nazar değdi galiba. Ona da eyvallah dedik ve girdik salona, amanın o ne, kutuplara mı geldik, içerisi buzzz! Yani burası Ankara ve yaz daha yeni geliyor, bu kadar klima köklemenin alemi nedir? Tedbirsiz de gitmişim, iki kolumu iki avucumla örtüp, çantamı göğsüme, sırtımı koltuğa siper ederek üşümemeye çalışsam da olmadı, dondum. Oyun başladı ama üşümekten konsantre olamıyorum. Çok da sarmadı zaten, derken perde arası oldu. Çıktık salondan, oh be sıcak ne güzel şeysin sen. Bizimle birlikte neredeyse salonun yarısı "Bu ne soğuk, donduk" diyerek hem oyunu, hem binayı terk etti. Oyunculara ayıp olmuş olabilir ama hesabını salon idaresine sorsunlar, muhtemelen onlar da üşümüştür.

Bu aralar yaptığım her yürüyüşte karşıma kuğu çıkıyor, aslını anladık, onlar Kuğulu Park'ta ve hayatlarından memnunlar, geçen yıl dünyaya gelen siyah yavrular da büyüyüp siyah kuğu nüfusunu arttırmışlar. 

Bunlar da uzakta kalsalar da parkın demirbaşı beyazlar, siyahlar artalı biraz ikinci planda kaldılar:

Peki şunlara ne dersiniz? Nikah salonunun girişine yerleştirilmiş kuğulu saksılar, gelinle damat galiba 😃

Ve muhtemelen en sakili geliyor, restore edilen Güvenpark'ın havuzuna konuşlandırılan peluş kostümlüler, kaçın korkunçlu kuğular geliyor 😂

Kuğu avına çıktım Ankara'da dostlar, buldukça eklerim, şimdilik kalın sağlıcakla...