LEYLAK DALI
Sanat, edebiyat, kitaplar, müzik, mutfak. Kısacası her telden...
6 Temmuz 2025 Pazar
YÜRÜMEK / 5 TEMMUZ
25 Haziran 2025 Çarşamba
İKİDE BİR-SON / 25 HAZİRAN
Ben sanırım ya günleri ya sayıları karıştırdım 15 numaralı yazımı sondan bir evvelki diyerek yazmışım. Sizlerin son yazılarınızı okuyunca bir veda yazısı yazmam şart oldu. Neslihan'ımızı diğer katılımcılarımızın da yazdığı gibi kaptanımız ilan ediyoruz artık, o dümeni hangi yöne kırarsa peşindeyiz biz tayfalar. Sizlerle ortak bir noktada buluşmak çok keyifliydi, tanımak da. Kimbilir belki kaptanımız öncülüğünde gerçek hayatta da bir buluşma gerçekleştirebiliriz, hayali bile güzel. Gerçekleşmezse de varlığınızı bilmek harika.
Bilenler bilir, 4 yıl önce dizlerime protez takıldı, beni çok büyük bir dertten kurtaran gün oldu o gün, benim gibi hayata bağlı, gezmeyi tozmayı seven birisi için çok büyük yüktü eski dizlerim, eski blog arkadaşlarım gülerek hatırlayacaktır, diz ağrılarımın ismi bile vardı; Cevriye ile Tevriye. Feminist bir doktorum vardı, bari erkek ismi koysaydın diye kızmıştı bana 😂Onları 4 yıl önce tam da bugün sepetledim. Yerlerine topuz kafalı iki metal takıldı. Onlara isim koymadım, bünyeme nüfuz edip benimle anılsınlar diye. Kısacası İkide Bir'i yeni dizlerimin doğum günüyle kapatmak da ayrı bir hoşluk oldu. Çok yaşasınlar:
Yeni yazılarda buluşmak dileğiyle hepinize sağlıklı, huzurlu bir yaz, dünyaya barış, ülkeye huzur diliyorum. Sonbaharda yine buluşalım ama bu arada buralara uğramayı da ihmal etmeyelim. Aşağıdaki fotoğrafı birkaç yıl önce Edirne'den doğmadığım ama kimliğimde doğum yeri olarak görünen, 1,5 yaşında ayrıldığımdan beri hiç görmediğim Meriç'e giderken çekmiştim. Ayçiçekleri neşe verir bana, sizlere de neşe getirsin:
Hepinize çok çok teşekkürler ve sevgiler...
23 Haziran 2025 Pazartesi
İKİDE BİR 15 / 23 HAZİRAN
Haftanız güzel olsun sevgili dostlar. İkide Bir'in sondan bir önceki yazısında dünyada dönen işleri bir yana bırakıp şu an bulunduğum şehirden söz etmek istiyorum, Ankara. Çoğunluk için sıkıcı, gri, denizsiz ve asık yüzlü olarak bilinen ya da nitelenen şehrimizde benim bile şu yaşıma kadar bilmediğim ne hazineler olduğunu öğrenseler belki fikirlerini biraz olsun değiştirirdi insanlar. Birkaç gün önce "Kavaklıderem Derneği" öncülüğünde bir şehir içi tura katıldım, turun başlığı "Genç Cumhuriyet'te Rus İzleri" idi. Girmediğim sokaklara daldım, görmediğim mekanlara girdim, bilmediğim şeyler öğrendim.
Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra ilk açılan yabancı elçiliklerden birinin Rus Elçiliği olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum, bildiğim yegane şey Kurtuluş Savaşı sırasında Rus hükümetinin Türkiye'ye yardımda bulunduğu. Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'du malum, cumhuriyetin ilanından sonra Ankara başkent yapılınca pek çok ülke elçiliklerini Ankara'ya taşıma konusunda olumsuz tavırlara girerken, Sovyetler Birliği 1920'de-elbette ki ekonomik ve politik nedenlerle-şimdilerde "Hamamarkası" denilen semtte, 18. YY. da yapılmış, kendilerine tahsis edilen Hacı Mehmet Özgün Konağı denilen binada faaliyete geçmiş. Net görünmüyor ama bina aşağıdaki fotoğrafta, kapalı idi gezemedik:
22 Haziran 2025 Pazar
İKİDE BİR 14 / 22 HAZİRAN
20 Haziran 2025 Cuma
İKİDE BİR 13 / 20 HAZİRAN
Bugün hastane işlerim vardı. Birtakım tetkikler için sabahtan öğleye kadar aç karnına, litrelerce su içmiş vaziyette koşturdum durdum. Sonunda bitti, kendimi önce eve, sonra duşa, üzerimdekileri de çamaşır makinesine attım. Çamaşırları astıktan sonra bir kahve yapıp yayıldım kanepeye. Bir yandan Storytel'de Adalet Ağaoğlu'nun "Üç Beş Kişi"sini bir kez daha hayran olarak dinlerken, bir yandan da tablette şeker patlattım. Yeteri kadar şeker patlatıp, yeteri kadar dinleme yaptığıma karar verince bu sefer yemek işine giriştim. Sonra da hazırlanıp "Yeşilçam Şarkıları" konserini dinlemek üzere CSO Ada'ya doğru yola düştüm.
Yürüyerek gitmeye karar verdiğim için başlama saatinden oldukça erken çıktım evden. Tam mesai saati olduğundan trafik felaketti, karşıdan karşıya geçmek bile epey sıkıntılı oldu. Bu sefer yedekli idim, çantamda bir hırka, hatta bir de şal vardı. Ama gelin görün ki salon o kadar soğutulmamıştı geçen haftanın aksine. Park içinden giriş yaptım CSO binasına, fıskiyeler açılmış çimler sulanıyordu, kristal taneleri gibi havada uçuşuyordu damlalar, pek hoşuma gitti fotoğrafladım:
Bizler Yeşilçam döneminin naif filmleriyle büyümüş bir kuşağız. Cumartesi ve Pazar günleri Yenimahalle'de, Güneş, Seyran ve Alemdar Sinemaları'nın önünde az bilet kuyruğuna girmedik. Filmleri kalp çarpıntılarıyla izledik, şarkılarını ezberimize alıp günlerce söyledik. O şarkıları filmdeki oyuncuların söylediğini sanırdık o zamanlar, sonradan öğrendik kadın oyuncuların şarkılarını Belkıs Özener'in seslendirdiğini. İşte bu akşam Çiğdem Gürdal ile birlikte Belkıs Özener de CSO'da sahne alıp filmlerde söylediği şarkıların bir kısmına iştirak etti. O yaşında, yardımcısının kolunda dimdik, neredeyse hiç bozulmamış sesiyle söyledi şarkıları. Hem o, hem biz seyirciler, hem duygulandık, hem de şarkılara iştirak edip çok güzel vakit geçirdik. Şahsen ben çocukluk, ergenlik yıllarıma döndüm ve o naif filmlerle, bu güzel şarkılarla büyümüş olmanın bir ayrıcalık, bir lütuf olduğunu düşündüm. Bizim kuşağa sevgiyi öğrettiler. Günümüzde Türk Sanat Müziği'nin neredeyse unutulmuş olması ne kadar acı, gençlerin çoğu bu şarkıları duymamıştır bile belki.
18 Haziran 2025 Çarşamba
İKİDE BİR 12 / 18 HAZİRAN
2025 sen ne fena çıktın yahu? Ülke içinde yaşadıklarımız yetmedi, şimdi naklen İran-İsrail savaşı izliyoruz, üstelik nükleer başlık kullanılması ihtimali de var. Dünya delirdi diyerek bu konuyu daha fazla uzatmamak istiyorum, şurada bari güzel şeylerden bahsedelim.
30 küsur saat süren "Sefiller" dinlememi bitirdim, kısaltılmış baskılarla "Sefiller" okuduğumu sanıyorken (gençlik halleri) meğer neler kaçırmışım. Bir saniyesini bile atlamadan tadını çıkara çıkara dinledim doğrusu, çok çarpıcıydı. Ve bu kadar ağır yemeğin üstüne hafif bir tatlı alıp hazmedeyim diyerek Storytel'de tesadüfen karşıma çıkan İclal Aydın'ın "Salkım Sokak No: 3"ünü dinlemeye başladım. Vay canına çok hoşuma gitti, kendimi çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma ışınlayıverdim. Yenimahalle'ye, Babil Kulesi sitemiz Seylap Evleri'ne, aynı romandakine benzer şahane komşuluk ilişkilerine döndüm, içimi ince bir hüzün kapladı. Meğer en huzurlu zamanlarımızmış da haberimiz yokmuş.
Şimdiyse tekrar eskilere döndüm, Adalet Ağaoğlu yazınını özlemiştim, ölümünden kısa süre önce yazdığı kitaplardan birini görüp almış ve okumak gafletinde bulunmuştum ama ağlamaklı olmuştum bitince. O şahane kitapları yazan kadınla bu kitabı yazan aynı kişi olamazdı, keşke hayallerimizdeki gibi kalsaydı, basmasalardı o kitabı. "Dar Zamanlar Üçlemesi" bir başyapıttır benim için, her birini ikişer kere hatmetsem de en sevdiğim pek kadri kıymeti bilinmeyen "Üç Beş Kişi"dir. Uzun zaman geçti üstünden okuyalı, vaktidir dedim ve açtım Storytel'de, dinleyerek hatırlayacağım.
Geçen yazılarımdan birinde tiyatroya gideceğimi yazmıştım, gittim de, kız kardeşle CSO Ada'da buluştuk, oyun orada, büyük salondaydı. Salon tiyatro oyunları için pek uygun değil aslında, sahne yok, perde yok, aşırı büyük. Konser için yapılmış fakat turneler gelince tiyatro için de kullanılacak belli ki. Erken gitmişiz, girişteki cafeye oturduk, tenhaydı. Orta yaşı biraz aşmış garsona iki şekersiz Türk kahvesi siparişi verdik. Sade mi dememiz gerekirdi bilmiyorum, hatta adam duymayınca söylediğimizi ben sade diye araya da sıkıştırdım. Peki dedi gitti, az sonra kahveler geldi. Evet bildiniz, gayet şekerliydi. Bir an geri yollamayı düşündük ama adamın yaşına hürmeten haydi içiverelim ne olacak dedik. Demesek iyiymiş, minicik fincanda gelen Türk kahvesi olarak oldukça pahalıydı ve boşları almaya gelen aynı garsona durumu belirtince, vah vah tüh tüh yapıp, alacağınız olsun dedi. Ne zaman alacağız acaba? Madem hatanı kabul ettin ikramımız olsun de, koca şirket batmaz herhalde. Neyse, her şey gibi bunu da yuttuk, salona girmeden önce ziyaret ettiğimiz WC ise hiç CSO'ya yakışmayacak eksiklerle doluydu. Naylon klozet örtüsünün sistemi bozulmuş, tuvalet kağıdı ve kağıt havlu bitmiş, sıvı sabun kalmamıştı. Nazar değdi galiba. Ona da eyvallah dedik ve girdik salona, amanın o ne, kutuplara mı geldik, içerisi buzzz! Yani burası Ankara ve yaz daha yeni geliyor, bu kadar klima köklemenin alemi nedir? Tedbirsiz de gitmişim, iki kolumu iki avucumla örtüp, çantamı göğsüme, sırtımı koltuğa siper ederek üşümemeye çalışsam da olmadı, dondum. Oyun başladı ama üşümekten konsantre olamıyorum. Çok da sarmadı zaten, derken perde arası oldu. Çıktık salondan, oh be sıcak ne güzel şeysin sen. Bizimle birlikte neredeyse salonun yarısı "Bu ne soğuk, donduk" diyerek hem oyunu, hem binayı terk etti. Oyunculara ayıp olmuş olabilir ama hesabını salon idaresine sorsunlar, muhtemelen onlar da üşümüştür.
Bu aralar yaptığım her yürüyüşte karşıma kuğu çıkıyor, aslını anladık, onlar Kuğulu Park'ta ve hayatlarından memnunlar, geçen yıl dünyaya gelen siyah yavrular da büyüyüp siyah kuğu nüfusunu arttırmışlar.
Bunlar da uzakta kalsalar da parkın demirbaşı beyazlar, siyahlar artalı biraz ikinci planda kaldılar:
Peki şunlara ne dersiniz? Nikah salonunun girişine yerleştirilmiş kuğulu saksılar, gelinle damat galiba 😃
Ve muhtemelen en sakili geliyor, restore edilen Güvenpark'ın havuzuna konuşlandırılan peluş kostümlüler, kaçın korkunçlu kuğular geliyor 😂
Kuğu avına çıktım Ankara'da dostlar, buldukça eklerim, şimdilik kalın sağlıcakla...
15 Haziran 2025 Pazar
İKİDE BİR 11 / 15 HAZİRAN
Bir gün erken yazdığımın farkındayım ama yarın çok yoğun bir gün olacak benim için, yazamayabilirim fırsat bulup, hem de bugün Babalar Günü, 4 yıl önce Ağustos başında kaybettiğimiz babamı anmak istedim. Yeni bir şey yerine, 1. ölüm yıldönümünde onu anlattığım yazıyı ekleyeceğim buraya bir kez daha:
Bu dünyadan bir Naim Bey geçti. Gideli tam dört yıl oluyor...
Anadolu'nun ortasında, kışların çok soğuk geçtiği bir bozkır kasabasında, 6 çocuğun ikincisi olarak dünyaya geldiğinde Cumhuriyet 9 yaşına basmak üzereymiş. Daha yeni yürümeye başladığında dizanteri olmuş, hurafelere tapan komşuların "su vermeyin, hastalık azar" lafına bakan aile günlerce susuz bırakmış. Dehidrasyon yüzünden bitap düştüğünde toprak testinin üstündeki damlaları yalayınca "Nasılsa ölecek" diye acıyıp su vermeselermiş ömrü neredeyse başlamadan bitecekmiş.
O küçük kasabada ailesi için istasyonu gören bir tepenin eteğinde ev yapan demiryolcu babası hayatı boyunca gamdan azade yaşasa da ufku açık bir adammış, 6 çocuğunu da olanakları ölçüsünde okutmuş.
Ablasıyla birlikte okula başlasınlar diye yaşını büyütmek için mahkemeye başvurduğunda babası, zabıt katibi daktilo ile tıkırdarken o tıktıklarla büyüdüğünü sanmış.
Arada haylazlığı ihmal etmemiş, bir iddia uğruna trenin altına, rayların arasına yatıp üzerinden geçmesini beklemiş, haber alan babasından sıkı bir dayak yemiş.
İlkokul sonrasında yaşadığı yerde üst eğitim kurumu olmayınca Naim Bey Kayseri Ortaokulu'na yatılı yollanmış. Harçlığı postada geciktiği için alamadığı spor ayakkabı Okul-Aile Birliği tarafından karşılanmak istenince şiddetle karşı çıkmış, o kadar onuruna dokunmuş ki, öğretmenin her seferinde uyarması hilafına Beden Eğitimi derslerine harçlığı gelene kadar çıplak ayakla katılmış.
Yaz tatillerinde demiryolcu baba hem hayatı öğrensin, hem de harçlığını çıkarıp aile bütçesine katkıda bulunsun diye yapımı süren E5 karayolu inşaatına yollamış, gidiş o gidiş, dönene kadar ne arayan, ne soran olmuş neredeyse üç ay boyunca. Naim Bey bu ihmali hayatı boyunca unutamamış, bir çadırda, yaz sıcağında, toz toprak içinde, kendinden çok büyük işçilerle geçirdiği o süreyi "Kader yaşımda koca insanların arasına atıp bir kere bile arayıp sormadılar, başıma neler gelirdi, yine şansım varmış" diye ömür boyu sitemle anmış.
Ortaokul bitince amca oğlunun da okuduğu Sağlık Koleji'ne kayıt olmak için İstanbul'a gitmiş, yine yatılı olarak dört yıl boyunca öğrenim görmüş. Artık genç bir adammış, o yıllarını hep güzel anmış. Aç kaldıkları bir gün okul mutfağından ekmek aldıklarını fark eden aşçının şikayetiyle disiplin kuruluna gitmişler topluca, yönetmelikteki "Kazgandan hot be hot yemek aşırıp yemekten" diye başlayan madde nedeniyle uyarı cezası almışlar. Bu olay yıllarca aile arasında espri konusu olmuş.
Mezuniyet sonrası genç bir sağlık memuru olarak Emirdağ'a tayin olmuş. Ardından askerlik, İstanbul'da Rami Kışlası'nda yedek subay. Bir izin gününde Ankara'ya gidip babasının tavsiyesiyle asker arkadaşının kızını görmüş, annemi yani. Kız pervasız, "Hoş geldin abi" dedikten sonra yandaki odada bekleyen dikişine dönmüş. Lakin Naim Bey kızı gözüne kestirmiş. Babalar zaten razı, sözdü, nişandı derken askerlik bitmiş, düğün yapılmış. Bu arada Naim Bey'in Meriç'e tayini çıkmış. O elektriksiz, susuz sınır kasabasında çok güzel dostluklar kurup, hoş hatıralar ve 1,5 yaşında bir bebekle yeni tayin yerleri Karapınar'a göçmüşler.
Karapınar'da geçen yıllar kayınpederin ağır hastalığı üzerine sona ermiş, kayınvalide yalnız kalmasın diye Ankara'ya tayin istenmiş ve damadını çok seven kayınpeder adeta ölmek için onun gelişini beklemiş, eve girdiği günün akşamı veda etmiş bu dünyaya.
Birlikte yaşanan birkaç yıldan sonra sonunda bahçe içinde, minik bir eve taşınılmış çekirdek aile olarak. Naim Bey ince bıyıkları, dalgalı saçları ve ağzından düşmeyen sigarası ile o minik bahçede şarkılar söylermiş: "Kız sen ne güzelsin, sana gençler tapacaklar". Geceleri geç vakitlere kadar da kayıt olduğu Hukuk Fakültesi'ndeki derslerine çalışırmış. Gel gör ki, evlilik, çalışma hayatı, çocuk yürümemiş bu iş, kaydı silinmiş. "Üssü Mizan" denilen sınıf geçme sistemini ve onu bir puanı esirgeyerek sınıfta bırakan Anayasa Profesörünü hayatı boyunca affetmemiş. Salah Birsel'le aynı kaderi paylaştığından haberi yokmuş tabii ki.
O küçük evde geçen bir yılın ardından Babil Kulesi misali bir siteye taşınılmış. Kısa sürede tüm komşuların sevgilisi olmuş; kiminin abisi, kiminin kardeşi, kiminin can dostu, kiminin oğlu sıfatında. İğne yapılacağa iğne, tansiyon ölçüleceğe tansiyon hizmeti vermiş, karşılığında sadece gülümseme istemiş. Kimine tavsiye, kimine borç vermiş, kiminin nişan yüzüğünü takmış, kimine nikah şahitliği yapmış. Beraber sofralar kurulmuş, sohbetler edilmiş, birlikte tatillere çıkılmış, bir komün yaşamı içinde mahallenin tadı çıkarılmış.
Bitmez tükenmez bir yetenek ve merak abidesiymiş. Maketler, resimler yapmış, dikiş dikmiş, çocukken çıraklık ettiği bir ayakkabı tamircisinden öğrendikleriyle ayakkabılar dikip onarmış, her türlü tamiratı yapmış. Salatalarını, turşularını yiyen unutmamış. İçindeki öğrenme aşkı bitmemiş; mektupla teknik resim diploması yetmemiş, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne yazılmış. Tek bir gün aksatmadan, her akşam iş çıkışı fakülteye gidip dört yılda bitirmiş. Yenimahalle'den Yenişehir'e transfer olduklarında kendi elinde üniversite, kızının elinde lise diploması, eşinin kucağında da bir küçük kız daha varmış.
Yıllarca her kademesinde emek verdiği Hıfzıssıhha Enstitüsü'nden 12 Eylül fırtınasıyla haksızca emekli edilmiş. Çalışmadan duramayan bünyesine bir hemşerisi derman olmuş, dershanesinin muhasebesini ona emanet etmiş. Artık emeklilik çağına geldiğinde yanlarına okumaya gelen torunu en büyük meşgalesi olmuş.