.

.
.

22 Ocak 2025 Çarşamba

DÖNÜŞ / 22 OCAK

Eve dönmenin sevincini ve keyfini yaşayamadan otel yangınıyla bizim de içimiz yandı. Gün geçmiyor ki bir felaketle karşılaşmayalım ve hiçbirinden ders alınmasın. Küçücük çocuklar, ana okulu öğrencileri, bebekler yandı tatile diye gitmişken, tahammül ötesi bir şey bu ve en kötüsü de kimsenin iç soğutacak bir ceza almayacak, yaşananlardan ders çıkarmayacak olması. Baş sağlığı, sabır dileyecek yüz de kalmadı, ateş düştüğü yeri yakıyor, biz de başkaları adına utanmaya devam ediyoruz. Dilerim bu ihmale sebep olanlar en ağır cezaya çarptırılır, yürekler bir parça soğur.

Cumartesi sabahı daha kargalar bırak kahvaltı yapmayı, uykudan bile uyanmamışken çıktık yola. Stresle doğru dürüst uyuyamamıştım zaten, bir de erkenden kalkınca Sivrihisar'a kadar zifiri karanlıkta, zaman zaman sis bulutları arasından geçerek sütçü beygiri modunda ayakta uyuklayıp geldik, ben uyukladım tabii ki, direksiyondaki Kocam Bey haşa! Afyon yoluna döndüğümüzde hava hafiften ağarmaya başlamıştı. Şaşırtıcıdır, yarıyıl tatilinin ilk günü olmasına rağmen yollar çok tenhaydı, ayrıca hava durumu bize bir kıyak yapmış, gayet berrak ve güneşli idi. 

Bunca yıldır Ankara-Antalya arasında gider gelirim, Afyon'a gelmeden Seydiler kasabasındaki peribacaları benzeri oluşumlar ve üzerinde mağara benzeri oyuklar bulunan şu kaya kütlesi hep dikkatimi çeker:

Birkaç yıldır yan tarafına birtakım tesisler yapılmaya başlandığını gözlüyordum. Sonunda tabelayı da asmışlar, faaliyete geçti mi bilmiyorum, muhtemelen yazı bekleyecekler. İsmi "Kırkinler" olmuş ve kütlenin üzerindeki oyuklar birbirinin içine açılan mağaralarmış, içeride bir manastır varmış. Daha fazla ayrıntı için bakınız:

Kırkinler Kaya Yerleşimi

Böyle yolculuklardan birinde hem burayı, hem de biraz ilerideki peri bacası oluşumlarını yakından görmek niyetindeyim. 

Afyon çıkışı geleneksel İkbal Tesisleri molamızı verdik, her seferinde fiyatların uçtuğundan, tostun içine konan kaşarın inceliğinden, sucuğun çiğ yerleştirildiğinden, meşhur ekmek kadayıfının eski tadının kalmadığından şikayet eder, yine de uğramaktan vazgeçmeyiz. Yakıt alıp, WC ihtiyacını giderip-ki ortam yenilenmiş, parlamış, hoparlörden Ömer Faruk Tekbilek'in enstrümantal ezgileri yerine piyano soloları yükseliyordu, çağ atlamış WC'ler 😃-self servis kafeteryaya konuşlandık. Bu kez akıllılık edip sucuksuz ve çift kaşarlı istedim tostu, ortalama bir esnaf lokantasında iki kap yemek fiyatına olsa da kuru ekmek yememiş olduk. Çayları da höpürdettikten sonra patatesli ekmek bulurum niyetiyle satış mağazasına girdim ama saat erken olduğu için henüz fırından çıkmamıştı, kös kös arabamıza binip yola devam ettik. 

Burdur'dan sonra-Burdur demişken göl yok arkadaşlar eskiden yoldan baktığımız noktadan hayli büyük bir kısmı görünürdü, boz toprak var yerinde, ne kadar kuruduysa artık-sıcaklık derece derece artmaya başladı. Dilimde Kemal Burkay'ın dizeleriyle Kepez'den şehre girirken 21 dereceyi bulmuştu: "İklim değişir Akdeniz olur/Gülümse". Gülümsedim, her ne kadar artık tepeden Antalya'ya bakınca bir beton yığını görsek de deniz tüm garabeti perdeliyor.

Kentsel dönüşüm adıyla en yaşlısı 35 yıllık 4 katlı apartmanları yıkıp yerine gri-siyah, cam giydirmeli, 9 katlı, sevimsiz binalar dikilmiş daracık sokağımıza girip arabamıza güç-bela bir park yeri bulduktan, eşyaları taşıdıktan, kalın giysileri atıp mevsimliklere büründükten sonra her ne kadar dağınık da olsa "Home sweet home" moduna geçebildim. Gelmeden yardımcımı arayıp evi temizletmiştim. Ama geleneksel olarak tüm yardımcı kadınlar aldıklarını aynı yere koymadıkları için evde benim alışık olmadığım bir düzen, bir kargaşa hakimdi. Temizlik yapmasam da onlara "Marş marş yerinize" demekten, valizleri açarken eğilip kalkmaktan, çamaşır yıkayıp toplamaktan temizlik yapmış kadar yoruldum, dündenberi belim imdat çığlıkları atıyor, daha doğrusu bana attırıyor, geleneksel Ankara dönüşü bel ağrısı sezonu açılmıştır. 

Neyse bütün derdimiz bu olsun, ben evime, saçlarım alışık oldukları kireçli suya, kitaplarım raflarına, Hollandalı magnetlerim buzdolabının kapağına kavuştu ya, bundan sonrası sağlık ve şu ülkeye esenlik, hep birlikte...



14 Ocak 2025 Salı

YOLLAR YAKLAŞIRKEN / 14 OCAK

Hav ar yu sevgili takipçilerim, kendim Anglosakson bir güççük hamfendü olduğum için bu kez İngilişçe sorayım hatrınızı dedim 😂

En son yazımı sırt ağrımla birlikte yazmıştık, kendisi hala benimle ama bu sefer geçen haftaki kadar kalabalık değiller, yavaş yavaş dağılıyorlar 😊

Cumartesi günü Antalya öncesi son etkinliklerimden birini gerçekleştirdim. Önce Sevdoşcumla buluşup bir pizzayı paylaştık, üstüne firmanın iki yudumluk fincanında Türk kahvelerimizi hüplettik, yakında çorba kaşığında getirecekler sanırım, cümlenin başında ilk yudumu, sonunda son yudumu alıyorsun 😂 Nerede o eski kallavi fincanlar. Sonra da "Buzdan Top" ile tanıyıp çok sevdiğimiz yazarımız Uğur Deveci'nin son kitabı "Ateş Ten Gölge"nin Frog Prens'imizin moderatörlüğünde yapılan söyleşisine katıldık. 


Kitaptaki öykülerin her biri ayrı güzeldi, söyleşi de aynı güzelllikte aktı gitti. Öncesinde kitaplarımızı imzalattık haliyle. "Buzdan Top"um Ankara'da olmaması yüzünden imzasız kalmıştı, "Ateş Ten Gölge" ile telafi ettik.


Nice kitaplara, nice söyleşilere diyelim...

Hafta sonu yolculuk var kısmetse. Pazar günü bir aile yemeği planladım, malum kutlu doğum ayımıza da girdik, babamın maaşının suyunu çektiği ayın son günü doğmuş olsam da bu Ocak boyunca kutlama yapmayacağım anlamına gelmiyor haliyle. Hem önümüzdeki doğum günü sayısı ardımızdakinden çok daha az olduğuna göre ne kadar çok kutlasak yetmez 😂 O nedenle yemek hazırlıklarının arasına bir de pasta sıkıştırıp erken bir kutlama provası yapalım dedim, şekere bu kadar erken başlamamak adına pastayı kısırdan yaptım:


Mumu Umut'la püfledik, kısırdan pastayı da afiyetle götürdük. Büyük dayım doğum günlerine çok meraklı idi, bir yazlık, bir de kışlık doğum günü vardı. Ona çekmişim, bendekiler mevsimlik olmasa da ay içine yayılıyor şekilde görüldüğü gibi, varan 1 😀

Ayın 4. kitabı çok güzeldi: "Kaybetme Sanatı/Alice Zeniter". 500 küsur sayfalık bir tuğla idi ama her kelimesine değdi. Üç kuşak bir göçmen ailenin öyküsü ki kuşak hikayelerine bayılırım, bu da hakkını verdi. 

Oscar sezonu yaklaşıyor, henüz listeler açıklanmadı ama ihtimal dahilindekileri izlemeye başladım. "The Substance" rezaletinden sonra "Bird"i izledim ve sevdim. Şimdi yakaladıkça izlemeye devam edeceğim ama önce bir evime gideyim. İşim çok, 7 aydır öyle bir yayılmışım ki toparlan toparlan bitmiyor. 

Bende durumlar böyle dostlar, umarım sizlerde de her şey yolundadır...


9 Ocak 2025 Perşembe

SELİM İLERİ / 9 OCAK

Selim İleri de gitmiş bu dünyadan, çok üzüldüm. İnsan bazılarının sonsuza kadar yaşayacağını zannediyor anlamsız olsa da. Onunla, daha doğrusu kitaplarıyla tanıştığımda üniversite öğrencisiydim. Dayımlara gitmiştik, yengem alışveriş yapmaya gidiyordu, peşine takıldım. Tunalı'da alacaklarımızı aldıktan sonra şimdilerde adını dahi hatırlamadığım, çoktan kapanmış bir kitapçıya girdik. Yengem bana bir kitap hediye etmek istedi, stantlara bakınıp ismi hoşuma gittiği için "Dostlukların Son Günü"nü seçtim. Kitap sonradan pek çok yayınevi tarafından basıldı ama bendeki Bilgi'den çıkan baskıydı, aşağıdaki. Evde olmadığım için fotoğrafı netten aldım:

Yazarın pek çok kitabını alıp okumaya başladım ondan sonra. "Her Gece Bodrum", "Yarın Yapayalnız", "Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın", "Saz, Caz, Düğün, Varyete", "Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver", "Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak", "Cehennem Kraliçesi", "Kırık Deniz Kabukları", "Fotoğrafı Sana Gönderiyorum", "Bir Akşam Alacası", "İstanbul Hatıralar Kolonyası", "Solmaz Hanım Kimsesiz Okurlar İçin", "Gramofon Hala Çalıyor" ve daha birçokları. Kitapların isimleri zaten başlı başına bir şiir gibiydi. Bir erkek tarafından kaleme alındığına inanamayacağınız ince detayları barındıran, naif, nostaljik, incelikli, duygusal satırlar. "Mavi Kanatlarınla..." da idi sanırsam, yanılıyor da olabilir, bir moda mecmuasını sayfa sayfa inceleyip giysileri anlatıyordu, çocukmuşum ve kağıt bebeklerimi giydiriyormuşum gibi gelmişti. Derken "Oburcuk" serileri başladı, o şahane, esprili anlatımıyla yemek ve sofra kültürü kitapları: "Evimizin Tek Istakozu", "Oburcuk Mutfakta", "Rüyamdaki Sofralar".  Nasıl keyifle okumuştum. Sonra Antalya'da bir kitabevi "Edebiyat Günleri" düzenledi ve pek çok ünlü yazarın imza ve sohbet buluşmaları oldu. Selim İleri de bunlardan biriydi. Yanılmıyorsam Ahmet Ümit ve Duygu Asena ile birlikte katılmışlardı. Kalabalık yoktu, uzun uzun sohbet etmiştik, hatta bir fotoğrafımız bile var ama dijital çağa yeni giriyorduk, fotoğraf bilgisayarda değil albümde o sebeple. Duygu Asena'ya o buluşmadan birkaç ay geçince kanser tanısı konmuş ve bir süre sonra da kaybetmiştik. Çok yanmıştım ona da, öyle mütevazı, öyle tatlıydı ki. 

2005'in yazıydı. Annem ağır hastaydı, ağrısı dinmiyor, uyku uyuyamıyor, gözlerime "iyileştir beni" der gibi bakıyordu. Tek başıma üstlenmiştim bakımını, perişan haldeydim hem manen, hem bedenen. Nereden edindim bilmiyorum, aldım mı, kardeşim mi getirdi, yine Selim İleri'nin "Kar Yağıyor Hayatıma"sı girdi eve. Kapağı gördüğüm an "Benim de hayatıma kar yağıyor" diye düşünmüştüm, oysa aylardan Ağustos'tu. Salonda, hastalığından iki ay önce hevesle aldırdığı  kanepede yatıyordu annem, kanepenin yaşını doldurduğunu göremeden de gidecekti. Yakınında olayım diye tuhaf bir kumaşla kaplı minderleri ikide bir altımdan kayan diğer kanepedeydim. Elimde "Kar Yağıyor Hayatıma", Selim İleri ile birlikte yağdırıyorduk karları hayatımıza. Ardından "Annem İçin", onun sevgi-nefret duygularını harmanlayarak annesini, ona karşı pişmanlıklarını anlattığı anılarını okurken hem o anne için, hem kendi annem için gözyaşı döküyordum. Yazarla adeta özdeşleşmiştim. 

En son geçirdiği beyin embolisi sonrası Burcu Aktaş ile gerçekleştirdiği sohbetleri içeren "Düşüşten Sonra"yı okumuştum iyileşme yolunda olduğuna sevinerek. Olmadı, keşke  daha çok yaşasa, daha çok yazabilseydi. Kitaplarıyla yaşayacak, yazdığı her satır için minnetle, huzurla uyusun...

8 Ocak 2025 Çarşamba

HAFTA BAŞI / 8 OCAK

"Yine yollaar, yolculuklaar
Yine terk-i diyaar"

Leman Sam sesiyle okuyunuz lütfen 😀 Bize sıla yolları göründü, "Neresi sıla bize, neresi gurbet" de diyebiliriz ama evimi çok özledim, Antalya'yı da tabii ki. Şimdi Akdeniz'de güneş sarı, deniz mavi, ağaçlar yeşildir. Gri yoktur orada ama burada çok, o yüzden kışı mümkünse Antalya'da bitireyim. 

Önümüzdeki hafta sonu kar-buz olmazsa beklediğimizden uzun süren Ankara maceramıza bir süreliğine ara vereceğiz. Her geliş, dönüş beni müthiş yoruyor. O yüzden ufaktan toparlanayım dedim pazartesi günü. Gardrobu döktüm ve burada bırakacaklarımla götüreceklerimi ayırdım, eskimiş ya da küçülmüşleri çöp poşetine doldurup atmak üzere hazırladım. Elim değmişken çekmeceleri de düzenledim. Götürmeyi planladıklarımı valize yerleştirdim. Geçen yıl benzer bir eylemin sonunda belim tutulmuştu, bingo, dün sabaha sırtım tutulmuş olarak uyandım. Sağ kürek kemiğim lokalizasyonunda öyle bir tutulma ki nefes alırken bıçak saplanıyor adeta, hele sıkıysa öksür. Ne yapıyorum da başarıyorum bunu anlayabilmiş değilim. Üstelik daha yapılacak çok iş var, yavaş yavaş halledeceğim artık.

Pazartesi gecesi sonunda günlerdir milletin dilinde olan filmi izlemeye niyet ettim, "The Substance/Cevher". Hakkında söylenenleri biliyordum, merakıma yenildim. Laptopu yatağın yanına konuşlandırdım, gece lambasını yaktım, yorganın altına girdim ve başlat düğmesine bastım. Oy oy oy basmaz olaydım, Umut'un ses tonuyla: "Iyk". Protez ameliyatı sonrası eve çıktığımda kan sulandırıcı iğne vermişlerdi 20 gün süreyle kullanmam için. Göbekten yapılan bir iğne idi ve o incecik iğneleri kendime yapmak protez ameliyatından daha zor gelmişti bana. Lakin maşallah Demi ile Margaret oklava gibi iğneleri rast geldikleri yerlere batırdılar, amanın içim bir tuhaf oldu o kanlar pörtledikçe. Anacım ne saçma salak filmdi o öyle, güzellik uğruna mafettiler kendilerini geri zekalılar. Filmin sonlarına doğru uyku bastırdı, kapattım laptopu yattım. Sabahın köründe uyanıp tekrar uyuyamayınca bari devam edeyim dedim, demez olaydım. Bir açtım ki kelleşmiş, morarmış, yamulmuş Demi hortlak gibi çıktı karşıma, yorganın altına saklandım üstüme gelecek sandım 😂 Hay seni film diye çekenin, hay güzelleşip gençleşeceğim diye kendini maymuna çevirenin, hoş maymun bile daha güzeldir.


Sabah sabah tutulmuş sırtım yetmiyor gibi bu hilkat garibelerini izledim ya kendime ne diyeyim. Kan revan içinde bitti film, gidip kahvaltı hazırladım, Komiser Nevzat'ın son macerasını dinlerken karnımı doyurup ağrı kesici içtim ama bana mısın demedi. 

"Sıradan İnsanlar Müzesi" hafta sonu bitmişti. Edebi anlamda çok bir şey vermedi ama bu dünyayı terk edenlerin arkasında kalan eşyalarının yakınlarına nasıl dert olduğunu bir kez daha anladım. Eve gidince biraz sadeleşme kararı aldım ki arkamdan laf ettirmeyeyim 😂 Şimdi elimde gezi-öykü türünde bir kitap var, Neşe Koçak'ın "Kaybolduğum Şehirler"i. Gezi kitaplarını çok severim, bu da öyle güzel ki. Yazar gittiği ve sevdiği yerleri masal tadında anlatmış Kitabın girişinde Charles Baudelaire'den bir dörtlük var:

"Ey araba, beni de götür yanında
Ey gemi, kaçır beni!
Uzaklara, çok uzaklara götür!
Burada çamura dönüyor bütün gözyaşları"

Haklı...

Evde oturup sırtımın ağrısını dinlememek için dışarı çıktım, hava güzel ve güneşli idi dün Ankara'da, iade etmem gereken bir ürün ve almam gereken bazı hediyeler vardı. İadeyi yapacağım kargoya ulaşmak için sıkı bir yokuş tırmandım, paketi teslim edince de aynı zamanda arkadaşım olan gümüşçüye uğradım. Önce çay içip sohbet ettik, sonra ben alacaklarımı aldım, üstüne de erken doğum günü hediyemi 😊 Oradan çıkınca eczaneye uğrayıp kas gevşetici ve yakı aldım. Sırtımdaki ağrıya bir de yanma eklendi ama iyi geleceğini umut ediyorum. Eve dönerken karşımdan el arabasına yüklediği kocaman koliyle bir adam geldi. Kolinin üstünde büyük harflerle "MUHİKU" yazıyordu, altında da açıklaması: "Mutlu Hissettiren Kutu". Acaba içinde ne vardı, çok merak ettim...

3 Ocak 2025 Cuma

ÖĞLEDEN ÖNCEYE NELER SIĞAR? / 3 OCAK

Gece neredeyse hiç uyumadım, adetim hilafına geç yattım, uyku tutmadı, dön baba dönelim gelmedi o uyku, Tam biraz dalmak üzereydim ki berbat bir gıcıkla en az 5 dakika öksürüp tekrar kovaladım gelen uyku perilerini. Sabah ezanına yakın uyumuşum ama bu defa da telefonun alarmı uyandırdı, açılmayan gözlerimi ellerimle açıp sürünerek kalktım yataktan, yüzümü yıkamak için banyonun yolunu tuttum. Zaten sabah falan da değildi gelen, kapkaranlık bir görüntü, sadece saat doğruluyordu sabah olduğunu. 

Kız kardeşin hastanede bir işi vardı erken saatte, bir gün önce oralarda buluşup Kale civarına gitmeye karar vermiştik, bunca sabah eziyeti o yüzden. İyi kötü giyinip hazırlandım, iki lokma bir şey attım ağzıma, düştüm yola. Uzun zamandır ilk kez dolmuşa bindim, dolmuş da dolmuştu hani, dolmuş demek hakaret olur, bundan sonra kendisinden "VIP Halk Taşıyıcısı" olarak söz edeceğim 😂 İlk gözüme çarpan ön cama yapışık tabela oldu, "Güzelin dedikodusu çok olur" yazıyordu. Haklı, gördüğünüz gibi ben hemen başladım dedikoduya 😉 Sonra tavanın, koltuk arkalarının ve aracın iç çeperlerinin lacivert renkli, kapitone bir materyalle kaplı olduğunu fark ettim. Kapitone zeminin üstünde etrafı altın varaklı yapraklarla çevrili "VIP" yazan yuvarlak süslemeler ve aracın yanlarını, tavanını ve şoför mahallinin arkasını fırdolayı dönen mor ışıklar vardı, VIP Pavyon'a hoşgeldiniz 😂 Şoförün hemen arkasındaki koltukta oturuyordum, müzik setinden Türkçe bir pop şarkısı yayılıyordu ama baslar o kadar kuvvetli vuruyordu ki sözlerini duymam mümkün olmadı, şoför duyuyor olsa gerek ki kafasını ritme uygun bir şekilde sallıyordu. Mor ışıklı, pavyon stayla VIP Halk Taşıyıcısı'nda önüme alevli malevli bir şeylerin gelmesini beklerken kafamı bir kaldırdım ki ne göreyim, sürücü koltuğunun sol direğinde şapşik kedi Sylvester, sağ direkte ise tırmanan bir maymun. Her ikisinin üstünde de küçük boy bir led TV. Çocuk ruhlu, pavyonsever, first class özentili bir şoföre denk geldiğimi düşünürken ineceğim yere geldiğimi fark ettim, kendimi dar attım "VIP Halk Taşıyıcısı"ndan. Kız kardeşe telefon ettim, buluştuk ve Kale'ye doğru tırmanmaya başladık. 

Hava soğuk, yerler geceden kalma ince buz örtüsünün kırıntılarıyla kaplı, yokuş dikti. Üşüdük ve yorulduk. Neyse ki kayıp düşmeden Kale'nin kapısına ulaştık, saat 9.30'du ve etrafta in cin top oynuyordu. Bizden başka bir-iki esnaf gördük o kadar, dükkanlar kapalı, gitmeyi plandığımız cafenin kepenkleri bile sıkı sıkı örtülüydü. Bir deja-vu hissi geldi oturdu bünyeye, biz geçen yıl bu vakitler de Rus Kültür Müzesi'ni gezmeye gelmiş, yine ıssız Kale sokaklarıyla karşılaşmış, pazartesi olduğunu hesap etmediğimiz içi müzeyi de kapalı bulmuştuk, üstelik hava daha da ayazdı. Aferin bize, nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir demiş Ziya Paşa. Kötek yemeden kaçtık kapalı Kale gezimizin ikinci yıldönümünde mekandan. Bari dedik eski Hıfzıssıhha, yeni Halk Sağlığı Merkezi'ne gidip nostalji yapalım. Malum babamız yıllar yılı orada çalıştı, yöneticilik yaptı ve oradan emekli oldu. Bizim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımız da o Ankara taşından yapılma kunt binaların koridorlarında, odalarında, bahçesinde geçti. Bahçesinde muhteşem leylak ağaçları vardı, baharda çiçekleri duvarlardan kaldırımlara taşardı. Japon elmaları vardı ekşi ekşi, minik ve kırmızı, kopartır yerdim. Zaten herkes etrafımda pervane olurdu çocukken. Babam ve arkadaşları cam beherler içinde çay demlerlerdi. Bayılırdım onunla işyerine gitmeye (daire denirdi o zamanlar babaların işyerlerine). Benden sonra kardeşim devraldı bayrağı, o nedenle bir gidip gezelim, hem de babamı anarız dedik. Gelgelelim öyle el kol sallayarak girilmez olmuş oralara biz görmeyeli. Kapıda güvenlik var, görevli genç kızdan babamızın yıllarca burada çalıştığını, çocukluğumuzun buralarda geçtiğini ve bir görmek istediğimizi söyledik. Amirine telefon edip izin aldı ve yanımıza pek bir şey bilmeyen, gönülsüz bir güvenlikçi takıp kabul etti içeriye. Gezdik, hüzün ve hayal kırıklığı yaşadık. Aşı üretim merkezi garaj olmuş, babamın bazen pazar günleri piknik yapmaya götürdüğü arka bahçedeki yeşil alan kaybolmuş, alınlığında Hijyen Tanrıçası Hygieia'nın rölyefi olan Hıfzıssıhha Okulu'nun kapısındaki vitraylı camların bir kısmı kırılmış ve leylak ağaçları yok olmuş. Bina taşınacakmış zaten, hiçbir şeyden haberi olmayan güvenlikçi öyle söyledi, teşekkür edip ayrıldık. Bir devir çoktan kapanmıştı da tasdiklemiş olduk:

Görsel: Buradan

Çok yorulmuştuk, bir kahve içelim bari dedik ve Konur Sokak'taki eski Dost Kitabevi'nin yerine, yani Mimarlar Odasının zemin katına yeni açılan Süper Coffee'ye konuşlandık. Ay pek güzel olmuş, pek beğendik. Noel Baba bardaklı kahvelerimizi içtik, dinlendik ve sonra evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine diyerek ayrıldık.

2025'in ilk hafta sonunun eli kulağında, güzel geçmesi dileğiyle...


1 Ocak 2025 Çarşamba

YEPİSYENİ BİR YIL / 1 OCAK

Bayatlamış yılı geri dönüşüme yolladık, yenisinin ambalajını açtık, bakalım o bizim başımıza neler açacak, umarım iyi şeyler vardır pakette.

Yeni yıla kız kardeş ve çocuklarla girdik. Her zamanki gibi önceki yıllardan ders almayıp bir heves yapılan onca yemek ve meze ile dolu sofraya oturup ziyan olmasın diye patlayana kadar yiyip içtik, yine de bitiremedik. Ayrılırken hepimizin elinde eve götürmemiz için artanlar vardı. Bu yıl çocuklar bana torpil geçtiler, yorulmayayım diye bir tek spesiyalimi istediler, yani kestaneli iç pilav. Sadece onu yapıp götürdüm, bir de gidince oğlumun çok sevdiği işkembe çorbasını pişirdim. Tabii ki işkembe falan temizlemedim, füme işkembe ne güne duruyor 😊

Gecenin en şanslısı Umut Efendi idi, tüm hediye paketleri onun içindi, bir oyuncak denizinin içinde kayboldu ama giderken eve götürelim diye ısrar ettiği şey kız kardeşin pilates topu oldu 😂 Annemin Hasibe Teyze isminde ilk gençliğinden bu yana bir arkadaşı vardı. Bir ara yurt dışında çalışan görümcesinin küçük çocuğuna bakmıştı. Bize gelince "Görülmedik oyuncak getirin" derdi. Tencere, tava, cezve, leğen ne bulduysak koyardık çocuğun önüne, ses etmeden oynardı. Bizimki de o hesap oldu, görülmedik oyuncak 😀

2025'e girip yılın ilk fotoğraflarını da çektikten sonra ellerimizde yiyecek poşetleriyle evlerin yolunu tuttuk, zavallı kız kardeşe de toparlaması için bir enkaz bıraktık, eminim bugün epeyce uğraşmıştır. Eve geldikten sonra biraz bilgisayar başında oyalandım, yattığımda saat 2.30'a geliyordu ama sanki işe gidecekmişim gibi sabahın kör karanlığında başımda müthiş bir ağrıyla uyandım. Saate baktım daha 7, uyusam uyuyamıyorum, kalkmayı canım istemiyor, bir süre Storytel dinledim, Ahmet Ümit'ten "Sultanı Öldürmek". Polisiye diye başlamıştım ama yazar polisiye yazmaktan ziyade tarih bilgisini göstermek istemiş sanırım, 19 saat boyunca Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul'un fethini konu alıyor kitap. Daha 9 saatim var inanın ambale oldu beynim ve cinayetle ilgili dişe dokunur bir gelişme de yok hâlâ. Sonunda bezip kapattım, iki saat daha uyumuşum. Baş ağrım geçmemişti, tansiyonum yükseldi diye ölçtüm ama normal, hatta düşüktü. Sonunda kabahati fotoğraftaki kırmızı sıvıya yükledim 🍷

Kahvaltıydı, oydu, buydu derken Viyana Filarmoni'nin geleneksel Yılbaşı Konseri'nin vakti geldi. Geçen yıl bir hafta sonra izletmişlerdi bize, neyse ki bu yıl normal zamanda verebildiler. Her zamanki gibi şahaneydi, orada olup Radetzky Marşı'nda alkışla tempo tutmak istedim. Yeni yıl dileği yapsam mı diye düşündüm ama fazla yüksekten uçmak olacak, vaz geçtim 😋 Bizi Antalya Devlet Opera'sı ve Senfoni Orkestrası paklar.

Derken akşamı bulduk, Kocam Bey TV'de beyaz kurtlar ve karlı ormanlarla ilgili bir belgesel izliyor, ben de yılın ilk kitabı olan nefis çizgi romanıma başlayayım: "Juliette". Sonra da dün akşamdan kalanlarla akşam yemeğini hazırlarım. İlk gününü eda ettiğimiz 2025 yılımız uğurlu, huzurlu ve sağlıkla olsun...