Bugün için çocuklarla Umut Bey'in gıyabında, onun hoşuna gideceğini düşünerek bir plan yapmıştık. Bu ara ressamlara taktığı için Resim ve Heykel Müzesi'ne götürelim diye düşünmüştük. Dün oldukça yorulmuş ve farkına varmadan carpal tunnel sendromlu sağ elimi fazla zorlamış olacağım ki sabah kalktığımda yumruğumu kapatamıyordum, yüzümü yıkamak için musluğu açamadım diyeyim siz anlayın. Hâlâ da tam düzelmiş değil, bir süre prenses moduna geçip kendisini istirahat ettirmem gerekiyor, vaziyet onu gösteriyor. Çocuklar geliyoruz diyene kadar tek yaptığım şey bulaşık makinesi boşaltmak oldu, onun dışında podcast dinleyerek oturdum 😀
Müzeye daha önce iki ya da üç kez gitmiştim, o zamandan bu yana değişen bir şey olmasa da resimlere dönüp dönüp bakmak her zaman iyi geliyor. Bitmeden "Picasso Sergisi"ne de yetiştik. Gerçi Picasso'nun eserlerini de gerek Antalya, gerek Ankara'da açılan sergilerde görmüşlüğüm vardı, üstelik onların bazıları orijinaldi, buradakilerin çoğu litografi idi. Yine de pek anlamasa da Umut'a göstermiş olduk, o yaştaki bir çocuğun soyut resimleri anlamasını beklemek safdillik olurdu, zaten o da Picasso'ya pek yüz vermedi. Daha ziyade "Tablolara dokunmayınız" ve "Flaşla fotoğraf çekmek yasaktır" levhalarına ilgi gösterip hecelemeye çalıştı 😀
Picasso salonundan çıkınca üst katta kendi ressamlarımızın eserleri için gezinmeye başladık. Umut bu kez dokunmayın ve flaşlı foto çekmeyin tabelalarından gözünü ayırıp bir tabloya yanaştı ve "İşte bu Osman Hamdi Bey" dedi, meğer ana sınıfında görsel sanatlar dersinde bu hafta Osman Hamdi Bey'i öğrenmişler. "Şükür" dedik, "çocuk bir tanış buldu".
Osman Hamdi Bey'den sonra da sadece Turgut Zaim'in bir tablosundaki zurnacının yanağı ilgisini çekti:
Bense bu kez Nuri İyem'den sonra bir Neşet Günal tablosuna kalbimi bıraktım:
Resim ve Heykel Müzesi'nin tüm salonlarını gezince yanındaki Etnoğrafya Müzesi'nin hatırını almadan dönmeyelim dedik ve oraya yöneldik, burası Umut'un daha çok ilgisini çekti. Özellikle Atatürk'ün naaşının 15 yıl süresince kaldığı platformu çok merak etti, duvardaki Dolmabahçe Sarayı'ndan Müze'ye, oradan da Anıtkabir'e yapılan nakillerin fotoğraflarını teker teker anlattırdı, hem de üç kere, sonra da şöyle bir soru sordu: "Atatürk bu mermerin üstünde yatarken kafası acımamış mıdır?" Çocuk haklı, ölüm onun için hâlâ bir gizem.
O platformun başından ayrılabildiğimiz sürece diğer salonları da gezdik. Buraya ilk kez ilkokulda iken babam getirmişti. Müzede de babasıyla gezen benim o yaşımdaki bir kız çocuğu vardı, o yaşta babayla müze gezmenin, sinemaya, tiyatroya gitmenin ne kadar değerli bir şey olduğunu bildiğim için o çocuk adına da mutlu oldum.
Salonlardan birinde şunu gördüm, önce ne olduğunu anlamadım, avize sandım, yanaşıp açıklamayı görünce ilginç bir sunum yaptıklarını düşündüm:
Camekanın içinde eski ve el yazması bir Kuran-ı Kerim var, "Alak Suresi" açık. İlk ayeti "İkra bism-i rabbikellezi alak/Seni yaratan Rabbinin adıyla oku" olan bu sure Hz. Muhammed'e vahiy yoluyla gelen ilk sure imiş. Tavandan inen enstalasyon da bu surenin Arap harfleriyle yazılmış canlandırılması.
Diğer salonları da dolaştıktan sonra müze gezimizi sona erdirip gündelik hayata geri döndük. Önce bir AVM'ye uğrayıp alışveriş yaptık, sonra da çocuklara geçtik. Bir pazar günü de böyle bitti.
Dün yatmadan önce MUBİ'de biraz dolaştım, önce biraz postmodern bir kısa film izledim: "Bir Kent Alegorisi", sonra da bir yerli filme başladım: "Köprüdekiler". İkisi de çok fazla sarmadı. Hatta uykum geldiği için "Köprüdekiler"in son on dakikasını izleyemedim, bu gece yatmadan önce bitirmek niyetindeyim.
Bugünün bilançosu böyle, yeni hafta güzellikler getirsin...
Not: Sevgili takipçilerim, yazdığınız yorumlar beni çok mutlu ediyor. Yalnız bir ricam olacak, anonim ya da adsız olarak yorum bırakan arkadaşlar, yorumun bitimine isminizi de eklerseniz çok sevinirim. Zira yorumun kimden geldiğini bilebilmem başka türlü mümkün değil. Teşekkürler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder