.

.
.

22 Nisan 2019 Pazartesi

22 NİSAN (GEÇEN GÜNLER)


Bir süredir gündelik hayattan pek bahsetmedim, oysa hayli hareketli zamanlar geçirdim son günlerde. Ülke gündemine ve hissettirdiklerine hiç değinmeyeceğim, zira sanal alem tüm organlarıyla üstümüze gelmekte, bari bloglarda biraz nefes alalım düşüncesindeyim. Gündemin kaosundan ancak sanat ve edebiyatla bir parça rahatlayabilenlerdenim. 

Yılbaşından bu yana en çok Antalya Devlet Operası'nın gösterimlerine katıldım. Ne mutlu bize ki oldukça yetkin bir operamız, balemiz ve orkestramız var. Nisan başı ANTDOB'umuz 20. yılını pek latif bir konserle kutladı, sadık seyirciler olarak biz de katıldık elbette bu kutlamaya, hatta program biterken "İyi ki doğdun Opera" diye tempo bile tuttuk. ANTDOB sanatçıları bize bale ve operalardan seçmeler sundular, oldukça uzun ve keyifli bir sunumdu, bol bol alkışladık:


Herhangi bir etkinliğe katılmadığım günlerde kitap okuyup Netflix'de dizi izledim. Hoş bu ay okuma açısından pek verimli olduğumu söyleyemeyeceğim. Başladığım kitaplar elimde sürünüp duruyor, bazen o kadar ara veriyorum ki okuduğum bölümleri unuttuğum için tekrar okumak zorunda kalıyorum. Uzun uzun izlediğim ilk dizi biraz gecikmeli bir dizi idi: "Homeland". O kadar uzun süre muhatap oldum ki seyretmediğim zamanlarda Carrie Mathison'u ve genellikle yağlı sarı saçlarını neredeyse özlüyordum 😃 Neyse sonunda bitti yılan hikayesi de tek sezonluk bir İskandinav polisiyesine geçebildim. "Bataklık/Quicksand" bayıp bunaltmadan, çabucak biten sıkı bir polisiye idi. Şu aralar BluTV'de "Bartu Ben"in şapşallıklarına takılıyorum. 

Hep monitör başında dizi izleyecek değilim ya arada sinemaya da gidiyorum elbette. "Benden Hikayesi" Sait Faik'in yaşamını ele alan dingin, çok hoş bir belgesel idi. Film bittiğinde salondan huzurla dolmuş olarak ayrıldım. Kardeşim bu belgesel hakkında Gazete Duvar'a bir yazı yazdı, okumak isterseniz linki: Müfredattan Kurtarılmış Bir Sait Faik



Ayın ikinci konseri daha önce ilk CD'lerini dinleyerek tanıştığım "Grup Abdal"ın son albümleri "Revan"ı tanıtmak üzere verdikleri konser oldu. Açıkcası bu kadar keyifli ve yetkin bir dinleti olacağını ummamıştım, beklediğimin üstünde bir performans sergilediler. Sanırım söylenen türkülere benim kadar iştahla eşlik eden de yoktu 😃


Konserin hemen ertesi günü son anda farkedip bilet aldığım ve eğer kaçırsaydım çok üzülecek olduğum bir oyun izledim. Işıl Kasapoğlu'nun rejisi ile Bülent Emin Yarar'ın oynadığı "Hamlet". Son derece ilginç bir dekor, şahane bir ışık düzeni ile tüm karakterleri kendisi canlandırarak olağanüstü bir performans gerçekleştirdi Bülent Emin Yarar. Ne yazık ki okulları tarafından getirilmiş bir salon dolusu ergene sergilendi bu performans ve çoğunun tepkisi oyun boyunca uyumak oldu. Matinelerin kaderi. Bana göre ise ayakta alkışlamak yetmez, önünde saygı ile eğilinir. Varolsun...


Antalya'da üç gün boyunca "Sürdürülebilir Yaşam Festivali" kapsamında belgesel gösterimleri oldu. İki tanesini izleme şansı buldum, biri "Bedava Öğle Yemeği" isimli bir ekonomik programın anlatıldığı, diğeri ise 85 yaşındaki bir Fransız büyükbabanın torununu doğal yollarla bahçe ürünleri yetiştirilmesi konusunda eğittiği "Büyükbabamın Bahçesi" isimli yapımlar idi. İkincisi keyifle izleyip büyükbabaya son derece imrendiğim bir gösterim oldu. 


Belgesellerin gösterildiği kültür merkezinde bir de sergi vardı, ondan bahsetmeden ve eserlerden örnekler vermeden geçemeyeceğim. "Bizim Sayfiyelerimiz" adını taşıyan sergide Merkez Bankası koleksiyonundan getirilmiş, ünlü ressamlara ait orijinal tabloları seyrettik:



 Ali Rıza Beyazıt


 Hikmet Onat


 Mgırdıç Civanyan

Aydın Ayan


 Pertev Boyar


 Fikret Otyam


 Saip Tuna


 Şeref Akdik


 Duran Karaca


Geçen haftanın gündeminde ise ilk iki gün pek sevimli olmayan birtakım uğraşlar vardı; giysi dolabını elden geçirmek ve bu elden geçirmenin sonucu yıkama ve ütüleme faaliyetleri. Yıkama sorun olmadı elbette ama ütü esnasında yukarıda bahsettiğim altı bölümlük "Bataklık" dizisi bitti diyeyim siz anlayın yığının devasalığını. Sonrasında bu kadar domestiklik yeter dedim ve kendimi etkinliklere vurdum. Kuzenlerle geçen keyifli bir günü arkadaşlarla şu manzaraya karşı yapılan bir buluşma izledi:


Hemen ertesinde ise Filmmor Kadın Filmleri Festivali'nin Antalya ayağında gösterilen filmlere attım kendimi. Alman yapımı "Sandalye Kapmaca" ile Ursula K. Le Guin'in yaşam öyküsü belgeseli "The Worlds of Ursula"nın arasına bir saatlik "Ağrılı dizler için yoga terapi" seansı sıkıştırdım. Amacım dizim için uygun yoga hareketleri varsa düzenli şekilde devam etmekti ama ne yazık ki o gün yediğim hurmalar bütün gece Cevriye'yi fena tırmaladı. Ağrıdan uyku uyuyamadım, Cevriye kendini zorlamamın intikamını fena aldı anlayacağınız ve yoga ile başlangıç aşamasında vedalaştım. 



Ertesi gün Cevriye'yi ilaçlayıp, buzlayıp, tuzlayıp (kafiye yaptım, tabii ki tuz yok 😊) yine yollara düşürdüm. Eh şair "Belki şehre bir film gelir/Bir güzel orman olur yazılarda" demiş, iklim Akdeniz'ken üstelik, şehre gelen filme gidilmez mi ? Bu ara taksiciler yevmiyeyi benden çıkarıyor. Filmmor'un ikinci gününde geçenlerde kaybettiğimiz yönetmen Agnes Varda'nın "Biri Şarkı Söylüyor, Diğeri Söylemiyor" isimli 70'lerin başında çektiği filmi ve ilaveten 2 saatlik bir kısa film seçkisini izledik. Kısa filmlerin birkaç dakikasında uyumuş olabileceğimi itiraf edeyim, zira Cevriye bütün gece ağrıyıp beni uyutmamıştı. Ben birkaç dakikayla kurtardım ama yanımızda oturan hanım tüm film boyunca uyudu, hatta ara ara horladı. Yarabbim sinema salonları da uyku için bu kadar elverişli olmamalı ama, yatağımda uyuyamayan ben sinemada hayatımın en güzel uykularını çekebiliyorum, kadıncağız da yorgunmuş belli ki 😋

Eve geldiğimde biraz hasta gibiydim ama bir kupa dolusu adaçayı ve içtiğim bir ilaçla kendime geldim ve bugünü de sinemaya gidip Isabelle Huppert'in psikopat bir kadını canlandırdığı oldukça gerilim yüklü "Greta" filmini izleyerek geçirdim. Film öncesinde artık arkadaşım olarak kabul etiğim eski bir öğrencimle kahve içmiş, sonrasında da yemek yemiş olabilirim. Sefam olsun mu?


Buraya kadar gelebildiyseniz sabrınızdan dolayı kutlar, başka etkinliklerde görüşmek üzere sevgilerimi sunarım efenim, kalın sağlıcakla...

17 Nisan 2019 Çarşamba

17 NİSAN- (ANNEANNEM)


Sabahtanberi dilimdeki şu türküyle dolanıyorum evin içinde:

"Cevizin yaprağı dal arasında,
Güzeli severler bağ arasında
Üç-beş güzel biraraya gelmişler
Benim sevdiceğim yok arasında"

Sözleri biraz edepsiz olsa da melodisi çok hüzünlüdür ve bana anneannemi hatırlatır hep. Hayatında bir kere bile aşkı tatmamış, ömrü kahırla geçmiş, "sevdiceğim" diye niteleyebileceği yegane adamın, kocasının, daha  taze gelinken üstüne kuma getirdiği anneannemi bu türkünün neresinde bulurum anlaşılmaz. Sanırım türkünün tamamına hakim olan hüzün, tam da öldüğü ayda bilinçaltımdan çıkıp dilime vurdu. Yemek pişirirken, yerleri silerken, toz alırken, dantel örerken, dikiş dikerken sürekli şarkılar, türküler mırıldanan annemin aksine anneannem şarkı söyleyen bir kadın değildi (bakınız kardeşimin Gazete Duvar'a anneannem için yazdığı şu yazıya: Anneannemin Söylemediği Şarkılar). Ağzından duyduğum yegane ezgi ben daha çocukken, dayımın yeni aldığı makaralı teybe bir heves hepimizin sesini kaydederken ısrar üstüne, çatlak bir sesle, detone ola ola söylediği "Derdimi ummana döktüm, asumana inledim" şarkısıdır. Aslında ummana döküp asumana inleyecek kadar çok dert çekmişti, bunu şarkı haline getirmeye de, söylemeye de mecali kalmamıştı demek. 

Şarkı söylemezdi söylemesine de hiç öyle hayattan kopmuş bir hali de yoktu onca çektiği çileye rağmen. Sıradan bir hayatı gecikmeli de olsa keyfince yaşayan sıradışı bir kadındı o. Duru güzelliği daha küçük yaşlarda dikkat çekmiş, 15 yaşında gelin etmişler. Kendini bildi bileli abdest alıp namaz kılan, orucunu aksatmayan, her türlü dini vecibesini can-ı gönülden bir iştiyakla yerine getiren bu kadının kısmetine hovardameşrep, vakti kerahet geldiğinde tam tekmil mezeleriyle içki sofrasını hazır isteyen, bütün bunlar yetmezmiş gibi karısının da kendisiyle birlikte demlenip meşketmesini bekleyen bir adam düşmüş. Ne yaptıysa uyduramamış anneannemi kendine, ud dersleri aldırmış, şarkı söylemeye teşvik etmiş, nafile. Ne eşlik etmiş bu sofralara, ne de ağzına bir damla içki sürmüş. Kahrını içine gömüp kendine öğretileni yapmaktan öteye geçmemiş, hazırlamış sofrayı çekilmiş kenara. O kahır tek bir gün açığa çıkmış, dişinin çok ağrıdığı bir akşam dedem ısrarla bir kadeh rakı içmesini, ağrıyı geçireceğini söylediyse de dinletememiş. Artık çok mu sızlandı, yoksa dedemin mi inadı tuttu bilinmez ağzını açıp zorla dökmüş rakıyı. Eh alışkın değil ya bünye, anneannem bulmuş anında kafayı, bilinç alttan tırmanıvermiş üst kata. İşaret parmağını dedemin suratına sallayıp "Şarkı söyle" demiş. Dedem afallamış, "Ne diyorsun sen ya?" demiş, "Ne diyeceğim, şarkı söyle diyorum" diye ısrarını sürdürmüş anneannem. Sen misin ud dersleri falan aldırıp şarkı bekleyen, "keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner" işte böyle. Dedem şaşkınlık içinde inanmaz gözlerle bakıp bir yandan gülerken, söylerdin söylemezdin ısrarı suratına inen tokatla son bulmuş. Bilincin ta derinliklerinde biriken intikam bazen rakıyla birlikte yenen soğuk bir yemek olabiliyor ve bir tokata dönüşüp dedenin suratında patlayabiliyormuş.

Rakının etkisiyle oluşan bu tepkinin devamı gelmemiş olacak ki bir süre sonra dedeme verilen hizmete eve getirilen kumaya verilen hizmet de eklenmiş. Yetmemiş kumanın ölümünün ardından kalan çocuğun bakımı da anneanneme yüklenmiş. Çocukken, gençken anneannemin anlam veremediğim hoyratlığını, acılığını yaşım ilerledikçe çözmeye başlayabildim. Kumanın ölümünden bir gün evvel küçük kızı istedi diye onun eline yakarken kendi ellerine de bulaşan kınayı, "öldü de kına yaktı" demesinler diye ellerini dirseğe kadar mürekkebe batırırak gizlemeye çalışan, yetmedi eldiven giyen, buna rağmen düzenlediği mevlütte kumanın yakınlarının ilenmelerine uğrayan bir kadından ne beklenebilirdi ki. Kumanın, ardından da çocuğunun ölümüyle düzene girmesi beklenen hayatına, dozu azalan ama bitmeyen çapkınlığı ve akşamcılığıyla  kendi sonunu hazırlayan dedenin ölümüyle genç denecek yaşta bir de dulluk eklenmiş. Eline kalan üç-beş kuruş ve 12 yaşında haşarı bir oğlan çocuğu olmuş. Evli kızının desteği, yatılı okulda okuyan büyük oğlunun hasretiyle sürdürdüğü yaşamının tüm ilgi ve sevgisini o haşarı oğlan çocuğuna yöneltmiş. Annesince takılan "Tırnak kadar et", "Öksüz" nitelendirmelerini kazık kadar olduğu zamanlarda bile yıtirmeyen bu oğlan çocuğu anneannemin ömrünün sonuna kadar gözünün nuru, başının da derdi olmuş. 

İlkgençliğimin ne zaman kızıp ne zaman seveceği belli olmayan bu nur yüzlü kadınını annemin diktiği bir örnek-kare yakalı ve mutlaka iki cepli-desenli elbiseleri, ceplerine kuruyemiş, kara doktor dediği siyah üzüm doldurduğu-namaz kılarken secdeye vardığında seccadeye dökülür, biz de kuş gibi toplardık-örgü yelekleri, birisini ütü yaparken gördüğünde hiç kırışıksız olsa da mutlaka getirip ütü masasına serdiği yazmaları ya da başörtüleri, sularken halıları çürüttüğü saksı çiçekleri, yüksek penceresinden manzarayı seyredebilmek için yaptırdığı taht gibi kereveti, kalayı gitmiş bakır sinisi, izin almadan açtığımızda sinirlendiği küçük buzdolabi, camlı vitrinindeki Altın Damla kolonyaları, kapısının önündeki hışırdayan kavağı, "es karabağrıma es" diyerek yüzünü rüzgara vermesi, "Teatora" sevdası, küçük, kırmızı TV'sinde izlediği dizilere olan merakı, tombul bileğini sıkan esnek kordonlu metal saati, durmadan kaybettiği gözlüğü, elinden eksik olmayan tesbihi, banyo sonrası uzun uzun tarayıp topuz yaptığı, tarakta kalanları "Kuşlar götürür, aklım uçar" korkusuyla nerelere saklayacağını bilemediği uzun, beyaz saçları, dilinden düşmeyen atasözleri, yemek yemeye adeta ibadet eder gibi düşkünlüğü, doğaya olan tutkusu, en çok da "Ne olacak bu oğlanın hali?" yakınmalarıyla saklıyorum kalbimin en derin köşesinde. Ruhun şadolsun Zarifanım, dünyanın en huysuz ama en tatlı kadını...


Fotoğrafta annem, anneannem ve küçük kuzenim görünüyor. Arkada babamın "Kantorlu kavak" diye isim taktığı devasa begonya bitkisi...

4 Nisan 2019 Perşembe

4 NİSAN (FİLM, KİMLİK, SERGİ VS)

Dün arkadaşımla sinemaya gittik, hani şu 2000 yılında bir patlama sonucu batan ve içindeki nükleer sırlar açığa çıkmasın diye Rus hükümetinin uluslararası yardım çağrılarını geri çevirdiği ve yüzün üzerinde denizcinin ölümüne sebep olduğu "Kursk" denizaltısının öyküsünü anlatan "Kursk" filmine. Salonda 6 kişiydik; arkadaşım ve ben, yanımızdaki koltukta oturup sonra ön tarafa geçen bir genç kız, önümüzde oturan orta yaşlı bir adam ve arkamızda oturan, zorlukla yürüyen, çok yaşlı bir karı koca. Film başladıktan kısa bir süre sonra çiftin erkek olanı karanlıkta sağa sola çarparak, hatta bir ara çıkışı şaşırıp depoya giden merdivene yönelerek güç bela salondan çıktı. Filmi beğenmediği için çıkıyor olsa karısını niye bıraksın diye düşündük, tuvalete gittiğini varsaydık. Çok geçmedi, söylenerek geri geldi. "Büyümüyormuş yazılar" dedi karısına, "ne biçim iş anlamadım, insan biraz büyük yazar". Anlaşıldı ki hanım teyze yazıları okuyamamış, fedakar eşi de yazıları büyütme imkanını sorgulamak için çıkmış dışarı, böyle bir imkan olmadığı için de çok sinirlenmiş. Zaten hanım teyze az sonra kalktı, kocasını Kursk'un akibetiyle başbaşa bırakarak basıp gitti. İyi de amcacığım götürsene hanımını şöyle neşeli, eğlenceli bir filme, getirdin kadıncağızı ruhu kararsın diye felaket filmine, üstelik yazılar "filmatik", telefondaki gibi büyümüyor da, sinirlendi çıktı gitti işte. Bize gelince sanki filmin öyküsünü bilmiyormuş gibi bitene kadar "ha kurtuldular, ha kurtulacaklar" diye heyecanla bekledik. Aynı anneannem gibi perdedekilerle kavga ettik. Uluslararası yardım ekibini geri çeviren suratsız Rus yetkiliye giydirdik (Max von Sydow çok fena yaşlanmış, Hakiki Muhabbet Aslı'nın deyimiyle bir hafta önce ölmüş haberi yok 😋), oksijen kasetlerini acemi denizciye havale eden komutanı kınadık, "vah vah film çekilirken bunca suyun içinde üşütmüştür bunlar" diye oyunculara acıdık. Neyse ki salon kalabalık değildi de, azar işitmeden getirdik finali. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim Colin Firth de gitmiş elden, nerede Bridget Jones'un Mark Darcy'si, nerede Commodore David Russell 😃 İşte herkes benim gibi genç kalamıyor ne yazık ki, kader utansın 😋

Bir gün öncesiyse başka bir karmaşaydı. Sabahtan sürekli kullandığım ilaçlarımı yazdırmak ve B12 testi yaptırmak için sağlık ocağına gittim. İlaçları yazdırdım ama testi yaptıramadım, cumadan cumaya yapılıyormuş kan testleri, akacak kan damarda durdu anlayacağınız. Öğleden sonrası için planımız da Nüfus Müdürlüğü'ne gidip kafa kağıtlarımızı yeniletmekti, belli mi olur, onlar yenilenince belki bünyede de bir yenilik hasıl olur. Lakin evdeki biyometrik fotoğrafım o derece orangutanı andırıyordu ki bir umut yenisini çektirmeye karar verdim, belki daha sevimli bir maymun türüne benzetebilirler bu defa diye. Elime verdikleri fotoğraflar orangutandan az hallice ama yine de sevimli bir maymuna benzememişti. "Bu işin raconu bu, ne yapalım" diyerek kaderime razı oldum. Neyse paramızı yatırdık, sıramız geldi, görevlinin karşısına geldik, makbuzları ve kimlikleri uzattık. "Fotoğraf?" dedi görevli. Çantamda yaptığım tüm sondaj çalışmaları boşa gitti, fotoğrafları evde unutmuştum. Kendimi tebrik ederek yan taraftaki fotoğrafçıya yöneldik. Aynı rutin işlemleri tekrarlayıp saçları kulak arkasına attık, alnımızı açtık, küpelerimizi çıkardık, en sevimsiz suratımızı takındık ve yeni bir orangutan sureti elde ettik. Gerisi çabuk halloldu, şimdi hoş fotoğraflı yeni kimliklerimizin elimize ulaşmasını bekliyoruz. 

Günün geri kalanında arkadaşımın minyatür ve tezhip sergisinin açılışına katıldım. Sonunda keyifli bir şeye sıra gelmişti. Beş yetenekli kadın biraraya gelip eserlerini sergilediler. Ben de sizler için birkaçını fotoğrafladım. Buyrun birlikte gezelim:





Zekiye Oğuzcan




Nurhan Durman


Emine Darendelioğlu Özkan


Zühal Koçak






Son paylaştıklarımın isimlerini kaydetmeyi unutmuşum, sahiplerinden özür diliyorum. Zekiye Oğuzcan, Nurhan Durman, Suna Şanlı, Emine Darendelioğlu Özkan ve Zühal Koçak'ı kutluyor, nice sergilere diyorum.


1 Nisan 2019 Pazartesi

1 NİSAN (MART OKUMALARI)

Seçim sonuçları heyecanıyla oldukça geç yattığım için sabah uyandığımda bir süre ayılamadım. Kendime gelmek için ilk iş balkonun serinliğine koştum, gördüğüm şeyle afalladım. Kırmızılar giymiş minik bir kız havada uçuyordu. Gözlerimi ovuşturup tekrar baktığımda altından sarkan ipi farkettim, evet anladığınız gibi bir balondu gökyüzündeki. Öyle güzel süzülüyordu ki, karşı apartmanın çatısından aşıp bir an gözden kayboldu, sonra nazlı nazlı havalanıp tekrar yukarı çıktı. Apartmanın etrafında bir tur atıp aşağıya doğru inerek kimbilir nereye kondu. Aslında hoş bir seyirlikti, sabah sabah keyfimi yerine getirdi. 

Seçim sonuçları üzerine konuşmayacağım, zira yoruldum. Onun yerine Mart ayı kitaplarından bahsedeceğim güzelim Nisan'ın ilk gününde. Bu ay iki adet tuğla okuma listemde olduğu için sayıca biraz geri kaldım ama o iki tuğla buna değerdi. O zaman onlardan biriyle başlayalım:


-"Amerikana", telaffuz etmekte zorlandığım bir ismi olan Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie'nin kaleme aldığı 640 sayfalık bu devasa roman fazla uzatılmış bazı bölümleri yer yer ruhumu daraltsa da severek okuduğum bir kitap oldu. Nijerya'dan Amerika'ya tahsil amacıyla giden Ifemilu ve İngiltere'ye giden çocukluk aşkı Obinze'nin yaşadıkları, ırkçılık üzerine söylemlerle anlatılmış. Ifemilu'nun bir blogger oluşu da ilginç bir ayrıntı idi. 600 küsur sayfa oluşu ürkütücü gelebilir ama okunası bir kitap...


-Yıllar önce "Örnek Suçlar" isimli kitabıyla tanımıştım Max Aub'u. Humor içeren dili ve kitabın ilginç içeriğiyle gönlümü çalmıştı. Benzer duyguları Vernet Toplam Kampı'nın meraklı ve zeki kargası Jacobo'nun kendince anlattıklarını "Karganın Elyazması"nda okurken de yaşadım. Humorla karışık acı ve isyan. Farklı bir okuma yapmak isteyenler için ideal...

  
-Artık sabırsızlanmaya başlamışken geldi iki gözümüzün çiçeği. Son kitabı "Seyrek Yağmur"un yarattığı hayal kırıklığından sonra biraz şüpheyle yanaşarak almıştım ama tipik Barış Bıçakçı anlatımına kavuştum ve büyük bir keyifle okudum.  Bir kaybın peşinde şiir gibi bir roman "Tarihi Kırıntılar". Barış Bıçakçı yine kelimelerle oynamış, sadece onun kitaplarını okurken kaleme ihtiyaç duyuyorum. Katman katman açılan bu kitap yazara olan özlemimizi giderdi. Okuyun, pişman olmazsınız...

 
-"İstanbul 2099" Kutlukhan Kutlu (ki kendisi  pek sevdiğimiz Sevin Okyay'ın oğlu olur) ve Aslı Tohumcu'nun yayına hazırladığı bir derleme. İçinde pek çok yazarın İstanbul'un 2099'daki hali üzerine kurguladığı distopik öyküler var. Okurken fena halde ürküyor insan, dilerim sadece öykülerde kalır yazılanlar, gerçekleşmez. Şu hali bile yeterince üzüntü verici iken yüz yıl sonra başına gelebilecekleri düşünmek enim konum korkutuyor insanı. Düzgün yazılmış öyküler, distopya sevenlere gelsin diyorum...


-Vedat Sakman çok severek dinlediğim bir müzisyendir. Kitabı sinema saatini beklemek için girdiğim D&R'de görünce dayanamayıp aldım. Deniz Durukan'ın yayına hazırladığı kitap çok fazla tat vermese de sanatçının müzik yolculuğu hakkında bilgilenmiş oldum.


-Ve ikinci tuğla geliyor. Endonezyalı bir yazar Eka Kurniawan ve adeta bir Marquez, bir Allende tadı bırakıyor okuyanda. "Güzellik Bir Yaradır" Endonezya'da geçen, büyülü gerçeklik diliyle yazılmış masalsı bir aşk-aile-intikam öyküsü. Doğaüstü olaylar, savaşlar, kavgalar, aşklar, cinayetler ve kitapta en çok rahatsız eden unsur olarak tecavüzler. Güzeller güzeli fahişe Dewi Ayu'nun yıllar sonra dirilip mezarından kalkmasıyla başlıyor öykü ve egzotik bir ortamda tadı damakta bırakarak devam ediyor. Tavsiyemdir...


-Cezayirli yazar Kaouther Adimi'nin kaleme aldığı "Zenginliklerimiz" editör Edmond Charlot'un başkent Cezayir'de, 1936 yılında açtığı "Vraes Richesses/Gerçek Zenginlik" isimli kitabevini konu alıyor. Zamanla birçok yazara evsahipliği, yol göstericiliği yapan ve bir sanat ve kültür merkezine dönüşen kitabevinin sonu hüzünle biten öyküsü kitapseverler için birebir...


-Ve ayın son kitabı yine çok sevdiğim bir yazara ait; Mehmet Eroğlu'nun yeni kitabı "İyi Adamın On Günü". Alışageldiğimiz tarzının oldukça dışında bir öykü kaleme almış bu sefer yazar, kitap bir polisiye. İşini bırakmak zorunda kalmış bir avukatın, çevresinde "iyi adam" olarak nitelenen Sadığın kayıp bir genci aramaya başlamasıyla başlıyor macera ve katman katman açılıyor. Polisiye ve Eroğlu sevenler için gayet tatmin edici bir okuma...

Yeni kitaplarda buluşmak üzere kalın sağlıcakla...