.

.
.

28 Ocak 2019 Pazartesi

28 OCAK (FIRTINADAN SONRA)

Doğa Ana'nın birkaç yıllık sabrını sonunda tükettik ve geçen hafta defalarca kafamıza en ıslak ve en ağırından banyo terliğini yedik. Hem de ne yemek, doyduk ama hazmedemedik.

Antalya'ya taşındığım ilk yıllarda kışın yağan yağmurları hayretle içinde seyreder, göğün bunca suyu nereye sığdırdığını, toprağın bunca suyu nasıl çektiğini, gökyüzünün bunca şimşekten nasıl yırtılmadığını çocuk gibi düşünür dururdum. İki saat deliler gibi yağıp litrelerce su yere indikten taş çatlasa onbeş dakika sonra güneş çıkar, yerler kupkuru olurdu. Sanırsınız gökten damla düşmemiş. Resmen dalga geçerdi tabiat bizimle. Kimi zaman günlerce sürer, bunalıp depresyon eşiğine gelirdik. "Kadıkaçıran Yağmurları" derlermiş eski Antalyalılar, bir de öyküsü var bunun ama şimdi anlatıp uzatmayayım. Çok zaman o yağmurun altında sırılsıklam okula gider, kapıdan girdiğimiz anda tatil haberi gelir, aynı berbat yağmur eşliğinde bir de dönüş çilesi yaşardık. Son zamanlar Meteoroloji uyarılarını dikkate alan yetkililer tatili akşamdan ilan etmeye başlamışlardı ama bu defa da tahminler tutmaz, yağış olmaz, öğrenciler gökten gelen bu tatilin mutluluğunu yaşardı.

Birkaç yıldır bu şiddetli yağmurlar kesilir gibi olmuştu, küresel ısınmaya bağlıyorduk, iklim değişikliğine veriyorduk. Hatta kocam yağmur sevmediğim için küresel ısınmadan beni sorumlu tutuyordu 😀 Biz de unutmuşuz bu deli yağmurları, arada kendini gösteren hortumları, devrilen ağaçları, uçan çatıları, perişan olan seraları. Bu kadar geniş alana yayılmaz ve bu kadar yoğun telefat olmazdı belki ama Akdeniz iklimi gereğini yapardı. Yeşil alanları azaltıp şehri betona karınca, altyapı artan nüfusa yetmeyince, bir de alelusul yapılınca "Alın size" dedi doğa, "benimle oynamak nasıl oluyormuş görün". Korkunçtu fırtına ve ardından iki parti indiren dolu. Şehri allak bullak etti, yaralananlar, ölenler, yıkılan harabolan binalar, patlayan trafolar, devrilen ağaçlar, uçan çatılar, hurdaya dönen araçlarla başka yönden benzeyemesek de tropik iklim açısından Florida'ya yetiştik şükür(!). Evde de kendi çapımızda sıkıntılar yaşadık, ödümüzün kopması bir yana pencere altlarından giren sularla ıslanan perdeleri, halıları hala kurutmaya çalışıyoruz.

Ne diyelim umarım ki bu sondur, bir daha böyle felaketler hiçbir yerde yaşanmasın.

Fırtına dışında haftanın en güzel olayı sinemada izlediğim iki filmdi; "Kefernahum" ve "Arakçılar".


Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki'nin yönettiği film göçmen, mülteci sorunlarını ele alan şahane bir yapım olmuş. Başroldeki ufaklık ise kelimenin tam anlamıyla döktürmüş. Mutlaka izlenmeli.


Bir Kore filmi olan Arakçılar'ı diğerinden sonra izleyince haliyle daha az beğendim. Finalde ters köşe yapan filmde ufak-tefek hırsızlıklarla yaşamlarını sürdüren bir aile ele alınmış. Neşeli bir film aslında, izlenesi.

Benden bu kadar, fırtına yorgunuyum. ayrıca kutlu, mutlu doğum haftama giriş yapmış bulunuyorum. Çalsın sazlar 😀 🎶 🎉 🎂

21 Ocak 2019 Pazartesi

21 OCAK (BEZDİK YAĞMURDAN)

Yoğun ama keyifli geçen bir haftayı daha kapattım. Hala bilgisayarımdan uzak, laptopumun Q klavyesiyle cebelleşmekteyim. İşin kötüsü bilgisayar toparlanıp gelene kadar Q klavyeyi sökeceğim, bu defa F'e alışma sıkıntısı yaşayacağım. Neyse Allah başka keder vermesin.

Geçen hafta soğuk olsa da 2-3 gün güneş yüzü görmüştük, yağmur pişman oldu galiba geri döndü. Yakında çimleneceğiz, o derece yani. Bu güneşli ama ayaz günlerden birinde ANTDOB şan sanatçılarının müzede verdikleri konseri izlemeye gittim. O gün aynı zamanda tüm dünyada "Müzede Selfie" günü idi. Müze hiç denk gelmediğim kadar kalabalıktı, insanlar tek tek ya da gruplar halinde çılgınca selfie çekmekte idiler. Ben selfie tercihimi müzemizin alamet-i farikası dansöz heykeliyle yaptım ama tercihimden dolayı bir teşekkür bile alamadım hanımefendiden, talibi çoktu tabii, kimseye gönül düşürmüyordu haspa 😀

Derken konser başladı, insanlar nisbeten ara verdiler selfie çekimine, merdivenin tepesine tırmandım ve kuşbakışı izledim konseri:



Lahitler Salonu'nda idi konser. Onlar söyledi, birkaç yıl önce eksik yarısına kavuşan Herkül dinledi. Lahitlerin içleri boş olsa da göçüp gidenlere de ulaşmıştır belki ezgiler. Antalya Müzesi'ni gezmeyen varsa yolunu düşürsün derim, hele Tanrılar Salonu anlatılmaz, görülür. Şunu da bırakıp ayrılayım müzeden:


Cuma günü iki sergi gezdim. Burhan Doğançay ve Hayati Misman Sergileri. Aşağıdakiler Hayati Misman'ın eserlerinden:





Hafta sonu çok yoğundu, öğlen bir arkdaşımla GoArt Seramiğin Octopus Kitap-Cafe'de düzenlediği bir seramik boyama atölyesine katıldım. Sıcak bir ortamdı, kendimize birer kupa boyadık. Desen için hocamızın hazır çizimini seçtik, zira çok neşeliydi. Önce deseni karbon kağıdıyla kupaya geçirdik:



Sonra boyamaya başladık, tahminimden daha zordu, incelik isteyen bir iş ama sonunda iyi-kötü başardık. Benim balıklar biraz besili oldu 😊 🐟


Kupalarımızı hocamıza emanet edip bitirdik atölyeyi. Fırına girecekler. Birkaç gün sonra teslim alacağız. Sohbet esnasında kitap yazdığım ortaya çıktı, hazır kitabevindeyken sağolsun katılımcı arkadaşlardan satın alıp imzalatanlar oldu. Bu da günün diğer bir hoşluğu idi. Boya yapmanın getirdiği yorgunluğu da şu güzel limon ağacının olduğu bahçede çay içerek attık:


Asıl bomba akşam idi. Opera Sahnesi'nde günlerdir sabırsızlıkla beklediğimiz "Balenin Yıldızları" gala gösterimine gittik. Ankara, İstanbul, İzmir ve Mersin Opera ve Balelerinin baş balerin ve baletleri şef Bujor Hainic yönetimindeki ANTDOB Orkestrasının seslendirdiği müzikler eşliğinde tanınmış bale eserlerinin en çarpıcı sahnelerini canlandırdılar. Kelimenin tam anlamıyla rüya gibiydi. Ne diyeyim, çalan elleri, danseden ayakları dert görmesin. Aşağıdaki fotoğraflar ANTDOB'un Facebook sayfasından alınma:







Bu etkinliklerin arasına iki de film sıkıştırdım; Koreli yönetmen Lee Chang-Dong'dan "Şüphe" ve Yunanlı yönetmen Lanthimos'tan "Favourite". İkisine de düşüp bayılmadım ama izlenir nitelikteydi.

Sonraki haftalara da aynı bereketi diliyorum, güzel geçsin günleriniz...

14 Ocak 2019 Pazartesi

14 OCAK (YANARIM, YANARIM, TUTUŞUR YANARIM)

Bir tuhaf hafta sonu geçirdim ki evlere şenlik. Bir kere bütün hafta berbat yağmur ve soğuk yüzünden eve kapanarak geçti. Antalya'da ne soğuğu demeyin, az yapar ama öz yapar. Nem yüzünden içinize işler ayaz. İlahların gazabına mı uğradım nedir kitap okuma konusunda yerlerde sürünüyorum bu aralar. Daha Ocağın 2. kitabını bitiremedim. Sürekli avarelik ediyorum, tablet elimden düşmüyor, o yetmiyor bilgisayarda oyun peşindeyim, Emily'ye garsonluk etmekten yoruldum. Öyle böyle hafta sonunu buldum, sonunda yağışlı da olsa arkadaşımla buluşmak için sokağa çıkabildim. Üçkapılar'da arkadaşımı beklerken bir süre güvercinleri izleyerek oyalandım. Kale duvarına yapışmış gibi duranlar pek hoştu. Size daha iyi bir foto sunabilmek isterdim ama birazdan anlatacağım sebepten dolayı bununla yetinmek zorundayım:


Sonra arkadaşım geldi ve methini duyduğumuz Pizza Argentina'yı bulmak üzere yola koyulduk. Burnumuzun dibinde ve gözümüzün önündeki pizzacıyı bulmamız 15 dakika sürdü :) Meğer minicik, şirin bir dükkanmış. İçerideki üç masa gençler tarafından işgal edilmişti, benim Cevriye bar taburesine çıkamayacağı için ısıtıcıyı açtırıp dışardaki masaya geçtik. çok sürmedi, masalardan biri boşaldı, fazla üşümeden içeri girdik. Hayli cevval ve lafazan garsonun gereğinden fazla ve abartılı açıklamaları sonunda siparişimizi verdik. Karamelize soğanlı ve Napoliten pizza, birer dilim. Lafazan garson istirdye mantarlı tavsiye etti ama ben dışarda yenen mantarlara biraz uzak durduğum için istemedim. Pizzalar hamuru biraz kalın olsa da güzeldi, bunu LG'ye belirttiğimizde Arjantin usulü pizzanın böyle yapıldığını öne sürdü. Eh haklıdır herhalde, Arjantin'de pizza yemedik, yemeyi bırak gitmedik bile :) Yemeğimiz bitmek üzereyken LG gelip pek değişik bir tatlıları olduğunu, özel bir kahve eşliğinde sunabileceğini söyledi. İkimize bir tatlı olmak koşuluyla kabul ettik. Gelenler balkabaklı magnolia ile bildiğimiz Amerikano idi ama güzeldi, LG tam bir pazarlama uzmanı olurmuş, yanlış yerde çalışıyor. Pizza seviyorsanız ve Antalyalı iseniz deneyin bu mekanı, memnun kalırsınız.

Çıkışta yağmur başlamıştı, yılmadık, şemsiyeleri açıp Kaleiçi'ne kırdık rotayı. Rotayı kırarken suyunu silkeleyeceğim diye şemsiyemin telini de kırdığımı farkettim canım sıkıldı. Kırık telli şemsiye benim için kaçık çorap gibidir, kullanımdan tiz kaldırılmalı. 

Kaleiçi ıslak, tenha ve herzamanki gibi güzeldi. Lakin yağmur hızını arttırmaktaydı, fazla dolaşamadan Dem-lik Cafe'ye attık kendimizi. Daha önce bahçede oturmuşluğum vardı ama kapalı mekana hiç girmemiştim. Pek hoşmuş. Tavana sayfaları açık kitaplar monte edilmişti, duvarlarda aynalar, eski dolap kapakları, ışıklandırılmış müzik enstrümanları figürleri, bana çocukluğumu hatırlatan Thonet sandalyeler ve mekanın gediklisi bir kedi. Sevdik. fotoğraflamıştım ama yukarıdaki sebeplerden sadece şu aşağıdakileri ekleyebiliyorum:



Kahvelerimizi içip ayrıldık mekandan, yağmur coşmuştu. Kendimi bir taksiye attım ve taksinin radyosundan yükselen ilahiler eşliğinde eve ulaştım.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, tam yatmaya hazırlanırken yağmur şiddetli sağanak halinde başladı ve daha ne oluyor demeye kalmadan müthiş bir patlamayla şimşek çaktı, mutlaka yakında bir yerlere yıldırım düştü ya da minare paratoneri çekti yıldırımı. Akabinde bir patlama sesi de açık olan masaüstü bilgisayarımdan geldi ve kendisi sizlere ömür. Canım çok sıkıldı haliyle ilk anda, sonradan modemin sağlam kaldığına şükrettim, en azından internet derdiyle uğraşmayacağım diye. Laptop, çantasından çıkıp masada yerini aldı. F klavyede 10 parmak yazan ben şu blog postunu girebilmek için 3 saattir Q klavyede harf arıyorum. Kasamız ambalajlanıp Ankara'ya gidecek ve abisinin becerikli ellerine teslim edilecek. Hasar tesbiti de o zaman yapılacak. Verilerime gelınce Allahtan 2 ay öncesine kadar düzenli olarak yedeklemiştim, son 2 aya ait olanlar tembelliğimin kurbanı oldu. Enseyi karartmıyorum henüz, belki kurtarmak mümkün olur. Elimde yukarıdaki 3 foto kaldı, sebebi budur.

Şu an bir yandan yazıp bir yandan ağrıyan başıma derman arıyorum. Ne tansiyon ilacı, ne ağrı kesici fayda etti. Sebebi bozulan bilgisayardır diye düşünüyorum. Harf aramaktan yoruldum, ağrı müsaade ederse yarım kalan kitabımı bitirmeye gidiyorum. TV'siz kalın, bilgisayarsız kalmayın 😀

7 Ocak 2019 Pazartesi

7 OCAK (KAR YAĞAR BAŞKA YERLERE KUCAK KUCAK)

O başka ellere yağan kar buraya da ayazını gönderdi ama anneannemin deyimiyle "dıllanmayayım" (tercümesi: dırlanmak yani çok konuşmak), zira gökte güneş varsa hava istediği kadar soğuk olabilir, güneş enerjisiyle çalışan bir makine olduğum için keyfim yerinde. Üstelik evin en sıcak olduğu günler güneşli ama ayaz günler, şu anda pencereden vuran güneş yüzünden elektrik sobasını kapattım, sıcacık oturuyorum, dışarısı ise Antalya standartlarına göre oldukça soğuk. 

Yılbaşından önce tomurcuk olarak aldığım sümbüllerim açmakla kalmayıp kendilerini aştılar. Tek kök olarak aldığım pembe cazibeme dayanamayıp ikinci bir kök çıkardı ve anında açtı. Mor olanın aile büyüğü ise öyle kocaman çiçekler çıkardı ki kendi boynunu büktü garip. Arkasına parlak turkuaz çiçekli, uzun saplı bir destek attım, sahte ve gerçek çiçek dayanışma içinde güneşleniyorlar şu an.  İnstagram alemini sümbüllerimle yeterince taciz ettim, sıra burada, sizleri eksik mi bırakırım hiç, haydi buyrun:


Görüntülerinin şahaneliği bir yana odaya öyle bir koku salıyorlar ki anlatılmaz, sanırım onlar yerlerini sevdiler, ben de onları. Ömürleri uzun olsun.

Kurarken keyif ama toplarken angarya gelen bir işi de hallettim dün; yılbaşı ağacını söküp yerine kaldırmak. Tıpkı hevesle çıkılan bir seyahate giderken hazırlanan valizle, dönerken hazırlanan valizin başına gelenler gibi. Söylene söylene çıkardım süsleri yerlerinden, ağacı poşetledim, evin muhtelif yerlerine dağılmış yeni yıl objelerini ve yeni yıl konseptli kupaları dolaplarına kaldırdım. Geriye halının üstüne uçmuş birkaç sarı yıldızla, ağaçtan dökülmüş üç-beş yeşil yaprak kaldı. Onları da elektrik süpürgesinin midesine gönderdim, sen sağ ben selamet. Darısı önümüzdeki yıla, sağlıkla, huzurla. 

Poşet demişken, çevre için hiç çözüm getirmeyeceğine inandığım bu uygulamaya kızacağıma alternatif ürettim. Evin içi bez torba dolu, kendi diktiklerim, sağdan soldan hediye gelen, yayınevlerinin eşantiyonları, her daim çantamda gezdirdiğim Sünterciğimin ta Almanya'lardan gönderdiği, küçümen kılıfına katlanıp giren sentetik kumaş çanta ve benzerleri marketlerin uyduruk plastiklerine muhtaç etmeyecek beni. Zaten o poşetleri çöp koymak dışında kullanmıyorduk, buna çözümü de ambalajcıdan 1 kilo poşet alarak bulduk. Kilosu 12 lira,  hem de çözünen tür, en az 6 ay yeter Allah'ın izniyle 😀

Yeni yılın ilk dört gününü yağmur nedeniyle eve kapanarak geçirdim. Bu süreçte birkaç film izledim. Biri "Green Book". Ünlü zenci piyanist Don Shirley'in 60'lı yılların başında, henüz siyahlara yeterince özgürlük tanımayan güney illerine yaptığı turne ve bu turne sırasında  kendisine şoförlük ve yardımcılık yapan Tony Lip'in çok keyifli ve aynı zamanda düşündürücü maceralarıydı filmin konusu. Çok severek izledim ve bugün öğrendim ki "En iyi komedi/müzikal film", "En iyi senaryo" ve "En iyi yardımcı erkek oyuncu" dallarında Altın Küre'yi kucaklamış. Gerçek bir öyküden uyarlanan filmde Don Shirley'i canlandıran Mahershala Ali'nin kazanmasına kesin gözüyle bakıyordum, o derece iyiydi çünkü.

"Ballad of Buster Scruggs" isimli western filmini ise Netflix'den izledik. Kocamın gecikmeli doğum gününü kavrulmuş badem yiyerek ve vişne şarabı içerek kutlarken bize eşlik etti. Coen kardeşlerin çektiği film birbirinden bağımsız 6 öyküden oluşuyordu, açıkcası biraz sıkıldım. Ekşi Sözlük'te film yere göğe konmamış, alındım biraz 😀 Ya ben filmden anlamıyorum ya da yeterince ekşi değilim 😀

Dört gün kendimi eve kapatınca hafta sonu coştum haliyle, cumartesi günü "Fındıkkıran" balesini izlemeye gittik, benim dördüncü izleyişimdi ve yine ilk izleyişimdeki keyfi aldım. "5. defa izler misin?" diye sorarsanız cevabım "Evet" olacaktır. Bu kez  şeker prensi ve prensesini canlandıran dansçılar farklı idi. Mersin Opera ve Balesi'nden gelmiş bu iki dansçı tam bir göz ziyafeti sundular bize. 


Görsel: Buradan

Haftasonuna altın vuruşu ise pazar akşamı "Müşterek" tiyatro grubunun "39 Basamak" isimli oyununu izleyerek yaptık. Demet Evgar, Okan Yalabık, Engin Hepileri ve Bülent Şakrak'ın rol aldığı oyun kelimenin tam anlamıyla harikaydı. 


Görsel: Buradan

Son zamanlarda izlediğim adet yerini bulsun diyerek seçilmiş repertuarlarından, acemice, basmakalıp oyunculuklarından bezdiğim tiyatro oyunlarından sonra ilaç gibi geldi bu şahane kotarılmış gösterim. Tipik bir kaçma-kovalama, casusluk konusu içerse de yorumlama ve sahneye konuş o kadar özenli ve ilginçti ki yaklaşık üç saat süren oyunu soluksuz izledik. Okan Yalabık'ın taklalar atarak sahneye girdiği ve rüzgarla uçuşan bir çalı öbeğini canlandırdığı bölüm sanırım AST'ın yıllar önce sahnelediği "Aladağlı Mıho"da Cezmi Baskın'ın canlandırdığı öküz rolünden sonra unutamayacağım bir sahne olacak. Gerçek sanat, gerçek tiyatro bambaşka bir şey, iyi ki varlar...

3 Ocak 2019 Perşembe

3 OCAK (ARALIK OKUMALARI)

Evin içinde inceden bir sümbül kokusu. 2018'in son günlerinden birinde aldığım tomurcuk sümbüller dün akşam açmaya karar verdiler. Gecikmeli bir yeni yıl hediyesi de bizden olsun dediler sanırım. Öyle güzeller ki burnumun direği sızlıyor. Sümbül hem görünümüyle, hem de kokusuyla beni mesteder, bir yandan da hüzünlendirir. Sebebini birkaç yıl önce burada yazmıştım, okumak isterseniz tık: Sümbül

Yeni yıla öğretmenliğimin ilk yıllarında derslerine girdiğim sınıftan bir grubun davetiyle öğrencilerimle birlikte girdim. Bir öğretmene sunulan en güzel armağandır diye düşünüyorum, 35 yıl öncesinden hala hatırlanıp aranmak. Ve yıl 2019'a evrilirken başlayan yağmur ancak bugün kesildi. Bulutlar tekrar toplanmaya başladığına göre akşamı yağmurlu geçireceğiz gibi geliyor, derken damlaların sesi gelmeye başladı.

Henüz 2019'un dışarı hayatına hiç dahil olmadım. Üç gündür evdeyim. 2 film izledim; "The Bookshop" ve "Everybody Knows". İkisine de bayılmadım, izlesen de olur, izlemesen de kategorisinden. Oysa ikinciden epey ümitliydim, Asghar Farhadi'nin çektiği ve ana rollerinde Penelope Cruz ve Xavier Bardem'in yer aldığı filmin daha iyi olduğunu düşünmüştüm, vasat buldum. Yılın ilk kitabına başladım, Lale'nin Bahçesi'nin yeni yıl armağanı olan Zanzibar'lı yazar Abdulrazak Gurnah'ın "Sessizliğe Hayranlık" isimli eseri. Blogun ilk yıllarından beri gelenektir, yılbaşında birbirimize kitap yollar ve yıla o kitapla başlarız. Sonra bu olaya Macera Kitabım Özlem de dahil oldu. Üçümüz de çok okuyan insanlar olduğumuzdan önce hangi kitabı istediğimizi birbirimize soruyor, istek üzerine alıyoruz hediyelerimizi. Alan memnun, veren memnun, ne güzel değil mi :)

Yeni yılın ilk yazısında eski yılın son ayının kitaplarından söz etmek istiyorum. Aralık ayı hem nitelik, hem nicelik olarak pek verimli geçmedi kitaplar açısından. Yılbaşı telaşı, çocukların ziyareti, konserdi, sinemaydı ve okumaya niyet ettiğim kitapların pek tadı tuzu olmaması yüzünden istediğim sayıya ulaşamasam da yılı 127 kitapla bitirmek de fena bir sonuç değildi. Şimdi gelelim Aralık kitaplarına:


-Kazuo Ishiguro'yu sevip sevmemek arasında kararsızım. Bazı kitaplarını çok beğenerek okurken bazılarından sıkılıyorum. "Değişen Dünyada Bir Sanatçı" ikinci kategoriye girdi mesela. Giderek yaşlanan bir ressamın gözünden 2. Dünya Savaşı sonrası harabeye dönen şehrini, mahallesini ve toplumun geçirdiği değişim sürecini anlatmış yazar. 


-Okuduğum ilk Mişima kitabı oldu "Dalgaların Sesi". Açıkcası beklentimi yüksek tutmuşum, arzu ettiğim derinliği bulamadım. Sonu iyi biten sade bir aşk romanı "Dalgaların Sesi", sadeliğinin dışında çok fazla bir şey vermedi okur olarak bana. Belki yanlış kitapla başladım. "Bereket Denizi Dörtlemesi" ile yazara bir şans daha vermek istiyorum. Bir de itiraf edeyim ki Uzakdoğu edebiyatına çok sıcak bakmıyorum.


 -Filiz Ali'nin "Müzikli Geziler"ini 5 yıl kadar önce almış ve kitaplıkta unutmuşum. Düzenleme yaparken elime geçince okumaya başladım. Klasik Batı Müziğine ilgi duymayanların pek hoşlanacağı bir kitap değil. Ama eğer bu tarz müziği seviyorsanız oldukça ufuk açıcı...


-Hayattaki tek amacı iyi bir evlilik yapmak olan Kitty, evlenme yaşının geçmeye başladığına karar verip panikleyince  istemeyerek de olsa bakteriyolog Walter'la evlenip görev yaptığı Hong Kong'a gider onunla birlikte. Başlangıçta küçümsediği kocası, Kitty'nin kendisini aldattığını öğrenince onu boşanmak ya da kendisiyle birlikte kolera salgını olan bir uzak yöreye gelmek seçeneğiyle başbaşa bırakır. Çaresizce ikinci seçeneği kabul eden Kitty bu mahrumiyet bölgesinde kendisini ve hayatın anlamını keşfetmeye başlayacaktır. "Duvak" adıyla filme de çekilen "Boyalı Peçe" rahat okunan akıcı bir  kitap.



-"Temiz Aile Çocuğu", "Zenne" ve "Çekmeceler" filmlerinin senaristi ve yönetmeni olan Caner Alper'in kendi yaşam öyküsünü kaleme aldığı bir kitap. Çocukluğundan bu yana hissettiği aile baskısı, gay oluşunun getirdiği sıkıntılar, toplumun kabul ettiği normların dışında olmanın karşı karşıya bıraktığı zorluklar üzerine ufuk açıcı bir kitap.


-"Örümcek Kadının Öpücüğü"nü evvelki sene yaptığımız  Antakya gezisinde bir sahaftan almıştım, okuma sırası ancak gelse de bana beklediğim keyfi nedense veremedi. Kitabın baskısının çok eski oluşu, harflerin dizilişi okuma zorluğu yarattı, belki ondan, belki uygun zaman ve ortama denk gelmedi ondan, hayli zorlanarak bitirdiğim bir kitap oldu. Biri katı devrimci, biri siyasetle ilgisi olmayan eşcinsel iki mahkumun hapishane hücresinde birbirlerini oyalamak için yarattıkları oyunları kaleme almış Manuel Puig. Beyazperdeye de uyarlanmıştı, kitabı sağlama açısından filmini izlemeyi planlıyorum.


-Daha önce yine YKY'den çıkan "Balıkçıl" isimli kısa romanını çok severek okuduğum Giorgio Bassani'nin yaşadığı şehir olan Ferrara'yı ve oradaki Yahudi cemaatini anlattığı öykülerden oluşan "Kuru Otların Kokusu"nu ilk kitap kadar beğenmesem de ilginç bir okuma oldu. 

Yeni kitaplarda buluşmak dileğiyle 2019 huzurlu, sağlıklı geçsin diyor, sevgilerimi yolluyorum tüm takipçilerime...