.

.
.

31 Mayıs 2016 Salı

MAYIS OKUMALARI

Mayıs ayı Kaleiçi Festivali, Tiyatro Festivali, konserler, sergiler, Expo gezileri derken o kadar yoğun etkinlikle geçti ki yeterince kitap okuyamadım diyecektim ama bir saydım ki 11 kitap okumuşum, e aferin bana :)




-Karin Karakaşlı'nın "Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz"i otobiyografi olduğunu düşünerek sipariş ettiğim bir kitaptı, yanılmışım. Gazetedeki köşe yazılarının bir derlemesi imiş. Bu tarz kitapları çok sevmesem de yazıların çoğunu severek okudum.


-"Bir Türk Çocukluğu" bazı ünlü yazar ve düşün adamlarının çocukluk anılarının bir derlemesi olarak Elif Deniz Ünal tarafından hazırlanmış. Keyifli bir okuma oldu.


-Uğur Gürsoy'un hayat verdiği "Fırat" çok sevdiğim bir çizgi kahraman ama 4. kitabı biraz zorlama olmuş. Rağbet gören kitapların ısrarla devamını basmak okura bıkkınlık veriyor. Bıraksalar bizim koca kafa kendi halinde büyüse artık.


-"Hotel Glasgow" Şavkar Altınel'in Glasgow ve Paris'ten gezi yazılarının toplamı. Esasen tam anlamıyla gezi yazısı demek yanlış olur. Yazar kitapta "Paris'te Son Tango" ve "The Passanger" filmlerinin izini sürüyor. İlginç. Öyle ki kitap biter bitmez "Paris'te Son Tango" filmini tekrar izledim. 

 -Sezgin Kaymaz külliyatını hatmetmiş biri olarak son kitabını okumamam sözkonusu değildi tabii ki. "Bugün Bize Kim Geldi"de yazar sıradan insanların-ve köpeklerin-öykülerini anlatmış sıradan olmayan bir dille. Bu kez fantastik unsurlara çok fazla başvurmamış ama öyküler her zamanki gibi çok keyifli.


-İtiraf edeyim bu kitabı tamamen isminin sıradışılığına kapılıp aldım ve neyse ki pişman olmadım. Asıl mesleği reklamcılık olan Murat Işık "Muhtelif Lüks Bisküit"te temiz ve akıcı bir dil kullanmış. Çok fazla bir edebi beklentiniz yoksa kafa dağıtmak için ideal kitaplardan.  


-"Tuhafiye'deki Hafiye"de bir çeşit mahalle baskısı nedeniyle alındı, o kadar çok kişide gördüm ve isimle kapak öyle ilginç geldi ki okumasam çatlayacaktım. Polisiyemsi ilginç bir anlatımdı, sevdim. 

-İnternet siparişi sırasında kota doldurmak için rastgele seçtiğim bir kitaptı "Asuman", seçmesem ve okumasam da olurmuş. "Bir deli kız" olarak nitelenen Asuman kitabın ancak yarısını kapsamış, "Sıdıka" benzeri bir öykü düşünülmüş ama olmamış. O kadar söyleyeyim.


-Mayıs ayının küçük ama üçbuçuk denilebilecek kitaplarındandı "Bonzai". Şilili yazar Zambra'nın daha önce diğer kitaplarını okumuştum, "Bonzai" bu aya kısmetmiş, bu kısa ama ilginç anlatımıyla dikkat çekici romanı diğerleri gibi çok sevdim. Kitaptan esinlenilerek çekilen filmi de izledim sonrasında ama onu sevdim diyemeyeceğim. 

-"Dublinliler" benim ilk James Joyce okumamdı, biraz gecikmeli olduğunun farkındayım ama kitap bende hayal kırıklığı yarattı. Heyecan uyandırmayan, kuru bir anlatım vardı sanki öykülerde. Sanırım Joyce okumalarımın devamı gelmeyecek. 


-Ve son olarak "Kırmızı Kedi"nin şahane kapaklı minik kitaplarından biri, Herman Menville'nin "Katip Bartleby"si Mayıs ayının son okuması oldu. "Yapmamayı tercih ederim" sözüyle Katip Bartleby aklımda hiç çıkmayacak. 

Haziran kitaplarında görüşmek üzere...

28 Mayıs 2016 Cumartesi

KİMLER GELDİ, KİMLER GEÇTİ 5 (ASKER ANASI)


Çocukluğumun Yenimahalle'sinde bir başka olurdu baharlar. Hele Mayıs sonları; havalar iyiden iyiye ısınır, sitenin arkasındaki şantiyenin çirkin bahçesi gelinciklerle, papatyalarla donanıp güzelleşir, iki katlı Yenimahalle evlerinin bahçe duvarlarından leylaklar, hanımelleri sarkar, iğde çiçeklerinin kokusu sokakları doldurur, pazar torbalarında erik, kiraz, sofralarda bezelye, bakla, taze fasulye boy gösterirdi. Yaklaşan okul tatilinin heyecanı bünyeyi sarar, balkonda yenecek gazoz eşlikli akşam yemeklerinin, Vardar Pastanesi'nden alınacak kornette dondurmaların hayali kurulur, henüz TV'lerin girmediği evlerde yan arsadaki açık hava sinemasının ne zaman gösterime başlayacağının hesabı yapılırdı. Baharların, yazların ve tüm mevsimlerin en şenlikli kişisi de muhakkak ki Müyesser teyzeydi. O eve taşındığımızın ertesi günü çalan kapıyı açtığımda karşımda kar gibi beyaz tülbentle çevrelenmiş akça pakça bir yüz ve gülerek bakan bir çift boncuk göz görmüştüm. Ekşi ekşi kokup midemi bulandıran bir tabak dayamıştı burnumun ucuna: "Anan nerde? Al, ekmek mayaladım, yersiniz". Cevabımı da, annemi de beklemeden elindeki diğer dilimleri vermek için bitişik kapıya doğru yürümüştü. Sesleri duyup mutfaktan ellerini kurulayarak çıkan anneme tabağı tutuşturup "Yaşlı bir kadın bunu getirdi, çok pis kokuyor al" diyerek beni bekleyen hikaye kitabıma dönmüştüm. Sonradan öğrenecektim o kadının tüm apartmanca "Asker anası" olarak bilinen ve ölene kadar da tüm apartmandaki aile babalarının analığını üstlenen Müyesser teyze olduğunu. Beş kızın üstüne doğurduğu oğlu askerde olduğu için gelininin ve torunlarının geçimini üstlenen ve bu nedenle kendine "Asker anası" lakabını uygun gören Müyesser teyze ekmeğe harcanan parayı asgariye indirmek için çuvalla un alıp evde ekmeğini kendi mayalarmış meğer. Gelgelelim ekonomik olsun diye yaptığı ekmeklerden konu komşunun payını ayırmadan da boğazından geçmezmiş. Kapımıza getirdiği tabağın içinde burnuma ekşi ekşi kokup içimi bulandıran şey de o mayalı ekmeklermiş. Şimdi olsa bayıla bayıla yiyeceğim o dilimlerden çocukluğum boyunca ağzıma bir lokma bile koymadım ama olağanüstü bir lezzette kurduğu turşulardan herkesten önce nasibimi aldım. Turşuya-ve en çok onun turşularına-bayıldığımı bilen Müyesser teyze kimseye duyurmadan kulağıma eğilir, "Turşu yaptım, yin mi?" diye sorar, daha ben cevabımı vermeden parıldayan gözlerimden anlayıp ağrıyan dizlerini tutarak mutfağa yönelirdi. 

Ömrü boyunca çektiği çilelere inat sonsuz bir yaşama sevinci ve neşeyle donatılmıştı. Doğurduğu her kız çocukta oğlan özlemi duyan, "oğlum olsun da isterse beni dövsün, isterse kocam beni terkedip gitsin" diye dualar eden Müyesser teyzenin hacet kapısı açıkmış demek ki son çocuğu oğlan olmuş ve kocası oğlanın doğumundan kısa bir süre sonra onu terkedip gitmiş. Neyse ki ilk dua tutmamış, dövmesine bile razı olacağı oğlunun yanında ölene kadar el üstünde tutularak yaşamıştı. Yoksulluk bir yandan, çilesi terkedilmekle de bitmemiş ki, kızlarından biri üçüncü çocuğunu dünyaya getirirken ölünce evlat acısını da tatmış, torunlarının bakımını da üstlenmişti. İki kapı yanımızdaki dairede oğlu, gelini, oğlunun iki çocuğu ve ölen kızının iki kızı ile birlikte oturuyordu. Çektiği tüm ekonomik ve ruhsal sıkıntılara rağmen ne elinin açıklığı, ne yüzünün gülümsemesi yaşadığı sürece azalmamıştı. Kendisini terkeden kocasına olan hıncını gelinine, anneme ve diğer komşulara vasiyet ederek alırdı. Yedirmeyi içirmeyi sevdiği kadar yemeyi içmeyi de sever ve şöyle derdi: "Ben ölünce güzelce yıkayın, tertemiz kefenleyin, defnettikten sonra eve gelin, sofrayı kurun, karnınızı bir güzel doyurun, üstüne çayınızı için sonra da 'Ne oldu anamıza ne oldu, p.zevenk kocası sebebi oldu' diye ağlayın, çok da ağlayıp kendinizi de üzmeyin ha'" der ve ardından kahkahayı basardı. Ne yazık ki biz şehir dışında tatildeyken, kendisi de elleriyle evlendirip ziyarete gittiği uzak bir şehirdeki torununun yanındayken göçtü bu dünyadan, vasiyeti de arzu ettiği gibi gerçekleşemedi. 

En çok Hıdrellez zamanı neşesi gelirdi, apartmanın arka bahçesinde kendine ayırdığı ufacık alana diktiği çiçeklerin, sebzelerin arasına evcikler, arabalar yapar, çocukları, torunları için dilekler tutar, hepimizi bir şenliğin içine sürüklerdi. Hayatla ve insanlarla dalga geçerdi adeta, hastayım diyene ilk tavsiyesi "Tuzruhu iç" olurdu, Allahtan kimse sözünü gerçek sanıp böyle bir girişimde bulunmadı da kimsenin ölümüne sebep olmadı :) Pisliğe, pasaklılığa, dağınıklığa tahammülü yoktu, böylelerinden sözünü esirgemezdi. Biz başka bir mahalleye taşındığımızda bir gün yatılı olarak ziyaretimize geldi. Oturup sohbet ederken bir ara ortadan kayboldu, sonra arka odanın balkonundan sesini duyduk, ne oluyor diye gittiğimizde ne görelim, karşı apartmanın balkon hizasına düşen hayli-hayli bile biraz az bir sıfat oluyor burada-pasaklı dairesinin kendi balkonunda yakaladığı hiç tanımadığı sahibine verip veriştiriyor:  "Kızım bu balkonun, bu camların hali ne böyle, sil bakayım o camları, at o balkondan ıvır zıvırı, çöplüğe döndürmüşsün ortalığı, nasıl yaşıyorsun bakayım sen bu evde". Kendine söylendiğini tam anlayamamış kadın şaşkın şaşkın bakarken güç bela çekip içeri almıştık Müyesser teyzeyi, lakin evine dönene kadar söylenmeye devam etmişti. 

Dondurmayı çok sever, kim işe girse, kim maaş alsa, kime beklenmedik bir yerden para gelse "Dondurma alacan mı bana?" derdi. Hâlâ işe girdikten sonra fırsat bulup ona alamadığım dondurmanın üzüntüsünü yaşarım. 

Müyesser teyze bu dünyadan gideli çok oldu, yalnızca kendi gitmekle kalmadı zamanında "çeyizinize" diye ördüğü elbezleri, ekmek sepeti örtüleri, lifler de eskidi. Üstüne üstlük çok sevdiği, bahçesine kavak ağaçları, çiçekler diktiği, balkonunda demli çaylar içtiği, mutfağında ekmekler mayaladığı evi de yıkıldı. Şimdi yerinde hiçbirimizin anısını taşımayacak bir inşaat yükseliyor. İzleri yaşadığımız yerlerden silinse de sevgileri gönlümüzde bâki, ötelerde bir yerde eminim ki annemi, Şefika ablayı, Neriman ablayı, Hedime Hanımı, Zehranım teyzeyi, Naciyanımı toplamış hem yedirip hem güldürüyordur, kocasına olan iltifatlarını da ardarda sıralıyordur. Çok sevdiği bu sardunya onun güzel ruhuna gitsin...


26 Mayıs 2016 Perşembe

ETKİNLİKLE DOLU GÜNLER

İki haftadır o etkinlikten bu etkinliğe koşmaktan yoruldum. Evde kapanıp kaldığım günlerin acısını çıkarıyorum zannımca :) En son Çiçek Festivali'nde kalmıştık galiba. İşte o çiçek kortejini izlemeye gittiğimiz gün geçen yıl bir binanın yıkılması üzerine parka çevrilen ve Kadın Yarı'na köprülü geçiş sağlayan alanı hiç görmediğimizi farkedip yolüstü bir uğrak yapıverdik. Merdivenlerden inip uzun bir tahta köprüyü geçerek yolun karşısına Kadın Yarı'nın olduğu bölgeye ulaştık. Bu zamana kadar son derece pis olduğu için eğilip bakmadığımız yarın başlangıcının aslında ne kadar derin ve ilginç olduğunu farkettik. aşağıdaki fotoğraflar oradan:


 


"Kadın Yarı" hakkında muhtelif rivayetler anlatılır, en çok bilineni sırtına çocuğunu bağlamış bir kadının soluklanmak için yarın kenarına oturduğu, o esnada çocuğun kundaktan kurtulup yardan aşağı düştüğü ve kadının da çocuğunun ardından uçuruma atladığı şeklinde olanıdır. Öykü ne dereceye kadar doğru bilemem ama yarın manzarasının muazzam olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. 

Pazartesi günü saçımı boyatmak için kuaföre gittim, boyanın süresi dolana kadar çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Beni kitap okurken gören kalfa kız, "hocam ben de kitap okumayı çok seviyorum ama elime alınca üçüncü satırdan öteye geçemiyorum, uykum geliyor" dedi. Yan koltukta saçını kestirmekte olan kadınla aynı anda "E bu nasıl sevgi" demişiz, daha doğrusu şarkıdaki gibi: "Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap". Çok sürmedi kuaförün yanındaki dükkanın sahibi olan kadın girdi içeriye. Elimdeki kitaba bakıp "Ne okuyorsun?" dedi ve cevabımı bile beklemeden iç bölüme geçti. Dönerken de şunları söylemeyi ihmal etmedi: "Ben bu aralar kitap okuma yeteneğimi kaybettim, onun için de okumamaya karar verdim". Aferin, ne kadar iyi ettin. Kim senin kitap okuyup okumadığını sorguladı, kim ayıpladı, niye özeleştiri yapmak gereğini duydun, kitap okumanın yetenekle ilişkisi nedir, herkes okumak mecburiytinde midir? Bu tarz bir alay soruyu zihnimden geçirirken elimdeki kitaba odaklanamadım, o sırada da boyamın süresi doldu, yıkamaya çağırdılar. Sevgili kitap okumayanlar, bu bir suç, günah, eksiklik, mecburiyet değildir. Okuyup okumamak sizin bileceğiniz iş, kimseye neden okumadığınız konusunda komik ve saçma açıklamalar yapmak zorunda falan da değilsiniz, neyi seviyorsanız, neye yeteneğiniz varsa onu yapınız lütfen ve kitap okuyan bir insana da engel olmayınız... Şeklinde bir diskurdan sonra geçeyim geçen hafta ve dün izlediğim Tiyatro Festivali kapsamındaki iki oyuna. İlki İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun sahnelediği "Erkek Arkadaş" isimli eski bir Brodway müzikali idi. Kalabalık kadrolu, danslı, müzikli, renkli ve canlı bir seyirlikti. Belki ilk izlediğim oyun olsa daha farklı düşünebilirdim ama "Bollywood" gösterisi ve "Simsarlar"dan sonra bana biraz naif ve acemice geldi. Yine de çok emek harcanıp alınteri dökülmüş bir çalışma idi, katkısı olanlar çok yaşasın. 


Dün izlediğimse Ankara Devlet Tiyatrosu'nun bir oyunu olan, Yaşar Kemal'in aynı adlı eserinden uyarlanan "Teneke"ydi. Hep bilinen ve yaşanan bir konunun yetenekli oyuncularla sahnede canlandırılması güzel olmuş, aynı dileklerim bu ekip için de geçerli.



Bu akşamın ve benim için festivalin son oyunu ise Fransız "Theatre Fools and Feathers"ın sergileyeceği "İki Kafadarın Trajikomik Hikayesi" olacak, bakalım hoşumuza gidecek mi?


Tiyatro her daim hayatımızda olsun...

21 Mayıs 2016 Cumartesi

ÇİÇEKLİ CUMARTESİ

Festivalden festivale koşuyoruz sevgili takipçilerim, biri bitmeden öteki başlıyor. Tiyatro Festivali tam gaz sürerken dün ve bugün Çiçek Festivali düzenlendi şehrimizde :) Eh, kambersiz düğün, Leylaksız festival olur mu hiç. Yerleştik kortejin geçeceği caddedeki cafelerden birine, hem çayımızı kahvemizi içtik, hem de önümüzden geçen çiçek alayını izledik. Ben izlerim de sizleri mahrum bırakır mıyım hiç, buyurunuz efendim:




Şapkaların tepesindeki zımbırtıların ne işe yaradığını bilen varsa bana da anlatsın lütfen.





Bırr, asma adamlar, umarım rüyama girmezler, üzümden korkacağım neredeyse :)








İşte böyle, ömür biter, festival bitmez. Çiçek gibi olsun hafta sonunuz madem :)

19 Mayıs 2016 Perşembe

GEL VATANDAŞ GEL, FESTİVALE GEL

Salı günü 8 saatlik zamana yayılan Expo turundan sonra "beni ancak kanepede ayaklarımı uzatıp uyumak paklar" diye düşünürken çalan telefonla kendimi yemek bile yemeden giyinirken buldum. Antalya Tiyatro Festivali'nin açılış gösterisi olan ve daha satışa çıktığı gün tüm yerler dolduğu için bilet bulamadığım Taj Express'in Bollywood müzikali idi beni dinlenmekten caydıran. Davetiyesi olan bir arkadaşım "hemen hazırlan ve aşağı in arabada bekliyorum" deyince ne yorgunluk kaldı, ne de uyku :) Drenaj çalışmaları nedeniyle araç girişine kapatılmış sokaklardan, durmadan yanan kırmızı ışıklardan ve mesai çıkışı trafiğinden paçamızı kurtarıp tiyatro salonuna ulaştığımızda gösteri başlamak üzereydi, hemen yerimizi aldık ve enfes gösteri başladı. Fotoğraf çekmek yasaktı haliyle, yasak olmasa da o güzelim danslara ekrandan bakmaktansa gözümle bakmayı tercih ederdim. Fotoğrafların bir-ikisini selam kısmında ben çektim, diğerleri ADT'nin Facebook sayfasından:









Salondan dansa, müziğe, renge, sese ve ışığa doymuş olarak çıktık.

Dün Antalya havası takvimini şaşırmış gibiydi. Sabah güneşle uyandık, öğleye kadar yaz mevsimi yaşadıktan sonra aniden bulutlar çıktı, ardından rüzgarla birlikte yağmur başladı. Bir ara o kadar şiddetlendi ki dolu yağıyor sandım, sonra hafifledi, güneş gökyüzünde parlamaya başladı ve sonra yağış kesildi bahar geldi. Tiyatro Festivali'nin ikinci gösterisi olan İspanyol "Yllana" tiyatrosunun oyunu olan "Brokers/Simsarlar"ı izlemek için tiyatroya giderken hava yine kapanmıştı, arabadan inip salona yürürken de yine yağmur başladı. Neyse ki fazla ıslanmadan içeri girdik, yerimizi aldık. Ekibin oyun boyunca İspanyolca konuşacağını ve takip etmenin zor olacağını düşünüyordum ki oyun başlayınca yanıldığımı anladım. Konuşma yoktu oyunda, olanlar da anlamsız sözler ya da nidalardı. Tüm konu mimik ve jestlerle anlatıldı. Müthiş bir performans, olağanüstü bir yorumdu. Ben ki sinema ve tiyatroda çok az gülerim, oyun bitene kadar ağzım kapanmadı. Yer yer seyirciyi de içine alan, konu itibarıyla da anlamlı nefis bir oyundu. Meraklısı için konu burada, fotoğraflar da buradan alınma:





Ve bu da dinmeyen alkışlar ve bis sonrası oyuncuların son performansı:


Festivalin diğer oyunlarında görüşmek üzere, sanat hep hayatımızda olsun...

18 Mayıs 2016 Çarşamba

BİR KEZ DAHA EXPO

Madem ki sezonluk kart aldım, havalar iyice ısınmadan bir kez daha dolaşayım istedim Expo alanını, hem belki ilk gidişimde açılmayan standlar açılmış, eksikler tamamlanmıştır dedim. Bu kez otobüsle gittik, oldukça da rahat gittik, Antalya merkezden (100. Yıl caddesini baz alırsak) bindiğinizde 45 dakika sonra otobüs sizi turnikelerin olduğu kapıya bırakıyor. Tabii bu trafiğin rahat olduğu saat 10.00 civarı için sözkonusuydu, dönüşte 17.00 de bindiğimiz otobüs aynı durağa neredeyse 1,5 saatte ulaştı. Yine de tercih edilesi bir yol, zira özel araçların park yeri girişe hayli mesafeli, hem de 10 lira park parası ödeniyor. Antalyalılar için otobüsün sefer numarasını da yazayım: 03 ve seferler gece 02.00'ye kadar devam ediyormuş. Raylı sistem tamamlanıp hizmete girerse daha da kolay olacak ulaşım. Her neyse hemen hemen alanın açılış saatinde  rahat bir yolculukla ulaştık Expo'ya, şoförümüz Aksu'dan sonra direksiyonda gazete okumasa daha da iyi olacaktı ya neyse, entellektüel birikimi olan sürücülere saygımız sonsuz :)

Rutin arama tarama, xray denetimlerinden sonra girdik içeri, artık ustayız ya daha bir kendinden emin adımlarla ilerledik :) Geçen gelişimde basılan ama uğrayıp alamadığım kartımı almak için Kongre Merkezi'ne gittik önce, basılmış olan kartı bir daha basmak için epey beklettikten sonra kartıma kavuştum ve Expo yolculuğumuz başladı. Bol fotoğraf gelecek, sıkılırsanız devam etmek zorunda hissetmeyin kendinizi:







Bitki heykellerle selamlaşmadan geçemedik. 


Çin bahçesini çok sevmiştik, tekrar ziyaret ettik. Satışta bolca pandalı obje vardı, almadık, panda dalında güzel :) Çayhaneyi de açmışlar, bir bardak Çin çayı 2 liraydı ona da yüz vermedik.


Hindistan bahçesi, işportada satılsa yüzüne bakmayacağımız cıncık boncuğun başında millet pazarlık ediyordu. 


Taylanda pavyonunun kapısında bu iki şirin yumarcak karşıladı bizi.



Kore bahçesi ve fotoğraf çektirme açısından çok rağbet gören tahta gong.

 

Nepal pavyonundan tapınak ve ayrıntı, aşağıda Buda'nın Gözü kubbesi, içinde Buda heykelciği var.



Buda dünya barışı için görevde

.
Sudan pavyonu



Katar pavyonunun girişinde bizi bu şirin arkadaş karşıladı, hoşgeldiniz dedi :) Ve ilk ve son kez bir ülke standında ikram aldık, Katar çayı, kakuleli ve çok şekerli idi. 



Azerbeycan bahçesi tamamlanmış ama daha ziyarete açılmamış. Yukarıdaki heykeller sanırım "İkimiz şekerliğin baldan tatlı karamelasıyız" tadında :)



Tavus kuşunu geçip Hollanda pavyonuna girdik, lale zamanı geçtiği için başka çiçekler süslüyordu bahçeyi. 

Bir sokak boydan boya Afrika ülkelerine ayrılmıştı, pek kayda değer bir şey yoktu, heiyelik eşya fuarlarında bolca gördüğümüz el oyması, ahşap objeler ve el dokuması şallar satışa sunulmuştu, ilgimizi çekmedi. Yemen pavyonundaki arkadaş "hanimlar hanimlar Yemi kafii" diyerek kahve satmak istedi ama ben Kuru Kahveci Mehmet Efendi'yi tercih ettiğim için almadım. Camekanında Dembaba'nın afişi asılı Senegal standında ise bir grup genç hayli koyu tenli ve iri yarı bir siyahiyle karşılıklı Angara'ın bağları oynuyordu. 

Yabancı ülkelerin çoğu henüz standlarını açmamış ya da gelmekten caymışlardı, Türkiye standlarına geçtik.

 
Konya


Burdur

Ve hemen her şehir yöresel özelliklerini sergilerden Ankaramız, başkentimizin standında aşağıdakiler mevcuttu:



Robotları, dinozorları, çizgi film kahramanlarını çekmedim, Ankara'dan ziyade Ankapark tanıtımı yapılmış ve heryerde Gökçek Başganın fotoğrafları mevcuttu.


Şu gördüğünüz, ne olduğunu çözemediğim sünnet yorganı kılıklı şey ise meğerse Ankapark'da kullanılacağını düşündüğüm makinelerin kılıfı imiş. 


Antalya ve ilçeleri için ayrı bir sokak ayrılmış, yukarıdaki ve aşağıdaki fotolar oradan:


Alanya


Kaş, Finike, Kumluca 


Akseki, İbradı düğmeli evler


Ülke ve Türkiye bahçelerini gezip bir cafede karnımızı doyurup dinlendikten sonra Expo Kulesi'ne doğru yönlendik, kuleye çıkıp alana tepeden bakmaktı niyetimiz, aşağıdaki fotolar 114 metre yükseklikten:





Meraklısı için kuleye çıkış 10 lira, asansör 1-2 dakikada ulaştırıyor tepeye, teras güvenli, insan boyundan yüksek kalın camla çevrelenmiş. Çıkıp etrafı seyretmek keyifli.


Eh siz fotoğraflara bakarken bile yoruldunuz, biz de sıcakta akşama kadar gezerken yorulduk. Ziyaret iç bahçelerdeki bir cafede son buldu. Türk kahvesiyle yorgunluk atıp çıkışa doğru yöneldik.