.

.
.

20 Mart 2023 Pazartesi

BAZEN / 20 MART

Hayatımın kitap okuma anlamında en verimsiz günlerini yaşıyorum. Ki kitaplar benim için her türlü sevinçte, üzüntüde, keyifte, keyifsizlikte yanımdan yöremden eksik olmaz, okuyarak kendimi var ederim. Ne onlar bensiz, ne ben onlarsız olmuşumdur ama bu ay aramız biraz limonî. Odaklanamıyorum bir türlü okuduğum şeye. Aksi gibi elime aldığım her kitap da çetrefilli çıktı, ağır okumalar, akmayan cümleler. Daha sakin kafayla okunabilecek kitaplar, o yüzden süründüler durdular elimde. En sonunda bu kafayı açmak lazım dedim ve polisiyeye geçiş yaptım. Polisiye böyle durumlarda can simidi, yormaz insanı, katili senin adına başkası bulur, sana da oturduğun yerden takip etmek kalır. 

Ne zamandır alıp rafta beklettiğim iki kitaba el attım, Sevgili kraliçem Mari Antrikot önermişti. Üstelik katili bulan başkomiser de kadındı ki tadından yenmez. Her zamanki gibi kahvemi yaptım, kanepeye yayıldım, ilk sayfayı açtım ve kaldım. O sayfadaki ithaf beni aldı, yıllar öncesine götürdü. Çünkü ithafta adı geçen kişi yıllar önce kaybettiğim çok sevdiğim arkadaşımın hiç göremediği torunu idi. Gözümden istemsizce yaşlar süzüldü, kitabı kapatıp geçmişe döndüm. 

Benden bir sınıf üstte idi Lerzan. Öyle güzeldi ki kantine girince bütün başlar ona dönerdi. Ama o ne güzelliğinin farkındaydı, ne de herkesi kucaklayan iyilikle dolu kalbinin. Öylesine doğallıkla taşırdı ki endamını da, sevgi dolu yüreğini de. Okulun son zamanlarında daha yakın arkadaş olmuştuk. Koleji bitirdiğinden beri çalıştığı seyahat acentasında yapmıştım işyeri stajımı. Sanıldığından daha karışık işlerdi o zamanlar uçak bileti kesmek, seyahat planları yapmak. Hele bir dünya seyahatiyse sözkonusu olan bu iş için hazırlanmış kılavuzları açıp ince ince hesap yapmak, uçuşları, otel gecelemelerini birbirine denkleştirmek gerekirdi. Staj sürem o kadar detaylı işleri öğrenmeme elvermemişti ama uçak şirketleriyle bağlantı kurup uçak bileti kesmeyi öğrenmiştim. Günün birinde uygulamayı bana yaptırmaya karar verdiler. Telefon edip filanca yere uçak bileti isteyen kişiyle ilgili notları alıp bürodaki direkt THY'ye bağlı telefondan rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Bilgisayarın daha esamisi okunmuyordu. Bilet talebi gelince bana "Hadi bakalım" dediler. THY'nin telefonunu kaldırdım, gidilecek yeri, gününü, saatini, kişinin ismini söyleyip rezervasyon istedim. Karşımdaki hoş sesli kadın bir iki dakika bekletti ve "Konfirme" dedi. Konfirme? Ne demek konfirme, ne diyeceğim ben şimdi? Panikledim, telefon almacını elimle kapatmayı bile düşünmeden, "Lerzaan, bu kadın konfirme diyor, ben ne diyeceğim?" diye bağırdım. Canım benim, telaşla "Teşekkür et, kapat" derken tüm çalışanlar kahkahaya boğulmuştu. Ne bileyim ben teyit etmek için konfirme dediklerini, o konuya çalışmamışım demek ki 😃

12 Eylül öncesi zor zamanlardı, okulda işler çok sıkıntılıydı. Birbirimize destek oluyorduk, Lerzan herkese yetişiyordu, kimine harçlık veriyor, kiminin sağlık sorununu çözüyor, kimine moral veriyordu. Böyle böyle o zor zamanlarda bir şekilde okulu bitirmeyi başardık. O kolej yıllarından beri arkadaşlık ettiği gençle evlendi, benim başka bir şehre tayinin çıktı. Mesafeler ve cep telefonlarının eksikliği yüzünden bağlantımız koptu. O'nu en son bir kış günü Ankara'ya geldiğimde Olgunlar Yokuşu'nda tesadüfen gördüm. Biraz konuştuk, ayrıldık. Bir süre sonra hastalığını öğrendim. Ölümünü ise askerlik nedeniyle Antalya'ya gelen ve bizi ziyaret eden bir arkadaş tam yemek esnasında pat diye söyleyiverdi. O sofradan ağlayarak kalktım ve günlerce gözyaşım dinmedi. Her aklıma geldiğinde de kalbime sivri uçlu bir bıçak saplandı. 

Bir süre önce uykudan onu düşünerek uyandım ve nasıl bir itkiyse Google'a adını yazdım. Karşıma gençlik yıllarımızdan bir siyah-beyaz vesikalıkta gülümseyen yüzü çıktı. Tüylerim diken diken sözkonusu sayfaya girdiğimde kızının hesabına ulaştım. Küçücükken geride bıraktığı kızının ve sayfada başka fotoğraflar da vardı. O yıllara dönmüş, hiç gitmemiş gibi sevinirken, daha yeni kaybetmişiz gibi kederlendim. Ve dün de açtığım kitapta adını taşıyan torununa yapılmış ithaf çıktı karşıma. Sanırım bir şekilde ulaşıyoruz birbirimize. Umarım tüm gençliği ve güzelliğiyle gittiği alemde mutludur, O'na da öylesi yakışır. 

Polisiye deyip geçmeyeceksiniz işte insanı nasıl ruh hallerine sokuyor, ummadığı yerlere götürüyor. Bugün içimde biriken sıkıntıları biraz dağıtmak için kuaföre gittim durmadan uzayan saçlarımın (Saç sefadan, tırnak cefadan derler ya, aman ne sefalardayız) beyazlarını boyatmaya. Karşıma şunlar çıktı, saçımla birlikte yüzüm de güldü:

Kapkara annelerinin beş yavrusu. Üçü anneye benzerken ikisi farklı olmuş. Şu beyazın yanında yatan kara şeyin genlerinde biraz maymun karışıklığı da var gibi geldi bana, çok benziyordu zira 😂 üstelik ne kadar uğraştıysam yüzlerini dönmediler, bu da bir nevi protesto sanırım...


13 Mart 2023 Pazartesi

AND OSCAR GOES TO DELİLER EVİ / 13 MART

Malumunuz üzere her yıl olduğu gibi bu yıl da Oscar ödül töreninin protokol davetlisiydim. Davetiyem, uçak biletim, otel ve limuzin rezervasyonum günler önce kurye ile teslim edilmişti. Gelgelelim tadım yoktu ülke gündemi nedeniyle, gitsem mi gitmesem mi kararsızlığında ikirciklenirken son gün uyuyakalmışım iyi mi? Bir uyandım uçak kaçmış. Taksiye atladım belki yetişirim diye, lakin Lizbon'a gelince farkettim ki Amerika'ya köprü yok. Üzerinize afiyet şu yaşa geldim yüzmeyi de hâlâ öğrenemedim, hem bilsem de yüzerek okyanus mu geçilir, köpek balıkları ham yapar evlerden ırak. Çaresiz geri döndüm. Aman, iyi etmişim, hem halı şampanya rengiymiş, hem de bu seneki kostümler pek dedikoduluk değilmiş. Üstelik cümle ödüller de hiç sevmediğim filme gitmiş, şeye, ııımmm "Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi"ne. Yok yav, o kitaptı, bunun neydi adı? "Çarşıya vardım erikten aldım/Yarin haberini Everek'ten aldım" benzeri bir şeydi. "Everi, Meveri" gibi, neyse siz bildiniz onu. O pek sevdiğimiz Inısherin Adası'na geçtim Oscar'ı, Colm'un kestiği parmaklarını yerine diksin diye bedava bir mikro cerrah muayenesi bile vermediler. Şiddetle kınıyorum Akademi camiasını.  

Los Encılıs'a gidemeyince Internet'e gittim ben de, malzeme bol orada. Tek tek inceledim kostümleri, saçları, makyajları. Geçmiş senelere göre daha insanî boyutlarda idi. Bakındım bakındım, gözüme takılanlardan siz değerli takipçilerimin ısrarlı ve umumi arzusu üzerine bir kolaj yaptım. Oscar'lı şarkı "Naatu Naatu" eşliğinde bakınız lütfen 😊

Efenim, Halle Berry ve Nicole Kidman'ın sunduğu kolajımızın adı "Güllü Bacak". Biraraya gelip Beşiktaşlı olmuşlar.  Berry beyaz seçerken, objektiflere "Na'ber tebaalarım" ifadesiyle bakan Nicole Hanım siyaha bürünmüş. Bilmedikleri bir şey var ki o yırtmaç arasından bacak uzatmayla 2012 yılı Oscar töreninde Angelina Jolie tarih yazmıştı. Hem o yakanıza, omzunuza dizdiğiniz gülleri taa 2007 yılında bizim Nur Sürer'imiz "Asi" dizisinde giydiği elbisesinde kullanmıştı. Demodesiniz demode...

"Askısını İçinde Unutanlar" isimli kolajımızın kahramanları Oscar'dan eli boş, hüsranla dönen Cate Blanchett ile zevci İdris Emmi ile objektiflere gülümseyen Sabrina Dhowre Elba. Cate kendini bizzat Oscar heykelciğine dönüştürürken Sabrina'yı 3. sınıf konfeksiyon mağazalarında neredeyse beleşe bulacağı kurbağa yeşili kıyafete saçtığı paralar için kınıyorum. İdris eniştemiz esasen Sabrina'dan ziyade Cate ile poz verseymiş daha uyumlu bir görüntü sergileyeceklermiş.

Bu kalabalık kolajın adı "Çadırıyla Gelenler". Sanırım konsepti kamp olarak algılamışlar. Onca kumaştan tüm sülaleleri giyinirdi üstelik. Baştaki yeşilli Çinli celebrity Fan Bingbing imiş, öyle ismim olsa ben sokağa çıkmam, arkadaş Oscar törenine katılmış. Angelina bacak modeli ikinci kızımız Küçük Kadınlar'ın Amy'si Florence Pugh. Altı kaval, üstü şişhane. Komşusu Allison Williams. "Gilmore Girls"den tanıdığımız Melissa Mc Carthy vakt-i zamanında Samanpazarı'ndan aldığı nişanlığını giyip gelmiş mesarif olmasın diye. Beyaz çadırlı Sofia Carson, cart pembe çadırlı ise Everi Meveri'nin asi kızı Stephanie Hsu. 

Üstteki iç çamaşırlarının üstüne balık ağı sarınmış hanım kızımız balık etli model Ashley Graham imiş, şimdiye kadar adını duyup kendini gördüysem namerdim. Dedikodu odur ki, kırmızı halı sohbetinde Ugh Grant kasıntısının aşağılayıcı bakış ve cevaplarına maruz kalmış. Otomobilde yediğin naneleri unutmadık Hugh Efendi, sayıyla kendine gel bakalım. Mindy Kaling üstünü giymeyi unutup gelmiş, Leydimiz Gaga ise bu sefer aşırı giyinmiş sanki 😃

Ortadaki madalyalımız Elvis filminin yönetmeni Baz Luhrmann, törenden önce balığa çıkmış ve gecikmeyim diye eve uğramadan gelince tuttuğu balıkları da yanında getirmiş.

Janet Yang emekli olunca paramedik olarak çalışmaya başlamış, törene davet edilince de masraf etmemek için ambulanstaki termal battaniyelerden birine bürünüp gelmiş. Dikkat ederseniz elindeki paket bizim Hacı Bekir'den, jüriye şeker yaptırmış. 

İki "Oh"un (Michelle Yeoh ve Sandra Oh) yer aldığı bu kolajın adı "Kaymaklı Balkabağı". İlki Everi Meveri ile En İyi Kadın Oyuncu seçildi. Sonuçlar açıklanınca Cate Blanchett de bir "Oh!" çekmiştir ki salondaki Oscar'lar yıkılmıştır. 

Pişmaniye imalathanesinde çalışırken  ürünlere bulanmış kılıklı bu hanımefendinin ismi Tems imiş, şarkıcılıkla iştigal etmekte imiş.

Oscar'ın hakkı Oscar'a, Sezar'ın hakkı Sezar'a ise Jessica'nın hakkı da Jessica'ya, bu yıl en beğendiğim kostutüm Jessica Chestain'inki oldu. Arkadaki kuyruk olmasa da olurmuş ama kadı kızında bile vardır o kuyruk...

Ve bitirirken Padraic'i unuttum sanmayım. Hem kendine, hem kaşlarına gönlümün Oscar'ını takdim ediyorum. 

Sevgili dostlar, farkındayım, beklediğiniz kadar eğlenceli bir post yapamadım bu yıl. Bir kere gönlümüz kırık malum, üstüne töreni izleyemedim ve ne hikmetse bu yıl daha eli yüzü düzgün kostümler giyilmiş. Hatırınızı kırmamak adına, kendi çapımda bir geleneği sürdürmek amaçlı hazırladım bu yazıyı. Sürç-ü lisan ettimse affola...





12 Mart 2023 Pazar

OSCAR PAZARI / 12 MART

Blogumun takipçileri Oscar merakımı bilirler, yakalayabildiğim bütün aday filmleri izlemeye çalışırım, kimin kazanacağı çok da umurumda olmaz. Benim derdim üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değil. Asıl ilgi alanım ise ödül töreninin kırmızı halısında boy gösteren oyuncuların kostümleridir. Rüküşlük katsayısı her geçen yıl biraz daha artan kostümlerle ilgili yazım da sanırım blogumun en rağbet gören yazıları arasında yer alır. Filmleri izlemeye Aralık ayında başlamıştım, arka arkaya izledim bulabildiklerimi, internete düşmeyen ya da belirli mecralarda yayınlanmayan birkaç tanesini bırakmıştım elbet düşer sanal aleme diyerek ama deprem felaketi heves koymadı, izlemediklerim o şekilde kaldı, çok da önemli değil. 

Başlangıçta ödül törenini TRT'nin naklen yayınlayacağı söylenmişti ama deprem nedeniyle vaz geçilmiş yayından. Eğer uykuma mağlup olmaz, niyet edersem internette bulacağım bir siteden izlemeye çalışacağım. Çok da arzulu değilim açıkcası deprem nedeniyle, bakalım. Belki akabinde fotoğraflardan hareketle bir yazı yazarım, biraz gülümseriz. 

Onca film izledikten sonra kendimce bir tahmin yapmadan geçemeyeceğim. "En İyi Film" dalında "Avatar" hariç hepsini izledim, onu da izleyebilirdim ama ilgi alanıma girmediği için gözümü yormadım açıkcası. Ayrıca Uluslararası Film, oyunculuk, kostüm, animasyon dallarında da izlediklerim oldu. Aşağıdakiler izlediğim filmler (Avatar hariç):

 En İyi Film adayları:

-All Quiet On The Western Front (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok): Bu filmin önceki yıllarda çevrilmiş olanlarını da izlemiştim, onları daha çok sevdiğimi söylemeden geçemeyeceğim. 1. Dünya Savaşı'nda aylarca aynı cephede kalıp da savaşın bittiğinde komutanın kaprisi uğruna hayatını kaybedenleri izlemeye ne gücüm, ne yüreğim elverdi esasen. 1. ve 2. Dünya Savaşı ile ilgili o kadar çok film izledik ki şahsen ben doyma noktasındayım artık, yüreğim savaşı filmde bile kaldırmıyor. Oyunculuklara da, filmin teknik yapısına da diyeceğim yok. 

-The Banshees of Inısherin: Bu filmle ilgili o kadar çok şey yazılıp çizildi ki daha fazla bir şey ilave etmeyeceğim. Filmin konusu, sakin temposu içindeki dramatik yapı, oyunculuklar, görüntüler hepsi harikaydı. En beğenerek izlediklerim arasında ilk sırada.

-Elvis: Elvis Presley'in yaşam öyküsünü konu alan film tuhaf menajeri-şişko menajer rolünde Tom Hanks'i tanıyamadığımı itiraf edeyim-baz alınarak işlenmişti. Şarkılarla, renkli görüntülerle, başarılı oyunculuklarla, zamanını yansıtan giysi ve görüntüleriyle sıkmadan izlenen bir film olmakla birlikte Oscar'a aday olacak nesi vardı diye düşünmedim değil.

-Everything Evereywhere All At Once: Ödül üstüne ödül toplayan ve muhtemel ki Oscar'da da toplayacak olan, pek çok kişinin düşüp bayıldığı bu filmden ben nefret ettim. Deliler evi çorbasına benzeyen, içinde benden başka her şeyin yer aldığı bu aşureden hiç zevk almadım arkadaşlar, linçleyebilirsiniz. Tamam, iyi filmden anlamıyorum. Peki, Dilber Ay'ın dediği gibi "Zorunda mıyım?". Ben izleyiciyim jüri değil ve sevmedim, otur sıfır!

-The Fabelmans: Hah işte, bana bunlarla gelin. Steven Spielberg'in kendi çocukluğundan yola çıkarak, sinema aşkını anlattığı tatliş bir film. 

-Tar: Oldukça ağır tempolu, bol dialoglu bu filmi Kate Blanchett'in egosu tavan yapmış, bencil orkestra şefini canlandırdığı muhteşem oyunculuğu ve çalan klasik müzik parçaları olmasa izler miydim, hiç sanmıyorum...

-Top Gun: Maverick: İlgim dışındaki konuları içeren bir film de buydu. İlk Top Gun"u da izlememiştim zaten. Yine de zorlanmadan getirdim sonunu, android gibi hiç yaşlanmayan Tom Cruise aşkına çiğ tavuk yedik anlayacağınız :)

-Triangle of Sandness: Zenginlik hoş bişi kardeşim ama keşke felaket anında birbirinizi yemeseniz, ne gadan yivrenççç yaratıklar olduğunuzu göstermeseniz eyiydi. Topunuzdan tiskindim 😃Lüküs kamarada hava atarken aşağıladığınız kamarot kadının eline kalırsınız böyle işte, hehehe...

-Women Talking: Anladık çok âlâ bir konuya parmak basmışsınız, dayanışma yaşatır demişsiniz ama filmin ismindeki gibi çok konuşmuşsunuz be bacılar, bayılayazdım film bitene kadar...

Şimdi gelelim tahminlere:

En İyi Film dalında benim birincim: The Banshees Of Inısherin
Akademi'nin birincisi: EEAAO (Alamaz olasıca)
Belki: All Quiet On The Western Front
En İyi Yönetmen sıralamam da aynıdır. 

En İyi Kadın Oyuncu ile devam edersek:

-Cate Blanchett (Tar): Sen aslında Cate olmasan var ya o şef çubuğu tutan barnaklarını çıt çıt kırar, sarı saçlarını yolardım yelloz, bencil, narsist orkestra şefi Lydia Tar.

-Ana De Armas (Blonde): Marylin Monroe'yi Norma Jean halinden alıp psikolojik sıkıntıları olan ünlü bir yıldız haline kadar getiren bir film. Sürekli seks sembolü halinde görülmenin Norma'da yarattığı hezeyanları ve baba arayışını izliyoruz film boyunca. Çok çiğnenmiş bir sakız aslında ve oyunculuk da, film de biraz karton geldi şahsıma 😃

-Andrea Riseborough (To Leslie): Sen kazandığın büyük ikramiyeyi har vur harman savur, bebeni at yakınlarının başına, kendini alkol denizinde boğ, sonra da herkes beni affedip bağrına bassın, ben yine bildiğimi işleyeyim de. Yok öyle Leslie Hanım, sayıyla kendine gel 😄 Üstün bir performans göremediğimi belirteyim, yapması gerekeni yapmış Andrea hanım kızımız.

-Michelle Williams (The Fabelmans): Sinema delisi oğlanın besleme saçlı, kahküllü, şirinlik numunesi çılgın anası pek tatlıydın ama etmeyeceedin bunu Fabelman'lara. Yazık değil miydi o kuzu gibi kocana 😀

-Michelle Yeah (EEAAO): Seni Allah affetsin deli kadın, yok benden oy moy 😃

Benim birincim: Cate Blanchett
Akademi birincisi: Cate Blanchett
Belki: Michelle Yeah 
 
En İyi Erkek Oyuncu:
 
-Austin Butler (Elvis): Bence orijinal Elvis'ten daha zarif, daha yakışıklı bir Elvis olmuş ama dönem filmi oluşundan mıdır nedir "Blonde" gibi karton geldi. 

-Colin Farrell (Banshees Of Inısherin): Hem kendi oynadı, hem kaşları, canını sevdiğim Padriac, bizimlasın...

-Brendan Fraser (Whale): İzlemediğim bir film, fikir yürütemiyorum.

-Bill Nighby (Living): Bu da aynı şekilde, dereceye girerse izlerim belki.

-Paul Mescal (After Sun): Dillerden düşmeyen filmin genç, yakışıklı ve kızını çok seven babası, sevdik seni.  

Benim birincim: Colin Farrell
Akademi birincisi: Colin Farrell
Belki: ?
 
Yardımcı Kadın Oyuncu:
 
-Angela Bassett (Wakanda): Ben biraz ürktüm bu yengeden, uzak duracağım o nedenle. Kraliçeyi yardımcı kadına koyup nedime yaptınız ya alır sizden intikamını o, saygıdeğer Akademi jüri üyeleri.

-Hong Chau (The Whale): Soru izlemediğim yerden geldi, üzgünüm.

-Kerry Condon (Banshees Of Inısherin): O ıssız, Allah'ın unuttuğu adada kendini böyle doğaçlama filozof gibi yetiştirmiş, kitap okuyan, şefkatli, akıllı Siobhan'a can mı dayanır?

-Jamie Lee Curtis (EEAAO): Cadaloz vergi memuru yok oy moy sana. 

-Stephanie Hsu EEAAO): Valla senden de hiç hoşlanmadım bujiteri dükkanı gibi gezen asi kız evlat 😃 Esasen filme gıcığım derdim sizle değil vallah...

Benim birincim: Kerry Condon
Akademi birincisi: Kerry Condon-Stephanie Hsu
Belki: Jamie Lee Curtis
 
Yardımcı Erkek Oyuncu:
 
-Brendan Gleeson (Banshees Of Inısherin): Kese kese adamda parmak kalmadı, verin heykeli diyeceğim ama hangi elle tutacak 😃

-Brian Tyre Henry (Causeway): Tombul kamyoncu abimiz iyi oyuncuydu, Lynsey'i de iyi idare etti ama Oscar'a yeter mi bilemedim.

-Judd Hirsch (The Fabelmans): Oldukça iyi bir oyunculuk ve sevimli bir karakter ama Oscar'ı kucaklar mı bilemedim.

-Barry Keoghan (Banshees Of Inısherin): Gülüşünü ve Siobhan'a yönelik özgüvenini sevdiğim Dominic, Colm'dan izin alırsan Oscar'ı sana verebilirim 😃

-Ke Huy Quan (EEAAO): Yav bi açılın be, korktular da mı verdiler size bu adaylıkları, hangi kapağı kaldırsam altından "EEAAO" çıkıyor. Pistt, pissstt!

 Benim birincimi: Brendan Gleeson
Akademi birincisi: Brendan Gleeson
Belki: Barry Keoghan-Ke Huy Quan
 
Yabancı Dilde Filmler:
 
- All Quiet On The Western Front

-Argentina 1985: Arjantin'de askeri diktötörlük zamanında işlenen suçları askeri mahkemeler reddedince sivil mahkemelerce yürütülür davalar. Başsavcı Julia Stressera ve ekibi kendilerine yönelik tehditlere rağmen işin üstüne giderler. Belgesel tadı veren bir filmdi. 

-Close: Leo ve Remi'nin masum dostluğu gittikleri okulda sorgulanmaya başlayınca Leo Remi'den uzaklaşır ve bu da trajik bir sona neden olur. Naif ve hüzünlü bir filmdi, sevdim.

-EO: Sanırım sinema tarihinde ilk kez başrolünü bir eşeğin oynadığı film izledik. Değişik konusu, muhteşem renkleri ve görüntüleri ile sinema perdesinde izlenmesi gereken filmi küçük ekranda izleyince beklenen keyfi alamadım haliyle...

-The Quiet Girl: Claire Keegan'ın Emanet Çocuk novellasından uyarlanan film çok çocuklu yoksul bir ailede büyüyen içine kapanık, ihmal edilmiş Cait'in tatil nedeniyle gittiği akrabasındaki değişimini konu etmiş. 

Benim birincim: Quiet Girl
Akademi birincisi: EO
Belki: All Quiet On The Western Front (Mümkünse olmasın, bütün mamalar ona mı?)

Diğer dallara değinmeyeceğim, bu haliyle bile yeterince uzun oldu, yarın sonuçları çarpıştıralım, bakalım ne kadarını tutturmuşum 😄

 Not: Çok ısrar ederseniz kırmızı halı yazısı yazarım belki 😉


7 Mart 2023 Salı

GÜNDELİK / 7 MART

Dün gece siyaset gündemini takip edeceğim diye geç girdiğim yatakta yarıladığım kitap bile uykumu getirmeyince kalkıp biraz dolandım, Netflix'de film izleyen Kocam Bey'e takıldım, bir mide ilacı aldım, mutfak camından karşı apartmanın benim gibi uykusuz elemanlarından birinin balkonda sigara içişini izledim, sonunda çaresiz döndüm yatağa, az debelenip sızmışım.

Yetersiz uykuma rağmen erken uyandım ve oyalanmadan kalktım. Makineye bir tur çamaşır attım, dündenberi ipte kurumaya bıraktığım banyo paspaslarını ve mutfak halısını toparladım, serebilmek için ıslak zeminleri sildim. Kuşlara tam buğdaylı iki dilim ekmek ikram ettim. Kendime kahvaltı hazırladım ve geçtim bilgisayar başına. Üye olduğum mecraların sayfalarında dolanırken kahvaltımı ettim, bir bölüm "Asi" izledim, 16 yıl önce Antakya'nın ara sokakları epey bakımsızmış, benim gittiğimde şıkır şıkırdılar, her göründüklerinde ahlayıp ofladım. Asi ile Demir Samandağ sahilinde atla gezerken kumsala yazdığımız isimlerimiz geldi aklıma, şükür ki o isimlerden ortadaki evi yıkılsa da sapasağlam çıktı enkazdan. 

Kocam Bey güne başladığında bölümü yarılamıştım. Hazırlanıp çıktık. Dişçide randevumuz vardı, ona kaplaması takıldı, ben de ön dişlerimin köprüsünde atan minik parçayı gösterdim. Yamansa da kısa sürede yine düşeceği söylendi, öyle olunca işleme geçilmedi. Galoşlarımızı kirli kovasına atıp çıktık muayenehaneden.

Kocam Bey arkadaşıyla buluşmak için ayrıldı, ben de epeydir evden çıkmadığım için kendime uzun bir yürüyüş armağan ettim. Bahar geliyorum diyordu, zaten pek de gitmemişti bu yıl. Civardaki tüm ana caddelerin kaldırımlarını Storytel'den kulaklıkla dinlediğim "Çatıkatı Aşıkları" ile arşınladım ama mühendislik diploması için birkaç kaldırıma daha ihtiyaç varmış, alamadım. Şehrin en iyi kuruyemişçisine girip günkurusu kayısı istedim, sonra kulağımda kulaklık olduğunu farkedip satıcıya "Bağırdıysam özür dilerim" dedim, bağırmamışım ya da kibarlık edip öyle dedi. Çocukluğumda annem ve arkadaşları kuaföre mizampli yaptırmaya giderlerdi. Annemin kuaförünün adı "Çinçi" idi, çocuklukta takılan bir lakapmış kendisine. Gelgelelim tüm kadınlar arasında "Çınçın" olarak anılırdı. Saçları kocaman bigudilerle sarılıp kulaklarına midye kabuğu şeklinde kulaklıklar yerleştirilir, saçlar fileyle sarılır ve kurutma makinesinin koca kaskına sokulurdu kafaları. Fön makineleri ne gezsin o zamanlar. Pek de uzun sürerdi o saçların kuruması, o süreçte ya dergi bakılır ya da yan makinedeki ile sohbet edilirdi. Tabii kendi sesleri kulaklıktan dolayı net duyulmadığından bangır bangır bağırarak yapılırdı o sohbetler. Hatta bazen sesin ne kadar yüksek olduğunu farketmediklerinden orada bulunan birinin dedikodusu da alçak sesle yapıldığı sanılarak sözkonusu kişiye duyuruluverirdi. 

Nereden aklıma geldiyse şimdi bu, "Çinçi Kuaför Salonu" gözümde canlanıverdi. Yanında da Aile Kasabı Ahmet vardı, kasaptan ziyade kalem efendisine benzerdi. Pek kibar, pek saygılı genç bir adamdı, sürekli alışveriş edildiğinden annem ve babamla ahbap olmuşlardı. Kardeşim bebekti o zamanlar ve eti çok severdi, onun için en yumuşak, en güzel etleri seçip verirdi. Bir seferinde annem kendi gidememiş, komşulara bebek için et almalarını rica etmişti. Kardeşimi çok seven komşu teyzeleri ete olan merakından "Nermin'in minik köpeği" takmışlardı adını. Kasaba gidip "Nermin'in köpeğine et istiyoruz" demişler. Kasap ne bilsin, arka tezgahta birşeyler paketleyip vermiş. Evde paket açılınca ortaya çıkan manzaraya bakakalmıştık. Koca koca kemikler vardı içinde. Bizim ufaklığın takma adını bilmeyince gerçek köpeğe istendiğini sanıp kemikleri paketlemişti adamcağız 😃

Ben evin civarında yürüyüşe çıkmıştım esasen Yenimahalle'ye ne ara gittiysem 😊 Kuruyemişçiden sonra bir Bankamatik ziyareti yapıp evin yoluna vurdum kendimi. Üst geçitin yürüyen merdiveni her zamanki gibi arızalıydı, bereket asansör çalışıyordu da geri dönmekten kurtuldum. Bir zamanlar en sevdiğim sokağa sapınca ağlamaklı oldum. 3-4 yıllık kentsel ya da rantsal dönüşümle bulutları yakalamaya çalışan 8 katlı kazulet binaların arasında sokağın en güzel üç katlı evi inatla direniyordu. Eskiden bu zamanlarda o sokak limon çiçeği kokardı, esriyerek yürürdünüz kokunun yoğunluğundan. Şimdi sadece o üç katlı evin bahçesinde kaldı narenciye ağaçları. Bahçe duvarının dibindeki biberiye çalısı inşaat tozundan sararmış, ağaçların yaprakları bozarmış ama bina inatla dönüşüme direnmekte. Aklıma Tahsin Yücel'in "Gökdelen" romanı geldi. Gökdelenlerin Tanrı katına ulaşmaya çalıştığı distopik bir devirde, zeminde gidecek yollar kalmayıp insanlar ulaşımı gökyüzünden sağlarken bahçe içinde, minicik, tek katlı bir ev tüm müteahhitlerin ısrarlarına direnerek ranta ve kata teslim olmaz. İş öyle büyür ki devrin politikacıları, yöneticileri girer devreye, yine de vermez sahibi. İş büyür, iddialaşmaya döner, sahibi asla razı olmayınca hukuk özelleştirilir ve evin mülkiyetinin böylece alınması sağlanır. Geçmiş zaman epey oldu okuyalı, bu minvalde bir öyküydü ve Tahsin Yücel'in okumalara doyamadığım dili ve öngörüsüyle yazılmıştı. O üç katlı evin önünden her geçişte kitabı anıp evin bu şekliyle sahibinde kalması için dilekte bulunuyorum. 

Sokağın sonundaki bakkala daldım sonra-evet hâlâ bakkal var tüm o kazuletlerin arasında-niyetim Isparta ekmeği almaktı. Bakkalı göremedim, bakınırken arkada, elindeki bağlamayı dımbırtattığını farkettim. Ekmeği alıp parasını ödemek için tezgaha yanaşınca sazı bırakıp geldi. "Çalıyor musunuz, yoksa öğrenmeye mi çalışıyorsunuz?" dedim. Öğreniyormuş  ama "Zor" dedi, "bir yaştan sonra kafa tam basmıyor". Yine de yılmamasını dileyerek ayrıldım bağlamacı bakkaldan. Evin yakınındaki marketten alışveriş yapıp yaya geçidine adımımı atmıştım ki motorsikletin biri ramak kala durdu. Tam çemkirmek için kafamı kaldırmıştım, üstündeki Eşref Kolçak bıyıklı ve toz pembe takım elbiseli adamı görünce çemkirmekten cayıp kahkahalarımı zaptetmeye çalışarak kendimi karşıya attım. 

Eve geldiğimde dişçi-market-kuruyemişçi derken maaşımın neredeyse üçte birini sokakta bıraktığımı farkettim, "Kader, kime şikayet edeyim seni" şarkısını mırıldanarak ellerimi yıkamaya gittim...


2 Mart 2023 Perşembe

ŞUBAT OKUMALARI / 2 MART

 "Yavaş atın çiftesi pek olur" demiş ya atalarımız, cüce dediğimiz o Şubat da cüssesinden beklenmeyecek öyle bir yumruk indirdi ki milletçe tepemize, kolay kolay iflah olmayız. Hoş kendi günahlarımızı ayların, yılların üstüne yıkmaya da ezelden beri hevesliyiz ya, bunca ihmale ne etsin Şubat, ne etsin Haziran...

İşte o kısacık ama bitmek bilmeyen Şubat'ın üstümüze yıktığı acılardan şu aşağıda anlatacağım kitaplara sığınarak biraz nefes alabildim. 

Evin içi buram buram sarmısak kokuyor, yine komşularımızdan biri tarhana çorbası pişiriyor anlaşılan ama bunca sarmısak yüzünden tansiyonları yerlerde sürünmezse iyidir. Tuhaf olansa kokunun sadece mutfakta duyulmaması. Mutfak dışında salondan banyoya, banyodan yatak odasına kadar işkembeci dükkanı gibiyiz. Nasıl bir baca sistemimiz var taşındığımızdan beri çözemedim, üstelik evdeki tüm baca delikleri kartonpiyerle tıkalı. Koku duvarlardan sızıyor olsa gerek. 

Epeydir batıya bakan pencereden dışarıya bakmıyordum tam karşıda kale gibi yükselen sevimsiz inşaat yüzünden. Sabah ortalığı toparlarken dikildim camın önüne uzun uzun baktım. Çınarda tek yaprak kalmamış, cadı ağacı gibi safi kuru dal. Üstüne muhtemel ki bizim Moklukuyruk'la partneri tünemiş tüylerini kabartıyorlar. Üç katlıyken yedi kata yükselen çirkin inşaat depremden bu yana gözüme daha da kötü görünüyor. Her gün çimento dökme, tuğla yükleme, kepçe sesleri dinlemekten bezdik derken sokağın sonunda yeni bir çukur kazılıyor. Böylece ucundan kıyısından görebildiğim Bey Dağları tamamen kapanmış olcak, sebep olanlara sonsuz teşekkürler. Ağaç yerine bina dikiyoruz şükürler olsun...

Kitaplara gelecek olursam:


-Daha önce "Mavi Tarlalardan Yürü" ve "Emanet Çocuk" kitaplarıyla tanıdığım Claire Keegan'ın "Böyle Küçük Şeyler" isimli novellası da en az diğerleri kadar güzel. Odun kömür tüccarı evli ve beş kız çocuk sahibi Bill Furlong hayatını borçsuz sürdürme derdindedir. Noel zamanı düzenli müşterisi Manastır'a odun götürdüğünde rastladığı gencecik bir kız Furlong'u çok etkileyecektir. İrlanda'da zamanında yaygın olan, manastırlarda faaliyet gösteren, genç kadınların kötü şartlarda çalıştırıldığı Magdalen Çamaşırhaneleri'ne de dokundurmalar var kitapta. Okuyunuz derim...

-"Görünmeyenler", "Beyaz Deniz" ve "Rigel'in Gözleri" üçlemesiyle benim yazarlarım kategorisine dahil ettiğim Roy Jacobsen'in ilk kitabı olan "Harika Çocuk" uzun süredir baskısı olmayan kitaplardandı. YKY'de yeniden basıldığını duyunca hemen sipariş ettim. Kitap bir büyüme hikayesi. Anne-babası küçükken boşanmış, babası başka bir evlilik yapıp bir kız çocuğu sahibi daha olduktan sonra ölmüş olan Finn annesiyle yaşayın 9 yaşında bir çocuktur. Geçim sıkıntısı nedeniyle evlerindeki bir odaya Kristian adında ilginç bir kiracı alırlar. Bir süre sonra ev halkına Finn'in üvey kardeşi Linda da eklenecektir. İki kardeş arasındaki, ev halkı arasındaki ilişkiler, değişimler, büyüme sancıları kitabın konusunu oluşturuyor. "Üçleme"yi de çok sevmiştim ama "Harika Çocuk" sanırım favorim olacak...

-Gassan Kanafani ilk kez okuduğum Filistin'li bir yazar, "Güneşteki Adamlar" da bir mülteci öyküsü. Bir kamyon kasasında Kuveyt'e kaçmaya çalışan farklı yaşlardan üç Filistinli'nin ve onları taşıyan kamyon şoförünün tüm mülteci öykülerindeki gibi hüzünlü macerasını anlatıyor bu ince kitap. İnceliği içeriğinin yoğunluğunu etkilemiyor haliyle. Okuyunuz...

-Hikmet Hükümenoğlu'nun şimdi adını anımsayamadığım ilk kitabını okuyamamış yarım bırakmıştım. Niyetlendiğim ikinci kitabı "Körburun" başkaları tarafından çok sevilse de anlatılan yılları bizzat yaşayan bana biraz gerçek dışı, biraz hayalci gelmişti. Son kitabı "Harika Bir Hayat"ı itiraf edeyim ki kapağına vurularak aldım ve bingo! Bu sefer hedefi buldu. Kurmaca ve gerçek karakterler eşliğinde Osmanlı'dan 40'lı yılların sonuna devam eden bir süreçte Türkiye tarihini fon almış yazar. Severek okudum bu ilginç romanı ve baş kahramanı Harika Hanım'ın öyküsünü...

-Sosyal medyada Füruzan'ın yeni kitabının tanıtımı dönmeye başlayınca gözlerime inanamadım, hemen siparişi verip sabırsızlıkla bekledim. Gelir gelmez de elimdeki kitabı bırakıp okumaya başladım ismini son derece anlamsız bulduğum "Akim Sevgilim"i. Meğerse ilk öyküdeki göçmen bahçıvanın ismi imiş. Büyük puntolarla basılmış üç öykü ne yalan söyleyeyim beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazara olan sevgimi bilenler bilir ama bu kitap olmamıştı dostlar, heyecanlanmayın görünce derim...

-"Nefeshane" Nihan Eren'in son kitabı, çıkar çıkmaz okudum. Yazarın tarzını bilenler tahmin etmiştir. Yine biribirini tamamlayan güzel öyküler var kitapta...

-Ömer F. Oyal ilk kez okuduğum bir yazar. Açıkçası YKY siparişimi tamamlarken kargo ücreti ödemek yerine kitap alırım düşüncesiyle atmıştım sepete "Bahara Bir Hediye"yi. Bıraktığı bir mesajla ülkeyi terk eden kız kardeşinin ardından kalakalan ağabeyin yaşadıklarını anlatıyor kitap. Patolojik bir sevgi bu, kız kardeş-ağabey sevgisinin ötesinde, tek taraflı bir şey. Ömer Oyal'ın bir kitabını daha okur muyum bilmiyorum ama bunu okuduğuma pişman değilim. Değişik bir konu ve değişik bir yazım tarzı deneyimlemiş oldum...

-"Bologna'nın Kırmızı Tenteleri" minicik ve çok hoş bir John Berger anlatısı. Çok sevdiği dayısının izini O'nun çok sevdiği Bologna'da arayan birinin ağzından yazılmış az sayfalı bir kitap ama bitirince dimağınızda güzel bir tat kalıyor. Bu ay YKY Yayınları'na ağırlık vermişim tesadüfen. Bu sonuncusuydu. 

-Ve bir çocuk kitabı, "Kimse Bakmazken Duygular Ne Yapar?" sevgili Lokum Çocuk Kütüphanesi Esra'nın yeni yıl armağanı idi bana. Esra ile biz "Bibliyomanyaklar" kitap blogu zamanlarında tanışmıştık. Bizimle okuduğu ve sevdiği çocuk kitaplarını paylaşırdı. Blogu kapattıktan sonra da sürdü dostluğumuz, O Ankara'dan gidene kadar da ara ara görüştük. O bana çocuk kitaplarını, ben O'na erişkin kitaplarını sevdirdik. Bu uzun isimli kitap çocuk kitabı denemeyecek kadar anlamlı, müthiş bir şey. Şahane illustrasyonlarla donanmış, duyguları tek cümle ile ifade eden sayfalarını şaşkınlıkla okuyorsunuz. Bence hem siz okuyunuz, hem de çocuklarınıza okutunuz...

-Ve ayın son kitabı gecikmeli bir okuma olan "Geri Döndüğüm Yerler" oldu. Hem Instagram ve Twitter'de, hem de yazdığı digital platformlarda takip ettiğim "Banushka" Banu Yıldıran Genç'in kitap tanıtımlarını topladığı nefis bir kitap. Her bir kitap öykü tadı veriyor ve insanda okuduklarını yeniden okumak, okumadıklarını hemen satın almak duygusu uyandırıyor. Kitaplar hakkında okumayı kitaplar kadar seviyorsanız kaçırmayın derim...

Malum okuduklarımın yanısıra Storytel'de dinlediklerimi de paylaşıyorum buradan. Bu ay dört kitap dinledim iş yaparken, yemek pişirirken, yürürken. Kafamı dağıtmak anlamında iyi geldi:

-"Havaalanında Satılmayan Kitaplar" Başar Başarır'ın öykülerinden oluşan bir dinleme idi. Eşi Deniz Yüce Başarır her zamanki gibi çok güzel seslendirmiş. Lakin depremin ilk zamanlarında dinlediğimden midir nedendir pek keyif alamadığım gibi tek bir öykü bile aklımda değil şimdi. Kısacası anlık bir dinleme oldu. 

-Ergenlik yıllarımda "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu", "Cumbadan Rumbaya", "Yalnızız" gibi kitaplarını okuduğum Peyami Safa'nın olgunluk çağımda okumadığım kitaplarından birini dinleyeyim istedim: "Fatih Harbiye". Mazlum Kiper'in seslendirdiği kitap edebi anlamda iyi olsa da muhafazakarlığın tavan yaptığı, yine kadınların günah keçisi ilan edildiği bir kitap olduğu için pek de açmadı açıkcası. 

-"Kumpanya" ve canım Sait Faik Abasıyanık. Yıllar sonra bile böyle sevilerek okunması, dinlenmesi ne kadar iyi bir yazar olduğunun kanıtı. Ahmet Mümtaz Taylan'ın seslendirdiği öyküler arasında en güzeli kitaba adını veren "Kumpanya" idi haliyle. Yazarın okumadığım kitabı olduğu için dinlemeye başlamıştım ama ilerledikçe yıllar önce TRT'de TV filmi olarak izlediğimi hatırladım. Hangi adla yayınlandı bilmiyorum ama oyunlarını sergileyecekleri taşra şehrine trenle giderlerken geçen bir dialog diziyi gözümün önüne getirdi. Abasıyanık'ın her öyküsü ayrı bir dünya, dinlemelere, okumalara doyamıyorum...

-Ve "Ankara Mon Amour". Aslında kitabı ilk baskısından okumuştum. İçinden Ankara geçen bir kitabı okumamam düşünülemez zaten. Depremin acılarıyla allak bullak olan kafamı biraz dağıtıp tasasız çocukluk günlerime ışınlanmak için Ankara'ya ve çocukluğumun geçtiği Yenimahalle'ye dönmek istedim. Bunun için en güzel seçenek "Ankara Mon Amour"du tabii ki. Yazarla aşağı yukarı aynı yıllarda Yenimahalle'de yaşamışız, hem de iki sokak arayla. Haliyle kitabın ilk bölümünde geçen mekanlar o kadar tanıdık ki. Özlem Zeynep Dinsel'in çok iyi bir seslendirmeyle okuduğu kitap beni çok mutlu etti...

Acıların avuntusu kitaplar hiç eksik olmasın hayatımızdan...


27 Şubat 2023 Pazartesi

GÜNLER SONRA /27 ŞUBAT

Günlerdir yataktan adeta spatula ile kazıyarak kaldırıyorum kendimi, güne başlamak için öyle isteksizim. Pandemide göğsüme oturan öküz salgının hafiflemesiyle en azından poposunu yana kaydırmıştı ama 6 Şubat'ta yanına arkadaşlarını da alarak daha ağır çöktü üstüme, daha doğrusu çoğumuzun üstüne. Her sabah öküzü güç bela itekleyip, evlenirken komşumuz Hatice Abla'nın elceğiziyle diktiği ağır yün yorganı tekmeleyip söylene söylene kalkıyorum yataktan. Aynada gördüğüm surat hoşafa benziyor, çoğu zaman bakmadan yıkıyorum yüzümü gözümü, saçıma iki fırça sallayıp kuşlarımla hasbıhal etmeye gidiyorum. Moklukuyruk ve partnerine iri boy ve açık renk bir koca kumru eklendi, huysuz ve bencil. Ağzına layık bir kırıntı varsa çanağa konan bütün kuşları bir kanat darbesiyle egale edip yumuluyor kendi başına. Öyle edepsiz. Mahalle kavgalarında haksız ama üsttenci tipler vardır ya, aynı onlar gibi. Kaç kere yalnız yakaladım, "Bana bak" dedim, "dağdan gelip bağdakini kovamazsın. Bu sofra Moklukuyruk hatrına açılıyor, sen sonradan yanaştın, hakkını ye, uç git. Milleti kovalama". Yeminle kafasını bile kaldırmadı, öyle yüzsüz, insan en azından "Haklısın" bâbında bir "Guguukguk" der, tıkınmaya devam etti. Eh elim kadar kuşu dövecek halim yok, annemin ağzıyla "Edepsizden edebini satın al" deyip girdim içeri. Serçeler cin gibi, bir pikeyle tabağa iniyor, ağızlarıyla bir parça kapıp uçup gidiyorlar. Artık neresi uygunsa orada tüketiyorlar yemeklerini, ne Moklukuyruğa yüz veriyorlar, ne edepsiz tombalağa. Devir uyanık olma devri. Geçen gün kimi gördüm dersiniz? Mutfakta yemek yapıyordum, o melodik cıvıltıyı duydum. Kafayı çevirdim, tahminim doğruydu. Geçen yıl uzun süre soframızın konuğu olan Arap bülbülü, artık bizzat kendisi miydi, yoksa evlat, torun kontenjanından akrabası mıydı bilmiyorum. Şöyle bir göründü, biraz yedi, bastı gitti. Bir daha da göremedim. 

Kuşlar yemeklerini yalayıp yutup, çanağı da sıyırınca ben de kendi işlerime dönüyorum. Ne kadar bakmayacağım desem de Twitter başından pek kalkamıyorum. Yeterince üzülüp sinirimi bozduysam elime kitabımı alıyorum. Neyse ki onlar var, neşelisi de, kederlisi de insana üzüntüsünü bir süre unutturuyor. 

Depremden tüm etkilenenler içimi yakıyor elbette ama Antakya'yı düşündükçe gözyaşlarımı tutamıyorum. İkinci depremle kalan ne varsa yıkıldı ya, benim de içimde bir şeyler yıkıldı. Eski mahallelerdeki güzelim konaklar, kiliseler, serin bahçesi, güzel zemin mozaikleri, pespembe rengiyle insana neşe veren Haytalı'sı ile Affan Kahvesi, Meclis Binası, özel okul olarak kullanılan  taş Konak, çatısından çan ve minarenin bir arada göründüğü Katolik Kilisesi, 2500 yıllık HabibiNeccar Camii, dünyanın ilk ışıklandırılan caddesi olan Kurtuluş Caddesi'nin iki yanındaki tarihi binalar, Saray Caddesi'ndeki dükkanlar, herbiri tek tek kalbime batıyor. Belki şehirden birşeyler görürüm diye tuttum zamanında izlemediğim "Asi" dizisini açtım. Her Antakya görüntüsünde bir "Of!" çekiyorum. Üzüntümü, öfkemi, hıncımı, çaresizliğimi yenemiyorum. Eminim hemen hepiniz benim gibisiniz.  Yaralar sarılacak belki ama izleri hiç geçmeyecek. 

Doğaysa rutinini sürdürmeye devam ediyor, 2. Cemre düştü bile, bu sene kış görmedik desek yeridir. Geçen gün yürüyüş yaparken baktım günlerdir patlamaya çalışan tomurcuklar çiçeğe durmuş, ortalık mis gibi kokuyor:

Yeni bir haftaya başlarken iyilik, güzellik, dürüstlük kazansın diyerek ayrılıyorum huzurdan...


17 Şubat 2023 Cuma

DAYAN YÜREĞİM DAYAN / 17 ŞUBAT

6 Şubat sabahı uyanıp telefonu elime aldığımda görevli olarak Malatya'da bulunan kuzenimin paylaşımıyla öğrendim olayı; "Deprem, durum vahim" yazmıştı. Yataktan nasıl fırlayıp bilgisayarı, TV'yi nasıl açtığımı bilemedim. Sonrası malum, kâh Twitter, kâh TV başında acı, üzüntü, endişe, öfke, çaresizlik, telaş ve "Ne yapabilirim?" duygularıyla geçen 10 gün. Kendimi resmen eve kapattım, ağladım, bağırdım, kızdım, küfrettim-evet ettim-telefonda eşle-dostla konusu hep deprem olan konuşmalar yaptım. Öfkelendikce öfkelendim, üzüldükçe üzüldüm, ağlayıp kafayı gözü şişirdim, gücümün yettiği yardımları yaptım, gücümün yetmediklerini paylaştım ve sonunda bu sabah yine telefonda Ayşe Erbulak'ın paylaşımını gördüm. "Ruminasyon" diye bir şeyden bahsediyordu. Zihinde tekrarlayıcı bir biçimde devam eden olumsuz düşüncelere deniyormuş. Bir başka deyimle "Beynin geviş getirmesi". "Kalk kızım" dedim, "bu böyle olmayacak, beynini ve kendini yiyip bitirmeden at kendini sokağa". 10 gün, hatta öncesini de sayarsak neredeyse 15 gün kendimi gönüllü kapattığım çilehanemden geviş getirmiş beynimi ve ona eşlik eden gövdemi alıp yürüyüşe çıkardım.

Sonra Akdeniz'e, parkın ağaçlarına, Beydağları'na ve kar düşmüş doruklara bakan bir banka yerleştirdim kendimi. İnsanlığın acılarla dolu, çalkantılı 10 gününe karşılık öyle huzurlu görünüyordu ki bir an manzarayı kişiselleştirip "Acaba haberi mi olmadı ki?" diye düşündüm. Sonra bu salaklığımı geviş getirip duran beynime verip bir "Saçmalama" komutu gönderdim. Doğa rutinini yerine getiriyor, yağdığında deniz coşuyor, sular taşıyor, fırtınada ağaçlar savruluyor, depremde yer yarılıyor. Bunların hepsi tabiatın doğal hareketleri, doğaya ayak uyduramayan, onu zorlayan, inatla aykırı davranan, tedbir almayan biziz. 

Güneşle cıva dökülmüş gibi parlayan denize diktim gözlerimi, aklımda Hatay. Bir şehre bu kadar üzüleceğimi rüyamda görsem hayra yormazdım. Elbette ki insanlarla birlikte, zarar gören illerin hepsine yandım ama içlerinden sadece Hatay'ı görmüş ve kalbimi bırakmıştım o şehre. 6 yıl önce çok sıcak bir Ağustos ayının 5 gününü geçirmiştik orada Antakyalı bir arkadaşımızın evsahipliğinde. 3 gün haber alamadığımız arkadaşın hayatta olduğunu öğrenmek yüreğimize su serpse de şehirden gelen yıkım görüntüleri cam kırıkları gibi battı kalbime, hep de orada kalacak. Girip gezemediğiz, aklımızın kaldığı, "bir dahaki gelişimize inşallah" diyerek kapısından muhteşem mimarisine baktığımız Ortodoks Kilisesi, yemyeşil ağaçlarla dolu serin bahçesi ve çatısından çan kulesi ve minarenin birarada göründüğü Katolik Kilisesi, Saray Caddesi'nin ortasında devasa bir anıt gibi yükselen Protestan Kilisesi, Anadolu'nun en eski camii olarak kabul edilen, avlusunda İsa'nın havarilerinden Pavlus ve Yuhanna'nın ve onlara ilk iman eden Habib Neccar'ın türbesinin bulunduğu Habib Neccar Camii, Yahudi Sinagog'u, tarihi kaşıklarıyla Haytalı yiyip üstüne süvari kahvesi içtiğimiz Affan Kahvesi, Zenginler Mahallesi'ndeki güzelim evler, Tarihi Meclis Binası yerle bir olmuş. Hepsi hafızamın en nadide köşesinde kayıtlı idi. Ortodoks Kilisesi'ne giremediğimizi söylediğimizde bize yardımcı olması için arkadaşını arayan Zeytin Dalı isimli ipekçideki genç kız, Antakya anısı bir kitap almak için uğradığımız sahafın yol sorunca bizi gideceğimiz yere kadar götürmeyi teklif eden sahibi, Konak Restaurant'ın güler yüzlü garsonları, kaldığımız öğretmenevinin saygılı ve yardımsever personeli, Arkeoloji Müzesi'nde slayt sunumu yapıp bilgi veren arkeolog hanım, Hıdırbey Köyü'nde yemek yediğimiz mekanın sahibi güler yüzlü ve esprili karı-koca, Vakıflı Ermeni Köyü'nün kooperatifinde salamura zahter ve likör aldığımız görevli, Döver Köyü'nde yaptığımız kahvaltıya şahane saç ekmekleri pişiren iki kadın, yasemin kokulu avlusunda kahve içtiğimiz "Mahallem'in sahipleri, hep aklımdasınız. Umarım bu felaketten zarar almadan çıkmışsınızdır. 

Günlerdir ölenlere yanıp enkazdan canlı çıkarılan her çocuğa önce sevinip sonra "Acaba ailesi hayatta mıdır?" endişesiyle yaklaştım. Keza enkazdan canlı çıkan her ana-babayı "Acaba evlatları sağ mıdır?" korkusuyla izledim. Ateş düştüğü yeri yakıyor elbet ama kıvılcımları da bize kadar ulaşıyor. Dilerim gidenler huzurla uyusun, kalanların yaraları tez sağalsın...


4 Şubat 2023 Cumartesi

OSCAR TÖRENİ YAKLAŞIRKEN / 4 ŞUBAT

Sabah güne pek müjdeli bir haberle uyandım, TV bozulmuş. Benim için hava hoş da, Kocam Bey mahzun olacak diye üzüldüm. Zaten bölük pörçük bir uyku uyumuşum, beden uyur, beyin uyumaz haliyle. Birtakım rakamları bir çukura doldurmaya uğraşıp durdum, sonra da 1. Dünya Savaşı çıktı, tepemize bombalar, duvarlara kurşunlar yağarken ben etrafımdakileri korumaya çalıştım. İki gündür saçma salak rüyalar görüyorum. Evvelsi gün de vali muaviniymişim güya, şahane manzaralı yerlerden geçerek Çorum'a gidiyorum görevle ama sanırsın Çorum değil İsviçre Alpleri, öyle bir muhteşem görüntü. Ben bir yandan manzaraya bakıp bir yandan özel kalem müdürüme WC aratıyor, hiçbirini beğenmiyorum. Rüyanın da Allah aklı başındasını versin 😂

TV demiştim, sabah suçlu suçlu duruyordu kitaplıkta. "Hayrola?" dedim, "arpan mı az geldi, sen bunu alışkanlık haline getirdin?". Boynunu büktü, acıdım, fazla üstelemedim 😀 Köftehor, geçen yıl da tam yılbaşı günü bozulmuştu. Apar topar genç bir usta bulduk, sağolsun yaptı yetiştirdi yılbaşı akşamına, gerçi izlenecek program da yoktu ya neyse. Delikanlı açıkça akşama yetişmesi için çıkma parça taktığını belirtmişti, çıkmanın ömrü bir yılmış demek ki, hadi bana müsaade dedi yılı doldurunca, bir aylık bonus da verdi üstelik. 

Aynı ustaya ulaştık, gelip evden aldı, 3 saat sonra onarılmış olarak eve bıraktı, 6 aylık da garanti sundu. Bana böyle ustalarla gelin. Şimdi sağ yanımda keçili, yılanlı, kartallı bir belgesel gösterip durur. 

Bugünkü film aktivitemi MUBİ'den müsaade isteyip ayrılacak olan bir filmle gerçekleştirdim: "Two Lovers". Joachim Phoneix ile Gwyneth Palthrow paylaşıyordu başrolleri. Phoneix'den pek hazzetmem ama Gwyneth'e bayılırım, ilahe yav, tek geçerim Hollywood'da. Güzeldi film, Oscar aşkına izlediğim birtakım saçmalıklardan sonra iyi geldi. 

Oscar demişken, malum heyecanla beklediğimiz kırmızı halılı ödül töreni Mart ayında. Lakin takipçiler sürekli yazı soruyor bana, olmadık törene yazı yazamıyorum haliyle. O zaman şöyle bir şey yapayım dedim. 2012'den bu yana döşendiğim tören yazılarının linkini vereyim, arzu eden okusun. İlk Oscar yazım olduğu için henüz stilimi oturtamamışım, fotoğraf sayısı da kısıtlı ama yazı eğlenceli, buyrun link aşağıda, tıklayıverin bir zahmet:

2012 Oscar Töreni

O yılın Oscar törenine Angelina Jolie'nin yırtmaçlı kadife elbisesi ve o yırtmaçtan dışarı uzatıp hiç içeri çekmediği bacağı damga vurmuştu. Yazıya almamışım o fotoyu, aşağıya ekliyorum;

Yeni törene kadar eskilerle idare edeceksiniz artık, ara ara ekleyeceğim. Kalın sağlıcakla...

3 Şubat 2023 Cuma

OCAK OKUMALARI / 3 ŞUBAT

 

2023'ün ilk ayını kadın yazarlara ve yeni yıl kitaplaşmasıyla elime ulaşan kitaplara ayırmıştım. 12 kadının yazdığı 12 kitapla kapattım Ocak'ı. Bakalım neler yazmışlar:

-Yılın ilk okuması Irmak Zileli'nin son kitabına kısmet oldu: "Bende Ölen Sensin". "Eşik" ile tanıyıp sevdiğim bir yazar Irmak Zileli, tüm kitaplarını okudum. "Bende Ölen Sensin" bir erkeğin ağzından yazılmış, maço denilebilecek bir reklamcının ağzından. Güzel kadınlara düşkünlük, para hırsı, çevrilen üçkağıtlar, despot bir baba ile ilişkiler gayet akıcı bir dille anlatılmış. Benim için bir "Eşik" ya da "Son Bakış" güzelliğinde olmasa da okunabilir düzeyde...

-Kadire Bozkurt'u geçen yıl çıkan 2. kitabı "Buz Kandilleri" ile tanımış ve öykülerini çok sevmiştim, ki bu aralar öykü ile hayli mesafeliyim. Daha önce çıkan kitaplarının birleştirilip Notos'dan çıktığını duyunca "Ateşle Yaklaşma"yı da okudum. "Buz Kandilleri" ile kıyaslarsam daha hafif geldi. Yine de sıradan insanların öykülerini böyle güzel bir dille anlatmak her yazarın harcı değil. Kadire Bozkurt'u tanıyın derim ve bence "Buz Kandilleri" ile başlayın.

-"Ufak Tefek/Bir Aşk Hikayesi" bana sevgili blogdaşım ve yüzyüze gelmek için can attığım Neslihan'ın yeni yıl armağanı idi bir sonraki bahsedeceğim kitapla birlikte. Değişik bir konusu olan minnak bir kitap. Bir cücenin görüp aşık olduğu öğretim üyesi kadının ardından yaşadıklarını anlatıyor. Çok severek okudum, biraz da hüzünlendim. 

-"König/Dünyayı Dolandıran Türk", şaşırtıcı bir gerçek yaşam öyküsü. "König" lakabıyla anılan Ekrem Hamdi Bakan'ın İspanya İç Savaşı'na uçak temin etmek için çevirdiği uluslararası dolaplar anlatılıyor. Gerçekten parmak ısırtacak kurnazlıkta bir kumpas. Yazar Ayşe Başçı belgeleriyle birlikte sunuyor bu ilginç öyküyü kitabında. Gerilim ve polisiye türüne taş çıkaracak sürükleyicilikte...

-"Bavula Sığmayan" Nermin Yıldırım'ın son kitabı ve öykülerden oluşuyor. "Ev" ve "Saklı Bahçeler Haritası"ndan sonra çok cazip bulmadım. İlk yarıdaki öyküler biraz daha roman tadında iken ikinci bölümdekileri vasat buldum. Romanlarını okumayı tercih ederim.

-"Tatavla" ya da şimdiki adıyla "Kurtuluş" hep merak ettiğim, gidip görmek istediğim bir semt, bir türlü kısmet olmadı. Kitabı görüp merak edince canım Zeynep yılbaşı armağanı olarak yolladı bana "Tatavla'da İnecek Var"ı. Ben daha kapsamlı bir Tatavla turu beklemiştim, yazar kısa öykülerle hayatlara değinmiş. İnsanın içini inceden sızlatan yaşam öyküleri. Bu tarza meraklıysanız seveceksiniz.

-Ocak ayına bir de çocuk kitabı sığdırdım: "Kraliçe'nin Maceraları". Sevgili Füsun Çetinel'in bana yılbaşı armağanıydı ve öyle bir kraliçe tipi yaratmış ki çocuk olsam bu kitabı koynuma alır yatardım günlerce.  Çizimleri de en az öyküleri kadar güzel olan kitabı çocuklara da, büyüklere de zevkle öneriyorum. 

-Zeynep Rade'nin "Yeniköy'de Bir Yalı"sını tamamen tesadüfi olarak Oğlak Yayınları'nın indiriminden almıştım ama beklemediğim kadar güzel çıktı. Gerçek bir olaydan kurgulandığı da kitabın sonundaki fotoğraflardan anlaşılıyor. Yeniköy'de bulunan "AllaTurca" isimli yalının ve sahiplerinin hikayesini okuyorsunuz kitapta. Hırsın ve kıskançlığın nelere sebep olduğunu da şaşırarak görüyorsunuz.

-"Mavi Tarlalardan Yürü" uzunca bir süredir kitaplıkta okunmayı bekliyordu, hatta o kadar uzun sürmüş ki kitabı nereye koyduğumu unutmuşum, arayıp bulmam saatler sürdü. Okuduktan sonra da bu kadar geciktirdiğim için kendime kızdım. Beni ateşleyen yazarın, Claire Keegan'ın, bir başka kitabı "Emanet Çocuk"tan uyarlanan "Quiet Girl" filmini izlemem oldu. Çok beğendiğim harika öyküler okudum, elimde yazarın bir başka kitabı daha var, o da ön sıralara alındı böylece. 

-"Yumruk Yahut Yürek" İzlanda'lı bir yazarın Kristin Eiriksdöttir'in romanı. 70'li yaşlarındaki sahne tasarımcısı Elin'in bir tiyatro oyununun dekorlarını hazırlarken karşısına çıkan, ünlü bir yazarın kızı olan Ellen'le ilişkisini anlatıyor. Değişik, hatta tuhaf diyebileceğim bir konusu var, İzlanda gibi soğuk ve biraz tekinsiz sanki...

-"Kadehlerdeki Dudak İzleri" bir çok kadının yazıları ve anılarından oluşturulmuş bir kitap, Şengün Kılıç Hristidis derlemiş. Osmanlı'dan bugüne kadın/rakı/içki konusu ele alınmış, ilginç ve okunası bir derleme olmuş. 

-Ve ayın son kitabı "Cadılar". Yazarı Brenda Lozano'nun diğer kitabı "İdeal Defter"i çok yakınlarda okudum ve abartılanın aksine sevemedim. "Cadılar" üzerine o kadar olumlu eleştiriler oldu ki kendimi sorgulamaya başladım ve yine de tedbirli olup kitabı satın almadım, e-kitap olarak Storytel'den okumaya karar verdim. "İdeal Defter"e göre bir tık daha iyi bulsam da anladım ki Brenda Lozano benim yazarım değil. Paloma, Feliciana ve Zoe üç şifacı ve kitapta bölümler halinde yaşamlarından kesitler okuyoruz. Anlatım bana çok düz geldi ve sevemedim ama belirteyim ki kitap hakkında çok iyi eleştiriler de var.

Gelelim Storytel'den dinlediklerime:

Üç kitap dinlemişim Ocak ayında.


-"Tepedeki Ev" Shirley Jackson'un kaleme aldığı bir gerilim romanı. Deniz Yüce Başarır seslendirmiş. Tekinsiz olarak bilinen tepedeki şatoya bir deney nedeniyle giden dört kişinin yaşadıklarını biraz da ürküntüyle dinliyorsunuz. Yazar gerilim romanlarının öncülerinden, Deniz Yüce Başarır ise Storytel'den en sevdiğim seslendiricilerden. 

-"Perde Kapanmasa Görecektiniz" Kent Oyuncuları'nın kuruluşundan perdelerini kapatmasına kadar geçen süreci belgeler ve fotoğraflar eşliğinde anlatan harika bir kitap. Deniz Yüce Başarır Kenterlerin en önemli oyuncularından biri olan ve bir turne dönüşü trafik kazasında hayatını kaybeden babası Kamuran Yüce'nin belgelerini derleyerek oluşturmuş bu kitabı ve seslendirmesini de bizzat kendisi yapmış. Esasen kitap bende mevcut, tiyatroya meraklı olan herkeste bulunması gereken koleksiyonluk bir hazine. Lakin yazın Ankara'ya götürüp orada bırakınca dinlemek farz oldu, pek de güzel oldu. Tiyatroyu anlatan bir kitap tiyatrovari bir seslendirmeyle daha fazla değerlendi. 

-Ve son dinlemem Doğu Yücel'in "Kimdir Bu Mitat Karaman?"ı oldu. Erdem Akakçe'nin muhteşem seslendirmesiyle hem dinledim, hem eğlendim bu polisiyemsi kitapla. 

Yeni kitaplarda buluşmak üzere...

 


1 Şubat 2023 Çarşamba

AYDÖKÜMÜ / 1 ŞUBAT

Ömür kumbaramıza biten bir yaşı daha ekledik dün itibarıyla. Kumbaranın boşlukları giderek küçülürken insan hayata daha bir dört elle sarılıyor. Zamanında Ekonomi derslerine girmiş biri olarak yazarsam, marjinal faydayı yakalama zamanlarına geldik. Kitabın en nadide örneğiyle tiryakiler için son sigaranın faydası 😂 Sigara yasağının olduğu okullarda verdiğimiz örnekle yüzümüz kara olsun. Sigara deyince aklıma geldi, Tempo Dergisi'ne bile yılın olaylarından biri olarak girmiş bir anekdot. Sigara içmeyi engellemek ya da en azından azaltmak amacıyla bir Zihni Sinir projesi uygulanmıştı idarece bizim okulda. Tuvaletler paralı olmuştu ahahaha, kapıya da birini oturttular, bereket büyük ve küçük fiyatları belirtilmemişti, fiks menü yani 😂 Öyle bir sansasyon yarattı ki Savaş Ay falan geldi okula (bilenler hatırlıyordur Savaş Ay'ın böyle Uğur D.undarvari baskınları vardı), gazetelere konu olduk, yıl sonunda Tempo Dergisi'ne bile girdik. Tabii ki çok kısa ömürlü oldu bu uygulama, harçlığı yetmeyenler hacetlerini giderebilme imkanına kavuştular, sigaraseverler de sigaralarına. Ay hatırlayınca yine gülme krizine girdim, biraz mola 😂

Ne diyordum, ha bir yaş daha büyüdüm dostlar, zinhar yaşlanmadım. Daha okunacak-belki de yazılacak-çok kitap, izlenecek çok film, tiyatro oyunu, konser, bale, gezilecek çok yer, hayattan alınacak çok keyif var. Yeter ki sağlık olsun, 100 yıl ot gibi yaşamaktansa dar zamanlara güzel şeyler de sığdırmak çok mümkün. O zaman "İyi ki doğdum ben" diyor ve Ocak ayını nasıl geçirmişim konusuna giriyorum.

Sanırım uzun zamandır bu kadar çok film izlememiştim bir ayda. 30 (yazıyla otuz) film izledim bu ay, Oscar faktörü itici gücüm oldu, bulabildiğim her filmi açtım ekrana, geçtim karşısına. Hiçbirine abartılı boyutlarda bayılmasam da var birkaç sevdiğimiz, bakalım ne olacak.

Her zamanki rutinime uyacak miktarda da kitap okudum, onları bir sonraki postta detaylı olarak anlatacağım. Ve tabii ki almayacağım deyip yine kitap alışverişi yaptım. İflah olmaz bir "Tsundoku" hastasıyım. 

Okumalar ve izlemeler dışında Ocak ayı boyunca-iki üç günlük fırtınalı sağanak yağışı saymazsak-süregiden şahane havalardan yararlanıp güneşli mekanlarda arkadaşlarla buluştum, parklarda yürüdüm, Kaleiçi'nde turladım, en sevdiğim cafede denize karşı Kocam Bey'le bira keyfi yaptım, kahveler-çaylar içtim ve son olarak doğum günümü kutlayarak ayı kapattım. Cüce Şubat'tan daha iyisini beklediğimi belirterek yazımı sonlandırayım. Yeni ayınız yepisyeni ve güpgüzel olsun, çiçek gibi geçsin...

26 Ocak 2023 Perşembe

MUHTELİF ŞEYLER / 26 OCAK

Vayy, bir haftayı geçmiş buralara uğramayalı, yazacak enteresan bir şey olmayınca yazma isteği de istirahate çekiliyor. Bu aralar kendimi yemekle meşgulum, yok öyle sinir ya da endişeden değil, gerçek anlamda kendimi yiyorum. Yaşım ilerledikçe kurt kadına mı dönüşüyorum nedir, dişlerim sivriliyor ve sürekli yanağımın içini ısırıyorum. Berbat bir şey, ağzınıza attığınız her lokma yanak içinizde açılacak bir yara demek. Önceleri sol yanağımı yedim, baktım dışarıya bir pencere açılacak dişçiye gidip o kısımdaki dişleri törpülettim, nisbeten rahatladı. Dündenberi sağ yanağımı yemeye başladım, öyle böyle değil, bir yudum sıcak çay içsem hoplatacak kadar derin ısırıklar. Muhtemel ki geceleri dişlerimi sıkıyorum, onun da etkisi var. Sürekli bir şeyler sıkıyoruz zaten, kemer sıkıyoruz, can sıkıyoruz, diş sıkıyoruz. Kimse de rahatlayalım diye bir numara büyüğünü vermiyor. Her neyse bana yine dişçi yolları göründü, lakin törpülete törpülete ağzımda diş kalmadı, çenem çöktü, çemçük bir şey oldum 😂

Blogumun takipçileri bilirler, her yıl Oscar'a şeref konuğu olarak katılırım. Bana layık gördükleri bu ayrıcalığa teşekkür maksadıyla ben de aday olma ihtimali bulunan filmleri daha liste açıklanmadan izlemeye başlarım ki dersime çalışmadan dahil olmayayım ödül törenine. Bu yılın en çok sözü edilen, adaylık listesinde üst sıraları kimseye kaptırmayan o upuzun isimli filminden nefret ettiğimi belirteyim öncelikle. Sözüm meclisten dışarı, birkaçı hariç Uzakdoğu filmlerini sevemedim gitti. Bir kere şimşekleri üzerime çekeceğimi bilerek şunu itiraf edeyim ki hâlâ hangi çekik gözlü hangi ülkenin elemanı ayırt edemiyorum. Geçtim ondan filmin içinde bile ayırt edemiyorum. "Babası mıydı bu?", "Yok yav, bu oğlu herhalde", "Belki de kızın sevgilisidir". Ne yapayım, çok benziyorlar, bir de benzer kıyafetler giyince aradaki dokuz farkı bulunuz gibi oluyor. Kadınlar yine bir nebze, saç modelinden falan ayırt ediliyor da erkekler biraz zor geliyor. Bir de orijinal dilde izleyince seviyor mu, dövüyor mu anlamıyorum. O kadar sert ve yüksek sesli bir dil. Adam kadına ilan-aşk ediyor ama ben "Bu durum böyle devam ederse ayrılmamız kaçınılmaz, seni şıllık" gibi anlıyorum, kadın adama "Yemek yiyelim mi aşkım" diyor misal, ben "O kadına ne biçim baktığnı gördüm, pislik herif" olarak kurguluyorum alt yazı yetişene kadar 😃 Bütün bunlar yetmezmiş gibi malum filmde aşure halt etmiş, ne ararsan var. Aşk, evlilik, boşanma, lezbiyenlik, kavga, barışma, göçmen sorunu, vergi davası, bakılması gereken baba, kung fu, paralel evren, makine, motor, uçma, kaçma, çamaşırhane ayyyyhh! Yahu, gel yavaş gel yollar yaş, bu nedir, kafam ambale oldu. Uzmanlar beni sinemadan anlamamakla itham edebilirler, etsinler. Sonuçta Oscar'a beni davet ediyorlar şeref konuğu olarak, onları değil 😂

Hemen hemen bütün filmleri izledim, iki tane kaldı, onu da törene kadar tamamlarız İnternetin izniyle. Henüz adaylarımı açıklamam için erken ama En İyi Film dalında pek çok kişi gibi benim de adayım "The Banshees of Inisherin", En İyi Erkek Colin Farrell, En İyi Kadın ise Kate Winslet. İzlemediğim filmleri izledikten sonra daha net bir sonuca varabilirim, dediğim gibi, bunlar şimdilik...

Havalar sanırım yarın itibariyla ait olduğu mevsime geçiş yapacak, bugün telefonuma AFAD'dan uyarı düştü, yarın Antalya ve civarında gerçekleşmesi beklenen fırtına, yağmur, gök gürültüsü, şimşek, su baskını, yıldırım vs gibi müjdeli haberler veriyordu. "İyi ki" dedim, "şu birkaç gün güzel havaların tadını çıkarmışım". Aşağıdaki fotoğraf o günlerden birinden, dikkat ederseniz Şirinler'i, pardon yüzenleri görebilirsiniz 😃

Havalar bozacak ve günler daha çok kitap, film, dizi, Storytel ve Candy Crush Saga ile geçecek gibi görünüyor. Esasen kutlu doğum haftamıza da girmiştik, ay sonuna kadar az daha müsaade etse olurdu. Kısmet diyelim ve bugünlük veda edelim. Kalın sağlıcakla...


18 Ocak 2023 Çarşamba

TİYATRO SEVDASI / 18 OCAK

Öğlen kısa bir yürüyüş yaptım. Hedefte Ankara usulü simit yapan bir fırın vardı. Arada aklıma geldikçe uğrar, birkaç tane alıp buzluğa atarım. Bu yılın ilk simit alışverişi idi ve tanesine 5 lira verince içim biraz cızlamadı değil. Alt tarafı simit ve nereye varacak bu işin sonu. 

Her neyse, konumuz piyasa koşulları değil zaten,  gün boyu her çeşit yayın organında herkes konuşuyor bu konuda, şurada bari eksik kalalım. Yürüyüş sırasında kulağımda kulaklık, Storytel'den Deniz Yüce Başarır'ın, babası Kâmran Yüce'nin belgelerini derleyerek Kenter Tiyatrosu'nun oluşumunu kaleme aldığı "Perde Kapanmasa Görecektiniz"i dinledim. Deniz Yüce Başarır kitabını kendisi seslendirmiş. Esasen kitabı da geçen yıl satın almıştım fakat okuma fırsatım olmadı, Ankara'ya götürdüm, kızkardeşe bıraktım. Yazı bekleyeceğime dinleyeyim dedim, kitap zaten bir hazine, tiyatroya düşkün her evde bulunması gereken kitaplardan. O kadar detaylı bir kitap ki Kenter Tiyatrosu'nun kuruluş zamanlarında olayın içinde bulunup o heyecana şahit olmak istedim.     

Benim çocukluğumda tiyatroya gitmek çok ciddi bir işti, öyle bileti alıp üzerinizde kot pantolon, salaş bir kıyafet ya da eşofmanla falan çıkıp gidemezdiniz. Tiyatro ile ilgili ilk anım 6-7 yaşlarımdan kalma. Babamın Konya Karapınar'da birlikte görev yaptığı Dr. Osman Bey ve karısı Sumru Hanım (annemin deyimiyle Sumranım) bizi ziyarete, Ankara'ya gelmişlerdi. İlk gün alışveriş yapmış, Anafartalar Çarşısı'na götürüp yürüyen merdivenlerimizle övünmüş(!), annemle Sumranım mağazalara girip çıkarken ben de oğulları yaşıtım Sadık'la çarşının koridorlarında koşturmuş, Sadığın yürüyen merdiven korkusuna gülmüş, epeyce eğlenmiş olarak dönmüştük eve. Asıl olay erken yenen akşam yemeğinden sonra patladı, bize dediler ki, yani Sadık'la bana: "Sumranım biraz hasta, doktora gitmesi lazım, sizi anneannene bırakacağız". Gece vakti doktor, ayrıca kadının kocası doktor, üstelik şık şıkırdım giyinmişler, annemle Sumranımın ayağında stilettolar, boyunlarında boncuklar, elbiseler dersen adeta bayramlık, ne doktoru şimdi bu? İtirazlarımıza kulak veren olmadı, anneannemin kapısından içeri adeta itildik ve şık giyimli büyükler güya doktora gittiler. Doktorun adının Küçük Tiyatro, teşhisin de Çetin Altan'ın kaleme aldığı "Mor Defter" adlı oyun olduğunu ertesi gün annemle Sumranımın oyuncular üzerine yaptıkları sohbetten anlayacaktık, hoş Sadık anladı mı bilmem ama ben cinin önde gideniydim, kıyameti kopardım: "Neden bizi de götürmedinizzzz?"  Kulak asan olmadı.      

O akşam götürülmediğim tiyatroya gitmek için fazla beklemeyecektim. Bir sabah üst kattaki komşumuzun kızı geldi ve "Peter Pan" adlı çocuk oyunu için biletleri olduğunu söyleyip beni de götürmek için izin istedi. Aman Tanrımdı, yaşasındı. Oyunda niyeyse "Çın Çın Zil" olarak isimlendirilen "Tinker Bell" adlı peri kızı bile benim kadar çınlamamıştır sevinçten.  Gerçek bir tiyatro oyunuyla ve güzelim Küçük Tiyatro ile tanışmam böyle oldu, o zamandan beri de aşığım bu sanata.  

Küçük Tiyatro'ya tepeden bakış. Localara ışık yerleştirmişler, oturan yok. Yıllar önce geciktiğimiz bir oyuna, görevlinin lutfuyla birinci perdenin yarısında locaya kabul edilerek girmiştik. İşe bak ki oyunun adı da "Gecikenler"di. Başrolde Hepşen Akar vardı. Cihan Ünal'ın ablasıydı kendisi. "Teetora" meraklısı anneannem 1. perdenin ilk yarısını kaçırdığı için çok üzülmüştü. Ertesi hafta dayım elinde tiyatro biletleriyle gelmiş ve yeterli bilet olmadığı için anneannem evde kalmış, tiyatroya götürmek için beni seçmişlerdi. Sıkı sıkı tembihlenmiştim oyunun ilk bölümünü izleyip dönünce anlatmam için ama şansa bak ki başka bir oyun oynuyordu ve anneanneme resmen masal uydurmuştum. Oyunun farklı olduğunu öğrense kalp krizi geçirirdi alimallah 😃Anneannemin tiyatro sevdası anlatılmaz yaşanırdı, hele bir "Hırsızlar Balosu" maceramız var ki blogda daha önce de yazmıştım. İlkokul sondayım, halam beni ve anneannemi tiyatroya davet etti. Altındağ Tiyatrosu'nda, en öndeki koltuklarda yerimiz ve oyunun başrolü Enis Fosforoğlu'nun. Nisan ayı, can erikleri yeni çıkmış, anneannem çantasını eriklerle doldurmuş, oyunun ortasında çıkarıp avucumuza koydu. Haydi anneannem yaşlı kadın, ben de çocuğum ama doktor olan halama ne oluyordu ki o erikleri kütür kütür yedik salonda, hem de en ön sırada, ne ayıp 😃Sanırım pek ses duyulmadı ki sağdan soldan uyarı almadık 😃

Fuayenin sütunları

Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosu'nun bulunduğu Evkaf Apartmanı

"Peter Pan"la başlayan tiyatro seyirciliğim sonrasında pek çok oyunla devam etti çocuk yaşımda. Ankara o yıllarda idari başkentliğinin yanısıra gerçek anlamıyla bir sanat ve kültür başkentiydi. Oyunlar kapalı gişe oynar, önünde uzun kuyruklar oluşurdu. Küçük Tiyatro'da, Büyük Tiyatro'da, Altındağ Sahnesi'nde, yıkılan Yeni Sahne'de onlarca oyun izledim.  Babam meraklı idi, bilet alır gelirdi. Çocuk aklımla kimlerin rol aldığının farkına bile varmaksızın önümde ete kemiğe bürünmüş oyunu seyrederdim. Meğerse "İstanbul Efendisi"nde Münir Özkul'u izlemişim de haberim yokmuş. Sanırım Türk tiyatrosunun en önemli oyuncuları o dönem sahne almışlardı; Cüneyt-Ayten Gökçer, Erol Kardeseci, Macide Tanır, Tomris Oğuzalp, Gülgün Kutlu, Nurşen Girginkoç, Dinçer Sümer şu an aklıma gelenler. Şık şıkırdım giyinir giderdik tiyatroya, ister matine, ister suare olsun, hele suareyse daha da dikkat edilirdi. Perde aralarında fuayedeki barda içki satışı bile yapılırdı. Ortaokulda iken sınıfı tiyatroya götüren matematik öğretmenimiz kokteyl elbisesi giyip gelmişti de bakakalmıştık kadının şıklığına. Sahnedeki oyun kadar tiyatro salonunun havasını da çok severdim, fuayede rol alanların fotoğraflarının bulunduğu camekanın önünde dakikalarca dikilir, babamı program dergisi alması için zorlardım. Almazdı yahu, ne gerek var diye geri çevirirdi isteğimi. Ondandır her gittiğim tiyatroda dergi almam ve biriktirip kocaman bir koleksiyon oluşturmam. Bazı oyunlar aylarca oynar yine de bilet bulunmazdı. Cüneyt Gökçer'in "Sütçü Tevye" rolünü canlandırdığı "Damdaki Kemancı"ya kapalı gişe oynadığı için gidememiştik. Alt katımızdaki dairede oturan Devlet Tiyatrolarının demir atölyesi şefi Mehmet Amca'nın eşi Emel Abla bile derdimize deva olamamıştı. Yıllar sonra Aspendos Festivali'nin ilk yılında izlemek kısmet olmuştu Cüneyt Gökçer'li "Damdaki Kemancı"yı. Devlet Tiyatrolarının yanısıra Beyhan Saran ve eski eşinin Mithatpaşa Tiyatrosu, sevgili AST, çeşitli turneler, kısacası çocukluğum bir tiyatro şenliği gibiydi.

Pandemiye kadar bulunduğum şehirdeki hiçbir oyunu kaçırmadım ama pandemi ket vurdu bu büyük keyfime, hoş eski yıllardaki oyunların tadını da bulamıyorum ama o salonun havası bile yeter. Henüz kapalı mekanlara girme cesaretim yok ama dilerim önümüzdeki yıllar da tiyatrosuz geçmez.


                                 

17 Ocak 2023 Salı

YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR / 17 OCAK

Bu sabah uyandığımda çok seyrek gerçekleşen bir doğa olayına şahit oldum. Gece 23.00'de yattığım yataktan kesintisiz uyuyarak sabah 9.00'da kalkmışım dostlar, olağanüstü bir şey. Ben beni bildim bileli toplasanız iki elin parmağını geçmez bu durum, seyrek gerçekleşen doğa olayı demekte haksız mıyım 😂 Haliyle bir süre kendime gelemedim, "Ben kimim? Burası neresi? Bu saate kadar uyunur mu? Yahu ben gece niye uyanmadım?" gibi varoluşsal problemlerle bir süre didiştikten sonra yüzümü gözümü yıkayıp ayıldım ve kuşları ziyarete gittim. Ekmek çanağının içinde tepişip dururlardı. İki gün önce balkon kapısının tam önünde ve kapı kolunda iki kocaman ve simsiyah birikinti buldum. Yediği çanağa pisleyen cinsinden reziller onca açık alan dururken gelip kapıma def-i hacette bulunmuşlar. Muhtemel ki bu ara abur-cubur reklamlarını izlemiş ve altta geçen yazıyı şiar edinmişler. "Günde 3-5 porsiyon sebze, meyve tüketiniz". "Yürü kız" demiş erkek olanı, "Hep ekmek, hep bulgur, nereye kadar, bak TV bile öneriyor, gidip sebze, meyve yudalım". Benjamin ağacı ve servi tohumları yemiş keratalar ama Benjamini biraz fazla kaçırdıkları atıklarının renginden belli, katran mı içtiniz a mubarekler? Telle kazımaktan carpal tunnel sendromum atak yaptı. Büyük büyük büyük dedeleri Parmaksız Salih kısıra bayılırdı, belki genetik bir geçiş vardır diye akşamdan kalan kısırın birazını döktün yemek çanaklarına ama yüz vermemişler, öylece durup durur. Kendileri Isparta ekmeği seviyorlar en çok, hem de İslamköy'de üretileni, sanırım Demirel'e yandaş bunlar 😃

10 gündür evden dışarı çıkmadım, önce gökten kütleler halinde dökülen yağmur yüzünden, sonra bel ağrısı, iş-güç derken bugün baktım güneş parlıyor-ki meteoroloji yağmur demişti, yanılmış-öğleden sonra attım kendimi dışarı. Parka kadar yürüdüm, parkın içinde yürüdüm, sonra da eve kadar yürüdüm. 8000 adım civarında atmışım, yeterli. Uzun süre ara verince dizlere biraz alışma payı bırakmak gerekiyor. Hava öyle güzeldi ki ince bir kazak ve eşofman üstü yeterli geldi, hatta eve geldiğimde hayli terlemiştim. Esasen hoş bir şey değil, Antalya için bile Ocak ortası fazla güzel bir hava. Neyse ki 3 aya yetecek kadar yağmur düştü, o da bir şeydir. 

Parkı ve parktan görünenleri özlemişim. Geçen haftaki fırtınada okaliptüslerden birinin kocaman dalı kırılmış, üzüldüm:

Neyse ki ağaç kıtlığı yok, ne yana dönsek yemyeşil.


 

Yeşile doydum, dönüş yoluna vurdum. Eve giderken şu ağaç çıktı karşıma, aklıma Ayla Kutlu'nun "Cadı Ağacı" romanı düştü. 
 
 
Attığım adımların ödülü olarak kendime çiçek hediye ettim:
 

 Çiçek gibi olsun günleriniz...

 

14 Ocak 2023 Cumartesi

PASTANELİ POST / 14 OCAK

Dün kronik farenjitim boğazımdaki inatçı gıcıkla kendini hatırlatınca salep (salep mi, sahlep mi, amaan her ne ise) içmek geldi aklıma. Rafta duran bir zincir kahve markasının teneke kutusuna el attım, minimal salep, maksimal nişasta ve şekerden mamul karışım bir içimlik kalmıştı, boşalttım kupaya. Bugüne kadar hiç şekersiz ya da az şekerli salebe denk gelmedim, niye bu kadar tatlandırıyorlar acep? El mahkum oturdum kanepeye, bir elimde salep kupası, öbür elimde kitap, güya okuyacaktım ama aldığım ilk yudumla çook uzak bir geçmişe uzandım. 

Kışa dair yegane sevdiğim şey sokaktan ayazda-tercihan Ankara ayazı-al al olmuş yanaklar, havuca dönmüş bir burun, eldivene rağmen buz tutmuş ellerle camları buğulanmış bir kapıyı iterek soft ışıklı, vanilya kokulu, sıcacık bir pastaneye girmektir, daha doğrusu girmekti. Antalya'da ne adamı kesecek ayaz var, ne de tanımını yaptığıma benzer bir pastane. Gençlik yıllarımda, Ankara'da kömür isi soluyup her adımda kayan kaldırımlarda patinaj yaparak, erken çöken karanlığa hava kirliliği de eşlik ederken ulaştığımız Akman Pastanesi'nin Kızılay'daki şubesi bir dost kucağı gibi sarardı buz kesmiş bünyemizi. Şimdi tamamen kapanıp yerine "Tarhanacı", evet yanlış okumadınız, tarhanacı açılan şube değil sözünü ettiğim. Kızılay'ın Sıhhıye'ye yakın bölümünde, Orduevi'nin hemen yanındaki şubeydi bu. O buz kesmiş yanaklar, eller içerinin ısısıyla karıncalanırken masalardan birine yerleşip hemen yanaşan garsondan salep istemenin keyfini şimdi en klas cafede bile bulamıyorum. 

Pastane kültürü başka bir şey, sevdiğim pastaneler birer birer kapanırken çocukluğuma ışınlanmak ve o mis kokulu, vitrinlerinde çocuklar için mücevher ayarında pastalar olan dükkanlara girmek istiyorum. Babam gençlik yıllarında çok kafa adamdı; şarkılar söyler, fıkralar anlatır, kimsenin aklına gelmeyecek ilginç el işleri yapar, turşular kurar, işyerindeki kadın arkadaşlarından aldığı tariflerle yemekler, tatlılar pişirirdi. İlk kabak grateni babamın elinden yemiştim mesela. Annem ne kadar gelenekselciyse babam o kadar yeniliklere açıktı. Arada bir aklına düşer elinde bir pastayla gelirdi: Prenses. Bazen de olmadık bir saatte "Hadi pastaneye gidelim" deyiverirdi. Annemin "Para saçacak yer arıyorsunuz" söylenmeleri bizi engellemez düşerdik yola, sipariş yine değişmezdi: Prenses.

Çokoprensin büyükannesi olan bu pasta muhtemel ki Yenimahalle'nin çok yakınlarda kapanan kâdim mekânlarından Avrupa Pastanesi'nin icadıydı. Hatırladığım ilk günlerden bu zamana kadar onlarca yıl dayanmış, sonunda pes etmişti. Prenses pastalara, horoz şekerlerine, şahane tostlara veda demekti bu. 

Sonra Vardar vardı, neyse ki hâlâ var, hem de o şahane dondurmasının kalitesi hiç değişmeden. Eşekli dondurmacıdan aldığımız saman külahlardaki dondurmalardan sonra ilk korneti bize Vardar tattırmıştı. 

Lise son sınıftayken Kızılay'da Üniversite Hazırlık Kursu'na gidiyorduk. Emektar troleybüs bizi vaktinden evvel Kızılay'a ulaştırdıysa üç arkadaş kendimizi Ziya Gökalp Bulvarı'ndaki "Sandviç"e atardık. Formika tezgaha dayanıp sosisli sandviçleri mideye indirir (ki bir daha böylesini asla yemedim), harçlığımız biraz fazla tutulmuşsa birer de supangle götürürdük. Yan taraftaki "Penguen Pastanesi" ise vitrinindeki kıpkırmızı elma şekerleriyle gözümüzü alırdı. Ne ara kayboluverdi bu mekanlar, yerlerini çul-çaput satan hepsi bir örnek mağazalar aldı bilmiyorum, orası biraz karışık işte. 

Gelelim yukarıda sözünü ettiğim "Akman"a, onunla müşerref olduğumda daha ilkokulda, belki de daha küçüktüm. Yenimahalle'den Ulus'a gitmenin "Şehre gitmek" ya da "Ankara'ya inmek" diye nitelendiği zamanlardı. Alışverişler ya Anafartalar Çarşısı'ndan-oraya gitmek eğlenceliydi, zira yürüyen merdiven vardı, seramiklerden haberdar değildim henüz-ya da Ulus İşhanı içindeki mağazalardan yapılırdı. "Dodanlı Yerli Mallar Dodanlı"nın apreli kumaş kokusu ile "Akman Pastanesi"nin tarçın ve vanilya kokusu çocukluğumun koku hafızasında nasıl yer etmişlerse bugün bile burnumun ucunda. Anneannem keyifli bir günündeyse "Akman"a sokar, "Birer boza içelim uşaak" diyerek garsonu çağırırdı. Ulus'taki o güvercinlerin kuğurdadığı, fıskiyelerinden akan suyun şırıldadığı pastane üniversite yıllarımın da vazgeçilmezi olacaktı. Okula yakındı ve bulabildiğimiz her boşlukta kıt öğrenci harçlıklarımızı birleştirip kahve ya da boza içmeye koşardık. 

Kızılay'daki şubeye artık çalışmaya başladığım ve cebimdeki paranın yeterli olduğu zamanlarda gider olmuştum. İş çıkışı, hele de yazdığım gibi soğuk bir kış havasıysa günün en keyifli saatlerine evsahipliği yapardı. Salep ya da boza, yanında ya meşhur Akman sosislisi, ya da yine spesiyal vişneli pasta. Yine kışın, Alman Kültür kursu öncesi buğulanmış camlarından Kızılay'ın ışıklarını seyrederek bir şeyler yiyip içtiğimiz Büyük Ankara Muhallebicisi'ni anmadan geçersem vefasızlık etmiş olurum. 

Oktay Akbal'ın 2. Dünya Savaşı yıllarını anlattığı "Önce Ekmekler Bozuldu" isimli bir kitabı vardır. Ben de "Önce Pastaneler Bozuldu" desem abartmış olurum elbette, memlekette bozulan onca hayati şey varken pastanelerden söz etmek biraz şımarıklık tabii ki. Gelgelelim o güzel günleri de özlemiyorum desem yalan olur...