Kasım ayını hiç sevmem. Kişiselleştirirsem bana bodrum katındaki tozlu ve loş bir odada, emekli olana kadar güneş yüzü görmeden çalışan, benzi soluk, asık suratlı, dirseklerine gelen beyaz kolluklar takmış, aksi mi aksi bir arşiv görevlisini çağrıştırır. Bu yıl anladım ki hislerimiz karşılıklı imiş, o da beni sevmiyormuş. Oysa her şey iyi başlamıştı. "Kuru Otlar Üzerine" ile bozduğum sinema orucumu Ankara Film Festivali kapsamında izlediğim şu dört film ile iyice boşlamıştım:
29 Kasım 2023 Çarşamba
KASIM RAPORU / 29 KASIM
20 Kasım 2023 Pazartesi
HAFTA BAŞI / 20 KASIM
Sanırım Covid ya da ne idüğü belirsiz bir başka virüs hepimizi hedef aldı, ara vermeksizin tarıyor, "Ben tek, siz hepiniz" diye pis pis sırıttığından da eminim. Geçen haftaya göre daha iyiyim, yıkılmadım ayaktayım ama hâlâ o adi virüsün izlerini taşıyorum. Saman dolu bir kafa, ara sıra gelen öksürük krizi ve tıkalı bir burun. Sürekli tuzlu su çekmekten kendimi salamura gibi hissetmeye başladım. Buna da şükür, en azından günlük hayata geri döndüm, önceki halimi düşününce. Bana gelen yorumların, Instagram, Twitter ve Facebook paylaşımlarının pek çoğu virüs ve hastalık şikayeti. Bu kış pek pis geçecek anlaşılan. Zaten hiç hoşlanmadığım gri Ankara günleri de başladı. Hiçbir zaman kışçı olmadım, tüm sıcağına rağmen güneşle şarj olan, iflah olmaz bir yazcıyım ben. Akdeniz'in sıcak denizlerine yelken açmadan önce havası kok kömürüyle zehirlenmiş, her soluk alışta kurum yuttuğumuz, yağan karın ertesi gün çamurlu bir bulamaca, ardından da taş gibi bir buza dönüştüğü Ankara kışlarından çok çektim. Okula ya da bir süre çalıştığım işyerime ulaşmak için tırmanmak zorunda kaldığım dik yokuşlar ve merdivenlerden kaç kez kayıp düştüm bilmiyorum. Kaymamak için botların üstüne geçirilen çoraplar, ıslanan ve üşüyen ayaklar, kıpkırmızı burunlar, eldivenin içinde buza kesmiş parmaklar, balık istifi toplu taşım araçlarının nemli, pis kokusu, çamurlu camlar, buz tutan çamaşırlar, musluktan akan, insanın damarlarını uyuşturan sular, hiçbirini unutmadım. Sobadan kat kaloriferine ve doğal gaza geçişle hava kirliliği azalmış, ev içi konforu artmış da olsa ben yine de kış güzellemesi yapamayacağım. Bu yıl zorunlu nedenlerle Antalya dönüşünü erteledik, sanırım Ocak ayında ancak olacak gidişimiz, o nedenle fazla laf etmeyeyim Ankara kışlarına, intikamı korkunç olmasın 😀
Perşembe günü Opera Sahnesi'nde Modern Dans Topluluğu'nun 30. yılı nedeniyle hazırlanan gösteriyi izledik. Aslında klasik baleyi daha çok severim ama modern dans da kaçırılmaz yerine göre. 30 yıl içinde sergiledikleri temsillerden bir kolaj seyrettik. Özellikle son bölümde, Şehnaz Longa eşliğindeki hareketli gösteri şahaneydi. Opera Sahnesi'ni çok seviyorum, binanın dışını ayrı, içini ayrı.
Mimar Şevki Balmumcu'nun Sergievi olarak tasarladığı bina 1947-48 yıllarında Paul Bonatz tarafından Opera Binası'na çevrilmiş, Yukarıdaki maket de fuayenin bir köşesinde yer alıyor.
Salonun tavanından bir detay. Aydınlık ve ferah bir bina Opera, ayrıca çok da şık. Bir gün önceki tiyatro izleme felaketinden sonra yol yordam bilen seyirciyi görünce moralim düzeldi. Bir de bilet işlerini düzene koysalar. 15 gün sonraki bir başka balenin online biletlerinin açılacağı saati bilgisayar başında bekleyip anında açtığımda tüm yerler doluydu, ne ara doldu anlamadım. Var bu işte bir iş de biz bilemiyoruz.
Çıkışta bizi almaya gelecek oğlumu beklerken bir başka görkemli yapıyı seyrettik, şimdilerde Kültür ve Turizm Bakanlığı binalarından biri olarak kullanılan, mimar Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından Hariciye Vekaleti olarak yapılan şu güzelliği:
Ulus Erken Cumhuriyet Dönemi'nin en görkemli binalarına ev sahipliği yapıyor esasen, keşke bir açık hava müzesi olarak değerlendirilebilse...
16 Kasım 2023 Perşembe
ARS LONGA VITA BREVIS * / 16 KASIM
10 gündür ne idüğü belirsiz bir virüsün elinde oyuncak oldum. Bir gün önce kendimi gayet iyi hissederken sabahına nezle olarak uyandım, akabinde de şiddetli bir baş ve eklem ağrısıyla yataktan çıkamadım. Yaş ilerledikçe insanın iyileşme süresi de uzuyor. İlk iki gün ha geçer, ha geçer diyerek bekledim ama sonra ne olur ne olmaz diyerek yakındaki sağlık ocağına gittim. Dr sırtımı dinledi ve "Hırıltı almıyorum, korkacak bir şey yok" dedi. "Soğuk algınlığı belirtileri bunlar ama bu aralar soğuk algınlığı da, grip de Covid de benzer belirtiler gösteriyor, net bir şey söyleyemiyorum, dinlenin, bol bol bitki çayı ve su için" deyip iki kalem de ilaç yazdı ve yolladı. Girdiğim tüm kalabalık mekanlarda, toplu taşımada, hatta marketlerde bile tekrar maske takmaya başladığım için Covid olduğuma pek ihtimal vermedim. Lakin doktora gittiğimin akşamı Kocam Bey'in ateşi de yükselince "Noluyoruz ya?" moduna geçiverdim. Onun ateşi ertesi gün düştü, ufak-tefek kırıklığı da iki gün içinde bitti ama benimkisi kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz hesabı uzadı da uzadı. Sonuçta ne menem bir virüse yakalanıp ne geçirdim emin değilim, üç gün önce evdeki kitle yaptığım Covid testi negatif çıktı ama ne derece güvenilir bilmiyorum. İşin esası Covid geçirmiş olmayı da tercih ederim doğrusu, en azından 1-2 ay bağışıklık geliştiririm. Hastalık süresince aklımda günler öncesinden alınmış tiyatro ve bale biletlerim vardı. Horoz ölür gözü çöplükte kalır ya ben de tıkalı burnumu, ağrıyan eklemlerimi, ciğerlerimi yastık yüzü gibi tersine çevirecek hale getiren öksürüğümü bir yana bırakmış "Ya gidemezsem, tüh tüh" demekteydim.
İzlemeyi planladığımız oyunlardan biri BKM'nin sahneye koyduğu Demet Akbağ ve Salih Bademci'nin başrollerini paylaştığı "Aydınlıkevler" isimli oyundu. Öncesinde bilet almak için girip bilet fiyatlarının 1000 lira ile 500 lira arasında değiştiğini görünce oyuna gitmek yerine akşam yemeğinde külbastı yemeği tercih etmiştik ki kız kardeşin bir arkadaşı davetiye temin etti, hem de VIP Kategoride. Eh vaziyet öyle olunca sedye üstünde bile giderim dedim kız kardeşe. Neyse ki gerek kalmadı, oyun gününe kadar epeyce toparladım, üç katlı maskemi taktım oyunun oynanacağı Congressium'a vasıl oldum. O mekanda sadece bir kez Kahve Festivali için bulunmuştum, o da katlarda gerçekleşmişti. Salona girince aklım durdu, burası tiyatro salonu falan değil adeta futbol arenası idi.
Biz üçüncü sıradaki yerimize geçip oturduk ve arkamıza bir döndük ki, en arkadaki koltukta oturanlar toplu iğne başı kadar görülmekteler. Sahnenin iki yanına yerleştirilmiş sinevizyon perdesi onlar içinmiş anlaşıldı. Salona giren izleyicilerin çoğunun ellerinde patlamış mısır kartonu vardı ve gözlerime inanamamaktaydım. Tiyatro ve patlamış mısır, birlikte düşünülemeyecek ikili. Ve çok geçmeden yanımızdaki koltuklara yerleşen genç çiftin ellerinde ne vardı bilin bakalım? Evet bildiniz patlamış mısır. Sadece patlamış mısır olsa iyi, her türden yiyecek, kağıt bardaklarda kahve ve kola. Yiyin yiyebildiğiniz kadar, yeter ki salonun büfesi para kazansın. Birkaç yıl önce Antalya Belediye Tiyatrosu'nda antraktta ağzına bir lokma simit atan kadına görevli yanaşıp "Tiyatroda bir şey yemek yasaktır" demişti, kadıncağız diabeti olduğunu ve şekerinin düştüğünü söylese de itirazı kabul edilmemişti, üstelik oyun arası olduğu halde. Yine Antalya Devlet Tiyatrosu'nun ilk açıldığı yıl "Hüzzam" oyunuyla turneye gelen Maral Üner salondaki hareket, yiyip içme haline sinirlenip oyunu durdurmuş ve tiyatro kuralları hakkında sıkı bir diskur çekmişti. Gelip de burayı görse kalp krizi geçirirdi herhalde.
Neyse patlamış mısır haşırtıları ve cep telefonu ışıkları arasında oyun başladı. Sahnede yoksul bir oturma odası dekoru vardı ve torun Ayhan rolündeki Burak Dakak battaniye altında kanepeye büzüşmüştü. Derken odaya Demet Akbağ girdi ve salondan coşkun bir alkış yükseldi, benzeri bir alkış da Salih Bademci görüldüğünde yükselecekti. Kendimi ukala bir tiyatro seyircisi olarak göstermek istemiyorum ama Ankara'nın o eski, turneye gelen ekiplerin bile takdir ettiği tiyatro seyircisinin nesli tükenmiş arkadaşlar. Çoğu maç seyircisine dönüşmüş. Her espride yükselen alkışlar, uyarıya rağmen çekilen videolar, cep telefonuyla yazışmalar arasında oyun bitti. Oyun bitmeden bir süre önce yanımızdaki çift gitti. Keşke daha önce gitselerdi. Sohbetlerini, telefon yazışmalarını, popcorn çatırdatmalarını dışarda yapsalardı, koca postallı ayaklarını havaya dikip neredeyse öndeki insanların kafalarına değdirmeselerdi. Ve arkalarında bir mezbelelik bırakmasalardı. Yerleri mısır patlağı içinde, içtikleri suyun pet şişesini, kahvenin karton bardağını koltukların üstünde bırakarak defoldular.
Oyuna gelince iyiydi ama ben beklentimi çok yüksek tuttuğumdan ya da salonun durumundan dolayı beklediğim hazzı alamadım. Sahnenin iki yanındaki sinevizyon ekranı dikkati dağıtıp tiyatrodan ziyade dizi seyredermiş havası yaratıyordu. Ses o kadar büyük bir salonda mikrofonlara rağmen istediğimiz düzeyde net değildi. Davetiye yerine para vererek gelseydim pişman olabilirdim itiraf edeyim. Ve bir daha o salonda oyun izlemem.
Bu akşam Opera Sahnesi'nde popcornsuz, yerli yersiz alkışsız bir bale izleyebileceğim umudundayım. Gerçek tiyatro salonlarına gidince seyircinin de daha usulüne uygun olduğuna şahit oldum yıllardır, zaten idare mısır patlağıyla salona girmeye izin vermez.
Hava yağışlı bugün Ankara'da, benim idrak yollarım da hâlâ tıkalı 😃Kanallar arasında geçişi düzenleyip beynime komut verecek bir trafik polisine ihtiyacım var. Sanat belki bu görevi üstlenir. Sizlere dileğim hasta olmayın, sanatsız da kalmayın...
*Ars longa vita brevis: "Sanat uzun, hayat kısa"
6 Kasım 2023 Pazartesi
ANKARA KAZAN, BİZ KEPÇE / 6 KASIM
Cumartesi günü kız kardeşle rutin Ankara turlarımızdan birine daha çıktık, hedef Ulus, taşıt aracı tabanvaydı. Hacı Bayram istikametinde yürüdük, niyetimiz geçen sefer gelip memnun kaldığımız cafede bir yorgunluk kahvesi içmekti. Hava umduğumuzdan sıcaktı, bir miktar da terlemiştik. Öyle olunca kahveden vazgeçip çay ve soda istedik. Lakin cafeden eskisi kadar memnun kalmadık, çay güzel değildi, hizmet de biraz tavsamıştı.
Dinlenince kalkıp yürüyüşe kaldığımız yerden devam ettik.
Üstteki ahşap minareli cami Ahi Tura Camii. 15. Yüz Yıl'a tarihlenen camiin hemen aşağısında Avizeciler Çarşısı var. Üstteki fotoğrafta görülen merdivenlerden inip sağa saptınız mı ışıl ışıl vitrinleriyle onlarca avizeci dükkanı karşılar sizi. Geri planda Ankara Kalesi çevresi görünüyor. Hacı Bayram Camii civarı epeydir restorasyon geçirmekte. Restorasyonla hepsi bir örnek görünse de en azından temiz ve düzenli bir hal aldı etraf. Eski zamanlarını iyi bilirim. Çocukluğumda annem ve anneannemle sık sık gelirdik. Anneannem bir dileğinin gerçekleşmesi için Hacı Bayram Camii'ne ampul adardı. Çok anlamsız gelirdi bana, adak olarak ampul 😀 Sonradan akıl erdirdim ki bu adaktan ziyade adını taşıyan camiye yardım amaçlı Hacı Bayram Veli'den kendince bir istek. Artık Hacı Bayram mı sebep olurdu, istek kendiliğinden mi gerçekleşirdi, tekrar toparlanıp giderdik Hacı Bayram Camii'ne ve ampulü görevliye teslim ederdik. Haliyle içerideki koskoca avizelere ampul dayanmazdı, bu yolla yedekleniyordu demek ki ampuller 😀
Dar ara sokaklardan Hacı Bayram Meydanı'na indik, insanlar meydandaki meşhur dönercide karınlarını doyurmakta idiler. Cumartesi oluşu ve havanın güzelliği nedeniyle iğne atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık vardı. İlginç şeyler satılan dükkanlara baka baka Hal'e doğru yürüdük:
Manken tabelada yazılan şeyle çok uyumlu görünüyor 😀 Kesik başın esrarı 😀
Fotoğrafta gördüğünüz lokalizasyonda, şimdi çoğu yeniden yapılmış binaların arasına 1963 yılında iki uçak düşmüştü. Lübnan Havayolları'na ait bir yolcu uçağı ile Türk Hava Kuvvetleri'ne ait bir nakliye uçağı havada çarpışmış ve bu civarda farklı yerlere düşmüştü. Her iki uçaktaki personel ve yolculardan bazıları ile uçağın düştüğü yerlerdeki sivil halktan toplam 104 kişi ölmüştü. Olaya yaşımın küçüklüğü nedeniyle şahit olmadım ama ölenlerden biri, bu lokalizasyonda bulunan İstanbul Bankası personelinden genç bir kadın komşumuzdu. Taziye için giderken beni de götürmüşlerdi niyeyse, annesinin "Yükselim" diye ağlayışı bugün bile gözümün önünde.
Hal civarına geçiş yaptık, köşedeki fırından birtakım ekmekleri poşetleyip yüklendik ve insanların kum gibi kaynadığı alışveriş tezgahlarının kalabalığına biz de dahil olduk. Haldeki dükkanlarda yenileme çalışmaları var, kaldırımlar da nasibini almış bu faaliyetten, her yerde inşaat malzemeleri yığılı. Malum önümüzde yerel seçimler var, seçmenleri mutlu etmek lazım. Haldeki inşaat faaliyeti nedeniyle pek çok tezgah dışarıya taşınmış, ortalık rengarenk. Yine çocukluğumda ve yine anneannem eşliğinde çok gelirdik Hal'e. Alışverişi yaptıktan sonra dükkanlardan birine, anneannemin bir hemşerisine hem merhaba demek, hem de biraz soluklanmak için girerdik. Anneannemin "Hasan Hüseyin Aççı" ve "Hasan Hüseyin Meççi" diye telaffuz ettiği iki hemşeriden biriydi bu ama Aççı mıydı, Meççi miydi hatırlamıyorum 😀 Küçük, pasaklı ve loş dükkanın duvarındaki BCG aşısı afişlerinden başka bir şey de kalmamış aklımda. Biraz Niğde dedikodusu yapılır, çay içilir, sonra tekrar yola düşülürdü elimizdeki dolu filelerle.
Şu binayı çok severim, bir aralar otel olarak kullanılıyordu ama şimdi ne amaca hizmet ediyor ya da terkedilmiş midir bilmiyorum. Çevredeki yoğun kalabalık ve pasaklılıkla tezat teşkil eden bir güzellik.
Anafartalar Çarşısı'nın içini görmedik ama dışı boyanıp temizlenmiş. Hal'e bakan taraftaki meydanımsı yerin zemini yenilenmiş ve birtakım çiçek tarhları yapılmış, belediyeler çalışıyor 😊 Ankara'yı da bu süs lahanalarıyla tanıştırmışlar.
Eh, artık yorulduk. Minibüse binip eve dönme zamanıdır. Bir başka kazanlı kepçeli yürüyüşte buluşmak üzere...
1 Kasım 2023 Çarşamba
AY DÖKÜMÜ (OKUMALAR-DOKUMALAR) / 1 KASIM
Yoğun geçen bir ayın faaliyetlerini bu kez topluca yazayım dedim. Gel vatandaş gel, okunanlar, dinlenenler, izlenenler, gezilenler, tozulanlar hepsi burada. Önce bakalım bu ay nasıl geçmiş:
24 Ekim 2023 Salı
ANKARA KAZAN BİZ KEPÇE / 24 EKİM
Eskiden Ankara'da yaptığım gezileri yazarken başlığı bu şekilde attığımı fark ettim, dünkü uzun yürüyüşlü turun başlığını da böyle atayım dedim. Geçenlerde eski yıllardan bir öğrencim (artık arkadaşım), "Hocam siz seversiniz" diyerek "Lügat Kitap Cafe"nin linkini göndermişti. Eh, böyle bilmediğimiz ilgi çekici bir yerin önerisi gelir, üstelik içinde kitap da barındırırsa arar buluruz elbet. Kız kardeşle buluştuk ve tabana kuvvet yola düzüldük. Adres "Kestane Sokak No: 27/Hamamarkası" olarak geçiyordu cafenin sitesinde. Kurtuluş Parkı'nın önünden yürümeye başladık, Dumlupınar Bulvarı'nın sonuna geldik, Cebeci Dörtyol'dan sola kıvrıldık, Talatpaşa Bulvarı'na geçtik. Kestane Sokağı sorduğumuz bir esnafın tarifiyle çok geçmeden ulaşmıştık Lügat Kitap-Cafe'ye. Zaten yol üstündeydi, görmemek mümkün değildi:
20 Ekim 2023 Cuma
GÜNLÜK / 20 EKİM
Sabah uyandıktan kısa bir süre sonra sular kesildi. Bizim civarda pek sık görülen bir durum değildir, gafil avlandık. Neyse ki çayı koymuştum. Aklımda başka işlere dalmadan yemek yapmak vardı ama haliyle ertelendi. Hal böyle olunca ortalığı topladım fazla detaya girmeden, kirli tabak-çanağı sular gelince yıkanmak üzere bulaşık makinesine teptim. Sonra bilgisayar başına oturdum. Bloglara rutin ziyaretlerimi yaptım, kız kardeşin Melike Şahin hakkında yazdığı bir röportajı okudum Duvar'ın internet sitesinde. Okumak isterseniz link burada. Melike Şahin çok fazla takip ettiğim biri değildi, bu yazının üstüne "Diva Yorgun" dinlemekteyim. Diva olmasam da ben de yorgunum zira 😃
Hafta başından beri iki misafir var evde, biri insan cinsinin küçüğü, diğeri hayvan cinsinin. İlkinden memnunuz, seviyoruz, hatta bazen aşırı sevip rahatsız ediyoruz 😃 Tahmin ettiniz, kendisi Umut, kreş sonrası eğlenceli vakitler geçiriyoruz. İkincisi ise bir sinek, minnacık bir şey, kara olan türden. Ne yaptıysak terk etmedi evi. Elimden olmasın ölümü diyorum ama ısrarla "Vur tepeme bir şey" diyor. En sevdiği mekan haliyle mutfak, üstü açık yiyecek bırakmaya gelmediği gibi bizi de yiyecek zannediyor. Burnumdan kovsam alnıma, alnımdan kovsam yanağıma, oradan kovalasam çeneme konuyor. Öyle arsız. Her sabah vızıldıyarak "Günaydın" mı diyor, dalga mı geçiyor anlamadım. Sonunda bu sabah intihar etti, evet öyle yaptı. Çay koyacağım, demliğin içindeki çay dolu süzgeci yıkarken ne bulmayı umuyorsa demliğe dalmış. Hiç fark etmeden demliği suyun altına tutunca kendisini imha etmiş oldu. Eh, ne diyeyim, sonuçta elimi karasinek kanına bulamadım. Vızıltıdan da kurtuldum.
Sular tam saat 12'de geldi. Geldi gelmesine de musluktan akan sıvı benzetmek gibi olmasın çikolata rengindeydi, öyle bir çamur. Yarım saat akıttım da öyle ağardı, dünya kadar suyu ziyan etmiş olduk. Eviyeyi bile boyadı. Haliyle yemek yapma işini de sular berraklaşana kadar yine erteledim. O süreçte Storytel'i açıp Kemal Tahir'in "Devlet Ana"sını dinledim. 21 saatlik bir dinlemenin son 4 saatine ulaştım, oyuncu Levent Can seslendirmiş ve bu kadar uzun bir kitabı gerçekten çok iyi seslendirmiş. Kitap da muhteşem zaten. Kemal Tahir külliyatını bitirmeme bir-iki kitap kaldı. Storytel'e bunca geciktiğim için pişmanım.
Akan su berraklaşınca yemek işine giriştim, bugün aklımda karnıyarık ve pilav vardı. Patlıcanlara çubuklu pijamalarını giydirip fırçayla yağladım ve fırına attım kızarmaları için. Artık yağda kızartmıyorum, böylesi hem sağlıklı, hem daha lezzetli, hem de daha temiz ve kolay oluyor. Onlar fırında solaryum sefası yaparken ben de içini hazırladım, kulağım "Devlet Ana"da. Sonra hazır olan patlıcanlara içlerini doldurup süsleyerek tekrar fırına attım ve artan karnıyarık içine iştahla baktım. "Ye beni" diyordu. Ekmeğin içine yerleştirdim o içi, kendimi Yenimahalle'deki evde, en sevdiğim somyanın üstünde Ayşegül kitaplarımı okurken hayal ederek yedim. Şu alemde arasına karnıyarık içi yerleştirilmiş ekmek kadar anne mutfağına ışınlayan yiyecek var mıdır?
Dün kız kardeşin içeriğini hazırladığı, Mimarlar Odası tarafından düzenlenen "Almanca Konuşan Bilim İnsanlarının Ankara Günlükleri" isimli sergiyi görmek için Goethe Enstitüsü'ne gittim. Sergide 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmünden kaçarak Türkiye'ye sığınan çeşitli mesleklerden bilim insanlarının Ankara'da geçen günlerinden kesitler yer alıyordu fotoğraflar ve metinler eşliğinde. Mimar, mühendis, doktor, akademisyen ve daha bir çok meslek grubundan insanın yer aldığı bu göçmenler Ankara'ya maddi ve manevi anlamda pek çok şey kazandırarak dönmüşler ülkelerine. Çoğunun hikayesi de oldukça hazin. Dönüşte bazı eksikleri almak için markete uğrayınca kapı önüne sıralanmış kasımpatları "Bizi de eve götür" deyince hatırlarını kırmadım, bir demet yeşil soğanla arkadaşlık ederek eve geldiler sarı ve pembe çiçekli saksılar. Bitirmek üzere olduğum ve ay sonuna kadar bitirmeyi düşündüğüm kitaplarımla poz verdi bir tanesi:
Güzel gelsin hafta sonunuz...
18 Ekim 2023 Çarşamba
ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ 10 / 18 EKİM
İstanbul yolculuğuydu, evle ilgili koşuşturmalardı, ülke ve dünya gündemiydi derken anı yazılarına uzun bir ara verdiğimi fark ettim bilgisayar başına oturunca. İnsan kendisini birebir ilgilendirmese de insanlık söz konusu olunca iç huzuru duyamıyor. Bu da günlük yaşamını etkiliyor haliyle. Evde oturup kaldığım şu günlerde bari eski günlere, dünya kaygısından nispeten azade olduğumuz zamanlara döneyim dedim, kaldığım yerden devam anılara.
Lise bitmiş, üniversite sınavına, sorular çalındığı için hem de iki kere girilmiş, bir yandan sonucun ne olacağı telaşı, bir yandan taşınma hazırlığı içinde bir yaz geçirilmekte. Posta işleri o zaman önemli bir kurumdu, postacımız adeta aileden sayılırdı. Ben de mektup getirdiği bir gün taşınacağımızı, adres değişikliği olacağını, sınav sonuçlarıma nasıl ulaşabileceğimi sormuştum güler yüzlü postacımıza. "Sen hiç meraklanma" dedi bana, "yeni adresinizi yaz ver, ben o mahallenin postacısına naklederim senin sonuçlarını, eline ulaştırır". Şimdiki zamanlar gibi değildi, karşınızdakine sorgusuz sualsiz güvenirdiniz ve o güven çok az boşa çıkardı. Nitekim postacımız da söz verdiği gibi yeni eve ulaşmasını sağlayacaktı sınav sonuçlarının.
Yenimahalle'de kesintisiz geçirdiğim son yazdı. Babam iki yıl önce bir ev almış, benim liseyi bitirmemi bekliyordu. O yaz kiracı çıkmış, evdeki tadilat işleri halledilince taşınmak üzere hazırlık yapılmaktaydı. Dört yaşında gelip on üç yılımı geçirdiğim, beni büyüten, alt kültürümün gelişmesinde büyük katkısı olan semtten, arkadaşlarımdan ve komşulardan ayrılacağım için buruk, Yenimahalle'den Yenişehir'e taşınarak bir nevi sınıf atlayacağım için de heyecanlıydım. Gençlik işte. Sevgi Soysal "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" romanını o yıl yazmıştı. Her şeyi rahatça bulabildiğimiz Yenimahalle'den eş-dost ziyaretleri, bazı zorunlu alışverişler ve dershaneye gitmek gibi sebeplerle ancak çıkardık, Yenişehir'de yaşamak ergen gözümüzde bir statü sembolüydü ve o sembole ulaşmak an meselesiydi. Yaşamım boyunca Yenimahalle'deki günlerimi arayacağımın henüz farkında değildim.
Taşınmamızdan birkaç gün önce annem ve bir komşumuzla yeni evi temizlemek için yola düştük. İlk durak o yıllarda temizliğe giden kadınların iş bulmak için bekleştikleri Güvenpark oldu. Sıkı bir pazarlıkla bir kadınla anlaşıldı ve eve ulaşıldı. Ramazandı, babam ülserinden dolayı oruç tutamıyordu, annem sahurda tek başına bir şey yiyemediğinden "aç acına oruç nasıl tutacağım" sızlanmalarına dayanamayıp ona eşlik etmekteydim. Oruçluydum yani ve fena halde açtım. Apartmana ilk gelişimdi, Önünde durur durmaz dikkatimi kendi evimizden önce yan apartmanın altındaki kebapçı çekti. Pırıl pırıl parlayan kocaman camekanda kebap çeşitleri isimleri ve resimleriyle sıralanmıştı. "Pastırmalı pide"de gözüm kaldı ve ağzımın sularını zor zaptederek tırmandım bizim dairenin merdivenlerini. Kebapçının sahibinin bitişik dairemizde oturduğunu ve yıllar içerisinde kâh ikram, kâh müşteri olarak o dükkandan pide, kebap ve baklava yiyeceğimizi henüz bilmiyorduk.
Boş eve girdik, dört elden bir sürü kapıyı ve camı sildik. Sanırım bu apartman kapıların ucuz olduğu zamanda yapılmıştı 😃oda kapıları yetmezmiş gibi bir de üç bölümlü devasa camlı kapı vardı. Komşumuz evin kocaman salonuna bakıp "Burada ne güzel kına gecesi ve nişan yapılır" diyecekti ve 6 yıl sonra gerçekten küçük çaplı bir kına gecesi benim için yapılacaktı annemin hatırını kırmamak adına.
Bir hafta sonra annemin ve komşuların gözyaşları, mahallenin gençlerinin yardımları ile eşyalar kamyona yüklendi, yeni hayatımıza doğru yola çıktık. Her daim açık ya da anahtarı üstünde bırakılan kapılara, canım komşulara, içten dostluklara, oyunun binbir çeşidini oynadığımız kocaman bahçeye, piknik yaptığımız kırlara, bahçesinden gelincikler, papatyalar topladığımız şantiyeye, kocaman plakasındaki kuru kafalı ölüm tehlikesi işaretine rağmen evcilik oyunlarımızın mekanı trafoya, 5. Durak piyasalarına, Seyran, Alemdar, Güneş Sinemaları'na, bayram ve yılbaşı öncesi PTT binası önünde kurulan kartpostal stantlarına, hepsi tanıdık olan kitapçılarına, tuhafiyecilerine, kumaşçılarına, Vardar'ın dondurmasına, Avrupa Pastanesi'nin prenses pastasına, anneannemin "Et Gımısı"-Gima'dan hareketle-dediği, önünde kuyruğa girdiğimiz Et-Balık Kurumu şubesine, Çarşamba ve Pazar günleri kurulan rengarenk pazarına, annemin deterjan aldığı Şaşmazcı'sına, her Allahın günü şarkı söyleyerek kaldırımları arşınlayan kara sevdalı Deli Bardakçı'sına, eşekli dondurmacısına, önce kendimin gittiği, sonra kardeşimi götürdüğüm çocuk bahçesine, seyyar sirk gösterilerinin yapıldığı, tel cambazlarının geldiği arsalarına, yüzlerce film izleyip konser dinlediğimiz, sihirbaz gösterileri seyredip seçim propagandasına gelen İnönü ve gencecik Ecevit'i alkışladığımız açık hava sinemasına, iki katlı bahçe içindeki evlere, baharda duvarlardan sarkan leylaklara, ilkokuluma, ortaokul ve liseme, kaldırımdaki kokusu baharda sokağı saran iğde ağacına, Mustaa Bakkal'a, Niyazi Bakkal'a, Deli Bakkal'a, Kuaför Çinçi'ye, küçük kardeşim için etin en güzelini veren kibar kasaba, her gün kapımıza gazete bırakan seyyar bayiye ve bana çaktırmadan gazete ekleri veren bıyıkları yeni terlemiş yiğenine, sütçüye, yoğurtçuya, sucuya, motosikletli telgrafçıya, baharda okul kapısında galvaniz kovalar içinde satılan lalelere, beni yukarı sokaklarda oturan arkadaşlarıma götüren bitmez tükenmez merdivenlere, her yolculukta boynuzları çıkan troleybüslere, biletlerden tuttuğumuz fallara (adyomersi, kuşakdaşlarım bilir belki), Ragıp Tüzün'e, İvedik'e, Seylap Sitesi'ne, kısacası bir daha asla bulamayacağım mahalle hayatına veda ediyorduk. Yenişehir belki pek çok olanak sundu bize ama asla Yenimahalle olamadı...
13 Ekim 2023 Cuma
EYLÜL AY DÖKÜMÜ / 13 EKİM
Araya İstanbul gezisi girince Eylül ayı dökümünü atlamışım. Geç de olsa yazayım dedim, ne de olsa burası benim bir nevi günlüğüm, unuttuklarımı hatırlama mekanım. Okuduğum kitapları paylaşmıştım. Gelelim diğer etkinliklere.
Bu ay pandemi sonrası ilk kez ardarda sergi gezdim:
Bunlardan son ikisi özeldi. "Haksızlık" başlığıyla gezdiğimiz resim sergisinde sevgili blogdaşım Qunegond'un resimleri de vardı. "Cebeci-Sıhhiye Hattında Tıbbiyeliler" ise babamı çalıştığı kurum önünde mesai arkadaşlarıyla çektirdiği bir fotoğrafla temsil edip bizi duygulandıran bir sergi olmuştu.
Yaz boyu sıcaklardan mıdır, isteksizlikten midir bilemedim ama pek film izleyememiştim. Eylül'de şeytanın bacağını kırıp altı film izledim ki bunlardan biri sinema salonunda olduğu için pandemi sonrası bir ilkti:
-"Bir Avuç Güzel İnsan" Ara Güler imzalı fotoğraflardan oluşan bir serginin belgeseli. Puhu TV'de izledim.
-"Acı Kiraz" Netflix'den rastgele izlediğim bir filmdi. Oyuncu kadrosuna aldanıp izledim ama beklediğim verimi alamadım. Hasta oğlunu kurtarmak için paraya ihtiyacı olan bir baba, uyuşturucu kaçakçıları, yolunu şaşırmış gençler vs vs. Ben ettim, siz etmeyin.
-"Koncentrisi Se, Baba" ya da "Odaklan Babaanne", TRT 2'nin film kuşağında tesadüfen karşıma çıkan bir Bosna-Hersek filmi oldu ve gayet iyi oldu. Saraybosna'da tam savaşa çeyrek kala ölüm döşeğinde yatan annelerinin etrafında toplanan kardeşlerin miras kavgalarını konu alıyor. Rastlarsanız izleyin derim, iyi bir filmdi.
-"Ela ile Hilmi ve Ali" Adana Altın Koza'dan ve İstanbul Film Festivali'nden birçok ödülle döndüğü için merak ettiğim bir filmdi. Zaten Serkan Keskin'in oynadığı bir film kötü olamaz diye düşünmekteyim. Bu filmdeki Hilmi Serkan Keskin, bir öğretmen. Deprem nedeniyle ailesini kaybeden gencecik bir kızla evlenmiş, ona üniversite sınavı için ders çalıştırırken apartman görevlisinin oğlu Ali'yi de dahil etmekte. Üçlünün ilginç bir ilişkisi var. Normal kalıpların dışında ama bence iyi bir film. Blu TV'ye geldiğini duyunca hemen izledim.
-Ve son olarak "Kuru Otlar Üstüne". Instagram'da da, Facebook'da da film üzerine düşüncelerimi yazdım, buraya da yazmaya gerek görmüyorum, söylenecek her şey söylendi zaten. Benim diyeceğim 4 saate yakın bir film hiç sıkılmadan izleniyorsa iyidir...
Eylül ayı içinde ailecek bir Kale civarı gezisi, kız kardeşle ilginç bir Hacıbayram turu ve bir arkadaşla da Gölbaşı TEİAŞ tesislerinde yemek yiyip yürüyüş yaptık.