.

.
.

22 Mart 2021 Pazartesi

22 MART (HALAM İÇİN)

Otobüsten indiğimde karşımda masmavi ve koskocaman bir su birikintisi görmüştüm, onun deniz olduğunu söylediler bana, bilinçli olarak denizi ilk görüşümdü, 5 yaşındaydım ve çok kısa bir süre sonra o denizin devamındaki bir kasabada bilinçli olarak ilk kez halamı görecektim. Trilye idi o kasabanın adı ve halam olduğunu söyledikleri kişi orada hükümet tabibi olarak görev yapıyordu. Yaradılış gereği içine kapanık ve çekingen bir çocuktum, çok çabuk utanır, ilk kez karşılaştığım kişilerle yanyana gelince iyice kabuğuma çekilirdim. Halamın boynundaki stetoskop ve evde gözüme çarpan enjektörler bir de korku eklemişti çekingenliğime. Sırtsırta vermiş, yaşı hayli ilerlemiş evlerden birinde oturuyordu halam. Gıcırdıyan ahşap merdivenlerden üst kata çıkıyor, mütevazı döşenmiş, iki odalı, bir mutfaklı eve giriyordunuz. Pencerenin önüne oturuyor, gelip geçenleri, yol üstündeki birkaç dükkana girip çıkanları izliyor, annemin dizinin dibinden ayrılmıyordum. Halamla bir çeşit flört hali mevcuttu aramızda, o yanaşmamı istedikçe ben uzaklaşıyordum ama o uzaklaşınca da ilgisini çekmek için uğraşıyordum. Bir köprüde karşılaşan iki inatçı keçi gibiydik. Mudanya'dan alınmış plastik bebeğimdi en iyi arkadaşım, sonunda halam en zayıf yerimden vurmaya karar verdi. Gözüme soka soka, hiçbir şey demeden bebeğime pantolon ve ceket örmeye başladı. Öyle de güzel örüyordu ki değme trikotajcılara taş çıkarırdı. Sonunda bitti örgü takım. Üzerinden yıllar geçti ama renkleri bile aklımda, etek ve kol uçlarında sarı çizgiler olan kahverengi bir pantolon-ceket. İçim gitmişti bitmiş halini görünce ama halamın şartı vardı: "Boynuma sarılıp 'Halacığım' dersen vereceğim". Aklım örülenlerde ama utancım isteğime mani. İçimden sarılıp istediğini söylemek gelse de fena halde utanıyordum, utancım inatçılık olarak algılanıyordu. Tirilye'de kaldığımız sürece devam etti bu çekişme. Tirilye sokaklarında geziyor, yaptığı iğneden dolayı halama "Uf Ama" adını takan çocuğun ailesinin ve halamın dostlarının davetine katılıyor, ablasıyla birlikte kalan küçük halam ve arkadaşları tarafından sahile götürülüyordum. Bir hafta mı kaldık, on gün mü kaldık net hatırlamıyorum ama halamla aramızda ne sarılma olayı gerçekleşti, ne "Halacım" diyebildim, ne de o şahane örgü takımı elde edebildim. Vedalaşırken aynı isteği tekrarladı, ben yine omuz silkip annemin dizlerinin arasına saklandım. Pantolon-ceket Tirilye'de kalmıştı, bebeğim de, ben de mahzunduk. Ankara'ya dönüp valizler açıldığındaysa beni bir sürpriz bekliyordu, bebeğimin örgü kostümü valizin en üstünde bana gülümsüyordu. 

Halamla ilk tanışmam bir inat yüzünden pek parlak olmamıştı. Aramızdaki buzların erimesi için onun ihtisas yapmak için Ankara'ya gelmesini bekleyecektik, sonrasında da canciğer kuzu sarması olacaktık. Halamı dün sabaha karşı kaybettim. Hep ölümsüz gibi gelmişti bana, daima hayatımızda olacaktı sanki. Bir bebek elbisesi ve bir sarılma yüzünden çekiştiğim halamın o beldeye hükümet tabibi olarak tayin olmasına kadar yaşadıklarını çok sonra öğrenecektim. Dedem Niğde iline bağlı, içinden E5 karayolu geçen Ulukışla kazasında yaşayan bir demiryolcu idi. Ambar şefi olarak ömrünün büyük bir kısmı istasyon lojmanlarında geçmiş, bir süre sonra da istasyonu gören bir tepenin eteğine kendi evini yapmıştı. Doğduğu yılları düşünecek olursak zamanına göre açık fikirli bir insandı ve dördü kız, ikisi erkek altı çocuğunu da okutmak için elinden geleni yapmıştı. Tanıdığım en gamsız ve en temiz kalpli, art niyeti olmayan insanlardan biriydi. Elinden görevi dışında hemen hemen hiçbir iş gelmezdi, hayatının düzenli bir şekilde yürümesi son derece cevval ve becerikli bir kadın olan babaannemin sayesindeydi. Lakin halam ilkokulu bitireceğinde kendince iyliği için aklına gelen düşünce ile halama hayattaki ilk darbesini vurmuştu. Ufak tefek, çelimsiz ama bir o kadar da akıllı ve çalışkan bir kızmış halam ilkokulda iken. Ulukışla'da ilkokul dışında okul olmadığı için tahsilini devam ettirmek isteyenler Kayseri veya Adana'daki okullara yatılı olarak giderlermiş. Dedem bu durumu gözönüne alarak halamın ufak tefek yapısıyla oralarda ezileceğini düşünüp 5. sınıfın sonunda öğretmene gitmiş, "Bunu sınıfta bırak, seneye biraz daha büyür, yatılı okulda sıkıntı çekmez" demiş. Eh dedem eşraftan bir adam, öğretmenin-hele de o yıllarda-hatırını kırması düşünülemez, sanırım öneri de makul gelmiş olmalı ki bütün notları pekiyi olan çocuğu sınıfta bırakmış. Halam durumdan habersiz sevine sevine karnesini almaya gitmiş ki karneden kocaman bir "sınıfta kaldı" yazısı var. Bu olayı şöyle anlatmıştı bize: Karneyi elime aldım, baktım sınıfta kalmışım ki imkan yok. Anladım babamın işi olduğunu. Okulun merdivenlerine oturdum ve avazım çıktığı kadar ağlayarak bağırdım: "Babam da ölsüüüün, öğretmen de ölsüüün". 

Çaresiz ilkokul son sınıfı tekrar eder ve ertesi sene Adana Kız Lisesi'ni parasız yatılı olarak kazanır. Babaannemle Adana'ya giderler, gerekli alışverişleri yaparlar ve kayıt yaptırmak için müdürün odasına girerler. Kadındır müdür ve hayli serttir. Babaannem kendisine gösterilen koltuğa oturur, halam da yollarda ve alışverişte yorulmuş, annesinin yanına, koltuğun kolçağına ilişir. 11 yaşında minicik bir kız çocuğu. Daha oturduğunu anlamadan müdür gürler: "Kalk bakayım terbiyesiz, ben sana otur demeden sen nasıl oturursun?". Babaannem kıpkırmızı olur ama ses edemez, işlemler yapılır, koridora çıkılır ve halama der ki: "Toparlan, al eşyalarını, benim yanımda çocuğuma bağıran kimbilir ben yokken neler yapar". Bu defa halam "Gitmem, ben okumak istiyorum" diye ağlamaya başlar, babaannem çaresiz gözü arkada kızını bırakıp döner. Halam altı yıl boyunca yatılı okur orada ve ne zaman bahsetse nefretle bahseder o müdürden. Liseyi bitirince Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ni kazanır, lakin yurt çıkmamıştır. Liseden bir arkadaşları İstanbulludur, evleri müsaittir ve bir odayı akşam yemeği de dahil olacak şekilde halama ve yine liseden bir arkadaşlarına kiralar. Halam yine tek başına-tabii ki babasının mesleğinden dolayı trenle-İstanbul'a gidip kaydını yaptırır ve o odada kalarak her gün fakülteye gidip gelmeye başlar. Gelgelelim her akşam yemekte kurufasulye yemektedirler. Günün birinde bezer ve başka bir yemek yemelerinin mümkün olup olmadığını sorarlar. Cevap olarak akşam eve geldiklerinde valizlerini kapı önünde bulurlar. Kış günüdür, halamın İstanbul'da gidebileceği tek bir tanıdık yoktur, hava kararmak üzeredir. Valizi alır ve yürümeye başlar. Tesadüf bu ya bir lise binasının önünden geçerken ışıkların yandığını görür, içeriye girer. Okulun hademesi görür ve ne istediğini sorar, "Müdürü göreceğim" der halam. Yine iyi bir tesadüf ki okulda kurul toplantısı vardır o gün ve müdür-daha doğrusu müdire hanım-o saatte okuldadır. Hademe müdürün yanına götürür, "Derdin nedir kızım?" der müdire, "Ben sokakta kaldım" der halam ve başına gelenleri anlatır. Kadın birkaç yere telefon eder ve "eğer çok iyi bir yer aramıyorsan bir yurt odası buldum sana" der. Halam akşam vakti başını sokacak bir yer bulduğuna razı memnuniyetle kabul eder ve kendisine tarif edilen yurda gidip yerleşir. Oldukça harap bir yerdir, bir sabah uyandığında üzerindeki battaniye karla kaplıdır. Pencereler o kadar eskidir ki yağan kar içeriye dolmuştur.

Tüm bu olumsuzluklara göğüs geren halam sonunda düzenli bir yurda geçer, fakülteyi iyi dereceyle bitirir ve burs aldığı için mecburi hizmetini yapmak üzere benim onunla tanıştığım Tirilye'ye hükümet tabibi olarak tayin olur. orada da başlangıçta zorluklarla karşılaşsa da o kadar azimlidir ki kısa zamanda her sıkıntının üstesinden gelir ve kendini Tirilye halkına sevdirir. Bugün ölümünü bildiren duyuruların altında Tirilye'den gelen başsağlığı dilekleri hala hatırlandığının göstergesi. 

Mecburi hizmeti bitince Hacettepe'de Çocuk Hastalıkları ihtisası kazanıp Ankara'ya geldi, birtakım eşyaları ve benim içine düştüğüm kitaplığı ve kitapları ile birlikte. Kendisi eşyalı lojmanda kalacak olunca Tirilyeli eşyalar bizim evin bir yerlerine sıkıştırıldı, kitaplık ise başköşeye yerleşti ve halamla birlikte yeni görev yerine gidene kadar benim en sevdiğim eşya ve gözlüğümü muhafaza eden bir yuvaya dönüştü. Halam hafta sonları bize gelirdi ve birlikte çok eğlenirdik. Trilye'deki çekişmeler, inatlaşmalar çoktan bitmiş, yağlı ballı olmuştuk. Eğlenirdik, gülerdik, tiyatrolara giderdik lakin halamın bilgisi konusunda şüpheliydim. Matematik ödevime yardım etmesi için babamı sıkıştırdığım bir gün, "benim işim var, halana sor" demişti, benim cevap şuydu: "Halam nereden bilecek?". İlkokul düzeyindeki matematik bilgisinden şüpheliydim ama kendisi idolümdü ve onun gibi çocuk doktoru olmayı planlıyordum. 

Halam ve babam. Halam Tıp Fakültesi'nde, babam İstanbul'da yedeksubay

 Halam Trilye'de, bir bayram kutlamasında

 
İhtisas için Ankara'da iken birlikte gidilmiş bir babaevi ziyaretinde dedem, babam, diğer halam ve eniştemle Ulukışla'da

Halam dört yıllık ihtisasını bitirdikten sonra Konya Ereğli'de muayenehane açtı ve uzun yıllar çok sevilen bir çocuk doktoru olarak çalıştı, bir yandan da Sümerbank'ın doktorluğunu yaptı. Daha sonra da İzmir'e yerleşti. Önce Karşıyaka Sağlık Merkezi'nde, sonra başhekim yardımcısı olarak Atatürk Devlet Hastanesi'nde çalışıp emekliye ayrıldı. Demiştim ya hep ölümsüzmüş gibi gelirdi bana, hala yakıştıramıyorum ölümü. Bugün Çeşme'de defnedilecek, pandemi son görevimizi yapmamızı engelledi ne yazık ki. Onu başka aleme şu dizelerle uğurlamak istiyorum. Ereğli'ye gideceğinde büyük halamın eşi olan eniştem teybindeki aile bandına sesini almıştı. Halam orada çok sevdiği bir şiiri okumuştu, o Ereğli'ye gittiğinde halamlarda bu bantı dinlediğimde bir köşeye çekilir, kimseye göstermeden ağlardım, o kadar çok özlerdim. Sonraları da ne zaman duysam, nerede okusam onu hatırladım. Güle güle halacım, yattığın yer incitmesin:

DİLENCİ

Sen, her gün köşe başlarında
Yırtık urbanla kirli ellerinle
Avuç açan, sefil insan.

İnan yok farkımız birbirimizden.
Sen belki tüm yaşamınca dilenecek;
Beklediğin beş kuruşu biri vermezse,
Ötekinden isteyeceksin.

Ama ben, tüm yaşamım boyunca
Tek bir kez dilendim,
Bir acımasız kalbin sevdası ile alevlendim.
Öylesine boş, öylesine açık kaldı ki elim,
Yemin ettim bir daha dilenmeyeceğim. 

Victor HUGO





18 Mart 2021 Perşembe

18 MART (AŞI MEYDAN SAVAŞLARI)

 Hello beybiler 😃

15 günün üstüne salı günü bendenizi ilk kez güneşe çıkardılar, kendimi Nazım Hikmet gibi hissettim. Aşıya giden yolda şiyir şeyettirecektim az daha. Yılbaşından bu yana ev dışında gördüğüm mekanlar hastane, klinik, sağlık ocağı. Markete dahi gitmedim, çiçek açmış ağaç görmedim. Görüp gördüğüm farklı boylarda enjektörler ve yüzleri maskeli doktor ve hemşireler. 

İlk aşıyı mahallemizin sağlık ocağında yaptırmıştım. Nasıl olmuş bilmiyorum aile hekimim değişmiş, ben önceki hekimden almışım. Randevu saatinde gittim, ilginç olan 6-7 aile hekiminden sadece 2 sinin rağbet görmesi idi. Kimlik belgelerimizi randevu aldığımız hekimlerin adının altına koyup beklemeye başladık. İki hekimin adının altında birer yığın oluşurken diğerleri tamamen boştu, tuhaf. Neyse açık havada bekledik de bekledik, hayli kalabalıktı, İlk aşı ya ilk heves 😃 Sonunda sıra geldi, yukarıya çıkmam söylendi. Çıktım, tık tık kapıya vurdum, içerde hasta var, bekleyin dendi, yandaki balkona geçtim. Sonra hasta gitti, ben girdim. Dedim "aşı", kimliğimi aldı, "siz benim hastam değilsiniz" dedi. "İyi de ben randevuyu sizden aldım", "kontenjanımız kısıtlı, kendi doktorunuza gidin". Peki, boynumuz kıldan ince tabii ki, koridorun sonunda seçmediğim aile hekimime ulaştım, o ne? Kapıda emniyet şeridi. "Girebilir miyim?" "Hayır!". Korktum, hayır biraz sert çıktı çünkü. "Ee, şey aşı, yanlış randevu alınmış, size yolladı falanca doktor" "Niye zahmet mi olurmuş o yapsa?" "Onu ben bilemeyeceğim, git dendi geldim". "Cık, cık, cık". Yahu aranızdaki husumetin sebebi ya da sonucu ben miyim, hastaya hissettirmeyin bunu. Neyse telefonunda tık tık tuşladı, getirdi barkodu verdi elime. İndim aşı kapısına, Allahtan ben iki doktor arasında beyhasta olurken aşı kuyruğu seyrelmiş. Sıyırdım kolumu, geçtim bekleyen tek kişinin arkasına, 2 dakika sonra aşıyı olmuş çıkıyordum. 15 dakika beklemedim doğrusu, sıkıntım olursa geri dönerim dedim, zira hem üşüdüm, hem ortam kalabalık. En ufak bir şey olmadı zaten, hatta bir ara aşı yapılmadığından şüpheye düştüm, zira iğne yerini bile bulamadım 😃

1. Aşı Meydan Muharebesi'ni bu şekilde atlattıktan sonra sıra başka bir cephede, küçük çaplı bir çatışmaya gelmişti. 2. aşı için randevu alamıyordum bir türlü. Günde 10 kere, bir hafta boyunca en az 70 kere e-nabız bir slogan gibi fırlattı yüzüme şu cümleyi: "Aradığınız kritere uygun randevu bulunamamıştır". Aklımı oynatmak üzereydim ki eve hayli uzak bir sağlık ocağında bir randevu kapabildim. Kaderime razıydım, aşı olsun çamurdan olsun, kolum kıldan ince, uzak yakın gideriz. İki gün sonra bir arkadaş arayıp randevuların açıldığını, tekrar denememi söyledi. Sanırım kriterim artık e-nabıza uygun gelmiş olacak ki sağlık ocağından olmasa da yakındaki bir hastaneden yeni randevu aldım, eskisini kırpıp yıldız yaptım. Ama önce fizibilite araştırması yaptım, nasıldır bu mekan, kalabalık mıdır, hijyen koşulları uygun mudur? Olumlu dönüşler olunca gönül rahatlığı ile randevulaştık. "Yakama kırmızı karanfil takayım mı, tanır mısınız?" dedim e-nabız'a, "Sizi kim tanımaz Leylak Hanım, reca ederim" dedi. "Teveccühünüz" diyerek kapattım e-devlet kapısını ve aşı gününe kadar filmdir, kitaptır, dizidir oyaladım kendimi. Tabii iki aşı arasında koluma değilse de dizlerime iki koca iğne yediğimi de belirteyim. Ayrıca uslu durmam, Cevriye ile Tevriye'yi yormamam, ip atlayıp seksek oynamamam, çok hareket etmem gerekiyorsa amuda kalkıp ellerimin üstünde yürümem söylendi. İyi ya abarttık, tamam 😃 Böylece inime çekilip çilemi doldurarak ikinci aşı gününü beklemeye başladım. 

Salı günü sırası geldi efenim beklenen 2. Aşı Meydan Muharebesi'nin. Valla heyecan yaptım, ne yalan söyleyim, aşıdan değil ha, sokağa çıkıyor olmaktan. Cevriye ile Tevriye saklandıkları yerden çıktılar ama şimdi  günahlarını almayayım, çok fazla yormadılar beni, hafif ağrıyla merdivenleri normal insanlar gibi indim ve aynı hafif ağrıyla aşının yapılacağı hastaneye kadar yürüdüm. şuraya bir nazar boncuğu bırakayım ne olur, ne olmaz, zira kendi nazarım fena halde değiyor kendime 🧿 😃 Giderken yol üstünde bir çiçekçi gördüm ve dönüşte uğrayıp çiçek almak üzere  mimledim. 

Sonunda aşının yapılacağı hastaneye ulaştık, çok güzel, giriş polikliniklerin olduğu yerden hayli uzak, tamamen farklı bir kapıdan ve aşılar da bahçedeki ayrı bir binada yapılmakta. Girişteki kulubede listede adımın olup olmadığına bakıldı ve yukarı çıkmam söylendi. Çantamı, montumu kocaya emanet edip kimlik belgemle birlikte yukarı çıktım ve randevu aldığım 8 no'lu odayı aramaya başladım. Yandaki odanın kapısındaki hemşire hanım odanın yerini söyledi ama içeride hasta olunca beklemeye başladım. "Neden bekliyorsunuz?" dedi, "İçeride hasta var, aşı olacağım" dedim ve hemşire hanım o dakikadan sonra değil aşı ameliyat etse gıkım çıkmazdı, zira şöyle söyledi: "Aaa buyrun ben yapayım aşınızı, ben sizi refakatçısınız, annenizi bekliyorsunuz sandım, aşı olacak yaşta gibi durmuyorsunuz". Amaney, nerelere gidem ben, son zamanlarda aldığım en büyük iltifat, hemen oracıkta bir "Angara'nın Bağları" oynadım mutluluktan, ondan sonra girdim aşıya, dersem inanmayın tabii 😃😋 Hemşire hanıma "Ayy" dedim, "ne gadan datlusunuz, çay ısmarlayım size", "içiyorum zaten" dedi. "E o zaman pandemi bitince yemeğe gidelim", "Ona hayır demem" diye cevap verdi. Sonra da oturtup aşımı vurdu, biraz canım yandı bu defa ama hiç ses eder miyim o iltifatın üstüne, aşıyı matkapla yapsa "eliniz ne hafifmiş" der çıkarım 😃Yemek davetimi yineleyip gülüşerek ayrıldım hemşire hanımdan, dönüş yoluna vurduk ve giderken koyduğum mimi yerine getirdim, eve şunlarla döndüm:

Aşı Meydan Savaşları böylece sona erdi, önemli olan antikor oluşması ve hastalıktan koruması, inşallah diyelim ve en kısa zamanda herkesin-hem de daha etkili aşılarla-aşılanmasını dileyelim. Kalın sağlıcakla...


13 Mart 2021 Cumartesi

13 MART (ŞARKILAR NEYİ SÖYLER?)

Cevriye ve Tevriye'ye uzun süreli istirahat tavsiye edildiği için bir süredir ev işleri ile aram pek samimi değildi. Ama artık mutfak tezgahı "İmdat!" çığlıkları atmaktaydı, iki cadaloza "Bi durun bakalım" dedim, Spotify'da Nesrin Sipahi albümleri açtım ve işe giriştim. Tezgah mı temizledim, her şarkıyla başka bir yerlere yolculuk mu yaptım bilemedim. Türk Sanat Müziği denen şeyin neredeyse unutulduğu, bırak gençleri orta yaş grubunun bile bu şarkıları dinlemez hale geldiği günümüzde Nesrin Sipahi'nin billur sesini duymak çok iyi geldi, sayesinde gençliğime ışınlandım. 

"Endülüs'te Raks" ile başladı kayıt. Yahya Kemal'in güzelim sözlerine yakışan, flamenko tarzı müziğe "Zil, şal ve gül" diyerek giriş yaptı sanatçı, tabii ki ben de var gücümle eşlik ettim. Aslında pek giriş şarkısı değildir, genelde bitişe yakın söylenirdi ama belki de Spotify'ın kafasına göre takılmasındandır. Çocukluğumda ve ergenlik çağlarımda çok fazla konserler olurdu Ankara'da, bir gazinoda değil, oralara da çok gitmişliğimiz vardır ama bu konserler kapalı spor salonlarında, sinemalarda ya da açık havada düzenlenirdi. Kimi zaman babam bilet alıp gelir, kimi zaman bir komşumuz davetiye getirirdi, sık sık giderdik. Demek ki bütçeye uygundu fiyatları ki memur maaşıyla bile gidilebiliyordu. Bu konserlerin gediklileri Necdet Tokatlıoğlu, Ziya Taşkent, Hüseyin Gökmen, Osman Türen, Nuray Akın, Güneri Tecer gibi çoğunlukla radyo sanatçıları idi, çoğu vefat etti, huzurla uyusunlar. Bize güzel anlar yaşattılar. "Endülüs'te Raks"ı Hüseyin Gökmen çok güzel söylerdi ve mutlaka her konserini bu şarkı ile bitirirdi. Kendimi bir an 19 Mayıs Stadyumu'nun sıralarından birini sahaya kurulmuş platformda söyleyen Hüseyin Gökmen'i dinliyormuş gibi hissettim. 

İkinci şarkı "İçin İçin Yanıyor" idi. En çok Neş'e Can'ın sesinden dinlemeyi severdim, çok da güzel söylerdi. Bir aile dostumuzun düğününe gitmiştik, Neş'e Can ahbapları imiş, o da düğüne katılmıştı ve rica üzerine sahneye çıkıp bu şarkıyı söylemişti. Dinleyelim mi?

Derken "İlk Göz Ağrısı" başladı. Ne zaman dinlesem orta birinci sınıftan beri arkadaşlığımın sürdüğü Binnur gelir aklıma. Yıl sonu gelince son bir iki gün ders yapılmaz eğlenilirdi sınıflarda. Sesi güzel olanlar şarkı söyler, fıkralar anlatılır, oyunlar oynanırdı. Çoğu zaman öğretmenler de katılırdı aramıza. Beden Eğitimi dersini okulun ön bahçesinin güzelliğinin aksine çorak toprakla kaplı arka bahçede yapardık, yegane bitki bahçe duvarının kaldırıma bitiştiği noktada yetişen iğde ağacı idi ama baharda enfes kokular salardı havaya. Onun dibine oturmuştuk bir yıl sonu, sınıf arkadaşımız Tayfun gitar çalıyor, herkes en iyi söylediği, sevdiği şarkıyı söylüyordu. Binnur ısrarlara uzun süre direnip sonra "İlk Göz Ağrısı"nı söylemişti, o zamandan beri sevgili arkadaşımla özdeşleştirdim ben de bu şarkıyı. Nesrin Sipahi söyledi ama ben hayalimde Binnur ile beraber iğde ağacının altındaydım.

Nesrin Sipahi "Seni Ben Ellerin Olsun Diye mi Sevdim" şarkısına başlayınca gülümsedim. Şarkının meşhur olduğu yıllarda bir fıkra uydurulmuştu, onu hatırladım: "Adamın biri elleri olmayan bir kadınla evlenmiş, sonra kadın kendine ameliyatla el taktırmış, bunun üzerine adam bu şarkıyı bestelemiş." Ay korkunç, Amerikan esprilerinden bile berbat bir şey, aman tanrım 😡

Vee "Agora Meyhanesi", bir dönemin hit şarkısı. Popçusu, klasikçisi, türkücüsü hepsinin bir Agora Meyhanesi söylemişliği vardır. Neredeyse bir asır sonra gidip gördük meyhaneyi:



"Cama vuran her damlada seni hatırlıyoorum ve sana susuzluğumuuu, nirinirinom 🎵"

Tezgah temizliğini bitirirken Nesrin Sipahi bana jest yaptı ya da ben üstüme alındım 😃, "Ankara Rüzgarı"nı söyledi. Haydi birlikte dinleyelim:


 



10 Mart 2021 Çarşamba

10 MART (TAMBA TUMBA ESMER BOMBA)

Hayat pandemi ve dizler nedeniyle dünya yüzü görmeden geçiyor bu aralar. Kitap-film-dizi üçgeninde yuvarlanıp gidiyorum ama gönül blogu da güncellemek istiyor, lakin ne yazsam, ne yazsam? İlkokul çocuklarına mecbur tutulmuş günlük yazma ödevi gibi "sabah kalktım, kahvaltımı yaptım, sonra biraz bilgisayara baktım, evi toparladım, yemek yaptım, kitap okudum, film izledim, akşam yemeği yedik, TV izledim, yattım" minvalinden öteye geçmeyecek yapıp ettiklerim. Mecburen eskilere dalacağız. Ne zaman aklıma gelse beni güldüren bir ergenlik anısı anlatacağım bugün size.

Bilenler bilir, çocukluğum ve üniversiteye başlayana kadar ilk gençliğim Ankara Yenimahalle'de geçti benim. O yıllarda Yenimahalle, "Perihan Abla", "Mahallenin Muhtarları", "Susam Sokağı" dizilerindeki gibi yozmamış mahalle ve komşuluk özellikleri taşıyan, kendi kendine her şekilde yetebilen bir semt idi. Haliyle eş-dost ilişkileri, arkadaşlıklar da çok sıcak, çok samimiydi. N benim hem mahalle, hem okul arkadaşımdı. Aynı cadde üstünde, karşılıklı cephelerde oturur, hemen hemen her günü birlikte geçirirdik. N'nin annesi düzenli olarak Resimli Roman ve Foto Roman dergileri alırdı ve ben daha öğlen olmadan kapılarında biterdim: "Okudunuz mu dergileri, ödünç alabilir miyim okumak için?" Adının ilk hecesini kızının adına ilk hece yapmış sevgili Necla Hanım Teyze "A kızım, bari ertesi gün olaydı, dergiler eve girer girmez acelen neydi?" demeden güler yüzle verirdi dergileri, muhtemelen daha kendisi bile okumamışken. N'lerin oturduğu bunca yıla ve bunca müteahhite inatla direnen apartman dairesindeki odasanda, duvara asılı kibrit kutusu koleksiyonunun şahitliğinde ne sırlar paylaşıp ne dedikodular ettik, o kibrit kutularının dili olsa da söylese ama nerede bulacaksın, çoktan boylamıştır kibrit kutuları cenneti ya da cehennemini 😃 Cehennem deyince aklıma geldi, ben okul çıkışları mutlaka kısa bir yürüyüşle ulaşılan "Kanarya Kırtasiye"ye gitmeyi adet edinmiştim. Her seferinde ya bir kalem, ya bir kokulu silgi, ya minik bir defter vb almadan dönmezdim. Annem beni elimde aldıklarımla görünce "Senin okul masrafınla 10 çocuk okurdu" diye söylenirdi, ben de sahi sanırdım. Sanırsın beni Arnavutköy Amerikan Koleji'nde yatılı okutuyorlar, alt tarafı semtimizin devlet ortaokulu, aldığım iki zımbırtı da kısıtlı öğrenci harçlığımın yettiği ufak tefek şeyler. Biraz büyüyünce anladım ne derece abarttığını da vicdan azabından kurtuldum 10 çocuğun okuluna mani olmadığıma sevinerek 😃 Derdim bir şeyler almaktan ziyade o yolda arkadaşlarımla yürüyüp birlikte geçen süreyi biraz daha uzatmaktı aslında, gelgelelim N bir an önce eve gitmek ister, bana katılmaz, okul çıkışları ben yönümü Kanarya Kırtasiye'ye çevirince de "Yine mi Kanarya cehennemine?" diye söylenirdi 😃 Okuldan arta kalan zamanlarda bazen bizim apartmanın kocaman yan bahçesinde yakantop, bazen bir üst sokakta istop oynar, bazen bizimle aynı apartmanda oturan yaşça büyük bir ablamızda toplanır, bazen de postaneye, çarşıya gidiyoruz diye kendimizi 5. Durak turlarına salardık. 5. Durak semtimizin piyasa yeriydi, özellikle bahar ve yaz öğleden sonralarında tüm gençler oraya akardı. PTT binası 5. duraktaydı, yan tarafında da bir çocuk bahçesi vardı. Canımız çok sıkılmış ve sokağa çıkma bahanemiz kalmadıysa N'nin taşbebeğe benzeyen minik, tombik kızkardeşini kaptığımız gibi çocuk bahçesine yollanırdık, kendimiz için bir şey istiyorsak namerttik canım, maksat küçük kız eğlensin 😃

Bir kış günüydü, ne sebeple çıkmıştık hatırlamıyorum, yine 5. durak tarafından dönüyorduk ki önünden geçtiğimiz, eve çok yakın Güneş Sineması'nın kapısında küçük dayıma rastladık. "Naber kız?" diye takıldı her zamanki dalgacı haliyle ve ben daha "iyiyim" diyemeden "Hadi gel seni filme sokayım" dedi. Gözüm duvarda asılı afişe takıldı, bugün gibi hatırlıyorum, başrolünü Türkan Şoray'ın canlandırdığı "Dünyanın En Güzel Kadını" oynuyordu. Eve gidip pazar günü sıkıcılığında boş boş oturmaktansa film izlemek cazip geldi ve "Tamam" dedim, sonra da "A abla nasıl?" diye yengemi sordum. N'ye bizim eve uğrayıp sinemaya gittiğimi söylemesini tembihleyip dayımın ardından keyifle salona daldım ve Türkan Şoray'in oynaya oynaya "Tamba tumba, esmer bomba" şarkısını söylediği filmi bayıla bayıla seyrettim lakiiiin hesaplamadığım bir şey vardı...

Film bitti, dayımla vedalaştık, eve yollandım, kış günüydü ve hava kararmak üzereydi zili çaldığımda. (Şunu da belirteyim ki dayımla aramızda 9 yaş vardı ve her zaman çok havalıydı, öyle tipik bir dayı   görüntüsü yoktu yani). Kapı açılır açılmaz o sıralar bizde misafir olan anneannem yakama yapıştı: "Nereden geliyorsun sen?" "Sinemadaaan, N size söylemedi mi?" Anneannemin arkasında kulaklarından duman çıkaran babamla, gözlerinden ateş çıkaran annem mevzi almışlardı. "N söyledi söylemesine de nasıl söyledi? Hem senin A'nın kardeşiyle sinemada ne işin vardı?". "Ne A'sı, ne kardeşi ya, ben dayımla gittim". "Dayınla mı? Ama N bize A ablanın kardeşiyle sinemaya gitti dedi". Meseleyi yavaş yavaş çözmeye başlamıştım ama dumanlar, ateşler ve anneannemin yakamdaki eli hala duruyordu. Bağırış, çığırış arasında derdimi anlatmaya gayret ediyordum ama her kafadan bir ses çıkıyordu. Ben dönmem gereken zamanda eve dönmeyince haliyle merak etmişler. Bendeniz şaşkın nasılsa N eve bilgi verdi, dayımla sinemaya gittiğime de kızacak halleri yok ya düşüncesiyle tamba tumba esmer bomba, gel keyfim gel iken bizimkiler sokaklara dökülmüşler. N haber vermeye gelmiş gelmesine lakin bahçede Müyesser teyzenin beslediği tavuklarla horozlar N'yi öyle bir kovalamışlar ki bizim eve çıkamadan evine zor atmış kendini. Bizim anne, baba ve anneanneden oluşan arama timi aralarındaki mütalaadan sonra "Bu N ile çıkmıştı, gidip ona soralım" kararını almış ve N'lerin eve gitmişler. N demiş ki: "Ya ben size haber vermeye gelmiştim ama tavuklar kovaladı, çıkamadım yukarıya". "E, peki bizim kız nerede?". "O A ablanın kardeşiyle sinemaya gitti". Haydaa, çalsın İsrafil'in boruları, yansın cadı ateşleri 😃 A ablanın kardeşi 17-18 yaşlarında bir delikanlı-yani dayımın kayınbiraderi oluyor kendisi-toplam görmüşlüğüm 5'i geçmez, yolda görsem "Merhaba" diyecek kadar bile tanıyamam belki, lakin dayım kayınbiraderine dönüşünce benim suç katmerlenmiş. Burada en büyük salaklığımsa N'nin dayımı tanıyor olduğunu varsaymam, kızcağız ne bilsin, ben A ablayı sorunca o da dayımı yengemin kardeşi sanmış 😃 Sonuçta olay aydınlandı, anneannemin eli yakamdan indi, babamın kulaklarındaki duman dağıldı, annemin gözlerindeki ateş söndü, rahatladık. Şimdi ne zaman TV'de falan bu filme denk gelsem A ablanın kardeşiyle gittiğim sinema macerasını hatırlarım. 

Canım N'ye gelince, yıllar sonra buluştuk, fırsat buldukça görüşüyor, bulamazsak yazışıyoruz. Aşağıdaki fotoğraf o yıllardan, doğumgünüm, mahalle arkadaşlarımı toplamış kutlama yapıyorum. N işaretli 😄



1 Mart 2021 Pazartesi

1 MART (ŞUBAT OKUMALARI)

Yılın en kısa ayını Cevriye'yle, Tevriye'yle geçirdik. Şimdi haklarını yemeyeyim sayelerinde sosyalleştim. Kliniğe de gitmesem dünya yüzü göreceğim yok. Gide gele biraz hizaya soktum ikisini de, ara sıra mızırdansalar da eski edepsizlikleri kalmadı, yarın son darbeyi indirmeyi planlıyorum, bakalım el mi yaman, bey mi yaman 😃

Onun dışında okudum, izledim, yemek ve üstten üstten ev işi yaptım. Annem toz almamı söyler, sonra da yaptığım işi beğenmez, "okşamışsın" derdi. O hesap, ancak okşuyorum bu aralar evi. Pandemi döneminde en çok ev işleri yardımcımla pedikürcümü özledim 😃

Kitap meselesine gelince, gün sayısıyla orantılı oldu. "2666"daki iki bölümü ayrı kitap olarak sayarsak 8 kitapla kapatmışım Şubat'ı. Bakalım neler okumuşum:

-Daha önce de söz etmiştim "2666" 5 bölümlük dev bir kitap. Hacmi kadar okuması da biraz sıkıntılı, uzun monologlar, betimlemeler, ürkütücü, gerilimli ve ilginç konular ama bir şekilde merakla elden bırakılamıyor. Ayın başında 3. bölümü okuyup bitirdim: "Fate İle İlgili Bölüm". Amerikalı gazeteci Oscar Fate'in çalıştığı derginin ölen spor muhabirinin yerine bir boks maçı izleyip röportaj yapmak üzere yolu Santa Teresa'ya düşüyor ve burada önceki bölümlerden tanıdığımız Amalfitano ve kızı Rosa ile tanışıyor. Boks maçı ile ilgilenirken Santa Teresa'daki kadın cinayetleri dikkatini çekiyor, bunların da izini sürmeye çalışıyor. Gizemli ve gerilimli bir bölümdü ama ardından gelen "Suçlarla İlgili Bölüm" yani 4. bölüm tam bir ciğer sökülmesiydi. 400 sayfa boyunca en ufak bir yumuşatmaya gitmeden, edebi bir dil kullanmadan en ince detayına kadar kadın cinayeti okumak neredeyse kitabı elimden fırlatmama sebep olacaktı. Tecavüze uğrayan, bıçaklanan, kurşunlanan, hatta kazığa oturtulan, boğazı sıkılan, asit havuzuna atılan kadınları adeta listeler gibi kıyafetlerine varana kadar ayrıntılarıyla yazmış Bolano. Bölümün sonuna geldiğimde açık havaya çıkıp nefeslenmek ihtiyacı hissettim. İşin özü ilginç bir yazar bu Bolano dostumuz, size öyle acı bir ilaç sunuyor ki yutmak mesele ama gönlünüzle alıyorsunuz tüm acılığına rağmen. İlk bölümün ana temasını oluşturan yazar "Archimboldo ile ilgili Bölüm"le sonlanacak kitap, Mart sonunda bitirmeyi düşünüyorum bu devasa eseri, gerçekten çok ilginç bir okuma deneyimi oldu "2666" benim için.

-Orhan Veli en sevdiğim şairlerden biridir, genç yaşta, saçma sapan bir sebeple ölmesine hep yanarım. Seray Şahinler şairin hala hayatta olan kızkardeşi Füruzan Yolyapan'la yaptığı söyleşilere kendi araştırmalarını da ekleyerek "Ağabeyim Orhan Veli"yi yazmış. Aslında daha biyografik bir kitap okuyacağımı düşünmüştüm ama anılar azınlıkta kalmış. Bir yerde normal, şairin erken ölümü ve kız kardeşinin yaşının küçüklüğü çok fazla anı birikimini engellemiştir belki. Kitabın anılar dışında kalan kısmı daha ziyade inceleme, yazarın edebi kişiliği, kitapları vs üzerine. Bu kadar erken yiten, bu kadar yetkin bir şairin hakkında yazılmış kitabı ince bir hüzünle okuyor insan...


-Haldun Dormen'in daha önce yazdığı anı kitaplarını okumuştum, son derece hareketli ve sanatla dolu bir yaşam tahmin edileceği gibi. "Yaşlanmaya Vaktim Yok"un girişinde aslında "yazacak her şeyi yazdım, bunu da ısrar üstüne gençlere tavsiyeler olsun diye yazıyorum" şeklinde anlaşılacak bir bölüm var ki nitekim kitabı okudukca gerçekten öyle olduğunu görüyorsunuz. Evet bazı anılar ve dostlarından bahsettiği bölümler olsa da genel anlamda gençlere tavsiye niteliği taşıyan bir kitap olmuş. Temiz ve akıcı bir Türkçe ile yazılmış olsa da siz sanatçının hayatıyla ilgili bir şeyler okumak istiyorsanız ilk kitaplarına başvurun derim... 

-Ferhan Şensoy'un tüm kitaplarını büyük bir keyifle okudum, okumadığım bir "Falınızda Rönesans Var" kalmıştı. Lakin diğerleriyle aynı hazzı vermedi. Sanırım gecikmeli okumanın verdiği, kitabın gündeminin geride kalmış olma hali biraz da bunun sebebi. Sorun yok, bazen oluyor öyle, Ferhan Şensoy okumaya devam...


-Yazarı "Kasım Yağmuru" isimli kitabı ile tanımıştım, Kuzey'e has, akılda zor kalan ismini görür görmez çağrışımla aynı kişi olduğunu anlayıp tereddütsüz aldım "Sessizlik Oteli"ni de ve haklı çıktım. Aslında kahramanın depresif ruh durumu ve gittiği ülkenin savaş sonu yaraları nedeniyle çok travmatik olmasına rağmen İzlanda sessizliği ve sakinliğinde yazılmış, okuyanı yormayan nefis bir kitap. İntihar etmeyi düşünerek yaşadığı İzlanda'dan ayrılıp savaştan yeni çıkmış bir ülkede (Bosna-Hersek) Sessizlik Oteli'ne yerleşen Jonas gittiği ülkenin yaralarının kendininkinden derin olduğunu görünce bir iç hesaplaşmaya girer. Sonrasını kitaptan okuyun, pişman olmazsınız...


-"Barbarları Beklerken" benim için biraz gecikmiş bir okuma oldu. Coetze'den okuduğum ilk ve tek kitap "Utanç" idi, sonrasında uzun bir ara verdim. "Barbarları Beklerken" de "Utanç" gibi yer yer sert bir roman. Hayali bir ülkede geçse de Güney Afrika olduğunu tahmin ediyorsunuz. Varlığını sürdürebilmek için hayali düşmanlar üreten ve barbarlara savaş açıp günahsız insanların ölümüne sebep olan bir yönetim ve onlara karşı çıktığı için benzer bir muamele gören adalet temsilcisi. İnsanı yer yer ürpertse de iyi bir okuma idi...

-İspanyol yazar Francisco Casavella ismi gibi eğlenceli bir kitap yazmış: "Eğlencelerin Sırrı". Hem kendisi hem de başkalarının "acaip" diye nitelediği Daniel'in büyüme hikayesi çok keyifli, okuyunuz. Keşke daha uzun olsaydı... 

Sadece kitap okumadım haliyle, 12 tane de film izlemişim cüce Şubat'ta. Bir Gürcistan filmi olan "Başlangıç", İngiltere'de yaşanan gerçek bir olaya dayanan arkeoloji ağırlıklı "The Dig",  konusunu "Kırmızı Pazartesi"ye benzettiğim "The Last Paradiso", çocukken izleyip şimdi sağlamasını yaptığım "Le Bonheur/Mutluluk", bir gençlik filmi olan "Ham On Rye", IKSV'nin "Oscar'ın Yabancıları" adı altında sunduğu filmlerden orta yaşı aşmak üzere olan iki lezbiyen kadını anlattığı "İkimiz", Mads Mikkelsen'in varlığıyla, hele de son sahnedeki dansıyla hayat kattığı bol alkollü "Druk", onca yıllık evlilikten sonra boşanıp kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan bir öğretim üyesi kadını izlediğimiz, nefis görüntüleriyle Fransız filmi "Gelecek Günler", ilginç bir düzenbazlığı izlediğimiz, her kahramanın kötü olduğu-ki Rosamund Pike bu filmle Altın Küre kazandı dün-"I Care A Lot",  kadın hakları üzerine bir Suudi Arabistan filmi "Mükemmel Aday", bir hırsızın saklamak için mezar süsü vererek çöle gömdüğü paraların üstüne o hapiste iken türbe dikilmesi ve hırsızın paralarını kurtarma çabalarını anlatan "Bilinmeyen Aziz" ve son olara Nükhet Duru'nun son albümünün belgeseli olan "Duru Olmak". Hemen hemen hepsi de güzeldi. Ayrıca biri yerli olmak üzere üç dizi sığmış Şubat ayına, Netflix'den "50 M2" ve "When They See Us" ile "Your Honor". Bence üçü de güzeldi. Ayrıca 2 online tiyatro; "Zabel" ve "Hoşgeldin Boyacı" ile bir bale; "Balerin", bir de online "Kardeş Türküler" konseri. E daha ne olsun, tabii ki sağlık olsun...