.

.
.

26 Şubat 2020 Çarşamba

26 ŞUBAT (SERGİ-BAHAR-MÜZİK-DANS-CORONA VS VS)

Antalya'da 10 günü bulduk, eşyaların yerini belledik, yatağımızı yadırgamaktan vazgeçtik, evi pakladık, misafir bile kabul ettik. Araya iki konser, bir de sergi sıkıştırdık. İlk konser "The Funtime Of The Opera" idi, biletini ta Ankara'da, içeriğini bile bilmeden almıştım. Sonra kurcalayınca şefin Musa Göçmen olduğunu gördüm. "Eyvah!" dedim, yine başlar başlamaz "piano, pianissimo "Merhaba"lar havada uçacak. Yılbaşındaki konserde maruz kalmıştık zira bu katılımlara. Yahu çocuk muyum ben, niye koro halinde "Merhaba" diyorum ki, neyse bu fasılları geçtik, benim dışımda halkımız coşkuyla iştirak etti, ben kara koyun oturdum sessizce 😃 Bu sefer koltukların altında kaşık yoktu bereket. Sonrasında da operamızın solistlerinin iştirakiyle güzel aryalar dinledik. İkinci konser aynı zamanda bir tango gösterisi idi. "Anadolu Nefesli Beşlisi" bandoneonda Tolga Salman'ın eşliğinde bir tango tarihi izlettiler bize. Çok güzeldi. 

Bugünse hafta sonunda kapanacak olan bir sergiyi ucundan yakaladım. Antalya Kültür-Sanat'ta "Yapı Kredi Koleksiyonu'ndan Renkler" isimli sergiyi gezip güzelim tablolara bakarak gözlerime bayram ettirdim. En beğendiklerimi de sizin için fotoladım efendim, çok fedakar bir insan evladıyım 😃



Aliye Berger'in bu eserinin adı "Güneşin Doğuşu". Yapı Kredi'nin 10. kuruluş yılı nedeniyle düzenlenen ve jürisinin tamamı yabancılardan oluşan ilk yarışmada birincilik almış. Sizin de farkettiğiniz gibi Van Goghvari bir tarzda yapmış tablosunu Aliye Berger. 


Neşe Erdok'un "Ortaköy" isimli eseri. Aliye Berger'inki gibi kocaman bir tablo. Ortaköy'de cafede oturanlar, sahilde oynayan çocuklar ve çiçek satan çingene çocukların betimlendiği tablonun olmazsa olmazı kediler. Neşe Erdok tablolarında resmettiği kedilerin kendisi olduğunu söylüyormuş. Bence en köşedeki kahverengi 😄


Canım Bedri Rahmi ve "Baba Orfoz"u. Anlatmaya gerek var mı?


İbrahim Balaban'ın ressam oluşunda kan davası nedeniyle girdiği Bursa Cezaevi'nde Nazım'la tanışmasının etkisi büyük. Halk geleneğinden etkilenen ressamın bu tablosunun acı bir öyküsü var. İsmi: "Kan Davası-Kurban Babam". Babasının kan davası sonucu öldürülmesinden etkilenerek yapmış.


İlk kadın ressamlardan Müfide Kadri'nin "Bekleyiş" isimli tablosu. Müzikle de ilgilenen ve 22 yaşında veremden ölen ressamın eserlerinde daha ziyade romantizm hakimmiş. 


En beğendiklerimden, çok gerçekçi bulduğum "Kahve Keyfi" isimli bu resim Halife Abdülmecid Efendi'ye ait. 


Dumanı tüten bir çorba, iftariyelikler ve atılması beklenen top. Arkadaki masada da iftar yemeği sonrası tüttürülecek tütün malzemeleri. İnsanın oturup kaşığı eline alası geliyor. Hoca Ali Rıza'nın bu eseri "İftar Sofrası" adını taşıyor.


Osman Hamdi Bey'in "Feraceli Kadınlar"ı. Cami önünde şık feraceleri ve şemsiyeleri ile yürüyen bu kadınların o zamanların zengin semtlerinden Fatih, Saraçhane ya da Unkapanı gibi semtlerde resmedildiği düşünülüyor. Yeşil şemsiyenin altındaki satıcıda ise Osman Hamdi Bey kendini resmetmiş. 


En sevdiğim ressamlardan biri Oya Katoğlu (kendisi yine çok sevdiğim ressamlardan Turgut Zaim'in kızı) "Tarihi Evler" isimli tablosuyla yer alıyor sergide. Her ne kadar burada insan figürü yoksa da Oya Katoğlu'nun insan kalabalıklarını ince ince resmettiği tablolarına bayılıyorum. 


Bir başka sevdiğim ressam Nuri İyem. Genellikle koca gözlü Anadolu kadınlarıyla tanıdığımız ressam bu kez "Uzun ince Bir Yol" isimli bir peyzaj çalışmasıyla koleksiyona dahil olmuş. 


Nedim Günsür'ün "Vazoda Çiçekler" isimli natürmortunu çok sade ve aynı zamanda çok neşeli buldum.


Bir harp gemisi resmedilmiş olmasına rağmen renklerin ve ışığın kullanımı tabloyu çok sıcak bir hale getirdiğinden ilgimi çekti. Bir süre Deniz Harp Okulu'nda okuyan Diyarbakırlı Tahsin daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi'ne geçiş yapmış ama deniz sevdasından vazgeçmemiş, tablodan da belli oluyor zaten.


Ve fırtına, deniz ressamı Ayvazovsky.  En önemli özelliği resimlerinde mutlaka bir kırmızı renk kullanımı imiş. Dikkat ederseniz burada da gemi direğindeki bayrak kırmızı renkte. Ressamın bir nevi imzası niteliğinde.


Şevket Dağ ve "Amcazade Yalısı".


Rus sanatçı Nikolai Pavlovich Krasovsky bir İstanbul seyahatinde yapmış bu resmi ve dikkat ederseniz Kızkulesi'ni orijinal haliyle değil kendi hayal ettiği biçimde çizmiş. İlginç bir yorum doğrusu. 


Şükriye Dikmen'in canlı renkleriyle neşe veren "Mavi Kuşlu Natürmort"u ile sergideki sevdiğim resimleri bitirip ilginç bir heykel çalışmasına geçiyorum.


Refik Anadol ve Alper Derinboğaz'ın ortak çalışmasının adı "İstiklal'in Sesi". Almanya'dan getirilen bir ses mühendisi İstiklal Caddesi'ndeki sesleri kayıt altına almış, sonra bu sesler sanatçılar tarafından CNC kesimle üç boyutlu hale getirilmiş. Üç panodan ilki Taksim'le Galatasaray arasının, ikincisi Galatasaray'ın, üçüncüsü ise Galatasaray Tünel arasının üç boyutlu ses kaydını oluşturuyor.  Türkiye'de oluşturulan ilk ses heykeli imiş. 

Ben sergiyi gezerken görevli bir genç hanım da bir grup ilkokul çocuğuna tablolar hakkında rehberlik ediyordu. Lakin çocuklar rehberi dinlemektense ellerindeki telefon, tablet ve fotoğraf makinesiyle fotoğraf ve video çekmekle meşgulduüler, tüm uyarılara rağmen vazgeçmediler. O kadar teknolojiktiler ki Devrim Erbil'in kuşbakışı Sultahanmet Meydanı ve Boğaz'ı resmettiği bir tablosu hakkında rehber hanımın "Bu tablo nasıl bir bakış açısıyla, nereden çizilmiş olabilir" sorusuna "Dron" cevabını verip bizi çok güldürdüler. 

Sergi sonrası tramvaya binmek için Cumhuriyet Meydanı'na geldiğimde Atatürk Heykeli'nin önünde belediye bandosunun konseriyle karşılaştım. Pek de güzel çalıyorlardı, tramvay gelene kadar kulağımın pası silindi:


Corona virüsten ürksek de sokaklara çıkmaktan vazgeçmiyoruz, hava güzel, etraf cıvıl cıvıldı. Tek bir maskeliye rastladım.

Ve eve yaklaşırken gördüğüm iki seyyar çiçekciden önce nergis, sonra frezya (ki bu çiçeğe Antalya'da arpa çiçeği derler. balkon saksılarında pek yaygındır) aldım. Frezyacı kendi ürününden çok memnun ki elimdeki nergislere küçümseyici bir bakış atarak Antalya şivesiyle "Endeekiler bir günlük, bunlar 10 günlük" diyerek nergislerimi aşağıladı. Kendisini buradan kınıyor, sizleri 10 günlük frezyalarımla başbaşa bırakıp kitabıma dönüyorum:

 

19 Şubat 2020 Çarşamba

19 ŞUBAT (HELLÖ ANTALYA)

Pazar günü bulutlu başlayıp güneşli biten bir yolculukla Antalya'ya ulaştık ve gerçek anlamda iklim değişti, Akdeniz oldu. Antalya baharlıklarını kuşanmış bizi  bekliyordu, ev dersen sen bir sevin bir sevin. Zıp zıp zıpladı da zelzele oluyor sandık, dersem inanmayın 😀

Yol yorgunluğuyla yapılan alelusül bir temizliğin ardından ertesi gün farkındalıklarım ve sakarlıklarım birer birer devreye girdi. Önce elimde çay fincanıyla girdiğim odada Cevriye'nin taktığı çelmeyle elektrik sobasının kordonuna takıldım, düşmeyim diye manevra yaparken çay halıya döküldü. Hem de üzerinde kahverengi, krem ve beyaz renkler taşıyan halının en beyaz bölümüne döküldü. Silmek falan kâr etmedi, eski 2,5 lira büyüklüğünde şık bir lekeye sahibim şimdi. Leke sökücü denemeleri beni bekliyor. 

Geldiğimizin akşamı sokağımızı aydınlatan o soft, turuncu ışık neyin nesidir diye baktığımızda elektrik tellerinin zemin altına alındığını ve yepisyeni elektrik direklerinin dikildiğini gördük. Oh! Pek şenlikli, pek şıkır şıkır olmuş, benim çınar da elektrik tellerine değiyor diye durmadan budanmaktan kurtulmuş. Bugün de eski direkleri canavara benzeyen bir araçla tereyağından kıl çeker gibi söküp götürdüler. Hey maşallah...

Elektrik süpürgesiyle yaptığım dans sırasında küçük bir örümcek ağını almak için başımı yukarıya kaldırdığımda eve girdiğimden beri burnuma dolan ve kapalı kalmaya bağladığım nemli kokunun nereden geldiğini anladım. Yağan şiddetli yağmur bacalardan sızıntı yapmış ve duvarla tavanın birleştiği yerde nurtopu gibi bir rutubetimiz olmuş. İş bununla kalsa iyi, mutfağa geçtiğimde rutubetin ikiz kardeşini de mutfak bacası civarında buldum. Bereket havalar iyi gidiyor, balkon kapısı ardına kadar açık, kurumla karışık rutubet kokusunu soluyarak kurumasını bekliyoruz. Evi bırakıp gitmenin sonuçları diyeceğim de evde olsak da yapabileceğimiz bir şey yoktu. Bacaların topyekün elden geçirilip yeniden sıvanması gerekiyor anlaşılan. Bu kadar zayiata razı olduk, pencerelerden bir sızıntı yok en azından. Antalya'da yaşamayanlar buradaki yağmurların muson yağmurlarından pek farklı olmadığını ve her an eve bir yerlerden su girebileceğini bilmezler haliyle. 

Dün sonunda tüm lekeleri ve rutubetleri ardımda bırakıp kendimi dışarı attım. Gri Ankara'da üç ay boyunca görebildiğim tek canlı renk olan ticarı taksi sarılarından sonra maviyi ve yeşili gözalabildiğine seyretmek çok iyi geldi. Bey Dağları tepeleri karlı ve pek kurumlu idiler:


Denizeyse kocaman bir kovadan cıva boşaltmışlardı sanki:


Ruhum arındı kısacası, Mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırmadan tadını çıkarmalı...

10 Şubat 2020 Pazartesi

10 ŞUBAT (OSCAR)

Takip edenler biliyordur ki her yıl Oscar törenine picamalarım (bazen aşortmanlarım) ve terliklerimle mutlaka katılır, sizler için dedikodu malzemesi toplarım. Bu yıl da kırmızı mumla damgalanmış, şık bir davetiye ulaştı tabii ki, beni unuturlar mı hiç, canım Akademi üyeleri. Lakin biliyorsunuz ortalıkta Corona virüsü dolaşıp durur, şimdi kalkar Amerikalara gidersem, törene Çinliler Minliler gelirse, o şık giysilerin içine gizlenmiş bir Corona çıkarsa, malum herkes beni çok sever, kırmızı halı üstünde sarılıp sarmaşırken virüs picamamın cebine sızıverirse, ayh evlerden ırak! "Gelmiyorum" dedim, "gelemiyorum" bile değil, direkt "gelmiyorum", "bu yıl da bensiz idare ediverin". Haliyle çok üzüldüler, birkaç telefon görüşmesi yaptık, mail attılar, fakıs çektiler, telgraf yolladılar ama "ııh!", kararım karar, gitmedim. Hatta Dijidijidijitürk'ü protesto için (vakt-i zamanında bloglarımızın üç ay kapanmasına sebep olmuştu da bloglardaki yavaşlamanın ana sebeplerinden birini oluşturmuştu) TV'den de bakmadım (zaten aboneliğimiz de yok), yattım uyudum mis gibi. 

Gelgelelim sizleri katılımcıların kırmızı halı performanslarından hiç eksik bırakır mıyım, sabah gözümün çapağını silmeden geçtim ekran başına. Tek tek inceledim, yine fecaat kıyafetler, hepsi birbirinden sakil, ayrıca bu kadınların makyajını silsen, botokslarına iğne batırsan Ayşe teyzeden farkları yok yahu, çoğu da mortlamış zaten (oh, ne güzel de mok attım 😀). Şimdi gelelim gecenin yıldızlarına:


Gözüme önce Turkuaz rengi abajur kostümüyle Florence Pugh çarptı. Küçük Kadınlar'daki "Amy" rolüyle Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ı adayı idi. Aday kıtlığında aday, pişi suratıyla o zarif, güzeller güzeli Amy rolüne hiç oturmamıştı. Hayallerimizi yıkmaya ne hakkın var, ha, ne hakkın var. Bizler "Küçük Kadınlar"la büyümüş bir nesliz. Yutturamazsın o yorumu bize, ay sinirlendim bak. İyi ki gitmemişim törene, ağız dalaşına girerdim yoksa. 


Florence'e sinirlenirken gözüme şu Çanakkale işi vazo çarptı, niye kırmızıya boyamışlar diye düşünürken içinden çıkan kafayı gördüm. Cristen Wiig nam bir yıldızmış, tanışmadığımıza memnun oldum, rüküş. Modacılar bunları kekliyor yeminle, bana ebediyen Oscar heykeli bağışlasalar şunu giydiremezler. 


Ah Keanu, vah Keanu, sen böyle mi yaşlanacaktın? Acile götürüp serum taktırasım geldi yüzüne bakınca, aceleden saçlarını da yıkamamış sanırsam, yağlı yağlı. Annesi bile ondan sağlıklı görünüyor. 


Aha buyur, bizim Jo! Önüne taktığı önlük benzeri nesnenin üstüne koyarım diye düşündü herhalde kazara Oscar heykelini alırsam, taşımada kolaylık olur. Elbise kendinden önde gidiyor, yeminle ellerinde kalmış tapon kumaşları birleştirip birleştirip bunlara kakalıyor kesin modacılar, nasılsa para almıyoruz, boşa masraf olmasın diye.


Bu da diğerinin tam tersi, kendisi aday değildi ama sanırım arkadaşları birşeyler yerken heykelciklerini popodaki çıkıntıya koyup rahat hareket etsinler diye giymiş bu tuvaleti. Kendi için bir şey istiyorsa namert, maksat yardımseverlik, biraz da Kim Kardashian'a benzeme arzusu, kadeh madeh, her işe yarar. 


Fotoğrafı görünce "Aaa" dedim, "ben gidemedim ama Bülent abla gitmiş, ne iyi, Türkiye'yi temsilen biri bulunmuş". Ve fekat değilmiş anacım, Maç sonrası ponpon kızlardan ödünç aldığı pırıltılı mavi zımbırtıları sabahlığının omzuna asıp gelen bu yengeyi ben bilemedim, bilen varsa dövmeli bacaklarının aşkına söylesin. 


Suriyeli film yapımcısı ve aktivist Waad Al Kateab tuvaletinin sırtına Arapça şiir yazdırıp gelmiş kırmızı halıya. Şükretsin ki Türkiye'de yapılmıyor bu tören. Her Arapça yazıyı Kuran'dan sanan halkımızdan nasıl bir muamele göreceği malumunuzdur herhalde. 


Grammy törenine açılıp kapanan kristal storlu şapkasıyla katılan Billy Porter Oscar'a oklu kirpi kostumüyle dahil olmayı tercih etmişti. Ben terliklerimle ikide bir tökezlerken o ayakkabılarla kırmızı halıda salındığı için asıl Oscar buna takdim edilmeliydi. 


Billie Eilish Oscar törenini unutup evde pijamalarıyla rahat rahat resim yapıyormuş, hep müzik, hep müzik nereye kadar. Hatta boyaları üstüne başına ve de saçına bulaştırmış gördüğünüz gibi. O tırnaklarla fırça tutulmaz haliyle. Neden sonra annesi odasına gelip "Seni Billi zillisi, hep ben mi hatırlacağım? Oscar töreni kaçıyor, koş" demiş, Eh, üstbaş değiştirecek vakit de kalmayınca olduğu gibi gelmiş Billicik 😀 (Laf aramızda Chanel de bunu kazıklamış 😀)


Ya ben Timothee'yi bu kılıkta görünce bir sevin, bir sevin. Bizim yeni açılan bekçi kadrosuna alınmış diye düşündüm, bundan sonra aramızda olacak, yaşasın dedim. Heyhat, yanlış anlamışım, meğer benzincide çalışacakmış 😋


Rooneyciğimiz de aceleyle gelenlerden, kostümün alt kısmını giymiş, üstünü unutmuş, iç çamaşırıyla gelmiş. Çok da soluk görünüyor, Keanu ile birlikte buna da serum verdirmek lazım, vitamin takviyeli. Yav niye giyiyorsunuz bu rüküş kılıkları, niye!..


Koskoca kraliçeye kim giydirdi bu çıtçıtlı suni deri çantaya benzeyen kıyafeti. "The Crown"daki kostümlerden birini ödünç alsa daha iyiymiş.


Jojo'nun Rabbitleri, çok sevimliler değil mi? Kostümleri de çok şık, örnek alsınlar bu şirinleri büyükler.


Natalie Portman'ın bu rahibe kıyafetine benzeyen giysisine bir anlam verememiştim ama meğer aday olamayan kadın yönetmenlerin adları yazılıymış kostümün üstünde. Aferin Siyah Kuğu'ya, şık bir protesto yapmış. 


Ve Charlize, her zaman Oscar törenlerinin en şık, en zarif, en asil görünümlü kadını, Yine çok beğendim.


Diğer favorimse Penelope Cruz oldu, Latin kanı başka bir şey arkadaş, kadın ışık saçıyor. Bizimlasın😀


Şu karizma dedeleri görünce de Hakiki Muhabbet Aslı'nın Al Pacino tekerlemesinden esinlendim:

"Al Pacino Al Pacino
Yanakları gül Pacino
Uyan uyan sabah oldu
Kırmızı halıya gel Pacino"




Yazımı ışıktan gözü kamaşan en bi birinci Oscarlı Joaquin ile Kore dağlarından gelip bağdakileri kovan "Parazit" ekibiyle bitireyim.

Benzer bir yazıyı senden de bekliyorum Aslıcım...

6 Şubat 2020 Perşembe

6 ŞUBAT (SOKAKLAR-SERGİLER)

Ülkenin üstüne çöken felaket bulutları yetmezmiş gibi bütün gece fırtına sesleri dinleyip sabaha karşı yağan karı eriten siyim siyim bir yağmur ve kapkaranlık bir gökyüzüne uyandık. Ankara kışına verip veriştirirken "bari şu kadına bir jest yapayım, Antalya'yı özledi anlaşılan" diyerek öğleye doğru güneş çıktı. Güneş enerjisiyle çalışan bünye eksilen şarjını biraz tamamlama imkanı buldu böylece. Kararan ruhları sanatın ışığı temizler diyerek kızkardeşle İş Kültür'deki "Yalçın Gökçebağ Sergisi"ne gitmek üzere yola düştük. Güneşin ömrü yemek yediğimiz lokantadan çıkana kadarmış, bu arada övünmek gibi olmasın ama benim yaptığım ayva tatlısı bu meşhur mekanda yediğimizden çok daha güzel 😀Sergiye çiseleyen yağmur altında, şemsiye koruyuculuğunda yürüyerek gitmeye karar verdik. Vee yolumuzu Bitpazarı'na düşürdük. İnsan kendi şehrinde yabancı gibi yaşadığını farkedince çok şaşırıyor. Yıkılmak üzere virane evler, daracık sokaklar, eskimiş dükkanlar, saçma sapan ikinci el eşyalar arasından yürüdük de yürüdük:




 




 Vitrindekiler içyağı, belirteyim


Ayaklarımız bizi Yahudi Mahallesi'nin sonlarına kadar götürdü, garip çarşılara daldık, ilginç şeylerin satıldığı ilginç dükkanlar, bir zamanlar umur görmüş, artık köhnemiş konaklar gördük. 




Sonunda İş Bankası Müzesi'ne ulaştık. Müzeyi daha önce gezdiğimiz için doğrudan 3. kata, sergi salonuna çıktık ve Yalçın Gökçebağ'ın güzelim tablolarıyla gözlerimize ziyafet çektik, buyrun siz de yararlanın:














Sergi 29 Mart'a kadar açık, bence Ankara'da iseniz kaçırmayın...