.

.
.

26 Mart 2019 Salı

26 MART (KUAFÖR)



Bugün aylık angaryalardan birini daha yerine getirmek üzere kuaförün yolunu tuttum. Her daim sulanıp gübrelenen bereketli bir çayır gibi, olması gerekenden fazla uzayıp dibinden gelen natürelllerle aslını ifşa eden saçlarımı boyatmak için koltuğa oturdum. Kalfa saçlarıma kardığı boyayı sürüp beni suratına çorap geçirmiş bir banka soyguncusuna benzeterek başka bir müşteriye yöneldi, ben de yıkama zamanı gelene kadar ömrüm boyunca hayatıma karışmış kuaförler hakkında tefekküre daldım. 

Kuaförde vakit geçirmeye bayılan biri hiç bir zaman olmadım, hatta uzun yıllar saç kestirmek dışında kapısından içeri bile girmedim diyebilirim. Bunda saçlarımın bir pırasa kadar düz olmasının ve tıpkı bir şampuan reklamının sloganındaki gibi "yıka ve çık" moduna uygun olmasının etkisi tartışılmaz. Çocukluğumda annemle birlikte giderdim kuaföre, annemin de benden çok farkı yoktu, özel günlerde "mizanpli", bazen de "ondüle" yaptırmak ve saç kestirmek dışında pek uğramazdı. En çok evimize yakın olan "Çinçi Kuaför"e takılırlardı komşularla. "Çinçi" bir kuaför ismi olarak hayli tuhaftı. Sanırım sahibi olan adama çocukluğunda takılan bir isimdi, aklımda öyle kalmış. En yakın komşumuz Şefika abla "Çinçi" adını bir türlü benimseyemez '"Çın Çın"a gittik' diye bahsederdi kuaförden. Annemin beni sürüyerek götürdüğü mecburiyet günlerinde onlar kafalarına dolma gibi yerleşmiş bigudilerle uzun bacaklı kurutma cihazlarının altında sıcaktan oflayıp puflarken benim oflayıp poflama nedenim sıkıntı olurdu. Sıcaktan etkilenmesin diye kulaklarına kapatılan istiridye benzeri kapaklar duyma güçlerini azalttığından seslerinin ne kadar yüksek çıktığının farkına varmaz, "Çinçiii, şunun ayarını biraz kıs, yandım" diye feryat ederlerdi. Makinenin altında oturana da, oturanları bekleyene de geçmek bilmezdi zaman. Muhtelif kuaförsel kokular arasında bakılmaktan incelip lime lime olmuş dergilerdeki saç modellerine bakar, ileride saçıma hangi modeli verdireceğim konusunda hayaller kurarak annemin ve komşu teyzelerin saçlarının kuş yuvası gibi kabartılıp spreyle betonlaştırılması işleminin bitmesini beklerdim sabırsızlıkla. Annem kabarttırdığı saçlarıyla gururlu eve döndüğümüzde babam ondaki değişikliğin farkına bile varmaz, annemi hayal kırıklığına uğratırdı. Ya da tam tersi, "Kaç para verdin bu saça, iki mislini vereyim de bozayım" diye dalga geçerdi. 

Kimi zaman başka şehirlerde yaşayan akrabalarımızın düğünlerine giderdik. Halalarımdan birinin düğününde, yaşadıkları ilçede kuaför olmadığı için en yakındaki ilçeye topluca kuaföre gidilmişti. Arabada yeterli yer yoktu ve benim evde kalmam buyurulmuştu. Yer mi Anadolu çocuğu? Çılgınca ağlayıp, "ya ben de giderim, ya da annem de gitmez" diye ortalığı birbirine katmış, şerrimden bezen zavallı annem kuaförden falan caymış, benimle kalmıştı. Ekip saçları yapılmış döndüğünde gelinliğiyle arabadan inen halama bir heves koşturup fena halde terslenmiştim, "Anneni göndermedin, ben sana küsüm". Tekrar ağlasam mı diye bir süre düşünmüş, sonra caymıştım, ortalıkta ağlayan çoktu sonuçta, onları izlemek daha eğlenceliydi. İlçenin hem sinema, hem düğün salonu olarak kullanılan yegane mekanında gerçekleşen düğün sırasında halamla barışmış, hatta onunla dans edip fotoğraf bile çektirmiştim 😃

Yenimahalle'den taşındıktan sonra annem ya saçları hafiften ağarmaya başladığı için ya da süslü komşularının etkisiyle daha çok kuaföre gider olmuştu, benimse kuaför ziyaretlerim iyice dibe vurmuştu. Upuzun saçlarımı kurutmak için fön makinesine bile ihtiyaç duymuyor, yazsa güneş ışığında, kışsa soba başında hallediyordum. Çoğu zaman ucunun kırıklarını da becerikli bir arkadaşıma aldırıyordum. Yakınların düğünleri için sürüklenerek götürüldüğüm kuaförlerin saatlerce uğraşıp şekil verdikleri saçım daha eve gitmeden eski haline dönüyordu. Nişan günümde gittiğim şehrin en parlak kuaförlerinden biri, beni oryal dökülüp temizlenmemiş bir koltuğa oturtmuş, yeni diktiğim ve çok sevdiğim elbisemin sırt kısmının tamamen ağarmasına neden olmuş, kuaförlere karşı mesafemi arttırmıştı. Nikah günüm ise ülkenin enerji tasarrufu nedeniyle dönüşümle elektrik verilen zamanlarıra denk gelmişti ve işe bakın ki tam o saatlerde bulunduğumuz semtte elektrikler kesikti. Haliyle uzak bir semtteki kuaförden randevu alınmıştı. Tüm aksilikler üstüste gelmiş, gelinliğin fermuarı patlamış, civardaki terziden temin edilen iğne iplikle açıklık kapatılıp üzerindeki pelerinimsi parça ile kamufle edilmiş, gelinliğin altına giyilecek ayakkabılar unutulduğu için postallarla nikaha gidemeyeceğimden mecburen eve geri dönülmüş, nikah saatine yetişmek için sürat yapıldığından trafik polisi yolumuzu kesmiş, tam ceza kesecekken damada acıyıp vazgeçmişti. Saçım mı, o daha kuaförden çıkarken makûs talihine uğramış, eski haline geri dönmüştü 😃

İki yıl kaldığım Denizli'de tek bir kuaför salonu görmedim. Antalya'ya yerleştikten sonra kuaförlerle aramdaki buzlar erimeye başladı. Önce Almanya'daki kuaförlük macerasından kesin dönüş yapmış bir kadının küçük bir odayı andıran kuaförüne takıldım, ardından çok iyi bir kuaförken kumar merakı yüzünden sermayeyi kediye yükleyen bir adamın salonuna. Gerçekten memnun kaldığım ve uzun süre devam ettiğim kuaför ise kuaförlük dışında her işi yapıyordu neredeyse, saçınıza fön çekilmesi ya da kesim esnasında en az on kez telefona cevap veriyor, salonda yer alan birkaç kafeste cikcikleyen muhabbet kuşlarıyla cilveleşiyor, kapıya kiralık ya da satılık ev sormak için gelen kişilerle pazarlık yapıyor, bu esnada siz aynada yarım kalan saçlarınıza kederli gözlerle bakarak bekliyordunuz. Son olarak ense makinesiyle ensemdeki et beninin yarısını uçurunca kendisiyle vedalaştım. 

Emlakçı-kuşçu-arasıra da kuaförden öteye geçemedim, kalfa gelip saçımın yıkanacağına söyledi. İyi ki söyledi, yoksa bu post uzayıp gidecekti. Kader bana daha ne kuaförler gösterdi ama onlar da bir başka yazının konusu olsun. Saçlarınıza gözünüz gibi bakınız efendim, rastgele kuaförlere emanet etmeyiniz, kalın sağlıcakla...

19 Mart 2019 Salı

19 MART (FİNCAN)

Yenimahalle'deki evimizin merdiven sahanlığına bakan loş mutfağında bardaklara ve fincanlara ayrılmış bir raf vardı, diğerine göre daha minik, muhtemel ki babam yapmıştı. Dünya beceriklisi bir adamdı olgunluk çağlarında. O rafta zamanın genelgeçeri olan ufak, silindirik fincanların yanında tek başına, ayrıksı, kulpsuz bir fincan dururdu. Taban kısmı dar, yukarıya doğru lale gibi açılan bu fincan çocuk yaşımda ilgimi çeker, kahve içme izni çıktığı zaman-biliyorsunuz eskiden çocuklar kahve içince kararırdı-ilk kahvemi o fincanda içmeyi düşlerdim. Aile arasındaki ismi "Çağla Emmi'nin fincanı" idi. Çağla Emmi'yi zinhar hatırlamıyorum. İki ve üç yaşımı geçirdiğim, babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Konya-Karapınar'daki ev sahibimiz olduğu söylenirdi. Aslında Karapınar'dan bölük pörçük birkaç anım var; eve gelen misafirler o anda memurlar lokalinde olan, adıyla seslendiğim babamı sorduklarında "Bizim bey kulüp kuşu, kulübe gitti" şeklinde şımarmalarımı, evin önündeki taş yığını arasına saklanmış civcivleri ararken düşüp alnımda silinmeyen bir iz bıraktığımı, babamla birlikte çalışan Dr Osman beyin oğlu Sadık'la bakkala gidip kaybolduğumuzu-ki bu olayda Sadığın bakıcısı fena halde azarlanmıştı-babamın evin önündeki bahçeye attığı keçi gübrelerini zeytin sanıp yemeye çalıştığımı, Şahika diye bir arkadaşım olduğunu ve buna benzer birkaç şeyi daha hatırlıyorum. Gelgelelim Çağla Emmi tamamen silinmiş, fincanı var kendi yok. Hoş artık fincanı da yok ama bir erkeğe, üstelik de modern zamanlar bile değil, niye Çağla adı konur, yoksa Çağla lakabı mıydı, hep merak ederim. 

Çağla Emmi'nin ruhunu şadederek başladığım bu yazıya sebep aslında dün Instagram'da rastladığım fincanlı bir paylaşım, beni aldı, zihnimin derinliklerine soktu, neler neler bulup çıkardı. O dehlizlerde kaybolmadan yazıya dökeyim istedim. Çağla Emmi'nin fincanı bir anıydı sanırım, hiç kullanılmazdı, sonra da muhtemel ki taşınmalarda kırıldı. Benim kahve maceram ilkokulda başladı. Her akşam yemekten sonra babama kahve yapardım. Hâlâ Ankara'daki evde duran, tek fincanlık alüminyum bir cezve ile. Orta şekerli kahveyi babama götürdüm mü karşılık olarak her seferinde şu iki dizeyi alırdım: "Ehl-i keyfin keyfini kim tazeler/Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler". Sonra dayımın temin ettiği "Subay" sigaralarından bir tane yakar, okuyacağı kısma göre katladığı Cumhuriyet gazetesine dönerdi. Bir süre sonra, ülseri azınca bu ritüle fincana damlatılan 2-3 damla su eklenecekti. Güya telveyi dibe çöktürüp mideye daha az zarar verecekti. Tüm bu sunumlar evdeki sıradan fincanlarla yapılırdı ama benim aklım hep annemin büfede bir mücevher özeniyle sakladığı çeyiz fincanları ile porselen çay takımlarındaydı. Kalbimin sahibi şu fincandı:


O evden ayrılmadan bu fincanla hiç kahve içtim mi? Sanırım içmedim, başka fincanlar alındı, onlar kullanıldı, bunlar büfedeki ebedi istirahatgahlarında eskimeye terkedildiler. Onca özenle korunan bu fincanlardan üç tanesi şimdi benim evimde, birinin tabağı kırılmış yapıştırılmış, bir diğerinin fincanı çatlak ama ne zaman özel bir günde, özel bir sebeple kahve içmek istesem bunları kullanırım. O fincan biraz annem, biraz da onun gençlik hayalleridir. 

Bir de çay takımları vardır, porselen, incecik, çoğu kez yaldızlı, minnak çiçeklerle bezeli, fincanı, demliği, sütlüğü, şekerliği tam takım. Hemen her kızın çeyizinin olmazsa olmazı ve hiç kullanılmazı. İngiltere kraliyet ailesinin bir parçası olduğumuz için kızlarımıza fayf e klok ti zamanlarında servise çıkaracakları bu nadide parçaları vermezsek olmaz. Zaten millet olarak da çayımızı sütlü içeriz. Gel gör ki ben de bu takımlara meftundum, anneme yalvarırdım, pazar günleri bari kahvaltıda bu takımları çıkarsın diye. O sabahlarda "Yorganlarınızı sökün, çamaşır yıkayacağım" diye bağırarak bizi uyandıran annem uzaydan gelmişim gibi bakardı yüzüme, deterjan kokan, temizlik nedeniyle ayağa kaldırılmış, radyodan maç sesi yükselen bir evde porselen çay takımlarıyla kahvaltı, beklentimin yüksekliğine bakar mısınız 😃 Durum tam tamına "Çocukluğumun Soğuk Geceleri/Tezer Özlü" kıvamında oysa 😃 Kazara çay içmek için fincanlardan birini çaktırmadan alsam, "Kıracaksın, koy onu yerine" diye azarı işitirdim. Onlar da yukarıdaki fincanlar gibi-hatta onlardan daha fazla-dolapta yaşlandılar. Şimdi kalan ömürlerini benim dolaplardan birinde tamamlıyorlar. İşlevsiz eşyalara bayılıyoruz vesselam...

Anneannem ölümünden bir-iki ay öncesine kadar yalnız başına yaşadı, kimseye muhtaç olmadan. Evde bir şey eksik oldu mu emektar pardesüsünü giyer, başörtüsünü bağlar, meslerinin üstüne lastiklerini geçirir ve dördüncü kattaki asansörsüz evinden hiç gocunmadan merdivenleri inip alışverişe giderdi. Bazı kalemlerde çok titizdi; Mişmiş'ten yeni çekilmiş kahve, Et ve Balık Kurumu'ndan-ki buraya Et Gımısı derdi, diğer alışverişlerini yaptığı Gima'dan hareketle-et, Eyüp Sabri Tuncer'den limon kolonyası, Ulus'taki Hâl'den sucuk-pastırma ve her baharda semt pazarından sarmalık asma yaprağı. Kendisi pek kahve içmezdi ama kapıdan girene ilk ikramı olurdu. Daha eskilerde kahveyi çekirdek olarak alıp evde kavurduğunu, pirinç el değirmeninde çektiğini hatırlarım. Mis gibi bir kahve kokusu sarardı ortalığı. Anneannemi anımsatan üç kokudan biridir bu, diğeri sobanın korları üzerine maşayla uzatılmış sucuk ve benim nefret ettiğim ama O'nun bayıldığı Altın Damla Kolonyası.  Onun fincanları da tıpkı bizimkiler gibi merdiven sahanlığına bakan mutfağının küçük rafında dururdu. Ve yine muhtemel ki o rafı da babam yapmıştır. Aynı sitede farklı bloklarda ama aynı konumdaki dairelerde otururduk eskiden. Kiminin tabağı, kiminin kendisi çatlak, kullanmaktan sararmış, ayrı ayrı takımların parçaları, minik çiçekli küçük fincanları vardı. Ve poposu düz olmadığı için pişene kadar ocak üstünde lingirdeyen koca karınlı bakır bir cezvesi. Eşimle ziyaretine gittiğim yaz aylarında daima açık duran kapısından içeri girer girmez, "Haydi kahve yap" derdi, eşimin ilk iki harfini ölene kadar yanlış söylediği adını anarak. Koyu mavi yağlıboyayla boyanmış duvarların ve yine babamın eseri olan koyu mavi dolapların iyice kararttığı mutfakta, küçük bölümü bozulduğu için yanmayan ocağın kocaman alevinde, lingirdeyen cezveyi dengelemeye çalışarak pişirirdim kahveyi. Önünde önlüğü, elinden düşmeyen tesbihiyle arasıra yoklamaya gelirdi, "Nöördün, daha pişiremedin mi?" diye. 

Bir de tek sarı fincan vardı, ölene kadar küçük vitrinin camekanında kokusu uçmuş ama şişesi güzel Altın Damla kolonyaları, dayılarımdan kalma likör kadehleri, çay bardakları ve bazı kıymetli evrak ve fotoğraf arasında sergilenen. O fincanı ona Jale abla hediye etmişti. Kapı komşumuz, doğma büyüme İstanbullu, esmer güzeli Jale abla. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Bandosu'nun tamburmajörü, bir artist kadar yakışıklı Faruk abi ile evliydi ve benim hayatımda bir başkasına ait olup ancak bu kadar sevebileceğim bir çocuğun, sarışın, mavi gözlü, dünya güzeli Cem'in annesiydi. Bir kandil gecesiydi sanırım, anneanneme giderken onları da almıştık. Jale ablanın boş gitmeye gönlü elvermemiş, o sarı fincanı mavi olan eşinden ayırıp kendi vitrininden çıkarmıştı. Kalın seramikten, sapsarı bir fincandı. Anneannem muhtemel ki içinden "Nidiyim ben bunu?" diye düşünmüş, neyse ki belli etmemişti. Mevlut dinlemek için babamın "mısır makinesi" dediği kocaman antika radyosunu açarken fincanı da radyonun üstünde durduğu vitrine koyuvermişti. Koyuş o koyuş, o fincan anneannem bu dünyadan gidene kadar vitrindeki yerinden milim kıpırdamadı. Ölümünden sonra eşyalar dağılırken ne oldu bilinmez...

Fincan deyip geçmeyeceksiniz arkadaşlar, insana paragraflar dolusu yazı yazdırabiliyor. Ee, kahve mühim, 40 yıl hatırı var, hâl böyle olunca o kahvenin yerleştiği mekan da önemli oluyor. Haydi yapın kendinize en sevdiğiniz fincanla bir kahve, içerken de giden sevdiklerinizin ruhuna bir selam yollayın...

13 Mart 2019 Çarşamba

13 MART (ÇAĞLALAR-FİLMLER)

Peynir almak için markete uğradım dün, pazar taşınalı beri sebze-meyve için de markete mahkum olduk. Gelmişken bir bakayım dedim manav reyonuna, aa çağla! Çıkmış, çıkar zaten turfandası bu ayda ama komik olan üzerindeki fiyat etiketi idi: 45 TL. Çağlalar da kabak çekirdeği boyutundan az halliceydi. Yolmuşlar resmen ağacı çağlalar büyümeden ki 45-50 liraya satabilsinler, pess! Yahu 15 gün bekleyin ölmediniz, köpeğine dök o zaman, üç kuruşa al, ye yiyebildiğin kadar. 

Turfanda çağlayı nerede görsem babamın kulaklarını çınlatırım. Hala severim ama çocukken daha da düşkündüm çağlaya, daha doğrusu tüm meyvelerin olgunlaşmamış olanına. Babam mesai dönüşü elinde küçük bir kesekağıdı ile girmişse eve benim için bahar gelmiş demekti. İsterse kar yağsın, baba eve çağla getirdiyse olay bitmiştir. Çok geçmez o küçük kesekağıtlarından bir tane daha gelirdi ki işte o zaman baharın geldiği tam anlamıyla kesinleşirdi: Can erik. Turfanda çağla ve can erik bence babaların kızlarına sevgilerini göstermelerinin en güzel yollarından biridir. Yaşasın babalar 💓

Çağla fotoğrafı bulamadım, çağlanın bebekliğini paylaşayım dedim 😋

İki gündür yağmur var şehrimizde, geçen hafta bahara alıştırınca pek hoşuma gitmedi haliyle bu durum. Üstelik pencerelerden hafiften su girme durumu sözkonusu olmuş ki bu da ekstra sıkıntı. Geceki gökgürültüsü ve sağanak öğleye doğru sakinleşince sinemaya gitmeye karar verdim. uzun zamandır fragmanı dönüp duran "Woman At War" bu hafta vizyona girmiş, film İzlanda'nın Oscar aday adayı imiş ama Oscar jürisine kendini beğendirip aday olamamış. Bindiğim otobüsün sürücüsü kadındı ve günlerdir ilk defa çalkalanmadan, her duruş kalkışta savrulmadan, sakin bir yolculuk yaptım. Yaşasın kadınlar 💓

Filme bayıldım. Yönetmeni kimdi, oyuncuların adı neydi derseniz yazamayacağım, çok zor. Ikea ürünlerine benzeyen isimler, öttür, döttür falan bir tuhaf harf dizimleri var ama oyunculuklar da, film de harikaydı. Çevre konusunda duyarlı bir aktivist olan koro şefi Halla İzlanda tabiatını sanayiinin yıkımından kurtarmaya çalışmakta, yüksek gerilim hatlarına müdahalede bulunarak elektrik kesimlerine sebep olmaktadır. Kendisini "Dağların Kadını" olarak tanıtıp endüstrinin başbelası haline gelir, hükümet güçleri tarafından aranmaya başlar. Tüm bunlarla uğraşırken uzun zamandır beklediği bir haber alır, evlat edinmek için başvurduğu kızçocuğu Ukrayna'da onu beklemektedir. Halla annelikle çevrecilik arasında kalmıştır, bundan sonrasını filmi izleyip görün derim, zira çok keyifli bir yapımdı. Film müziklerinin ezgi olarak değil de bizzat perdede, oyuncuların arkasında çalan üç kişilik orkestra ve üç Ukraynalı koro kadını tarafından gerçekleştirilmesi filmin en hoş unsurlarından biriydi. IMdb puanı 7,6 olan filmi imkanınız varsa kaçırmayın:


Bugünlük bu kadar, kalın sağlıcakla...

11 Mart 2019 Pazartesi

11 MART (SEÇME SAÇMALAR)

Şubat'ta her gün yazınca yorulmuşum galiba, eski, haftalık rutinime döndüm. Bundan da fazla ara açmayayım da bir haftaya razıyım, dinimiz amin. Sakin geçeceğini umduğum ama inadına hareketli bir hafta geçirdim. Hava da bir güzeldi ki gel de, evde otur. Evden dışarıda ilk maceram az daha cerrahi bir operasyonla sonuçlanıyordu. Birkaç gün önce sabah uyandığımda gözkapağımda bir ağrı hisettim. Önce böcek, sinek falan ısırdı sandım ama baktım ki iltihap topluyor, birkaç kere pomad uyguladım ama kızarıklık geçmeyince haydi bir doktora göstereyim dedim. Özel bir tıp merkezinden randevu aldım, damla, merhem verir diye düşünüyordum. Danışmaya uğradım, makineye elimi öptürdüm, barkodlarımı aldım, üst kata, göz servisine çıktım. Oldukça kalabalıktı, aksilik heyet muayenesi gününe denk gelmişim. Mecburen oturup bekledim, beklerken Max Aub'dan Karga Jacobo'nun yazdıklarını okudum. Sonunda çağrıldım, derdimi anlattım, gözkapağım ters çevrilip aletle bakıldı ve doktor yüzüme karşı idam hükmümü okudu: "Kist oluşmuş burada, ilaçla dağılmaz, cerrahi müdahale yapacağız". "Honk!" ve de "Zonk!". Ben daha ağzımı açamadan "10 dakikalık bir işlem, küçük bir kesi yapıp alacağız kisti, hemen yaparız isterseniz" dedi. Hediyesinin 450 lira olduğunu da cümle içinde belirtti. Hediyesine biçilen pahadan vazgeçtim, ilaç almak için geldiğim yerde kesilmek biraz içime oturdu. "Şeyy" dedim, "ben bir kocama danışsaydım". Kocam demedim tabii, deplasmanda çok kibar bir insanımdır, eşim diye bahsettim kendisinden. Böyle derken de kendimi çok kılıbık hissettim, "kocama danışayım, yoğusam kızar bana". Niyetim 450 liradan ve kesilme olayından kırmak. Gözkapağım çok kıymetli, rastgele kestirir miyim yahu! "İyi" dedi kesici bey bozuk bir ifadeyle, "danışın bakalım kocanıza-pardon eşinize". Merdivenleri üçer-beşer inip kaçacaktım ama Cevriye izin vermedi, ağır ağır indim bu merdivenlerden, eteklerimde olmayan bir yığın yaprak, ve bir zaman baktım hastane binasına ağlayarak. Ahmet Haşim'e bir selam yollayıp kırdım kirişi. 

Haftasonuna kadar kesmeyi sevmeyen bir doktor arayışına girdim. Kimini ben beğendim eş-dost önermedi, kimini eş-dost önerdi, ben beğenmedim. Malum sütten ağzı yanan dondurmayı-yok yav o yoğurt olacaktı-üfleyerek yer. Neyse sonunda birinde anlaştık ama maalesef randevu ancak bugüne verilebildi. Sonuçta yoğun bakımlık bir durumum yoktu, bekledim. Sabah belirlenen saatte hastanenin yolunu tuttum, yine makineye elimi öptürdüm, evraklarımı aldım ve çıktım önerilen kata. Beni genç bir hemşire hanım karşılayıp öncelikle göz tansiyonumu ölçmek üzere aletin önüne oturtturdu. Alet bir-iki kez suratıma tükürdükten sonra sırayla gözlerime de tükürdü. Sıkıntılı bir durum olmadığını anladık. Doktor belirlenen saatten biraz geç gelince Karga Jacobo'un kalan kısmını da okuyup bitirdim. Kısmetsiz bir karga imiş bu Jacobo, zaten anlattığı yer toplama kampı idi, anlattıklarını okumak da hastane köşelerine nasip oldu. Jacobo'nun son sözlerini okuduğum sırada sıram geldi, girdim içeri, derdimi anlattım. Kist oluştuğunu, daha önce bir doktor arkadaşın kesim yapmak istediğini söyleyince adamcağız şaşırdı. "Kist falan yok burada" dedi, ben ısrarla tekrarlayınca bir kez daha baktı ve yine bir şey göremedi. Meğer gözüme 450 lira kaçmış, onu çıkaracakmış önceki. Antibiyotikli bir damla yazıp sıcak pansuman önerdi, gelmişken bir de ihtiyacım olmasa da yakın gözlüğü istedim, onu da reçeteledi sağolsun, gayet kibarca vedalaştık. Vay canına sayın takipçilerim neredeyse hem gözden, hem cüzdandan olacağıdık, direkten döndük. 

Göz meselesi hallolmayı beklerken ben arkadaş buluşmaları, kuzen görüşmeleri, Kadınlar Günü kutlamaları, konser dinlemeleri, belgesel izlemeleri yapıp durdum. Bol bol taksiye, az az otobüse bindim, daha da az yürüdüm, malum Cevriye tetikte. Taksicilerle mecburiyet sohbetleri ettim, dalgın dalgın camlardan baktım, mağaza isimleri okudum. "Rotterdam Tattoo Piercing" yazısını "Rotterdam tatlı pirinç" anlayıp, "Hollanda'da pirinçler tatlı oluyor galiba"diye düşündüm, Kadınlar Günü yürüyüşü ertelendiği için kapanan yollar nedeniyle bindiğim taksiden yarı yolda inip normalde gideceğimden daha fazla yürüdüm. Fotoğraf tabettirmeye girdiğim fotoğrağçı tab yaptırdığım için beni kutladı, "ilerde torunlarınız bakar bu fotoğraflara" diyerek henüz doğmamış torunlarım için bir şey yaptım duygusuyla gururlanmama sebep oldu 😃 Dün bindiğim otobüs feci halde sucuk kokuyordu, önce elinde poşet olan tüm yolculara nefret dolu bakışlar atıp günahlarını aldıktan sonra şoförün elindeki aile boyu sucuklu tostu farkettim. Öyle böyle değil, neredeyse bir bütün ekmeğin içinde muhtemelen bir kangal sucuktan oluşmuş tostu yol boyunca direksiyonlu elleriyle yiyip dünyadaki bütün sucuklu tostlardan tiksinmeme sebep oldu. Her yuttuğu sucuk lokmasından sonra da telefondaki kişiye cevap verdi. Haybeye yaşıyoruz bu memlekette biz, sürücümüz sucuklu tost yerken biz çalkalana çalkalana yol aldık otobüsün içinde. Önceki yıllardan birinde direksiyona serdiği gazeteyi okuyan belediye otobüsü şoförü de görmüştü bu gözler, sucuklu tost ne ola ki. 

İyi şeyler de oldu tabii ki, Opera Sahnesi'nde "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" nedeniyle düzenlenmiş harika bir konser izledim. Hakan Aysev, Meriç Karataş, Emel Öziş ve Pınar Tekol'un sahne aldığı gösterim tek kelimeyle nefisti.




"Dünya Emekçi Kadınlar Günü"müzü de arkadaşlarla birlikte emekli emekçiler olarak kendimize çektiğimiz bir ziyafetle değerlendirdik. 

Bunca şeyin üstüne artık dinlensem diyordum ki arkadaşım aradı ve yönetmen Bilge Olgaç anısına düzenlenmiş bir belgesel gösterimi ve söyleşiye katılmayı önerdi. Geri çevirmedim tabii ki, ardından da aşağıdaki manzaraya karşı çaylarımızı içtik:


Galiba biraz yorulmuşum, Cevriye uyarı verip duruyor. 2-3 gün gönlünü yapmayı planlıyorum. Hayli uzun bir yazı yazdım sanırım, burada keseyim, gidip 600 sayfalık tuğlamı okumaya devam edeyim. "Amerikana" nefis bir kitap, okuması uzun sürse de değiyor. Haydi kalın sağlıcakla, aman gözlerinize gözünüz gibi bakın 😃

4 Mart 2019 Pazartesi

4 MART (ŞUBAT OKUMALARI)

"Mart diye bahar geldi" demiş bir şiirinde Yılmaz Erdoğan. Gelip gelmemekte sanki biraz kararsız, cuma ve cumartesi gerçekten bahar havası yaşadık ama gece öyle bir yağmur indirdi ki şimşekler, gökgürültüleri, "Amman" dedik "bahar geri gitti, yarın Runatolia koşusu nasıl olacak?". Gel gör ki sabah yağmur dinmiş, hava bulutlu idi, öğleye doğru da güneş çıktı. Belli ki bahar kapris yapıyor. Zaten ağaçlar çoktan çiçeklendi de yapraklar bile çıkmaya başladı. Baharı bekleyen kumru modunda Şubat ayında okuduklarımı paylaşayım istedim bugün. Ocaktaki eksiklerimi tamamlamak için var gücümle okudum bu ay, yılın 21. kitabını yarılamışken Mart geldi. Şimdi neler okumuşum bir görelim:
 

-Şubatın ilk kitabı Hernan Ronsino'nun kaleme aldığı "Raydan Çıkan Trenler" oldu. İflah olmaz bir trenkolik olduğum için adına aldandım mı desem, ne desem bilemedim. Arjantin'de geçen bir olayın dört farkli kişinin ağzından anlatıldığı ve sonunda çözüme ulaştığı bir öykü bu. İlginç olan benim dışımda pek çok kişinin olumlu eleştiri vermesi ama ben sevemedim...


-Kısa bir süre öncesine kadar Milliyet gazetesindeki köşe yazılarıyla tanıdığımız Gökçer Tahincioğlu'nun kitabı "Mühür" bir Türkiye anlatısı adeta. Tarikatlar, din istismarı, kayıp çocuklar, çıkar ilişkileri, bağnazlık akıcı bir anlatımla okuyanı sürüklüyor...


-Benim kitabımın da çıktığı Ayizi Yayınevi'nin yayın hayatına son vermeden evvel piyasaya sürdüğü son kitap "Kural Tanımayan Bir Moda Kılavuzu". 21 yüzyılın beden politikaları ve modaya bakışı feminist bir yaklaşımla ele alınmış. Meraklısı için iyi bir rehber. Yanında bonus olarak da fotoğraftaki şahane "Yazmaktan Vazgeçme" posteri var...


-Dizelerin efendisi Şükrü Erbaş'ın son şiir kitabı "Otların Uğultusu Altında" ve her zamanki gibi çarpıcı ve oldukça hüzünlü...


-Bu ayın en severek okuduğum, en etkilendiğim kitabı oldu Kemal Varol'un "Aşıklar Bayramı". Baba-oğul hesaplaşmasına dair bir kitap bu ama insan okurken kendi ile de hesaplaşıyor bir yandan. Adeta hüzünlü bir türkü idi, ezgisi uzun süre yüreğimde duracak...


-"Ece" bir çizgi roman serisinin 5. kitabı, günümüz çalışma hayatının, bir gazete ofisinde olup bitenlerin yansımasını görüyoruz Ece'yi anlatan karelerde. Eğlenceli...


-Albert Sanchez Pinol'un "Soğuk Deri"si oldukça ilginç bir okuma oldu benim için. Fantastik unsurların da yer aldığı kitap aslında gerçeği fantastik kılıfında vuruyor insanın yüzüne. Antarktika'nın ıssız bir adasına meteoroloji uzmanı olarak bir yıllığına giden kişiye adada arkadaşlık edebilecek fener bekçisinden başka kimse yoktur, o da bu işe pek gönüllü değildi. Zaten hiçbir geminin uğramadığı bu adada fener niye vardır, o da tartışılır. . Başlangıçta sakin görünen ada yaşamı da karanlığın çökmesiyle birden değişir. Farklı bir okuma deneyimi yaşamak isteyenlere öneririm...


-Hatice Meryem'in ilk kitabı "Sinek Kadar Kocam Olsun"dan bu yana sıkı takipçisiyim. Hafiften ironik dili ve akıcı anlatımını severim. "Yetim" yazarın son kitabı, anası-babası sağ olsa da yetim olabilme halini anlatan bir kız çocuğu var bu kitapta ki anlattıkları insanın içini üşütüyor. Yer yer korku filmi gibi geliyor insana okudukları. Tavsiyemdir...


-"Yalan Satıcısı" roman içinde roman gibi, bir yazım sürecini kahramanları içiçe geçirerek anlatıyor. Keyifli bir kitap, paragrafların içinde yer yer Nilüfer'e de rastlamak mümkün...


-Mine Söğüt'ün son kitabı "Gergedan" oldukça sert ama bir o kadar da gerçekçi bir kitap. Yer yer ürkerek okuyorsunuz, bu kelimeleri nasıl bulup yazdı diyerek hayran oluyorsunuz, keşke ben de böyle  yazabilseydim diye imreniyorsunuz, hasılı bir süre etkisinden kurtulamıyorsunuz. Kesinlikle okunmalı...


-Takipçilerim bilirler, polisiyeyi, özellikle de yerli polisiyeyi çok severim. Hele de yazarı kadınsa daha da çok ilgimi çeker. Nuray Atacık'ı da "Fener Balığı" ile tanımış ve tarzını ve kahramanlarını çok sevmiştim. İkinci kitabı "Bukalemun"da hem kahramanlarla hasret giderdim, hem de iyi bir polisiye okumanın keyfine vardım. İkinci kitap birinciyi sollamış diyebilirim. Polisiye sevenler kaçırmasın...


-"Tanrı Gözünden Irak"ı tercih sebebim Macar edebiyatına olan sevgimden kaynaklı idi. Lakin o sakin ama derinden havayı bu kitapta bulamadım. Küçük bir kasabada, öğretmen, papaz, diyakoz, doktor ve kasabanın diğer ahalisi arasında geçen bir öykü bu. Tüm bu erkek güruhu öğretmenin genç, güzel ve cilveli karısına ağızları sulanarak bakarlar. Kadın ilgi ve sevgi açlığıyla, küçük kasaba muhafazakarlığı arasında sıkışmıştır. İşin içine bir de yanlarında kalan lise öğrencisi yeğen girince işler iyice karışır ve dedikodu alır yürür. Doktorun öğretmene bilinçli olarak "Bay Bovary" diye hitabı kitaptaki en ironik nokta idi. Lakin anlatımdaki, yoksa tercümedeki bir şey mi kitabı zevk alarak okumamı engelledi. Kısacası tavsiyemdir diyemeyeceğim...


-"Koşarken Belli Olmaz"ı Goodreads'taki olumlu eleştirilere bakarak satın almıştım. Kitabın yazarı Burcu Arman'ın Instagram'da takipçisi olduğumu tesadüfen öğrendim (Beyaz Kadın Çatal Dilli). Bir ilk kitap olmasına rağmen son derece derdi toplu yazılmış, okurken insanı sürükleyen, ucu açık noktalar bırakmadan finale ulaştıran bir kitap olmuş. Gazeteci Nisan'ın ve komşusu Mutlu'nun öyküsünü siz de seveceksiniz, tavsiyemdir...


-Norveç edebiyatını ve özelinde Per Petterson'u çok severek okuyorum. "Reddediyorum" yazarın okuduğum üçüncü-ve en sevdiğim-kitabı oldu. Yıllar sonra karşılaşan iki çocukluk arkadaşının izleğinde geçmişe dönüyor ve farklı kişilerin ağzından olayları çözümlemeye başlıyoruz. Dostluk üzerine, aile ilişkileri üzerine, hayatın zorlukları üzerine, bezginlik üzerine sakin ve sade bir dille yazılmış nefis bir kitap, tavsiyemdir... 

Yeni kitaplarda görüşmek üzere...