.

.
.

28 Mart 2022 Pazartesi

AND "YUMRUK" GOES TO.... / 28 MART

 Konuklarım var 2 gündür, hem de en kralından. Biraz da üşütmüşüm o yüzden fakıs çekip Akademi'ye "Beni bağışlayın bu yıl katılamıyorum, eksikliğimi hissedeceksiniz ama mazeretim var asabiyim ben" dedim. "Amman" diye cevap verdiler, "kendine mukayyet ol, sen bize lazımsın, madem mazeretin var, zoom linki yolluyoruz, varlığından bizi mahrum etme sanal da olsa". Aramızda kalsın bünyem müsaade etmedi gecenin bir yarısı zum başında oturmaya, zaten zamlanmışız, bir de zumlanmayalım dedim homini gırtlak, pufidi kandil, tumba yatak yaptım. Olan biteni de sabah medya kanallarından öğrendim. Ve fekat eğlenceliymiş, keşke gideydim 😃

Will Smith abimiz bu yıl benim de gönlümün kralı idi ama o son yumruğu atmayacağıdı. Enn Errkekk olduğunu ısbatladı da kalbimizi de şangıradak kırıverdi. Karısına laf söyletmeyen kocasın tamam amma bu işin de bir yolu yordamı var, alırsın ödülünü sokarsın lafını, yumruk neyin nesi. Hoş tamamen mizansendir belki ama yine de olmadı. Aşağıda "Ennn Erkekk Oyuncu" ödülünü yumruğuyla pekiştiren Will Smith ve ütülemeden giydiği koç kuyruklu elbisesiyle zevcesi görülmekte:

Kırmızı halıda gözüme ilk çarpan Nicole ablamız oldu. Çocukluğundan beri en büyük arzusu olan geniş basenlere bir türlü kavuşamayınca terzisine rica etmiş, o da kırmamış, bir Hatça Yenge baseni ekleyivermiş:


David Oyelewo törene Sümerbank basmasından bir takımla katılmıştı. Terlikleri ise Mahmutpaşa'da özel yaptırmış, törenden sonra evde de giyerim, rahat bir şey olsun demiş.


Maggie Gyllenhaal'i Dorik bir sütunun için hapsedip üzerine de bir sıra altın süs kakmışlar. "Tören bitene kadar kıpırdamadan otur" demişler.  Sütun başlığındaki çıkıntılar vestiyer dolunca artan paltoları asmak için eklenmiş.

Derken gözüm Uma Thurman'a çarptı. Tabancayı, tüfeği, kılıcı bırakıp "Bu işler benden geçti artık, daha faydalı işlerde çalışmak istiyorum" diyerek öğretmenliğe başvurmuş, atanması gerçekleşince de kutlamak için son bir defa partiye katılmış:


Venüs Williams beyaz elbisesinin göğüs kısmına lomboz açtırmış, "Oynamadık ama ilham olduk" havasıyla poz vermiş: 

Serena Venüs'ten aşağı kalır mı? Onun giysisi de Olgunlaşma enstitüsünde dikilip nakış sınıfı kızlarının el emeğiyle işlenmiş. Ayakkabıları ben ödünç verdim, gençliğimden kalma, hatıra olarak saklıyordum, işe yaradı.

Diane Warren evden çıkarken aniden geri dönüp çocukluğundan kalma kasetçalarını da yanına almış, "Müziksiz duramayan birisiyim, çalanları beğenmezsem kendi müziğimi yaparım" diye düşünmüş olsa gerek. 

Eva von Bahr gezici müze kılığında boy gösterdi kırmızı halıda. "Heykelim olmadan asla" diyerek koluna taktığı büst ve eteklerindeki tablolarda sanatsal yönümüze hitabetti sağolsun:

Jessica Chestain En İyi Kadın Oyuncu dalında Kristen Stewart ile birlikte adayımdı, heykeli kucaklayıp mahcup etmedi beni ele güne karşı. Giysisine bir isim bulmamı istediğinde "Eflatun bir grup vakti karnabahar tarlası" ismini verdim, çok beğendi. Karnabahar deyip geçmeyin en pahalı sebzeler arasında.

Aunjanue Ellis, Serena ve Venüs'ün annesi rolünde çok iyiydi ve adaylığı hak ediyordu doğrusu ama 4 çocukla geçim derdi omuzlarına binmişken, bir de kızların tenis malzemesi masrafları da eklenince müsriflik yapmayım demiş ve gelinliğini boyatıp giyerek katılmış törene:


Billie Ellish tam tören öncesi ciddi bir karın ağrısı krizi geçirmiş belli, sıcak tutsun diye içine giydiği elektrikli battaniye belli olmasın düşüncesiyle garajda duran siyah çadırı üstüne geçirip gelmiş. Gelgelelim karın ağrısının devam ettiği elinin yerinden ve yüzünün ifadesinden belli, geçmiş olsun canım... 

Sadece Aunjenue değil gelinliğini boyatanlar arasında Kirsten Dunst da varmış. Koca çiftliğe gelin gittin ayol, al yanaklı kocan sana bir tuvalet alamadı mı, yazıklar olsun. Kesin Cumburlop kaynın engellemiştir.

Cumburlop demişken, kendisi çekmiş smokinleri üstüne, karısını da yazlıkta akşamüstü iki kadeh atmaya giderken giydiği kokteyl kıyafetiyle getirmiş, cimri bu belli. Kadın nasıl da mahzun duruyor baksanıza:

Kodi kardeş, mavi takım elbisen idare eder de o ayağındakileri babaannen mi örüp giydirdi, ne etti?

 
Lily James tören günü uyuyakalınca üzerindeki gecelikle katılmaya karar vermiş, geçerken bana uğradı, annemin birkaç ipek örtüsü vardı çeyizime koyduğu, onları verdim şal gibi kullansın diye. Bebek pembesi geceliğini sevdiğim:

Arkadaşlar Wesley Snipes'in kostümü için tek laf edersem taş olurum. Kurumuş gül rengi takımıyla bugüne kadar gördüğüm en şık erkek. 

Timotimiz de aceleyle gömleğini unutmuş. Gençlikte olur böyle şeyler, kimbilir aklı nerelerdeydi çocuğun:


Timoti gömleğini Kristen Stewart da pantolonunu unutmuş sanırım:


Dianne Guerrero'nun kolu bacağı nerede çözmeye çalışırken karşıma  İskeletor kostümüyle  Rickey Thompson  çıktı.



Penelope'muz aday olduğu filmde en sıradan rolünü oynarken bunca yıl sonra keşfettiğimiz Skoda bacaklarını bu papyonlu tuvaletiyle örtmesi iyi olmuş. Cepleri özellikle koydurmuş ki sonuçları beklerken heyecanını oraya doldurduğu fındık-fıstıkla bastırsın:


Olivia Colman neden bu kadar muhafazakar bir kostüm tercih etmiş anlamadım, alüminyum folyadan katlanarak yapılmış gibi duran tuvaleti şık bile değil üstelik:

Charlizimiz her zamanki gibi salonun en şık, en asil görünümlü kadını idi. Siyah kadife kutuya konmuş lületaşı bir pipo gibi uzattığı bacağıyla yırtmaçlı elbisesi çok sade ve güzeldi (Hep çamur atacak değiliz ya, güzele güzel diyoruz işte)


Rita Moreno nenemiz gençliğin sonuna, kocalığın önüne gelmişken giyeyim çılgın bir kostüm demiş ama Aysel Gürel'imize yanaşamamış bile:

En beğendiğim kostümlerden biri de Kevin Kostner'in eşinin giysisi oldu.


Oğluyla katılan Judi Dench nenemizin de hatırını alarak bitireyim bu yazıyı, daha çok geyik vardı ama ben yoruldum Oscar, gelme üstüme. Bir dahaki kırmızı halıda görüşmek üzere sağlıkla kalın. Muhabiriniz Leylak sevgiler yollar.
















25 Mart 2022 Cuma

CUMA / 25 MART

"Oldu en sonunda oldu, bim bam bom
Rüyalarım gerçek oldu, bim bam bom
Duyduk duymadık demesin hiç kimse
İşte ilan ediyorum herkese"
 
Kuşakdaşlarım bilir, asr-ı saadette Yasemin Kumral denilen bir ablamız vardı, çılgın şarkılar söylerdi. Kıbrıs Çıkartması sonrası "Girne'den Yol Bağlamışsa da Anadolu'ya" en meşhur şarkısı yukarıdaki idi: "Bim Bam Bom".

Her ne kadar Yasemin Kumral sonunda bir sevgili bulduğunu ilan ediyorduysa da benim sevincim o değil, bahar geldi dostlar, bahar geldi. Sonunda. Dışarıda hava miss! Güneş pırıldak, gökyüzü mavi, yeni dikilen kazulet apartmanlar yüzünden kıyısından köşesinden görebildiğim Bey Dağları'nda hala bir miktar kar olsa da beis yok, türküsü bile var karlı dağların, istenen bir şey bu:

"Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım
Bir asi rüzgar olsaydım olsaydım"

Bundan sonra yağmur da yağsa, poyraz da esse, hatta kar da serpse yemezler, hepsi geçer ve gider. Gelen bahardır...

3 gün önce bizim Moklukuyruk gelip balkon korkuluğuna kondu, aman Allahım, aklım çıktı. Hayvanı yine biri öyle bir didiklemiş ki elektrik akımına uğramış gibi görünüyor. Tüm tüyler havada, daha önce yolunup yeniden çıkan tüyler yine hırpalanmış, kanat ve karın altı tüyleri ise hallaç elinden çıkmış gibi didik didik. Kuyruk dersen tek telek kalmış. "Yavrum ne yaptılar sana?" dedim, uçtu gitti. Mahallede onlarca kumru var, hep bunu didikliyorlar. Diyorum ya kuş aleminin Charlie Brown'ı bu, tam bir loser. Elimden gelen üç öğün beslemek ama o hale getireni bir yakalasam var ya! Kesin kedinin biri musallat oldu buncağıza, aldım karşıma kahvaltı ederken, dedim ki: "Yavrum sen kuşsun, kimselerde olmayan bir kabiliyetin var, uçabiliyorsun, niye çırpıp kanatları kaçmıyorsun da salak gibi dayak yiyorsun. Kurtul elinden, havalan, yukarı çıkınca da kafasını nişanla, salla gübreyi". Kuş beyni işte, ne desem boş. 

Hafta sonu çocuklarım geliyor, keyifliyim. Havaların güzelleşmesine sevincim biraz da ondan. Hayatımıza biraz renk gelsin yahu, bunaldık, bıktık. 

Başka Sinema "Evde Festival" adıyla 10 filmlik bir online program yapmış. Toplu ya da tek tek bilet alıp evde izleyebiliyorsunuz. Esasen önümüzdeki hafta yoğun olacağım ama dayanamayıp 10 filmlik toplu bilet aldım, 89 lira toplu alırsanız. Şuraya linkini bırakayım. belki ilgilenen olur:
 
 
Ve hemen üç tanesini izledim. İlk sırada olduğu için "Çarkıfelek" ile başladım, bir Japon filmi. Yine minimum aksiyon, yine maksimum diyalog ve bilmeyene kafasına takunyayla vuruluyormuş gibi gelen Japonca. Adamlar konuşuyor mu, kavga mı ediyor belirsiz. Kimsenin anadiline laf etmek haddim değil ama bu da kulak yani. Üç farklı olay anlatılıyor filmde, farklı başlayıp umulmadık şekilde biten. İkinci olayda eski bir öğrencisi hem profesör, hem yazar olan kişiye kitabından bir bölüm okuyor. Yahu adam sanki robot. Ne bir mimik suratında, ne gözlerinde bir ifade, ne bir hareket. Bir an kör olduğundan şüphelendim, kadın karşısında okuyor, adam niyeyse kadına değil kadının kafasının üstündeki bir noktaya bakıyor. Ruhum daraldı yemin ederim. Yine son bölüm nisbeten daha izlenesiydi. 


Bu sabah çok erken uyanmışım, haydi dedim bir film daha izleyeyim, dünkü takırtıdan sonra biraz eğlenceli bir şey seçeyim dedim, afişine aldanıp "Silent Night" isimli bir film seçtim. Meğer çemçük Keira varmış başrolünde. Her şey iyi başladı, eski lise arkadaşları geleneksel olarak her Noel'i birinin evinde toplanarak geçiriyorlarmış, katılanları eşleri ve çocukları ile yolda görüyoruz Keira'nın evine giderken. Sarılıp sarmaşıyorlar, arada birbirlerine laf sokuyorlar falan sonra Noel sofrasına oturuluyor. Derken anlaşılıyor ki Ruslar'ın attığı bir gaz bombası dünyayı yok edecek, acılar içinde ölmemek için de son anda bir hap içilmesi gerekiyor. Hay bin kunduz, zamanlama muhteşem, buyur buradan yak. Onca şık tuvalet, güzelim yemekler, süslü hediye paketleri telef oldu. Ruh durumumu ise hiç sormayın, savaş karşıtlığı, iklim krizi vs güzel de, şu süreç hiç uygun değildi yahu. 
 

 Neyse sonunda kafamı dağıtacak bir tane buldum da rahatladım, var mı Fransız filmleri ve Marion Cotillard gibisi zaten. Her ne kadar "Cesaretin Var mı Aşka?" gibi Yeşilçamvari bir isim taksalar da film eğlenceliydi, Marion'un varlığı yeter zaten:


Sabah sabah bünyeye iki doz film indirince haliyle kafa biraz dumanlandı, ben en iyisi çıkıp bir yürüyüş yapayım şu güzel havada. Giderayak şu bahar dalını da buraya bırakayım:





21 Mart 2022 Pazartesi

EKİNOKS, NEVRUZ, BAHAR / 21 MART

Antalya bizi bu kış iyi üşüttü, hele civara kar yağarken adeta dondurdu. Günlerdir süren soğuk bugün yerini güneşli bir havaya bırakınca fırsat bu fırsattır diyerek attık kendimizi dışarı, hafiften esen rüzgarı da pek ciddiye almadık. Rotamızı uzun tuttuk bugün, eve nisbeten uzak olan en sevdiğimiz parka yürüdük. 

Normalde yapraklar yeşermiş, yerler papatya dolmuş, çiçekli ağaçlar açmış, Kıbrıs akasyaları ponponlarını çıkarmış olurdu ama hiçbiri yoktu henüz. Yaprak dökmeyenler dışında tek yeşeren ağaçlar gölet kıyısındaki günnüklerdi, diğerleri henüz çıplaktı. Mercan ağaçlarında tek tük kırmızı çiçek vardı, geri kalanlar "Haftaya inşallah" diyerek göz kırptılar. Nasıl bahar başlangıcıysa bu?

 
Parkın yegane hüdayinabit çiçekleri bu sarışınlardı.


Şu arkadaş parktaki bu palmiyenin altını mesken edindi, elinde elektro sazı, üzerine oturduğu amfisi ve sesiyle eşlik ettiği türküleriyle ziyaretçilerin neşesine neşe katıyor (!) Biz geçerken Ankara yöresinden çığırıyordu, yüzümüzden anladı galiba Angaralı olduğumuzu 😃 Ekmek parası işte, bu vatandaş da çalıp söyleyerek üç-beş kuruş kazanma derdinde. 

Parktaki kedi popülasyonu mu artmış, bize mi öyle geldi, Mart nedeniyle konuklar mı gelmiş bilemedik ama bir kısmı göbüşü şişirmiş yüklü miktarda tüylü arkadaş güneş altında keyif yapıyorlardı. Hele bir grili beyazlı vardı ki bu kadar mı güzel olunur 🐈🐱
 


Buraneros blogdaşımız bugün "Martı Gölü Bale Süiti" adıyla çok keyifli bir yazı yazmış, tıklayıp okuyabilirsiniz. Bizim gezi de gölet etrafında dolaşınca bir nevi "Ördek Gölü Bale Süiti" oldu. Aslında üç baba kaz vardı, bembeyaz. Küçük bir kayanın üstünde şahane poz vermişlerdi ama telefonun zoomu ne yazık ki istediğim netliği verememiş, bu nedenle yukarıdaki ve aşağıdaki arkadaşlar oynadı balenin başrolünde 😃

Parkı boylu boyunca katedip Kültür Merkezi'nin yanındaki cafede kahve molası verdik, hem de biraz dinlenmiş olduk, eve döndüğümüzde telefonun bildirdiğine göre 13.000 adım atıp, 7 kilometre yürümüşüz.

Kahveleri bünyeye yollayıp yeterince dinlenince eve dönmek üzere yola düştük ama ayrılmadan önce bu tür postlarda Bey Dağları'nı görmek isteyenleri bu zevkten mahrum bırakmayayım:

Dönüşte haftalık rutinimizi gerçekleştirdik ve mahallemizin pidecisine uğradık. Pidecinin sahibi ile neredeyse akraba modundayız. Mekanı yıllar önce, oğlum daha ilkokula bile gitmezken babam ve oğlum keşfetmiş heyecanla "Sizi çok iyi bir pideciye götüreceğiz" diye gelmişlerdi. Hazırlanıp takıldık peşlerine annem, kardeşim ve Kocam Bey'le. Aaa, gide gide gittik ki gecekondudan hallice bir yer. Nasıl salaş, kocaman bir hayal kırıklığı, "Bu mudur yahu iyi dediğiniz pideci?" dedik. "Dükkanı mı yiyeceksiniz" dedi babam, "hele bir pidelerin tadına bakın". Baktık, bakış o bakış. O zaman, bu zaman aile pidecimiz oldu çıktı, hiçbir yerde o pidelerin tadını bulamıyorum. Sonradan dükkan yenilendi, düzenlendi. Kalfa usta oldu, kalfanın oğlu büyüdü, dükkana yardımcı oldu, getir-götür işlerine baktı, evlendi, çocuğu oldu, yani aile tarihlerine de şahidiz. Kendimiz abone olmakla kalmadık emekli olmadan önce okula yakın bir yerde yemek yenecek yer olmadığı için her gün onlarca pide siparişi vermeye başladık. Ticaret Lisesi'in resmi pidecisi haline geldi, hepimiz o süreçte kilo aldık 😃 Hala çocuklar ne zaman Antalya'ya gelse ilk işimiz oraya gitmek olur, vefalı müşterileriz anlayacağınız. Park dönüşü de kuşbaşılı pideleri yedikten sonra geldik eve, afiyetimiz olsun 😃

Bugün Ekinoks'un yanı sıra Dünya Şiir Günü imiş. O halde Turgut Uyar'ın "Ekinoks" isimli şiirinden birkaç dize ile bitireyim bu yazıyı:

"insan yaşlandıkça kurtulur" demiş birisi
korkudan, belki yılgınlıktan ve başka bir şeylerden
oysa yaşlandıkça bulunur mavinin en iyisi
akasya çürür, tren hızlanır, eller ufalır gibi
kim yitirir sözgelimi bir başkasının bulduğunu
evet kim yitirir, kim bulur
herhangi bir akşam alacası değil ki bu
 
Turgut UYAR

18 Mart 2022 Cuma

OSCAR YAKLAŞIRKEN / 18 MART

Oscar ödül töreni yaklaşmakta, 27 Mart'ı 28 Mart'a bağlayan gece takkeler düşecek, keller görünecek. O gün gelmeden tahminlerimi burada paylaşayım istedim, bakalım ne kadarını tutturabileceğim. En İyi Film, Yönetmen, Kadın ve Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın ve Erkek Oyuncu dallarında aday olan filmlerin hepsini izledim, yarım bıraktıklarım oldu, tarzım olmadığından ama çok değil, 1-2 tane ancak. İzlediklerim hakkındaki yorumlarımı da önceki postlarımda paylaşmıştım. Bugün Uluslararası En İyi Film Dalında aday olan filmlerden biraz söz edip tahminlere geçeceğim. 5 film yarışıyor bu dalda, bunlardan sadece "Lunana: A Yak In The Classroom" hariç kalanları izledim, "Lunana"yı hiçbir kaynakta bulamadım, ödül alırsa çıkar elbet ortaya diyelim ve filmlere geçelim:

1- "Drive My Car"dan daha önce bahsetmiştim, tekrar yazmayacağım. Aklımın ta başından beri ermediği niye bir film hem En İyi Film, hem Uluslararası En iyi Film dalında aday gösterilir. Vardır bir bildikleri diyelim ve geçelim diğerlerine. 

2- "Flee/Kaçış" bir animasyon film ve hem Uluslararası, hem Animasyon, hem de Belgesel dallarında Oscar adayı. Son zamanlarda hayatımızın içinde olan bir konuyu, mültecilik konusunu ele alıyor, gerçek bir hikayeden uyarlanmış, o nedenle belgesel niteliği de var. Afganistanlı Amin Nawabi'nin ülkesini Taliban'ın işgalinden sonraki kaçış öyküsünü animasyon olarak canlandırmış yönetmen Jonas Poher Rasmussen, Yönetmenin filmin kahramanı Amin'le çocukluk arkadaşı olduğunu da basından öğreniyoruz. Amin'in zorlu yolculuğu, Rusya'ya sığınması, batıya geçeceği günleri beklemesi, bu arada yaşadıkları bana Fabien Toulme'nin "Hakim'in Yolculuğu" isimli üç ciltlik grafik romanını hatırlattı. O da gerçek bir kaçış, mültecilik öyküsüydü. Amin'in yerinde Suriye'li Hakim vardı ve Fransa'ya ulaşana kadar yaşadığı zorlu yolculuk anlatılıyordu. Dünya üzerinde ne çok acı ve bu acıları arttıran ne çok karar verici var. "Flee" çok iyi bir film ama Uluslararası dalda ödül alır mı bilmiyorum. Animasyon dalı daha olası görünmekte.

3- "The Hand Of God" bir İtalyan filmi ve yapımcılığını Netflix üstlenmiş. Eminim filmi çoğunuz izlemişsinizdir, o yüzden çok detaya girmeyeceğim. Filmin ana karakteri Fabietto adında bir genç ve film de onun büyüme hikayesi üzerine kurulu. Anne ve babasının kaybı, abisiyle olan ilişkileri, komşuları, futbol sevgisi ve Maradona filmin ana temaları. Bunlar arka fonda Fabietto'nun büyüme öyküsüne eşlik ediyorlar. Napoli'de geçen filmin, yönetmeni Paolo Sorrentino'nun yaşam öyküsünden izler taşıdığı da biliniyor. Film bence ortalama, Sorrentino'nun "Muhteşem Güzellik" ve "Gençlik" gibi ilginç ve doyumsuz filmlerinden sonra "The Hand Of God" çıtayı biraz düşürdü sanki.

4- "The Worst Person In The World" Norveç yapımı bir film. "Dünyanın En Kötü İnsanı" adıyla Türkçeleştirilen filmin bu adı taşımasının anlamını bilenden bir ipucu rica edeceğim 😃 Ana karaterimiz Julie adında 30 yaşlarında bir kadın, hayatta ne yapacağına bir türlü karar verememekte. Tıp eğitiminden psikolojiye, psikolojiden fotoğrafçılığa atlıyor ama hiçbirinde de tam anlamıyla dikiş tutturamıyor, bu arada kendisinden epey büyük bir çizgi romancı Aksel ile tanışıyor ve birlikte yaşamaya başlıyorlar. Ancak Julie'nin kararsızlığı sürüyor, Aksel'den davetsiz gittiği bir düğünde karşılaştığı Eivind'e kayıyor gönlü. Bu anlattıklarımdan filmin çok da matah bir şey olmadığı, çok bilinen bir konuyu işlediği düşünülebilir ama anlatım o kadar güzel ki bir an bile sıkılmadan takip ediyorsunuz filmi. Uluslararası alanda benim oyum Kuzeylilerden, yani bu filmden yana, bakalım bekleyip göreceğiz.

"Lunana"yı izleyemediğimi söylemiştim, şimdi gelelim tahminlere. Yan dallara girmeyeceğim ana dallarda benim almasını istediklerim ve Akademi'nin verecekleri şeklinde bir tahmin yürüteceğim. 

-EN İYİ FİLM:

Benim tercihim: BELFAST (Yedek: The Power Of The Dog)
Akademi'nin tercihi: DRIVE MY CAR 

-EN İYİ YÖNETMEN:
 
Benim tercihim: Kenneth Branagh/Belfast (Yedek: Spielberg)
Akademi'nin tercihi: Hamaguchi/Drive My Car
 
-EN İYİ KADIN OYUNCU:
 
Benim tercihim: Kirsten Stewart/Spencer (Yedek: Jessica Chastein/The Eyes of Tammy Faye)
Akademi'nin tercihi: Benimle aynı ya da Olivia Colman olabilir

-EN İYİ ERKEK OYUNCU

Benim tercihim: Will Smith/King Richard (Yedek: Andrew Farfield/Tick, Tick, Tick...Boom!)
Akademi'nin tercihi: Benedikt Cumburlop/Power Of The Dog
 
-EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU:
 
Benim tercihim: Aunjanue Ellis/King Richard (Yedek: Ariana DeBose/West Side Story)
Akademi'nin tercihi: Benimle aynı olabilir
 
-EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU:
 
Benim tercihim: Troy Cotsur
Akademi'nin tercihi: Aynı olabilir ya da Codi Smith Mcphee'den yana da kullanabilirler
 
-EN İYİ ÖZGÜN SENARYO:
 
Benim tercihim: The Worst Person In The World
Akademi'nin tercihi: ???
 
-EN İYİ UYARLAMA SENARYO: 

Benim tercihim: Lost Daughter
Akademi'nin tercihi: Dune

-EN İYİ ULUSLARARASI FİLM:

Benim tercihim: The Worst Person In The World
Akademi'nin tercihi: Drive My Car

Bekleyip göreceğiz...
 
 
 


17 Mart 2022 Perşembe

YEMEKLİ, ÇİÇEKLİ GÜN / 17 MART

Sonunda ilerleyen saatlerde kaybolmayan güneşli bir güne uyandık. Akdeniz ikliminde mûkim sandığımız Antalya bu kış yaptığı soğukla kara iklimi, döktüğü yağmurla tropik iklim arasında gidip geldi. Önceki yıllarda geçtik Mart'ı, ne Ocaklar, ne Şubatlar geçirmiş, sahilde, cafe teraslarında buluşmalar, kutlamalar yapmıştık. Haftalardır 2-3 arkadaş açık mekanda oturabileceğimiz bir buluşma programlamak için havanın keyfini bekliyoruz. 

Bir dost buluşmasıyla keyifli başlayan hafta sonum önce midemin, sonra kendimin bozulmasıyla tatsızlaştı. Midemin bir takvimi var, sayfalarını dikkatle çevirdiği. Uygun yaprağa denk geldiği anda uyum sürecine girerek canıma okuyor. Senede iki kez, mevsim geçişlerinde yürürlüğe giren bir takvim bu, hiç şaşmıyor. Yeni bir mevsime geçtiğini idrak edene kadar asit salgısını çoğaltıyor, ağrı düzeyini arttırıyor, tüm hazımsal faaliyetleri askıya alıp yediğim içtiğim her şeyi burnumdan getiriyor. Hafta sonu harekete geçti, cumartesi gecesi pik yaptı, şimdi yavaş yavaş aşağı doğru kaymaya başladı. "Soğuğa bakma kış bitiyor, çek baharlıkları" moduna geçti sanırım, bugün bir parça toparladı. Nabzına göre şerbet veriyoruz çaydanlığın ama her şeyin de bir sınırı var. "Yetti gari paşam" deyip günün menüsüne arabaşı çorbası aldım. 

Antalya yöresinde-özellikle yayla taraflarında-çok bilinen ve sevilen bir çorbadır arabaşı. Ben ilk kez Ankara'da, Karaman'lı komşumuz Nimet Teyze'nin elinden tatmıştım. Gençlik işte tadına pek varamasam da içimindeki ritüel çok keyifli gelmişti. Zaten insan gençlikte elindeki yeme-içme fırsatlarını değerlendiremiyor, her şeye burun kıvırıyor. O burun kıvırdığı şeylerin içine düşeceği zaman da iş işten geçmiş, ona dikkat, buna dikkat, şuna dikkat zamanı gelmiş oluyor. Bir arkadaşım, "Ben kilo almadım, damak zevkim gelişti, beğenmediğim bamya bile ne güzel yemekmiş" derdi 😃 Neyse ki artık tadına alışıp çok da sevdiğim arabaşının hala içilebilme olanağı var. Nimet Teyze sanırım tavukla yapardı ve yaptığı zaman komşuları davet ederdi. Bir nevi koyu tavuk çorbası bu arabaşı denen şey, özelliği birlikte yenen hamurunda. Yoksa un ve salçayı yağda kıvamlandırıp tavuk-hindi vs suyunu ekliyor, içine de dittiğiniz etleri atıyorsunuz. Ha eğer acıya karşı değilseniz bolca da pul biber. Çorba bu kadar basit, hamuru ise bir nevi şekersiz, unlu muhallebi gibi. Unu ve suyu karıştırarak pişiriyor, yayvan bir kaba döküp soğutuyorsunuz. İyice kaynatıp ağız yakacak sıcaklığa gelen çorbayı içerken kaşığınızı önce hamura sonra çorbaya daldırıyorsunuz. Hamurun önemi buradan geliyor, çok sıcak çorbanın ağzınızı yakmasını önlüyor. Töreye göre içilişi ilginç, bunu Nimet Teyzelerde öğrenmiştim. Tabii kalabalığa göre tutuluyor miktar, yapılan hamur büyük, yuvarlak bir siniye dökülüyor. Soğuyup katılaşınca ortasına büyücek bir çorba tasının sığacağı kadar bir bölüm kesilip çıkarılıyor ve oraya kaynar çorba kasesi yerleştiriliyor. Marş marş herkes sininin başına, sıralanın bakalım, kaşıkları da alın elinize. Önce hamur, sonra çorba. Hamuru çorbaya zinhar düşürmeyeceksiniz, aksi takdirde bir dahaki sefere çorbayı pişirip davet etmek size düşüyor. Tavuk ya da hindi (ki en güzel hindiyle oluyor şimdilerde, zira köy tavuğu bulmak mesele) didilirken içine büyücek bir parça bırakılıyor. Bunun adı "Vecüttü". Kaşığına "vecüttü" gelene de ödül veriliyor. Eğlenceli aslında değil mi? Lakin pek hijyenik değil, o yüzden ben zaten küçük bir kalıba döktüğüm hamuru baklava dilimlerine ayırıyor, çorbayı da herkesin kasesine aktarıp hamurlarını yanlarına veriyorum. Genellikle limon sıkılarak içiliyor çorba ama ben hiçbir çorbasına asla limon sıkmayangillerden olduğum için bu tarz içim sadece Kocam Bey'in tekelinde. 

Yazıya bir yürüyüş arası verdim, sıcak, serin, rüzgarlı ve soğuk aşamalarından geçip bir terleyip bir üşüyerek döndüm. 2 saate dört mevsim sığdırabilen bir iklimimiz var, yaşasın Antalya. Aslında yarım saat sürecek rotamı yolu uzatarak iki saate çıkardım. Önce evin hemen dibindeki PTT'ye uğrayıp bir kargo gönderdim, sonraki niyetim Ankara Simitçisi'ne uğrayıp simit stokumu yenilemekti. Tam sağa sapacakken fikir değiştirip sola saptım ve farkına varmadan semt pazarının içine düştüm. Kocaman, kalabalık bir pazardı ve yok yoktu. Kollostorola😃 iyi gelen pikan cevizinden organik penyeye, akvaryumluk kırmızı Japon balıklarından tahta oyuncaklara, taze hurmadan neredeyse kafam kadar büyümüş kırmızı-yeşil alacalı dolmalık bibere kadar ne ararsan. Pazar turum sona erdiğinde sağ elimde 4 adet soyulmuş enginar, sol elimde de aşağıdakiler vardı:


Anemonları bir teyzeden, fulyaları başka bir teyzeden aldım. Fulyacı teyze kızgındı, zira İyi Parti broşürü dağıtan bir kadın önünü kapatıp müşterisine engel oluyormuş, ağzını burnunu eğip dururdu, ne oldu dedim, "Çiçeklerimin önceeeezini gapatıyo" dedi. "Oyumu size verecem dersen çekilir" dedim, "Şinciye gadaa verdik de nooldu, oy vermekten de bıktık" dedi. Eh, teyzeler bilir, "hadi kolay gele" dedim ayrıldım. Simitlerimi de yedekleyip döndüm eve.

Bu kadar oyalanmak yeter, gideyim de çorbamı pişireyim. Sizde ne yemek var?

12 Mart 2022 Cumartesi

ANILAR / 12 MART

Dünden bu yana niyeyse aklımda Yenimahalle ve evimizin yakınındaki arsada kurulan az gelişmiş panayırlar var. Sanırım bir yerde okudum ya da duydum, tahta bacaklı adamları, oradan takıldı bana. Birden bir aydınlanma yaşadım, yaz günleri evimizin önündeki kaldırımda, yanında bir kaç kişi, elinde megafonla, uzun tahta bacaklarının üstünde sallana sallana yürüyüp kurulan panayırın duyurusunu yapan adamlar geldi gözümün önüne. Oturduğumuz site Yenimahalle'nin sınırı gibiydi, blokların arkasında kocaman bir şantiye, gerisinde de göz alabildiğine uzanan kırlık bir arazi vardı. Baharda o kırlık araziden, yeşermeye başlamış ekinlerin arasından yürüyerek eski İstanbul yoluna, Atatürk Orman Çiftliği'ne piknik yapmaya giderdik. Şimdiki betona kesmiş Yenimahalle ile alakası yoktu. Şantiyenin ve önündeki beton trafo binasının oyun hayatımızda olmazsa olmaz bir yeri vardı. Şantiye arazisinin neden orada olduğunu hiç sorgulamadım çocukluk yıllarımda, biz taşınana kadar yıllarca yerini korudu, şimdi düşünüyorum sanırım MİT binalarının inşaatı için kurulmuş bir şantiye idi. Hatta bir geceyarısı yangın çıkmış, balkon pencerelerinden fısıltıyla "aman kız uyanmasın, korkar" diyerek izleyen annemle babamın sesine kalkmış, göklere yükselen o alevleri izlemiştim. Korkmadım ama o görüntü halen aklımda. Pek zarar vermeyen yangını saymazsak şantiye vazgeçilmezimizdi. Baharda en güzel gelincikler, papatyalar, ballıbabalar, pisipisi otları orada biterdi. Etrafını çevreleyen tel örgüde sığabileceğimiz bir açıklık yapmıştık, oradan içeri sızar, taşların kayaların arasında sekerek çiçek toplar, çekirge avlar, kibrit kutusunda biriktirirdik. Şimdi düşünüyorum da, ben ve çekirge avlamak. Çocukluk bir başka cesaret, bir başka gözükaralık sanırım. Bir defasında o dikenli teller pantolonumu yırtıp bacağımda koca bir yara açmıştı. Şimdi olsa çocuğumu kaptığım gibi sağlık merkezine götürür, pansumanlar, tetanos iğneleri yaptırırdım. Ağlayarak eve gittiğimde babam-annem bu konulara pek müdahil olmaz, kontenjanını azarlama yönünde kullanırdı-yaraya şöyle bir baktı, sağlıkçıydı kendisi, "Paslı mıydı?" diye sordu. "Bilmem, belki de paslıydı" dedim. "Güneş var nasıl olsa, mikrop kalmamıştır onda" dedi ve yarayı yıkayıp tendürdiyot sürerek tekrar oynamaya yolladı. Tesadüf müydü, şans mıydı, bünyemiz mi güçlüydü, olmadık gerçekten ne tetanos, ne de öyle önemli bir hastalık. Muhtemelen bünyeye ilk eletromanyetik dalgaları da önündeki beton çıkıntıda her gün evcilik oynadığımız koca trafo sayesinde yükledik. Şimdilerde mazallah, çocuğum oraya yanaşsa kolundan tuttuğum gibi eve sokarım 😃

Sözkonusu trafo bu. Birkaç yıl önce bloklarımız yıkıldığında çekmiştim, bunu bırakmışlar niyeyse, yakınlarda gitmedim, belki o da mevcut değildir halihazırda. Biraz gömülmüş, önündeki beton alan yok olmuş. En kıymetli oyun mekanımızdı, ne evcilikler kuruldu o ölüm tehlikesi işaretinin altında. 

Trafonun önünden meyilli bir hatla kocaman, bomboş bir arsaya inilirdi. Yakantoplar, çift ip atlama yarışları, kukalı, kukasız saklambaçlar orada oynanırdı. Sitenin büyükleri voleybol, futbol turnuvaları düzenlerdi. Sonra bir açık hava sineması yapıldı arsaya, bir yaz boyunca kilimlerimizi serip, çekirdeklerimizi çitleyip beleş film izledik. Zira sinemanın duvarları çok alçak tutulmuştu, perde olduğu gibi görünüyordu oturduğumuz yerden. Ertesi yaz ayıldı işletmeci, branda çekip yükseltti duvarları, artık ses var, görüntü yoktu, el mahkum bilet alıp giriyorduk. 

Açık hava sinemasının ilerisinde pazar yeri, arka tarafında da yine koskocaman, boş bir arazi vardı. İşte oraya kurulurdu panayırlar, küçük sirk benzeri çadırlar. Tahta bacaklı adam duyuruyu yaptı mı koştururduk görmeye. İki direk arasına ip gerilir, tel cambazı yürürdü ipin üstünden. Aşağıdan açık ağızlarımız, düştü-düşecek kaygımızla izlerdik. Cambaz muzaffer bir edayla inince şapka dolaştırılmaya başlardı, para ne gezsin bizde, sıyrılıp kaçardık büyüklerin bacaklarının arasından. Eskimiş çadırlarda fal bakılır, altına bir kuyruk geçirmiş deniz kızı seyredilir, birtakım hokkabazlık numaraları yapılırdı. Ayakkabılar toz içinde ayrılırdık alandan. Bazen daha görkemli seyirler olurdu. Açık hava sinemasına "Simsalabim", "Mandrake" gibi isimlerle sihirbazlar gelirdi. Silindir şapkaları, siyah pelerinleri ve bizim sihirli sandığımız değnekleriyle sahnede arz-ı endam eder, gözlerimizi faltaşı gibi açmamıza sebep olan atraksiyonlar yapar, kimi zaman da gelecekten haber verirler, kaybolan eşyaların sözde yerlerini söylerlerdi. 

O yıllarda Ses Mecmuası yayınlanırdı, sinema ağırlıklı bir dergiydi, bizim eve de girerdi, en meraklı takipçisi bendim. Bir sene bazı artistleri katılımcılar arasında çekilen kurayla hayranlarının evlerine çaya gönderme faaliyeti başlattı dergi. Şansa bakın ki bir tanesi de Yenimahalleli bir hayrana kısmet oldu, hem de kim? O zamanlar bayıldığım (ergenlik), şimdiyse niye bayıldığıma şaştığım 😃 Murat Soydan. Yenimahalle girişinde yer alan bir sitede idi talihli hayran. Topluca aktık oraya, milli maçlarda bile bu kadar kalabalık olmamıştı. Saatlerce bekledik. Derken siyah Chevrolet İmpala bir araç içinde buyurdu yıldızımız. Heyecan dorukta. Millet birbirini eziyor, annelerimiz falan da var ha, sanmayın ki sadece çocuklar gittik, onlar bizden de heyecanlı. Kapılar açıldı, Murat Bey arabadan indi, "Kız bak nasıl da boylu bosluymuş", "Ay filmlerden de yakışıklı", "Kurban oluruuum" sözleri havada uçuşurken O yüzünde yapay bir gülümseme ile etrafa baktı, hafiften bir el salladı ve konuk olacağı binanın kapısında kayboldu beraberindekilerle birlikte. Çatır çutur sesler kapladı ortamı, ee yüzlerce hayal kırıklığı tabii ki 😃Yani bari 5 dakika sürseydi görmemiz, onca saat beklemişiz. Kös kös ayrıldık oradan, tabii o sinirle, "Hiç de göründüğü kadar yakışıklı değilmiş", "Çok da kasıntıymış", "Ay yüzümüze bile bakmadı ayol" tepkileri vererek 😄

Ya ben bugün nerelere gittim, nasıl bir nostalji günüymüş böyle. Ah Yenimahalle ah, çocukluğuma da, yetişkinliğime de nasıl bir damga vurmuşsan, silinmiyor bir türlü.

Leylak Dalı'ndan anılar dinlediniz efenim, bir dahaki anı programımızda görüşmek üzere sağlıkla kalın...


10 Mart 2022 Perşembe

AĞRI, SIZI, BAHAR, MAHAR, FALAN, FİLAN / 10 MART

Bu sabah egzersiz esnasında Sabahattin Ali'den bir öykü dinledim, "Bozuk Yol". "Yıllar geçse de üstünden, bu kalp seni unutur mu?" der ya şarkı, yıllar geçse de üstünden bu ülkede hiçbir şey değişmiyor, bir kez daha "tak!" diye vurdu kafama. 

Egzersizi tamamlayıp mutfağa geçtim, dünden kalmış bir-iki bardağı  yerleştirmek için bulaşık makinesini açtım, burnuma berbat bir soğan kokusu doldu. Makinenin içinde yemek pişiren mini boy bir aşçı aradım ama yoktu, peki bu koku nereden geliyordu? Mutfağın dört bir yanına baktım, soğan sepetini boşaltıp kontrol ettim çürük çarık var mı diye, hiçbir sonuca ulaşamayınca anladım ki alt komşum işe gitmeden önce bol soğanlı bir yemek pişiriyor. Bu sorunu eve taşındığımız günden bu yana çözemedik gitti. Komşu sucuk pişiriyor, mutfağa en uzak bölge olan yatak odama kokudan girilmiyor. Komşu tarhanasına sarmısak basıyor, ben 3 saat kokluyorum. Sokaktan gelip kapıyı açıyorum, kesif bir balık kokusu, "Yaşasın" diyorum, "Kocam Bey bana sürpriz yapmış, balık almış pişiriyor", heyhat, mutfak bomboş ama koku her yerde. Evin bütün baca delikleri kartonpiyerle kapatılmış durumda, balkon kapısı kışın bile açık ama mutfak dışında tüm odalara yayılan yemek kokusunun sebebini bulamadık gitti. 

Koku-komşu bağlantısını kurduktan sonra abone kuşlarıma kahvaltı verip kendi kahvaltımı hazırladım. Hafta başından beri trafik biraz yoğundu. Bir süredir devam eden kol ve omzumdaki ağrı kendini daha fazla belli etmeye başlayınca "korkunun ecele faydası yok" diyerek bir görüntüleme merkezinden randevu aldım salı günü için. Artık ağrılarıma isim takmamaya karar verdim, isim takinca evlat edindim sanıyor ve ebediyen benimle yaşamaya niyetleniyorlar. Bundan böyle onların isimleri sadece "ağrı", hem de küçük harfle, özel isim payesi bile vermeyeceğim 😃 Neyse ağrılarımı da alıp gittim merkeze, soktular beni MR cihazına, "takadatukada", "dong dong dong", "miyav miyav", "dededede", "tarrturr" sesleri arasında neredeyse yarım saat yattım ölü gibi kıpırdamadan, uyuştu her yanım. Sonra sonuç için beklerken bu defa beni tomografiye sevkettiler. İşte o an tek-tük olan evham cinleri birden çoğaldı. "Haydi bakalım, bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete galiba" diye düşünerekten yattım kuzu kuzu tomografi cihazının sedyesine de. Neyse bu çok uzun sürmedi ve sessizdi. Yeterince radyasyonlanınca beklemeye alındım. 15 dakika kadar sonuç bekledim ve o arada vasiyetnamemi yazdım. Kitaplarımı kime bıraksam diye düşündüm, "hay Allah okumadığım bir sürü de kitap vardı" dedim, gerildim de gerildim. Sonra doktor geldi, maskesinin altından birşey söyledi. Ben onu "Sizi Onkoloji'ye gönderiyorum" anladım. Dervişin fikri...Bayılsam mı, tekrar sorsam mı kararsızlığından sonra, "Anlamadım" diyebildim. Meğer Fizik Tedavi'ye gönderiyorum diyormuş. Netleştiremediği bir nokta için BT'ye girmişim, korkulacak bir durum yokmuş. İçimden derin bir oh çekip radyasyonum, raporum ve alınan FTR randevumla ayrıldım oradan. Minik bir kas yırtığım, birtakım ödemlerim ve kireçlenmelerim olduğu tescillendikten sonra "ben buna razıyım" diyerek kendimi bir saksı kırmızı şakayık ve bir kök beyaz sümbülle ödüllendirdim. Attım kendimi eve. Öğleden sonraki randevuda ultrason dozumu da aldıktan sonra mümkünse bir süre hastane, klinik, görüntüleme merkezi, doktor ziyareti yapmayayım dileğiyle Fizik Tedavi seanslarımı Ankara'ya erteledim, egzersiz ve buza devam. Bana bu süreçte telefon, mesaj yoluyla destek olan, bilgi veren, yol gösteren canım blogdaşım, uzak doktorum Ataletim'e de bir selam çakayım. 

Neyse iş hasarlı olsa da tatlıya bağlanınca Kocam Bey'in önerisiyle güzel havayı değerlendirmeye çıktık. Antalya bu kış kendini tropik iklim kuşağında sanmakta, Muson yağmurları gibi yağmurlarla iliğimize, kemiğimize ve dahi protezli dizlerimize, yırtık omuz kaslarımıza kadar nemlendik. Ev harbî küf kokuyor, sürekli açık balkon kapılarına rağmen. Bir günü güzel bulunca ama kaçırmayalım derdine düşüyoruz. Çıktık evden, önce malum mekanımızda bir kahve molası verip dinlendik, sonra epeydir gitmediğim Beachpark'a yürüdük. Bahar gelmiş ama havanın bundan haberi yok.

Bu yabani menekşe tarhı çok sık kullandığımız bir caddenin üstündeki marketin bahçesinde dikili. Açmaya başlamış, tek tük morlukları görüyorsunuz. Kedi efendi de yayılmış menekşelerin üstüne güzel havanın tadını çıkarıyordu.  

Nereye gitsem kuşlar beni buluyor, minik serçeler de cikcikleriyle kahvemize ve manzaramıza neşe kattılar. 



 Ne dersiniz, sizce de bahar gelmemiş mi?

Belki 10 yıl olmuştur, Varyant'tan aşağı yürüyerek inmediğim, ben gelmeyeli epey düzenlenmiş, iniş rahatlamış, viraj ve yokuş istemeyenlere merdiven yapılmış, çiçeklenmiş. Kısacası pek keyifli olmuş. Hiç zorlamadı beni iniş de, çıkış da, şimdiye kadar gelmediğime pişman oldum. 

Varyant'i inip Beachpark'a giriş yaptık ve falezlerin üstünden değil de deniz seviyesinden baktık hem şehre, hem dağlara, hem denize.

Doğu yönüne ve şehre doğru

Batıya ve Bey Dağları'na doğru

Konyaaltı Plajları benimle ve ben onunla tekrar görüştüğümüze memnun olduk, deniz çok güzeldi ama bulutlar çok daha güzeldi, adeta bir şölen vardı gökyüzünde.

 
Dönüş yolunda ağır ağır tırmanırken Varyant'ı yağmur bulutları da hafiften toplanmaya başlamıştı şehrin üstünde. Ne kadar hızlandıysak da kaçamadık, eve çok yaklaşmışten bastırdı, haydi biz ıslandık da evden çıkmadan güneşe aldanıp astığım çamaşırlar da ıslanmıştı. Ne yapalım, her nimetin bir külfeti oluyor, bu da güzel günün tatsız sürprizi oluversin. Nasıl olsa kururlar...