.

.
.

27 Mart 2018 Salı

SEVİYORUM İŞTE, VAR MI DİYECEĞİN :)

Ay imrendim, herkes listeleyip duruyor, benim başım kel mi? Ben de yazacağım:


Seni sen yapan en sevdiğin şeyler:

-Okumak,
-Yazmak,
-Seyahat etmek, bilhassa kızkardeşle seyahat etmek, gittiğin şehrin ara sokaklarında kaybolmak, yöresel yemeklerinden yemek ve de bol bol gülmek,
-Çocukların eve gelmesi, birlikte uzun kahvaltılar yapmak, sevdiğimiz lokantalara gitmek, yayılıp oturmak.
-Ankara'nın eski mahallelerini kızkardeşle dolaşmak,
-Fotoğraf çekmek, fotoğraf çekmekte kızkardeşle yarışmak, aklımıza estikçe birlikte selfie yapmak,
-Sadece dolaşmak niyetiyle kitapçılara girmek ve mutlaka en az bir kitap alıp çıkmak,
-Müze gezmek, müze satış mağazalarını denetlemek,
-Bale izlemek,
-Göksel Baktagir'den kanun dinlemek,
-Özel günlerde kutlama planlamak (Yılbaşı ve doğum günü tercihimdir),
-Oyun, opera, bale tanıtım kitapçığı almak ve biriktirmek,
-Yürüyüş yapmak (Bu aralar Cevriye izin vermese de)
-Gittiğim yerlerden, katıldığım etkinliklerden anı eşyaları toplamak,
-Kart yazmak ve almak,
-Postadan ve kargodan sürpriz zarflar, paketler almak,
-Aşurelik buğday, nohut ve süzme yoğurtla pişmiş yayla çorbası içmek,
-Yaprak sarması, etli keşkek ve karnıyarık yemek,
-Ayva tatlısına hayır dememek,
-Şamfıstığı ve badem yerken kendini kaybetmek,
-İçi likörlü, naneli ya da alengirli çikolatalar karşısında kendinden geçmek,
-Çok sevilen arkadaşlarla bir rakı sofrasını paylaşmak,
-Artık kapanmış olan Akman'da boza içmek,
-İstanbul'u keşfetmek,
-Köprüden geçerken Ortaköy yönünü seyretmek,
-Kuzguncuk'ta dolaşmak, vapura binmek, Galata Kulesi'nin duvarlarını okşamak,

-Tren yolculuğu yapmak,
-Beydağlarını seyretmek,
-Baharda narenciye çiçeklerinin kokusunu içime çekmek,
-Kaleiçi'nde dolaşmak,
-Sergi gezmek,
-Duvarlara resim asmak,
-Isabel Allende'nin yeni kitap çıkardığını duymak,
-Şiir okumak, iyi bir sesten şiir dinlemek,
-Klasik müzik konserine gitmek,
-Sinemada film ve iyi bir tiyatro oyunu izlemek,
-Sevdiğim makamlarda saz eserleri dinlemek,
-Lise arkadaşlarımla buluşmak,
-Blog yazmak, sevdiğim blogları okumak, blog dostlarımla haberleşip görüşmek,
-Hediye almak, hediye vermek,
-Başta leylak olmak üzere çiçekler, çiçek hediye edilmesi, çiçek satın almak, evi çiçeklerle bezemek,
-Evi canlandıracak dekoratif dokunuşlar yapmak,
-Kuş bibloları biriktirmek,
-Ayraç koleksiyonu yapmak,
-Albümlere, bilhassa eski fotoğraflara ve bilhassa kızkardeşle bakıp gülmekten katılarak yorum yapmak,
-Kızkardeşle telefonda konuşmak,
-Snoopy ve Charlie Brown karakterleri,
-Ege kıyıları,
-Falezler üstünde bir kafede Türk kahvesi içmek,
-Evim, ailem ve arkadaşlarım diyerek bitireyim, koridor yolluğu boyutuna ulaştı. Ne çok şeyi severmişim meğer :)
Haydi siz de listeleyin bakalım...

26 Mart 2018 Pazartesi

FİLMLER, FİLMLER, AGNES VARDA VE ÇELINÇ 13

Cumadan bu yana kendi Filmmor'un "Gezici Kadın Filmleri Festivali"ne adadım. Daha ferah ve havadar bir salonda izlemeyi tercih ederdim ama elimizdeki malzeme buysa kanaat etmekten başka çare yok. Yine de "Antalya Kültür Sanat"a bu tarz sanatsal ve kültürel etkinliklere evsahipliği yapmasından dolayı teşekkür etmek lazım. Cuma günkü ilk film bir İran yapımı idi: "Evin Sakinleri" ya da Farsça adıyla "Vilaie-Ha". İran-Irak savaşı sırasında cephedeki kocalarına yakın olmak için o civardaki evlere yerleşen bir grup kadın ve çocuğun yoksunluk içinde ve her an acı bir haber alabilecekleri beklentisiyle geçirdikleri günleri anlatan hüzünlü bir filmdi. Senarist ve yönetmen İranlı bir kadın, Monir Gheydi ve "Evin Sakinleri" de imza attığı ilk yapım. 

Hemen ardından Carol Mansour'un yönetmenliğini yaptığı bir belgesel izledik: "Filistin'i İşlemek". Farklı yaşam biçimlerine ve mesleklere sahip 12 Filistinli kadının sürgün öykülerinin ve bugünkü yaşamlarının anlatıldığı yapımda konu "Filistin nakışı" denilen bir işleme türü ve bunun kullanıldığı geleneksel giysi olan "thobe" üzerinden gidiyor ve hepsi de günün birinde ülkelerine kavuşacaklarını düşlüyor. Filmdeki kadınların en ilgi çekici olanı şüphesiz 60'lı, 70'li yılların ünlü Filistinli eylemcisi Leyla Halid idi. Ergenliğe adım attığım yıllarda başında poşusu, elinde makineli tüfeği ile çekilmiş fotoğrafı posterlerle sık sık karşımıza çıkardı. Özellikle 1971'deki 12 Mart muhtırası sonrası güvenlik tedbirlerinin olağanüstü arttırıldığı zamanlarda Leyla Halid'in bizzat olmasa da karıştığı komik bir anımız var. Tam bu zamanlarda dedem bir süreliğine memleketten yanımıza, Ankara'ya gelmiş, dönüşünde de yanına iki kuzenimi almıştı. Bindikleri otobüs il sınırında jandarmalar tarafından güvenlik amaçlı arama için durdurulmuş. Kimliklere bakmak için otobüse binen jandarma kuzenlerden birinin kimliğindeki fotoğrafı Leyla Halid'e benzetmiş.  Normalde benzemese de sanırım fotoğrafta bir miktar andırıyormuş, genç jandarma eri de işgüzar, kimliği alıp kuzenime aşağı inmesini söylemiş. 15-16 yaşındaki genç kız, haliyle telaşlanmış, korkmuş. Dedeme "Dede beni indiriyorlar aşağı" demiş. Dedem son derece rahat ve gamsız bir adamdı rahmetli, kulakları da biraz ağır işitirdi. "İn kızım in, hava alırsın" demiş. "Dede jandarmalar indiriyor beni" diye ısrar edince de "E iyi işte, yanına Meleği de al, beraber inin" demiş. Melek diğer kuzen. Sonuçta Leyla Halid'le kuzenin ilgisi olmadığı anlaşılmış iş tatlıya bağlanmış ama dedemin rahatlığına yıllarca hatırladıkça güldük. Perdede Leyla Halid'i yaşlanmış haliyle görünce bir kez daha hatırladım bu olayı, kendi kendime güldüm. 

Cumartesi günkü film yine bir İran filmi idi, "Annelik" ya da Farsça adıyla "Madari". Yine bir kadın yönetmenin Roqiye Tavakoli'nin yönettiği film yiğenlerine annelik yapan ve kendi yaşamını erteleyen bir genç kadını konu almıştı. Durağan bir filmdi, açıkcası çok sevmedim. Üstelik bir önceki film "İşe Yarar Bir Şey" olduğu için salon hayli dolmuş ve yeterince havalandırılmadan bu filme geçildiği için de havasız, sıcak ve rahatsız edici bir hale gelmişti. Yine de farklı bir sinema filmi izlemiş olduk. 

Dün festivalin son günüydü ve vizyondayken izleyemediğim Oscar adayı bir belgeseli izleme fırsatı buldum; Agnes Varda'nın "Faces, Places/Yüzler, Mekanlar" isimli şahane yapımını. Uzun zamandır bu kadar keyifli bir belgesel izlememiştim. Salonun basık havasını bile unutup kendimi Agnes Varda ve JR'ın peşinde, Fransa'nın şahane manzaralı yörelerine attım. 


Agnes Varda 1928 doğumlu, enerjisine bakılınca  inanması zor ama 90 yaşında. Fransız Yeni Dalga'sının en önemli yönetmenlerinden. Yıllar önce henüz küçük bir çocukken izlediğim "Le Bonheur/Mutluluk" filmini hiç unutmadım. Filmin konusunu net hatırlayamasam da sık sık karşımıza çıkan ayçiçekleri hep aklımda kaldı:


Agnes'in gençlik hali, ne şirin değil mi, yaşlılığı da şirin zaten, hoş huyunu suyunu bilmiyoruz, belki de huysuzdur ama görünüşü çok sempatik. Şu benim unutamadığım "Le Bonheur" ile Berlin'de "Gümüş Ayı" almış, fotoğraf o zamandan kalma. 


Filmden aklımda ayçiçeklerinin kaldığı kadar yok muymuş, afişte bile onlar var. "Faces, Places" belgeselinde de karşıma çıktı ayçiçekleri, zaten perdeye yansıyan her bir kare ayrı renkli, ayrı güzeldi. 2017 yapımı belgeselin yönetmeni Agnes Varda ama en büyük yardımcısı da fotoğrafçı JR. Birlikte gerçekleştiriyorlar bu şahane filmi. Çok da komik bir çift oluşturmuşlar:



Agnes ve JR, JR'nin fotoğraf için özel dizayn edilmiş karavan benzeri arabasıyla yola düşüyorlar (ben araba modelinden anlamam, her ne ise). Aracın arkasında fotoğraf çeken bir mekanizma var, oraya girip poz veren kişinin dev boyuttaki fotoğrafı aracın yan tarafındaki yarıktan dışarıya çıkıyor. Şöyle bir şey:


Bu araçla yola çıkıp Fransa'nın çeşitli yörelerine uğruyorlar ve buldukları ilginç, büyük mekanlara, orada yaşayan bazı insanların dev boyutlu fotoğraflarını yerleştiriyorlar. 


Şu mesela bir maden kasabası ve bu binalar zamanında madencilerin yaşadıkları evlermiş, yakın zamanda yıkılması bekleniyormuş. Agnes ve JR, zamanında madende çalışmış işçilerin fotoğraflarını büyüterek duvarlara yerleştiriyor ve böylece bir anı bırakmış oluyorlar.


Yıkım kararı alınan evlerden çıkmayı reddeden bir kadının evi burası ve onun direnişine hürmeten resmini evinin duvarına yerleştiriyor Agnes ve JR. Pencerenin önündeki kadının kendisi. 


Bu fotoğraf bir keçi çiftliğinden. Peynir yapımı için besleniyor keçiler ve hemen bütün çiftliklerde keçilerin boynuzları daha küçükkken yakılarak yok ediliyor, sebebi kavga edip birbirlerine zarar vermemeleri. Ama tek bir çiftlik boynuzları yoketmeyi reddediyor. Sahibi olan kadın "doğa keçileri boynuzlu yarattıysa öyle kalmalıdır" diyor. Agnes ve JR'de o çiftliğin hangarına bir keçi resmi yerleştiriyor.


Fransa kıyılarındaki bir plajda bulunan bu blok savaş zamanından kalma bir sığınak. Zamanında falezlerin üstündeymiş, yıkılma tehlikesi başgösterince plaja düşmesi sağlanmış ve düştüğü şekilde bırakılmış. Agnes ve JR bu blogun üstüne Agnes Varda'nın yıllar önce aynı plajda çektiği bir fotoğrafı yerleştiriyorlar. Ama ertesi gün bakmaya geldiklerinde yükselen dalgaların fotoğrafı alıp götürdüğünü görüyorlar.


JR, Agnes'in ayaklarını, ellerini ve gözlerini fotoğraflıyor ve onu bir yük treninin vagonlarına yerleştiriyor. Yukarıdaki fotoğraflardan birinde tankerin üstüne yerleştirilmiş göz Agnes'in gözü, bir diğer vagonda da komik, küçük ayakları vardı. 


Şirinliğe bakar mısınız?


Ve Agnesimiz son Oscar töreninde, nasıl imrenilesi. Filmi izlerken hep "böyle bir hayatım olmalı" diye düşündüm. Aç tavuk ve arpa ambarı rüyası tabii ki ama ikinci bir yaşam varsa neden olmasın ki :) Agnes'e uzun, sağlıklı bir ömür diliyor, görmeyenlere bu belgeseli mutlaka izlemelerini tavsiye ediyor ve şu 52 haftalık çelıncın 13. sorusunu da cevaplayarak kaçıyorum:

13. Hafta: Herhangi bir konuda kendinizi tutmanıza, çekinmenize ne sebep olur:

Yapım gereği atılgan, kavgacı, hakkını her pahasına arayan biri olmadım, olamadım. Olmayı çok isterdim ama yetiştirilme tarzım engel oldu. "Aaa sen cici kızsın, yakışıyor mu?", "Kimbilir sen ne yaptın da bu muameleyi gördün?" yakıştırmaları, "İdare et, sen akıllısın, büyüksün" tembihleri neticesinde hep idare eden, hoşgören kişi oldum. Bana bir şekilde iyiliği dokunmuş, hakkı geçmiş insanları kırmama isteği, dostlukları kaybetme riskini göze alamama duygusu ve empati kurabilme yeteneğim sebeptir diye düşünüyorum. Gelgelelim yaş ilerledikçe  hafiften cadılaşma eğilimi göstermeye başladım gibime geliyor, haydi hayırlısı diyelim...

22 Mart 2018 Perşembe

GÜNLÜK

Az evvel kuaförden geldim, aylık geleneksel 3. saç boyama etkinliğinden. Birbuçuk saatlik süreçte bir kahve, bir çay içtim, 36 sayfa kitap okudum, kocası kabak kemane çalan bir kadınla tanıştım, kalfa çantamı yere düşürdü (o kalfa şaibeli zaten, tırnağımı törpülerken de törpüyü etime batırmıştı, sakar bir miktar), ödeme yaparken bozuk para çıkışmadı, 3 lira borçlandım falan filan. Unutmadan ödeyeyim diye yandaki markete girdim bir şeyler alıp para bozdurmak için, gereksiz ıvır zıvır aldım, inat için 30 lira tuttu, hani nerede küsurat, borç ödeyeceğiz değil mi? Neyse kasiyer kız parayı bozdu, borcumu ödedim, yeni boyanmış saçlarımı sallayarak eve yollandım, karşıdan karşıya geçerken refüjde gördüğüm papatyaları suya koymak için kopardım. Tam eve girerken anahtar şıngırtısına üst kattaki komşu çıktı. Yeni taşındığı için adımı bilmiyor, "Bakar mısınız, bakar mısınız?" diye iki kere ünledi, baktım. Bakmasam iyiymiş, meğer pişi yapmış onu verecekmiş. Elinde peçeteye sarılmış pişi ile geldi, geldi ama çok sinirliydi. "Ölü aparman bu" dedi, "ölü apartman" diye de pekiştirdi ikinci kere. Ay korktum birden, kendimi mezarlıkta hissettim. "Kimse yok" dedi, "bütün kapıları çaldım, kimse yok". İki kere söylemek sanırım alışkanlığı. "Bir tek şu amca evdeymiş" diyerek karşı dairemizi işaret etti. Amca dediği adam neredeyse kendiyle yaşıt, taş çatlasa 5-6 yaş büyüktür, "abi desek bari" çıkıyordu ağzımdan geri ittim, komşunun nüfus memurluğu bana mı düştü? Pişiyi elime tutuşturdu ve yine "kimse yok, kimse yok" diyerek gitti. Kesin bu okulu da çift dikiş bitirmiştir. Geçen gün de "dizim sorunlu, siz önden inin ben yavaş iniyorum" deyince zayıflamamı tavsiye etmişti, iki kere tabii ki :) Bugün pişi getirdi, ben de inat için yedim. Evet yedim, hem de diyette olduğum halde, pişman mıyım, birazcık ama çok güzel kokuyordu. Ayrıca yemesem gelip kontrol edeceğinden korktum çok sinirliydi çünkü kimseyi evde bulamadığı için; "Niye yemedin ha, niye yemedin" diye mükerrer bir kızma hali sözkonusu olabilirdi. Sanırım komşudan gelen yiyeceklerin kalorisi yokmuş, komşu sinirliyse zaten daha ağza girerken yokoluyormuş. O zaman yaşasın pişisel gelişim :)

Kuaförde okuduğum kitabın adı "İstanbul Yolcuları". Esther Heboyan yazmış. Türkiye'de doğup büyüyen ama geçim şartları nedeniyle önce Almanya'ya, sonra Fransa'ya göç eden ailesini, ailesinin İstanbul özlemini anlatmış. Ankara'da, çocukluğumun geçtiği apartmandaki Ermeni komşularımızı, çok sevdiğim Elizabeth'i (annesinin yaptığı vişne likörlerinden süzülen vişneleri yer, evcilik oynarken oyunun orta yerinde uyur kalırdık, çakırkeyf hali :), babamı yakaladığı yerde elinde bir deste iskambille gelip "Tık oynayalım mı Nayim bey?" diyen Ağavni hanımı (gerçi biz ona Avniyanım teyze derdik), hayırsız oğluna para yetiştirmek için apartmanın merdivenlerini silip süpüren, gençliğinde frengi geçirdiği için erimiş burun kaslarının yerinde iki delik olan, giydiği kara giysilerle tekinsiz görünümü iyice artmış Varnik'i (adı Veronik'ti muhtemelen ama herkes Varnik derdi), bana ip atlamayı öğreten Olga ablayı anarak okudum kitabı. Elizabeth'i, annesi Valentin teyzeyi özleyiverdim birden. Kimbilir nerelerdedirler şimdi? Bu ülkenin renkleriydi onlar, azaldıkları ölçüde soluyoruz.

Bahar geldi gelmesine de çöl tozu mudur, meteoroloji pozu mudur, hava bir bulanık. Yine de çiçek, böcek, bahar, yeşillik pek güzel, baksanıza şunlara:



Son olarak Antalyalı takipçilerime bir kez daha hatırlatayım, 28 Mart Çarşamba günü saat 15.00'ten itibaren Octopus Kitap Cafe'de "Mutfağın Hatıra Defteri" hakkında imza-söyleşi yapacağız. Gelirseniz çok mutlu edersiniz...

20 Mart 2018 Salı

BAHAR, ÇİÇEK, BÖCEK VE ÇELINÇ 12. HAFTA

Bir haftadır Cevriye'yi ürkütürüm korkusuyla kapı dışarı adım atmamıştım, dün "Başlarım Cevriye'ye, bahar kaçıyor" diyerek kendimi şehrin en güzel parkına attım. Hakikaten bahar kaçıyormuş neredeyse ucundan yakaladım. Şu Kıbrıs akasyası mesela, ilk yağmurla fıss, e ben görmeden olur mu? Cevriye çatlayıp patlasın, ben sarı ponpon okşayayım :)


Alışmış kudurmuştan beterdir derler, dün çıktım ya, bugün de duramadım. Bu defa en sevdiğim cafede arkadaşımla buluşmak için yola düştüm. Bizim mahallede kaldırım kenarlarına hep turunç ağacı dikili. Hâl böyle olunca bu mevsimde ağaçların altından yürümek bir şenlik, bir koku ziyafeti. Hepsi çiçek açmış, nasıl koktuklarını anlatmam imkansız, yaşamak lazım. Yerlere de çiçek petalleri dökülmüş ki değmeyin keyfime, Cevriye'yi bile ciddiye almadım yürürken. Yolun diğer tarafında apartman altları hep dükkan, Antalya caddeleri bir küçük esnaf Cenneti zaten. Atmışlar ağaçların altına birer tabure, birer masa sandalye, müşteri beklerken turunç çiçeği kokluyorlar. İlerdeki ağaçlardan birinin altında da yaşlıca bir adam oturuyordu. Tam yanından geçerken elini ağzına atıp "lak" diye takma dişlerini çıkarıverdi. Beni görünce de utandı, elindeki takma dişleri kaldırıp gülmeye başladı. Böylece aynı adamda iki gülüşe şahit oldum, biri dişli, diğeri dişsiz :))) Bugün ilginç rastlaşmalar günümmüş ki az sonra da bir genç kıza denk geldim, kısacık saçları maviden turkuaza, turkuazdan yeşile, yeşilden sarıya tonsurton boyanmıştı. Sanırım yeni boyanmıştı, öyle parlaktı ki bir an fiziki dünya haritasına bakıyorum sandım :)

Gelelim 52 haftalık çelıncımıza, 12 haftayı bulmuşuz bile, sorumuz şöyle:

-En sevdiğiniz yerler/mekanlar hakkında yazın:

Yaşadığım şehirden başlayayım. Beydağlarını gören her mekanı bağrıma basarım, tabii cafe, restoran falan ise servisinin biraz düzenli olması şartıyla. Favorim Nar Cafe'dir. Varyant başındaki cafelerden de şahane görünür Beyimin dağları :)


Kaleiçi'ni unutmayalım, her bir sokağını ayrı severim ama Mermerli Cafe'den Yat Limanı'nı seyretmekten asla bıkmam.


Tuhaf gelebilir ama Antalya Müzesi de favori mekanlarımdandır. Her seferinde müzeyi gezmesem bile bahçesinde ya da mor salkımların gölgelediği çardağında oturmaya bayılırım.


Şehrin en sevdiğim parkı, yukarıdaki sarı ponponlu ağaçların mekanı Falez1 Park, her mevsimi ayrı güzel, şehrin içinde bir doğal vaha ve içindeki Kültür Merkezi ile etkinliklerimizin mekanı:


Adrasan ve Kaş, bin kere gitsem aynı keyfi alıp aynı hayranlıkla dolaşacağım yerlerdir.


Şehir dışına doğru yönelecek olursak favorim Datça. Şehrin içi, civarı, bükleri, Eski Datça hepsini alır bağrıma basarım. En çok da şu aşağıdaki (her ne kadar şu anda fotoğraftaki kadar bakir ve tenha değilse de) zeytin ağacının ve değirmenlerin olduğu Kızlan Köyü'ne bayılırım.


Ve tabii ki İstanbul, kargaşasıyla sevdiğim şehir. Hemen hemen her yerini çok sevsem de Boğaz'ın, Kuzguncuğun, Galata Kulesi ve civarının  ve Büyükada'nın yeri ayrıdır:

 

Ve son olarak, değişmeyen mekanım, 4 mevsimi, 7 günü, 24 saati geçirebileceğim köşe, evim:


Hep en sevdiğiniz mekanlarda olmanız dileğiyle...


14 Mart 2018 Çarşamba

DÜNLÜK, GÜNLÜK

Televizyonla pek işi olan biri değilim. Seyrettiğim yegane dizi "İstanbullu Gelin" iken umumi arzu üzerine "Ufak Tefek Cinayetler"e de başladım internet üzerinden. Başlangıçta pek ala, pek hoştu, kafa dağıtmalık, oyuncuların gayet güzel rol kestiği bölümlerdi. Merve'nin pullu telli kostümlerinin rüküşlüğü, a'ları kısa kestiği "şahane" deyişleri, düşünceli düşünceli frambuazlı çizkek yapışları pek hoşuma gitti. Sonra TV'ye yetiştim, ekrandan izlemeye geçtim, geçtim geçmesine de dizi cıvıdı. Hele de dünkü bölüm saçmalıklar zinciri, mantıksızlıklar zirvesiydi. Elimdeki etamini işlemek için mutlaka izlemem gereken bir şey olmasa (Bilgisayar ekranı karşısında rahat oturulmuyor, TV lazım) "Hadi be!" diyip vazgeçeceğim de etamin hatrına bir-iki bölüm daha bakayım diyorum. Yahu Arzu madem bayılıyordun o portakal rengi kafalı kocana, acilen niye boşandın, hadi boşandın ne ara unuttun herifin sana yaptıklarını, o çıkık alınlı pilates canavarının entrikalarını da adam evlenirken seksi kırmızılarını giyip melül melül bakmaya gittin. At gitsin portakalı çıkık alına, elini sallasan ellisi ayol, ona mı kaldın, evdeki eskileri vermeye kıyamayan ev hanımları gibi. O çıkık alın da şurda gelin gibi hanım hanımcık oturayım demiyor, milleti soğuk odalara kilitliyor. Maşallah labirent gibi koridorlardan, kat kat aşağılardan atılan çığlık da düğünün kalabalığında hemen duyuldu.  Rüküşlükte Merve'den kalmayan İskeletor Pelo ise entrika ve sinsilikte koyup geçecek gibi görünüyor. Yalnız Sezar'ın hakkı Sezar'a kadın harika mimik kullanıyor. Ya millet düğündeyken evlerine elini kolunu sallaya sallaya girip oda oda dolaşan aptal aşık öğretmene ne demeli? Yahu izleyiciyi bu kadar salak yerine koymayın, Sarmaşık burası, kimbilir kaç para aidat ödüyorlardır yönetime güvenlik için, nasıl girdi., hiç mi kamera, kilit yok, pes yani, aklımızla bu kadar da alay etmeyin yapımcılar, senaristler. Etaminim bitsin sizin yüzünüze bakarsam ne olayım :) Ha bir de Oya'nın muayenehanesi niye öyle minare gibi dimdik merdivenli? Hamile kadınlar nasıl çıkacak o merdivenleri, ucuza kapattınız galiba mekanı.

Neyse içimi döktüm rahatladım. Hava pek güzel bugün, dün biraz yağmur vardı. Sabah balkona çıkıp güneşi görünce keyfim yerine geliyor. Sokak henüz boş oluyor, yaprak çıkarmaya başlayan çınarla hal-hatır soruyoruz birbirimize. Önce "vitçi" geçiyor, sonra "leraliyum", ardından okul servisleri geliyor koca popolarını iki yanı park halinde arabalarla dolu dar sokağa sığdırmaya çalışarak. "Vitçi" simitçi oluyor, "leraliyum" da uzun süre düşündükten sonra "eskiler alıyorum" dediğini çözdüğüm hurdacı. Arada bir "Taşköprü sarımsak" ile "Hanımların Dikkatine" de uğruyor. Başka da seyyar yok, eskiden tirmisçi amcamız dolaşırdı bisikletiyle "Ti ti tirmis" diye, o da yaşlandı sanırım, görünmüyor artık. 

Sokağa çıkmam gerekiyordu ama önce dizimi biraz hale yola sokmakla uğraştım. Biraz fazla yürümüşüm sanırım Cevriye "Ben burdayım haa!" dedi. Buzladım, jelledim, dinlendirdim. Sonra 2 gün önce çerçeveciye bıraktığım resmi almaya gittim. Güya mahalledeki çerçeveciyi beğenmemiş, daha fiyakalı görünen bir yere vermiştim. Görür görmez pişman oldum, hiç güzel olmamış, ses etmedim, ödedim parasını geldim mahalledekine. Ne varsa komşunda var, ne işin olur elalemin çerçevecisiyle. "Ooo komşum" diyerek karşılandım, hal hatır soruldu, ben yetmedim, kocamın hatrı da soruldu. Çay-kahve de ikram edecekti ama reddettim. Yeni çerçeve beğendik beraber, pazarlığımızı da yaptık, bıraktık resmi, akşamüstü alacağım. Bu da bana ders olsun, bildiğinden şaşma.

Efendim bunu Antalyalı takipçilerim için yazıyorum. 28 Mart'ta, saat 15.00'de şu aşağıda gördüğünüz benim kız için Octopus Kitap-Cafe'de buluşacağız, hem söyleşip hem imza etkinliği yapacağız. Kitaplar oradan satın alınabilecek, Antalya'da kitap bulamadım diyenlere duyurulur:



Bugün tevazuyu biraz kenara bırakıp şunu da paylaşayım. Edebiyat Haber sitesinden Can Öktemer kitapla ilgili bir söyleşi yaptı benimle, okumak isterseniz linki burada:

Duyurularımı da yaptığıma göre haydi bana müsaade, kalın sağlıcakla...


12 Mart 2018 Pazartesi

11. HAFTA ÇELINÇ

Geçen hafta geciktirince bu defa sıcağı sıcağına yazayım dedim. 52 haftalık çelıncın 11. haftasına gelmişiz, göz açıp kapayana kadar yılın beşte birini yemişiz anlayacağınız üzere. Şurada ne kalmış, yeni yıl hazırlıklarına başlayabiliriz...dermişim :)

Evet, 11. haftanın sorusu şöyle:

-Şu andaki müzik listeniz nedir?

Yolda, belde müzik dinleyen bir kişi değilim pek, bazen şehirlerarası yolculuklarda-otobüsle yapıyorsam-kendimi ortamdam yalıtmak için dinlerim ama kulaklık beni rahatsız eden bir şey. Genelde müziklerimi evde ya da arabada CD'den dinlerim. Şu anda 4 favori CD'm var, döndürüp döndürüp dinliyorum:



İlki Cem Karaca şarkılarının muhtelif şarkıcılar tarafından söylendiği bir albüm: "Merhaba Gençler". Şu anda fonda da çalmakta zaten. Söyleyenler genelde gençler; Sıla, Fırat Tanış, Mehmet Erdem, Can Bonomo, Yüksek Sadakat, Kolpa vs.Bir tek Ayşen Gruda var ileri yaş grubundan, onun da gönlü genç zaten, fark yapmaz :) Fena olmamış ama aslında kendi sesinden dinlemeyi tercih ederim. Cem Karaca bizim gençliğimizin idolü idi, onun şarkılarıyla büyüdük, geliştik, konserlerinde coşup hep bir ağızdan söyledik. Kim "Tamirci Çırağı"nı onun kadar güzel söyleyebilir ki?

İncesaz en sevdiğim gruplardan biridir. "Peşindeyim" son albümü. Artık Dilek Türkan'la değil Ezgi Köker ile birlikte çıkarıyorlar albümlerini ve ben Ezgi Köker'in sesini de en az Dilek Türkan kadar, hatta biraz daha fazla seviyorum. 

"An" Dilek Türkan'ın 2 CD'lik yeni albümü. İncesaz'dan ayrıldı diye vazgeçecek halimiz yoktu herhalde, nice güzel şarkıyı onun sesinden dinledik. 

Ve "Güz Şarkıları". Fazıl Say'ın bestelerini Ece Dağıstan'ın piyanosu eşliğinde Güvenç Dağüstün yorumlamış. Pek de güzel etmiş. 

Bunun yanısıra bir müzik listem de var tabii, zorunlu hallerde kulaklıkla dinlediğim. Genelde eski şarkılar, duyduğumda beni rahatlatan, anılarımı canlandıran şarkılar. "Johnny Guitar", "All Hung Up In Your Green Eyes", "Delilah", "Rodrigo Aranjuez", "Historia De Un Amour", "Une Belle Historie", "Asturias" ve yerlilerden Göksel Baktagir'den "Sultaniyegah Saz Eseri", Refik Talat'tan "Mahur Beste", Selda'dan "O Günler", Banu'dan "Gün Biter Gülüşün Kalır Bende" vs vs

Eh sordular cevapladık, sürç-i lisan ettiysek affola. Hava çok güzel, halletmem gereken işler var dışarıda, bana müsaade...

9 Mart 2018 Cuma

HER TELDEN

Güya bu hafta her zamankinden daha çok post girmişim, girmişim girmesine de haftalık çelıncı unutmuşum. Ferminaanım kardeşimiz bile Romanya gezisinden dönüşte ayağının tozuyla yazdı da ben tıkılıp kaldığım evde unuttum, kendimi kınıyorum. Neyse sonuçta haftayı kuyruğundan yakaladım, yazarım cevabımı ama önce etkinlik takvimi gelsin :)

Bu aralar günboyu evdeyim, pencereden giren güneşle mayışmış kâh film-dizi izleyerek, kâh kitap okuyarak zamanı tüketiyorum. Ancak güneşi batırdıktan sonra evden çıkıyorum, o da sinema, tiyatro, bale vs için. Hatta iki gün önce kendime pek acıyarak "Yahu ben de eve kapandım kaldım" deyince kocam güldü, "Dün baleye giden bendim galiba" dedi. "Geceler sayılmaz" dedim, "onlar etkinlik, gezme değil". İnsan gün ışığı görmeli ayol, spot ışığı değil :) Neyse sözkonusu bale geçen yıl pek heves edip, biletini bile alıp, Ankara'ya gidiş tarihimiz öne alınınca iptal etmek zorunda kaldığım "Dört Mevsim" balesi idi. Vivaldi'nin eşsiz "Mevsimler" müziği eşliğinde bir renkli rüya izledik. Aslında iki bale vardı ardarda, ilki en az diğeri kadar güzel "Med-Cezir"di. Aşağıdaki fotoğrafları ANTDOB'un Facebook sayfasından aldım, öyle mest haldeydim ki selamda bile fotoğraf çekmek içimden gelmedi, kendimi o ana bıraktım. 




Baleden sonra eve döndüğümde gözlüğümün olmadığını farkettim. Gözlük çok önemli, miyop gözlüğüm, etkinlik gözlüğüm, en sevdiğim kırmızı çerçeveli gözlüğüm. Çantayı boşalt, yok. Kutusunu aç, bak, yok. Ceplerini karıştır yok. Birlikte gittiğin arkadaşları arayıp sor, yok. Odaya bile girmeden antrede öylece kaldım. Dedim ya gözlük önemli, cüzdan çaldırmış kadar oldum yani. Muhtelif senaryolar ürettim, fuayede düşürdüm, selfie çekeceğim diye gişenin önüne koyup orada unuttum, yolda düştü, biri üstüne bastı kırıldı. Yenisini almak dert, doktora gideceksin de, reçete yazdıracaksın da, üstelik yazılan reçete hiçbir zaman gözüne uymayacak, optikçiyle didişeceksin de, öffff! O sinirle üstümü değişmeye gittim. O gün ilk kez bir yıldır dolapta bekleyen bir elbise giymiştim, beli sıkı, eteği evaze, önden düğmeli bir şey. Düğmeleri çözmek için elimi belime atınca bir kabarıklık geldi, o ne? Sürpriz! Gözlük orada, hahaha :) Sanırım gösteri sonrası gözümden çıkarıp yakama takmışım, o da kayıp içeri düşmüş. Allahtan elbisenin beli sıkı imiş yere inmemiş, orada takılıp kalmış. Eşeğini kaybedip yeniden bulan Nasreddin Hoca'ya döndüm, bende bir sevinç :) Öptüm, sevdim, "bir daha bana böyle numaralar yapma" diyerek Klimt desenli kutusuna kaldırdım kıymetlimi :)

Ve efendim nihayet dün kendimi günışığında sokaklara attım. Öyle uzun zamandır balkonla ve ev civarı sokaklar ile sınırlı kalmışım ki çiçek açmış ağaçları görünce "Anaa, bunlar ne ara açmış" diye aptallaştım. Arkadaşım güldü, "Bademler yapraklandı bile" dedi. Cevriye'ye sövdüm Kadınlar Günü falan demeden, olmaz olsun öyle ağrılı kadın, yapıştı dizime, engel oldu park, bahçe gezilerime hain şey. Ben daha tomurcukken farkederdim çiçek açacak bademleri. Neyse geç olsun, güç olmasın. İlk iş sergi gezdim. Antalya Kültür Sanat'ta bir süredir açık olan ve gitmek için fırsat kolladığım, Türkiye'nin bu alanda ilk akademik eğitim almış kadın fotoğraf sanatçısı Yıldız Moran'ın "Zamansız Fotoğraflar" isimli retrospektif sergisini. Kültür merkezi bize kıyak yapmış ve 8 Mart Kadınlar Günü nedeniyle kadın ziyaretçilere ücretsiz gezme imkanı sağlamıştı, sağolsun. Aşağıda sergiden birkaç kare:






1950'li yıllarda çekilmiş fotoğraflar ne kadar harika değil mi? Yıldız Moran'ın şair Özdemir Asaf'ın eşi olduğunu da biler bilir. 

Sergiden sonra arkadaşımla kendi kutlamamızı kendimiz yapalım dedik ve güzel, güneşli havadan istifade yakınlardaki yeni açılan bir parka yöneldik. Denize karşı oturup yemek yedik. Kadınlar Günü'nde yenen şeylerin kalorisi olmadığı için diyeti bir seferlik bozdum :) Ben diyeti bozdum diye hava da bozdu, birden gökyüzü karardı, güneş kaçıp kayboldu, deniz coştu, birkaç yağmur damlası düştü. "Amanın ne oluyoruz?" demeye kalmadan güneş "Şaka yaptım" diyerek geri geldi, yağmur bitti, deniz sakinleşti.

Fotoğraftan anlaşılmayacak kadar güzeldi denizin görüntüsü, bu şehri sevmemek mümkün değil. Kahvelerimizi de içip kalktık, çiçekli, havuzlu yerlerden geçtik, Antalya'ya bahar resmen gelmiş anladık, sakura bile gördük Allah sizi inandırsın :)


Baleydi, sergiydi, parktı, çarktı derken sıra geldi çelınca, kaçış yok. Bu haftanın sorusu: "Dünyaya bakış açınız nedir, nasıl görüyorsunuz?"

Zor soru, çalışmadığım yerden geldi. Daha doğrusu müfredat değişti, konular eskidi ve ben yeni konulara hala adapte olamadım. Bir yanım 18 yaşımın idealistliğiyle hala umutlu, bir yanımsa "Geç bunları, anam babam geç bunları" şarkısını söylüyor. Benim gençliğim 68 kuşağının meşalesini devralmış bir kuşaktı; umutlu, vicdanlı, iyi niyetli, bilinçli, ahlaklı. Hep birlikte bu hasletlerimizin cezasını çektik. Dünyaya bakışımız değişti, içimizde bir yerlerde hala saklı kalmış bir umut, bir ideal, bir insancıl taraf hep var, o naifliği atamıyoruz üstümüzden ama hayat silindir gibi, ezip geçiyor. Artık olduğu gibi kabullenmeyi öğrendim, değiştiremiyorsun. Ne kadar çabalasan da olmuyor, senin çabanla olmuyor, en az senin kadar istekli, hevesli başkalarının da olması gerekiyor ki yok, var dediklerin bile yok. Lafta pek çok, uygulamada yok. Keşke bıraksak dünyayı kendi bildiği gibi dönse, şu halimizden daha mutlu olurduk Taş devrinde kalsaydık belki. Ay haydi bu kadar yeter, kendimi de sıktım, sizi de. Vicdanımızı yitirmeyelim önemli olan bu...

6 Mart 2018 Salı

"KARŞIDAN GELİYOR HOZALI GELİN"

Mutfakta çalışırken zaman zaman elim raftaki radyoya gider, kanalına falan bakmadan, bir sürpriz beklentisiyle açarım. Ne de olsa radyoyla büyüyen bir nesliz biz. Bugün düğmeyi çevirip tezgahtaki işime döndüğümde arkamdan gelen sesle bedenim mutfakta kalıp soğan doğramaya devam etse de, ruhum Yenimahalle'ye, çocukluğuma uçuverdi. "Karşıdan geliyor hozalı gelin" diyordu radyodaki kadın, o çok tanıdık ezgi eşliğinde: "Topla fistanını  toz olur gelin". Türk sanat müziğinin ve bu eski türkülerin neredeyse unutulmaya yüz tuttuğu günümüzde, tüm kültürel değerlerin koca bir değirmenin dişlileri arasında acımadan öğütüldüğü zamanlarda hangi kanaldı, kim söylüyordu açıkçası dikkat etmedim. Benim için o anda, o türküyü Hülya söylüyordu çünkü.  Buraya defalarca yazdım, Babil Kulesi benzeri bir sitede geçti benim çocukluğum. Her yöreden, her karakterden yüzlerce insan yaşardı o dört blokluk sitede ve devir şimdiki devir gibi değildi. En çok kendi bloğumuzu ama az çok da diğer blokları bilir, tanırdık. Her yaştan bir sürü çocuk, bir sürü genç ve bunların oynayıp eğlenmesine, dostluk kurmasına imkan verecek alanlar mevcuttu. Bir kere evin etrafı kırlıktı, bina ise Ali Baba'nın hazinelerine evsahipliği yapan mağara gibiydi. Katlar boyunca uzanan balkonlar, merdiven sahanlıkları, apartmanın girişindeki geniş alan, yan taraftaki içinde tek bir çiçeğin yeşerdiğini görmediğim uzun, beton çiçeklik, balkon altları, kömürlüğe inen merdivenler, korka korka da olsa bazen kömürlükler, 4 bloğu da içine alan kocaman bahçe, arkamızdaki şantiyenin baharda gelincik ve papatyalarla kaplanan, tel örgüyü kaldırıp giriverdiğimiz arsası, duvarındaki kocaman, üzerinde ürkünç bir kurukafanın olduğu "Ölüm Tehlikesi" levhasına rağmen önündeki çıkıntıda evcilikler kurduğumuz trafo binası; hepsi bizi düşünerek yapılmıştı sanki. Yaşları birbirine yakın 8-10 kızdık. Hareketli oyunlarda ter içinde kendimizi kaybettiğimiz yetmezmiş gibi çoğunlukla yan bahçede ya da kömürlüğü inen merdivenlerin başında toplanır, sohbet eder, şarkı-türkü söylerdik. Yüklü bir repertuarımız vardı, şimdiki gençlerin adını bile duymadığı hayli klasik şarkılar, türküler. En çok Hülya söylerdi. Üç kızkardeşin en büyüğüydü. Ergenlikle genç kızlık arasında, arafta bir esmer güzeli. Uzun siyah saçlarını yandan örer, ucuna o yıllar çok moda olan kocaman papatya tokalardan takar, diğer bloklardan birinde oturan, çok beğendiği delikanlının yolunu gözleyerek uzağa dalmış gözleriyle şarkıya girerdi: "Karşıdan geliyor hozalı gelin/Topla fistanını toz olur yarim". Hepimiz ergen, karşımıza çıkmasını umduğumuz beyaz atlı prensleri düşleyerek huşû içinde dinlerdik. "Yine mi yüklendi gül yarin göçü/Nereleri gezdin canımın içi" kısmına gelince "canım" yerine "canam" derdi. Yanlış mı bilirdi, özellikle mi öyle söylerdi hala merak ederim. 

Biz böyle sanat müzikli, türkülü takılıp dururken bir gün siteye Tülinler taşındı. Tülin bizden bir-iki yaş daha büyük, esmer teninindeki iri yeşil gözlerinin güzelliğini arttırdığı, boylu-boslu bir kızdı. Ne kadar güzelse, o kadar da çılgındı. Lakabının Deli Tülin olduğunu çok geçmeden öğrenecektik. Yerleşmeleri bitince sahalardaki yerini aldı, biz kömürlük pencerelerinin denizliklerine oturmuş, Hülya'dan "Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı?" şarkısını dinlerken (bak şimdi hatırladım, Hülya buradaki "canım benim, gülüm benim" nakaratını da "canam benim, gülüm benim" diye söylerdi) külhan bir tavırla gelip başımıza dikildi. Bir süre ses çıkarmadan, elleri ceplerinde dinledi. Şarkı bitince hepimiz tepkisini görmek için yüzüne baktık, pis pis güldü, "Bu ne be?" dedi, "Naftalin kokuyorsunuz". Övgü beklerken dayak yemiş gibi olduk, daha şaşkınlığımızı üzerimizden atamadan o "Aranjman bilmez misiniz siz?" diye golünü attı. "Ee, şey biliriz tabii, niye bilmeyelim canım, gak guk" demeye kalmadan sesine Ajda Pekkan tınısı vererek başladı: "Atlı karınca dönüyor dönüyor/Dünya durmadan dönüyor dönüyor". 

Tülin hayatımıza taze bir kan olarak girmişti, o gün bizi 1-0 mağlup etse de konserlerimize yeni bir soluk kazandırmıştı, çok geçmeden berabereydik artık.

Ne dersiniz, "Karşıdan geliyor Hozalı gelin"i Muzaffer Akgün'den dinleyelim mi? Hülya ile Tülin'in de kulakları çınlar belki her nerelerdeyse...


5 Mart 2018 Pazartesi

VE OSCAR GİTTİ GİDER...

Bu yıl törene katılamadım dostlar, "Neden?" demeyin, önemli sebeplerim vardı. Kapıya kadar gelen limuzini bile geri yolladım, tertip komitesi telefon üstüne telefon yağdırıp, "Sensiz olmaz bu tören, etme eyleme" deseler de Nuh dedim, cep telefonu demedim. Bir kere eşofmanımla terliklerimin rengi birbirini tutmadı, o vaziyette gidip kendimi kırmızı halıda rezil edemezdim, sonra dün temizlik günümdü, son derece yorgundum. Yani bula bula benim temizlik günümü mü buldunuz tören yapacak, alıverin başka bir güne ayol madem bensiz olmuyor, açıkcası biraz da kırıldım tertip komitesine, kendilerine de ilettim, çok üzüldüler. Belki de o sürpriz sonuçlar o üzüntünün sonucunda çıkmıştır, kafaları karıştı tabii ki. Seneye bir şekilde gönlümü alacaklarını düşünüyorum, ön sırada Meryl'in yanına oturtmazlarsa yine gitmem zaten. Yine de sizleri düşünerek ekran başında kafam uykusuzluktan düşene kadar izledim. İzledim de ne oldu, Oscarlık filmler hakkında hiçbir fikri olmayan Tüllin Özzen'le, saatlerce geçen yılın kritiğini yapan Ceyylan Attınç'dan içime hafakanlar bastı. Üstelik Digitürk ikide bir koptu, tören mekanıyla senkron tutturamadı. Biz hala geçen yıl Nicole Kidman ne giymiş konuşurken adamlar kostüm ödülünü takdim etmişlerdi bile salonda. Sabahın 4'ünde "Başlarım Oscar'ınıza" deyip yatağa yollandım ama merak etmeyin yeteri kadar dedikodu biriktirdim. Önemli olan kırmızı halı zaten değil mi, filmleri günlerdir izleyip, yazıp, çizip dururuz. Evet şimdi gıybet zamanı:


Kırmızı halıya ilk ayak basanlardan biriydi Allison Janney ve giderken elindeki kırmızı çantaya ilaveten bir de "En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu" Oscar'ı taşıyordu. Açıkcası "I, Tonya"da canlandırdığı buruşuk, sevimsiz, rüküş, çaçaron ve baskın anne tipinden, BAFTA ödül töreninde giydiği konserve kutusu benzeri giysiden sonra böyle sofistike, şık ve zarif bir görüntü, bir kostüm beklemiyordum, bakakaldım ekrana. Bence gecenin yıldızı oydu. Demek ki neymiş efendim, çirkin kadın yokmuş, Hollywood makyajcılarının elinden geçmeyen kadın varmış :)


Ve bence gecenin ikinci yıldızı, 80'lik Jane Fonda. Allahım, bize de nasip eyle. Şimdiden çökmüş omuzlarımızı, yerçekimine direnemeyen yüz hatlarımızı, Cevriyelerin yuva yaptığı dizlerimizi, seyrelmeye başlayan saçlarımızı Jane Fonda efsunuyla yenile yareppim. On yüz milyon bin Oscar aşkına, hep birlikte tekrar edelim: "Bize Jane Fonda pırıltısından ver ver ver ver, ver Allahım ver" :)


Bu yıl Oscar'ın 50+ kadınları "5 lira fazla olsun, kırmızı olsun" modundaydılar. Gedikli Meryl ablam da "Allar giymiş ne yakışır Ayşe'ye/Boyunu benzettim mor menekşeye" türküsü çığırarak dolaştı halıda. Takım olmak istediler sanırım, eh anlarım her yıl gide gele akraba oldular zira kırmızı halıyla. Zaten bu yıl abonman kartı vermişler Meryl'e Oscar'a beleş giriş için. "Son yirmi yılın elemanı" seçilmiş, 65 yaş üstü olunca da  katmerli olmuş. Yalnız gençler bozuluyormuş, abonman kartı var, her sene geliyor, bize yer kalmıyor diye. Belediye otobüsü mode on :)


Bu gördüğünüz Japon feneri ile şıngırdaklı abajur karışımı arkadaş Salma Hayek. Geçen Türkiye'deymiş bu, arkadaşı Kezban'ın kına gecesine gelmiş, tuvaletini de Çıkrıkçılar yokuşundaki gelinlikçilerden almışlar. "Nasılsa Türkiye'de giydim, kimse görmedi, telef olmasın" diye Oscar törenine de giymiş. Yalnız bir metreden fazla yanaşanların gözleri yanmış, bugün hepsi göz doktorunda imiş. 


Greta Gerwig ve kayısı rengi tufaleti. İnsan böyle bir rengi niye tercih eder ki? Bence bu Oscar modacıları oyuncuları kıskanıyor, nasıl daha çirkin gösterebiliriz diye özel bir gayret sarfediyorlar. 


Hiç sevmediğim şeffaf kadın Nicole'un bu kostümü çok beğenildi, gecenin en güzel kıyafeti seçildi. Sizce nasıl, bana arkadaşıma hediye aldığım, Parliament mavisi, üzerine aile boyu fiyonk bağlanmış bir dolma kalemi hatırlattı. 


Tonya'mız Margot Robbie, "En iyi Kadın Oyuncu" adaylarından biriydi biliyorsunuz. Aslında çok güzel kadın ama yağlıymış hissi veren saçları, müzelerde sergilenen eserlerin önüne çekilen kordon benzeri yakası, kesme camdan şekerliğe zincir takmış gibi duran çantası ile benimla değil. 


"İkinci Bahar" dizisinde Tan Sağtürk Timothy adında bir yabancıyı canlandırmıştı, Haydar usta Şener Şen telaffuz edemez "Tımıtı" derdi ona. Bu da bizim şeftalisever Tımıtı, "En İyi Erkek Oyuncu" Oscar'ını Gary Oldman'a kaptırdı haliyle. Zaten ailesi demiş ki: "Oğlum sen daha yenisin, gençsin, acemisin, Churchill dururken Oscar'ı sana yedirmezler. Şimdi kıyafet için mesarif etmeyelim, nasılsa sahneye çıkmazsın. Şu sünnetlik takımını giyiver gitsin. Gerçi boyun biraz uzadı o günden bu güne ama altına uzunca konçlu bir bot alıveririz olur biter, ha çoccuuum, olur mu, he?" Efendi çocuk, bakmayın siz onun şeftaliye yaptıklarına aile bağları kuvvetli, giymiş gelmiş sünnetliği annesinin elinden tutup.


Bu arkadaş müzisyenmiş, ben sanal alemin yalancısıyım yoksa tanışmıyoruz kendisiyle, St Vincent namıyla meşhurmuş. Biraz eli ağır olduğundan kostüm dağıtılırken gecikmiş. Buna sıra geldiğinde elde kostüm kalmamış, o da el mecbur korseyle gelmiş törene. Neyse ki bir şapkacık olsun vermişler. O kolundaki şey de sırt çantası galiba, tören sonrası kokteyldeki yiyecekleri koyup ailesine götürecek belli ki, kendi aç geziyor göründüğü üzere. 


Sunuculardan biri bu hanımefendi kızımız. Mor kostümünü ablası dikmiş, ön taraf biraz kısa kalınca yorgan ağzındaki fistoyu söküp eklemişler acele ile. Bacaklarını birleştir çocuuum, içe içe basma bakayım. Ortopedik bot alsınlar sana.


Bu Sally'cik hakikaten iyi oyuncu, has oyuncu ama hep böyle bir ezik, bir mağdur görüntü, yoluk saçlar, üstünde ağlayan kostümler. Evin üvey kızı gibi, ablasının entarisini giymiş gibi. No'luyoruz yav, ezdirme kendini abla, dağıt saçlarını bebek, savur biraz, bugüne bugün "En iyi Kadın Oyuncu" adayısın. 



Duyun da inanmayın, görün de inanın. Soldaki hanımefendi Rita Moreno. Kendisi 86 yaşında ve üzerine giydiği kostümü ilk kez 1962 yılında Oscar ödülü alırken giymiş. 56 yılda bir gram almadın mı behey insafsız. Üstelik alttaki eski fotoğrafından daha havalı görünüyor, zevkleri de incelmiş. idolümsün Rita Nine, helal olsun alemin tüm Oscarları sana. 


Bu yenge de kostümü yetişmeyenlerden, Adra Day'mış adı. Mecburen perdeciye gitmiş, perdeci az satılan desenli kumaşlardan hemen bol büzgülü bir fon perdesi tasarlayıp giydirmiş kızçeye. Gönderirken de tembihlemiş, "Dikkat et eteğine basma, mazallah düşersin" diye. Ayakta perde, yerde minder, Oscar'da kostüm çok amaçlı bir nesne anlayacağınız. Hayırlı olsun kızım.


İşte bir yıldız daha, ne giysen yakışır be Whoopi graliçam. Güneş gözlüklerini yidiğim, ayağında da botlar var, açıp gösterdi, pek rahat oluyor diye. Tarzını seveyim.


Babam bana çocukken altın yaldızlı ambalaj içinde parmak çikolata  alırdı, Lupita Nyongaa'yı ona benzettim :)


Buzlar kraliçesi Frances McDormand, film tahminleri ters köşe yapsa da "En iyi Kadın Oyuncu" dalında yüzümüzü kara çıkarmadı neyse ki. Saçıyla takım bir kostüm uygun görülmüş kendisine, biraz babaanne işi olmamış mı, ne dersiniz?


Saoirse Ronan, Nicole Kidman'ın genci sanki bu kız, aynı şeffaflık, aynı renksizlik. üstündeki bebek pembesi kuyruklu tuvaletle de akmış dondurmaya benzememiş mi?

Valla kostüm de, gıybet de çok ama bende hâl, sizde de sabır kalmadı sanırsam. Yeni bir törende buluşmak dileğiyle gökten 3 Oscar düşsün, biri okuyanlara, biri okumayanlara, biri de bana :)))