.

.
.

31 Aralık 2015 Perşembe

YILBAŞI VE MANDALİNALAR


Az evvel mutfaktan geldim. Ortalığı ocakta akşam için pişen ayva tatlısının tarçınlı, karanfilli enfes kokusu sarmış. Derin derin içime çekiyorum ama kokunun beyin hücrelerimde uyandırdığı iz yılbaşından tamamen uzak, bana hatırlattığı tuğlalı Şakir Zümre sobaları, içinde yanıp korlaşan kok kömürleri ve sobanın altındaki çekmeceye sürülüp saatlerce pişmeye terkedilen ayvanın saldığı kokuyla dışarıdaki karlı havaya ya da ayaza inat oturma odalarında yarattığı gizemli sıcaklık. Yılbaşının kokusuysa mandalina ile özdeşleşmiş, hem de ince kabuklu, bol çekirdekli ama olağanüstü aromalı yerli mandalina. Yemesi avuca doldurulan yığınla çekirdekten dolayı bir eziyet olsa da kokusu o eziyete değer. 

Her birinde 24 daire bulunan 4 bloktan oluşmuş bir sitede büyüdüm ben. Her blok kendi arasında bir komün hayatı yaşardı adeta. Anneler herkesin annesi, kardeşler hepimizin kardeşi, komşular aileden biri, evler kendi evimiz gibiydi. Yazın kapılar ardına kadar açık, kışın anahtarlar üstünde. Özel alanımı titizlikle korumaya gayret ettiğim şu yaşımda o tarz bir yaşam hoşuma gider miydi bilemiyorum ama çocukluğun şeffaf dünyasında pek keyifli bir deneyimdi. Hiç bir yılbaşını tek başımıza geçirdiğimizi hatırlamıyorum. Birkaç komşu birleşir, ortaya para koyar, alınacakları ortaklaşa alır, o gece yenenler yenir, artanlar kardeş payı dağıtılırdı. TV yoktu henüz hayatımızda, çam süslenmez, Noel Baba gelmez, hediye falan alınmazdı ama çok eğlenirdik. İstisnasız her yılbaşı yemek sonrası tombalaya geçildiğinde ortaya gelen meyvelerin içinde yukarıda sözünü ettiğim mandalina mutlaka olurdu. Kazanma heyecanıyla elleri mis kokutarak kabuklar soyulur, dilimler ağıza tıkıştırılır, çekirdeklerden bir kule oluşur, kabuklar parçalanıp çıkan sayıların üstünü kapatmakta kullanılırdı. Ev mandalina kokardı, mandalina mutluluk ve huzur. Babalar sofrada iki tek atar, babamın koro şefi olduğu geleneksel rakı şarkısı mutlaka söylenir (viva la, viva la, viva la amur/viva la amur/viva la amour/viva la kampaniiiii-sondaki i mutlaka uzun tutulmalı), kimse şarkının anlamını bilmese de söylemekten alınan haz sanki bilinçaltı dostluktan ve aşktan bahsettiğini sezer gibidir. Kahkahalar havada uçar, birinci çinko, ikinci çinko, tombala çığlıkları kahkahalara karışır, derken güzel sesli bir komşu bir şarkı tutturur, hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, gönlümüzün kıyısına vururdu. Sonra Şefika abla tavşan kanından da koyu çayları dağıtır, sigaralar yakılır, efkarlar dumanda boğulurdu. Tüm apartmanın anası Müyesser teyze tombalayı kazananı "dondurma alacan mı bana?" diye sıkıştırırken saat 12'yi vururdu. İnsanlar umutlu, insanlar mutlu, insanlar hoşgörülü idi, güzel günlerdi, tasasız günler. Keşke geri gelse demiyorum ama keşke hala aynı umutları, aynı hoşgörüyü muhafaza edebilseydik. 

Ne diyeyim, yine fakirin ekmeğine sarılacağız, 2016 duyar belki umutlu sesimizi. Hepinize sağlık, ülkeye ve dünyaya huzur ve barış diliyorum...

30 Aralık 2015 Çarşamba

1 KALA


2015'i yolcu etmeye 1 kala nasılsa erken uyandım. Rutin sabah işlerinden sonra mutfağa girmiştim ki bir bağırtıyla kendimi balkona attım. Bu aralar bizim mahallede aktivite bol, daha 2 gün önce caddenin karşı tarafındaki dükkanın sahibi kardeşi tarafından 5 kurşunla vuruldu güpegündüz. Neyse ki bağırış cana kastetmiyormuş diyeceğim ama bu defa kasıt ağaca idi. Yaşlı bir teyze kaldırım kenarına park eden adama sesleniyormuş meğer: "Beyifendi beyifendi, arabanı orayı goma. Ağacı kescez, dalları üstünü düşee". Kadının ne dediğini ben ta 3. kattan duydum ama adamcağız bunu bir park yeri kavgası olarak algılamış olsa gerek ki gardını alarak ve hamle yapmaya hazır yaklaştı: "Niye gomaacaaamışım?" Teyze alttan aldı: "Ağacı kescez deyom, dalları üstünü düşee, şimdi goma, sonra yine getirii goorsun". Muhtemelen iki Ispartalı arasında geçen bu diyalogdan sonra adam ikna olup arabasını karşı yöne parketti, akabinde kadının kocası olduğunu düşündüğün cıbıklı pijamalı, örgü yelekli bir amca elinde testere ile göründü ve ağacı alt dalından itibaren kesmeye başladı. Arsız bir aylandızdı kesilen ama yine de içim acıdı her bir dal yere düştükçe. Boyu apartman boyuna ulaştığı için hayli uzun sürdü kesim işlemi, daha yere düşenler toplanmadan bu defa ambulans sesiyle irkildik. Aman adam bir yerini mi kesti diye fırladım, değilmiş. Yan apartmanda bir hasta varmış, sedyeli görevliler oraya daldı. Bir sabah saati için epeyce vukuat yaşadıktan sonra mutfağıma geri dönüp radyoda bir klasik müzik kanalı açtım ve arabaşı çorbası pişirmeye başladım. Norveç yöresinden Grieg'in valsleri eşliğinde Orta Anadolu yöresinden arabaşı çorbası için hindi etlerini didiklerken bir yandan da halime gülüyordum, "Türkish cuisine with classical music" diyerekten. Neyse ki çok geçmeden komşu Theodorakis'in "Zorba"sı çalmaya başladı da ben de sirtaki yaparaktan arabaşının hamurunu karıştırdım :)

Geldiğimden beri bahar modunda giden hava ufaktan soğuma belirtileri göstermeye başladı. Kuzeyden esen rüzgar henüz pek etkili olmasa da yaklaşan bir fırtınanın habercisi olabilir. Gökyüzünde güneş pırıl pırıl, kuytuya geçmedikçe mesele yok, hele güneş alan bir evdeyseniz ısıtma aracına da gerek kalmıyor, ev sıcacık. Tıpkı şu an içinde bulunduğum odada olduğu gibi.

Birazdan dışarı çıkıp arkadaşlarla buluşacağım, denize karşı kahve içeceğim. Geldiğimden beri denizle ilk görüşmem olacak, kendisini ve Bey dağlarını özlemedim desem yalan olur. Akşam da yeni yıl konserinde olacağım Opera Sahnesi'nde. Şimdilik kalın sağlıcakla...




29 Aralık 2015 Salı

ENVANTER



Gitti gider 2015. "Erken ağardı saçlar/Yılların günahı ne" der ya şarkıda, olup biten olayların günahını yıllara yüklememeyi öğreneli epey oluyor. Yine de biraz zor bir yıldı, hem ülke, hem kişisel anlamda. Kişisel olanları bir şekilde atlatıyoruz sağlığımız yerinde oldukça da iş ülkeyi huzura kavuşturmakta. 2016, senden en büyük ricamız, beklentimiz, umudumuz bu...

Yılın bana bıraktığı güzel izlerle  bir kolajda toplayayım dedim 2015'i:

-Ocak: Hiç şaşmaz, tam son günü her yıl bir yaş daha gençleşmek :)
-Şubat: Bahardan kalma şahane bir günde yıllar önce mezun ettiğin öğrencilerle birlikte olmak.
-Mart: Süleyman Saim Tekcan'ın güzelim atlarını izleyip kendimi bir espresso ile ödüllendirmek.
-Nisan: Datça... Papatyalardan bir halı üzerinden denize uzanmak, Zero yoldaşımdır.
-Mayıs: Beyaz papatyadan sarısına geçiş, Antalya'nın en güzel zamanlarına tanıklık etmek.
-Haziran: Ankara günlerine Kale'den başlamak.
-Temmuz: Konya, Kelebek Müzesi'ni ararken şehrin tamamını katetmek :)
-Ağustos: Bursa, tarihi solumak. Irgandı Köprüsü'ne bakıp hayran olmak.
-Eylül: Yılın en güzel sergilerini tüm yılların en güzel ressamıyla gezmek.
-Ekim: Adrasan, huzuru koklamak.
-Kasım: Bitmek bilmeyen hastane günlerinin ağırlığını günbatımı manzarasıyla hafifletmek.
-Aralık: Yılı sanatla bitirmek: Fındıkkıran, şiir gibi bir bale.

Daha iyilerini senden bekliyoruz 2016, sağlıkla...

DÖKÜM 3

Evet kaldığımız yerden devam ediyoruz kitapları döküp saçmaya :)

TEMMUZ:

1- Bir Son Duygusu/Julian Barnes
2- Ne Zaman ki İçime Bir Kurt Düştü/Tülin Tankut
3- Ağaçların Özel Hayatı/Alejandro Zambra
4- Eve Dönmenin Yolları/Alejandro Zambra
5- Ağaçlar Yanıyor/Özlem Akıncı
6- Bir Gençlik/Patrick Modiano
7- Dün, Bugün, Yarın/Sophia Loren
8- Gülmekten Ölen Adam Vakası/Tarquin Hill
9- Hınzır Kız/Mario Vargas Llosa

Temmuzun tartışmasız favori kitabı Nobel ödüllü Perulu yazar Mario Vargas Llosa'nın "Hınzır Kız"ı idi. 


Ve yine bir Güney Amerikalı, Şili'li Alejandro Zambra'nın ardarda okuduğum iki kitabı da Temmuz okumalarının en iyileri arasında idi. Buradan çıkan sonuç benim Latin Amerikalı yazarlara özel bir zaafım olduğudur :)



AĞUSTOS:

1- Moskova'da Yanlış Anlama/Simone de Beauvoir
2- Köpeğimi Alıp Erkenden/Kate Atkinson
3- Tibet Şeftali Turtası/Tom Robbins
4- Türk Sinemasında Yeşilçam Aşkları/Agah Özgüç
5- Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar/Serhan Ergin
6- Atuan Mezarları/Ursula K. Le Guin
7- Bitti Bitti Bitmedi/Vedat Türkali
8- Işıklı Ev/Alison Moore

Ağustos'un yıldızı Ursula idi...



EYLÜL:

1- Matilda/Roald Dahl
2- Karahindiba Şarabı/Ray Bradbury
3- En Uzak Sahil/Ursula K. Le Guin 
4- Tehanu/Ursula K. Le Guin
5- Öteki Rüzgar/ Ursula K. Le Guin
6- Yerdeniz Öyküleri/ Ursula K. Le Guin
7- Kadran Kadraj/Koray Sarıdoğan
8- İnsan Kendine de İyi Gelir/Ahmet Büke 

Görüldüğü gibi Ursula Eylül'e de damgasını vurmuş ama Ray Bradbury'yi de atlamamak gerekir. "Karahindiba Şarabı" ılık bir yaz akşamı yumuşaklığında bir çocukluk öyküsü. Bu yılın en etkileyici kitaplarındandı. 



EKİM:

1- Yaz Bitince/Edith Wharton
2- En Çok Onu Sevdim/Gamze Güller
3- Buraları Rüzgar, Buraları Yağmur/Selçuk Altun
4- Bizans'a Yolculuk/Mauren Freely
5- Sineklerin Tanrısı/William Golding
6- Kısa Karanlıklar/Sedef Betil
7- Kelebeklerin Yazı/Adriana Lisboa
8- Kağıt Ev/Carlos Mario Dominguez
9- Kuş Diline Öykünen/Ayşegül Devecioğlu
10- Şumanların Gelini/Tomas Lieske
11- Piksel/Krisztina Toth

Ekim hayli verimli bir ay olmuş nicelik bakımından, işin aslı nitelik de yerindeydi. Hemen hemen okuduğum tüm kitapları çok sevdim. Ama Latin yazarlardan sonra tutkunu olduğum Macar edebiyatının ilk kez okuduğum bir yazarına, Krisztina Toth'a ait olan "Piksel" bende çok farklı bir etki yarattı. 


Edith Wharton'un "Yaz Bitince"si, gecikmeli bir okuma olan Golding'in "Sineklerin Tanrısı", Dominguez'in "Kağıt Ev"i iz bırakan kitaplardı. Ayşegül Devecioğlu'nun "Kuş Diline Öykünen"i bu yılın yerli yazarları arasında iyi bir yere yerleşti. 

KASIM:

1- Her İşte Bir Hayır Vardır/Ekin Açıkgöz
2- Uzak Şehir/Levent Cantek-Berat Pekmezci
3- Tesbih ağacının Gölgesinde/Harper Lee
4- Ara Tonlar/Ayşegül Devecioğlu
5- Sen Yaşarsan Ben Ölürüm/Celil Oker
6- Orkestra Şefi/Sarah Quigley
7- Bazen Bahar/Melisa Kesmez
8- Tiyatro Benim Hayatım-Yıldız Kenter/Dikmen Gürün
9- Deccalın Hatırı/Sezgin Kaymaz
10- Kısas/Sezgin Kaymaz

Hasta başı beklerken oldukça verimli okumalar yapmışım şekilde görüldüğü gibi, üstelik kitapların çoğu tuğla boyutunda idi :) Favorim "Tesbih Ağacının Gölgesinde". Harper Lee'nin "Bülbülü Öldürmek"ten önce yazıp yayınlayamadığı kitabını sonunda okumayı başardık, iyi de ettik.


Melisa Kesmez'in ikinci öykü kitabı olan "Bazen Bahar" ile Ayşegül Devecioğlu'nun da hakkını yemek istemem. Sezgin Kaymaz'ın "Sevinç Kuşları" üçlemesi ile keyifle okuduğum kitaplar oldu. 



ARALIK:

1- Son Şura/Sezgin Kaymaz
2- Şanzelize Düğün Salonu/Tarık Tufan
3- Hikayede Büyük Boşluklar Var/Hakan Bıçakçı
4- Nasipse Adayız/Ercan Kesal
5- Kızıl Dosya/Arthur Conan Doyle
6- Tokyo Uçuşu İptal/Rana Dasgupta
7- Nergis/Turgut Ulucan
8- Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım/Elena Ferrante
9- Hayalperest/Pam Munos Ryan
10- Can Almanak
11- Aile Sırları/Jonathan Frenzen

Yılın son ayının en keyifli okuması Rana Dasgupta'nın uçuşları iptal edilip otellerde yer bulamayan 13 kişinin havaalanında geçirdikleri gecede sıkılmamak için birbirlerine anlattıkları 13 öyküden oluşan "Tokyo Uçuşu İptal" isimli romanıyla oldu. 


Genelde çok satan ve çok bahsedilen kitaplara biraz ihtiyatla yaklaşsam da bu defa Napoli romanları adıyla anılan seriyi ciddi ciddi merak ettim, iyi de etmişim. İlk kitap olan "Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım"ı çok severek okudum. Hatta ikinci kitabı ısmarladım, okunma sırasını bekliyor. 


Buraya kadar okuduklarım tamamını listeledim ve en beğendiklerimi yazdım. Okuduğum 105 kitap içinde "gözüme yazık oldu" dediklerimi sıralamayı da siz takipçilerime bir borç bilirim, liste aşağıdadır, neyse ki çok fazla değildir:

-Hayallerimin Kitapçısı/Petra Hartlieb
-Kırık Beyaz/Can Gürses (ki bundan önceki kitabı "En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın"ı çok beğenmiştim)
-Konstantiniyye Oteli/Zülfü Livaneli
-Bitti Bitti Bitmedi/Vedat Türkali
-Kadran Kadraj/Koray Sarıdoğan
-Sen Yaşarsan Ben Ölürüm/Celil Oker
-Şanzelize Düğün Salonu/Tarık Tufan

Yeni yılda da kitapsız kalmayınız efendim...


28 Aralık 2015 Pazartesi

DÖKÜM 2

Madem başladık 2015'i sayıp dökmeye, kitaplarla devam edelim. Bu yıl hem kitap sayısı, hem de kitapların niteliği açısından verimli bir yıl oldu. Şu an elimde okumakta olduğumla birlikte yılı 105 kitapla kapatmış olacağım. Fena bir rakam değil galiba :) Aslında bu kitapları blogumda açtığım bir sayfada paylaşmıştım, sevinerek gördüm ki yaklaşık 2100 kişi sayfamı ziyaret etmiş, umarım kendilerine bir katkım olmuştur. Sayfada sadece puan vermiştim kitaplara, burada ay ay sıralayıp en severek okuduğumu belirteceğim. 

OCAK:

1- Tarçın Dükkanları/Bruno Schulz
2- Aşk Komandoları Vakası/Tarquin Hill
3- Saçında Günışığı/Jhumpa Lahiri
4- Huysuz Kitapçı Fikry'nin İnanılmaz Hikayesi/Gabrielle Zevin
5- Üç İki Bir Kayıt/Hande Ortaç
6- Kafamda Bir Tuhaflık/Orhan Pamuk

Ocak okumalarının hilafsız birincisi Hintli yazar Jhumpa Lahiri'nin "Saçında Günışığı" oldu. Yılın ilk 10'unun içine rahatlıkla girer. 

 
Herkesin aksine-Orhan Pamuk kitaplarını zevkle okumama rağmen-"Kafamda Bir Tuhaflık"ı sevdim diyemeyeceğim. 

ŞUBAT:

1- Adaş/Jhumpa Lahiri
2- Dert Yorumcusu/Jhumpa Lahiri
3- Abim Deniz/Can Dündar-Hamdi Gezmiş
4- Son Pencere Zürafa/Peter Zilahy
5- Kızböcekleri/Tahir Musa Ceylan
6- Cinayet Oyunu/Isabel Allende
7- Bir Aile Romanının Sonu/Peter Nadas
8- Ingrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak/Chris Greenhalgh

"Saçında Günışığı"nın gazıyla yayınlanmış diğer Jhumpa Lahiri kitaplarını da temin etmişim görüldüğü gibi, tabii ki Nadir Kitap'tan, zira baskıları tükenmiş. "Adaş" ilk kitabın tadını vermese de güzeldi ama bir öykü kitabı olan "Dert Yorumcusu"ndaki, bilhassa kitabın adını taşıyan öyküye ve diğer öykülere bayıldım. Hayatımın yazarı Isabel Allende'nin yeni kitabına da saldırmışım tabii ki :) İlk kez polisiye tarzı yazmış benim şahane kadınım ve bunu da becermiş ama ben büyülü gerçeklik tarzıyla yazdığı diğer kitaplarını daha çok seviyorum itiraf edeyim.


MART:

1- Bakele/Sezgin Kaymaz
2- Gökkuşağı Günleri/Antonio Skarmeta
3- Karanlıkta İki Ceset/Suphi Varım
4- Büyülü Ada/Gerald Durrell
5- Beni Kim Sevsin/Ebru Askan
6- Melek Dili/Dimitri Dinev
7- Otuzların Kadını/Tomris Uyar
8- Ayfer Tunç'la Karanlıkta Kelimeler/Handan inci
9- Animal Triste/Monuka Maron
10- Az Pişmiş Kelle/Rita Falk

Bu ay okudğum kitapların tamamından memnun kaldım ama Bulgar yazar Dimitri Dinev'in "Melek Dili" başköşeye oturdu. Hayli hacimli, puntolarının küçüklüğü de gözönüne alınacak olursa ekstra hacimli olan kitap okurken biraz gözlerimi zorlasa da çok beğendim. 

 
Hemen arkasından "Gökkuşağı Günleri"ni de alabilirim beğeni sırasına. Türkçe'deki adıyla "Ateşli Sabır" ya da daha bilinen adıyla "Il Postino"nun da yazarı olan Skarmeta'nın bu kitabına beğeneceğimden emin olarak başlamıştım zaten. Ne yapayım Şili'li yazarlara zaafım var :)




NİSAN:

1- Bize İki Çay Söyle/Elif Key
2- Şehirler Kitabı/Guillermo Cabrera İnfante
3- New Orleans Cinayetleri/Ray Celestin
4- Papadopulos Apartmanı/M. Altar Kaplan
5- Bir Bahçe Ressamının Güncesi2/Aysun Berktay Özmen
6- Kırık Beyaz/Can Gürses

Nisan okumaları hem sayı, hem beğeni açısından yetersiz kaldı. Papadopulos Apartmanı İstanbul seyahatlerimden birinde bizzat görüp mimarisine hayran kaldığım bir apartmanı anlatması açısından ilginçti. Onun dışında pek akılcı kalıcı bir okumam olmadı.



MAYIS:

1- Hayallerimin Kitapçısı/Petra Hartlieb
2- Yalan Yıllar/Can Kozanoğlu
3- Acısı Bende Saklı/Zeynep Altıok Akatlı
4- Herkes Yalnız/Onur Caymaz
5- Ne Malum/Ayşe B. Kaban
6- Tatlar, Dostlar, Anlar/Reha Arar
7- İstiridye üstü Girit/Byron Ayanoğlu
8- Kimse Tek Başına Kurtulamaz/Margaret Mazzantini
9- Barbarın Kahkahası/Sema Kaygusuz

Mayısın yıldızı 9 no'lu kitap oldu: "Barbarın Kahkahası". Sema Kaygusuz hemen tüm kitaplarını okuduğum ve çok sevdiğim bir yazardır, bu son kitabı ile gönlümü iyice fethetti.


 "İstiridye Üstü Girit", çok sevdiğim bir tarz olan yemek kültürü konusunda yazılmış oldukça iyi bir kitaptı. "Herkes Yalnız" ve "Ne Malum" güzel öykü kitapları olarak bu ayın kazanımlarıydı. 



HAZİRAN:

1- Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları/Ayşegül Kocabıçak
2- Hayat Bir Kervansaray/Emine Sevgi Özdamar
3- Yerdeniz Büyücüsü/Ursula K. Le Guin
4- Konstantiniyye Oteli/Zülfü Livaneli
5- Dünya Bu Kadar/Mahir Ünsal Eriş
6- Unutma Dersleri/Nermin Yıldırım
7- Sinemaskop Randevular/Sevim Gözay
8- Sovyet Mutfak Sanatı/Anya von Bremzen
9- Trendeki Kız/Paula Hawkins
10- Enigma/Antoni Casas Ros

Ankara'nın yazdan çok sonbaharı hatırlatan, bol yağmurlu serin Haziran'ı eve mahkum edince 10 kitabı iyi etmişim :) "Sovyet Mutfak Sanatı" ilk ağızdan hem Sovyet yemek kültürünü, hem de Sovyet tarihini anlatan bir kitap olarak bu yılın enleri arasında yerini aldı. 


 "Yerdeniz Büyücüsü" geç dahil olduğum Ursula Le Guin'in fantastik aleminde yeni bir yolculuğa çıkardı ve bir seri okumanın başlangıcı oldu. 


Ve Katalan yazar Antoni Casas Ros'un "Enigma"sı kuşkusuz bu yıl okuduğum en iyi, en ilginç kitaplardandı. Genç bir yazarın ilk kitabı olan "Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları" ise kısa ama çarpıcı öyküler olarak zihnimde yer etti. 


Yılın ikinci yarısı yarına kalsın...

27 Aralık 2015 Pazar

DÖKÜM 1

Yıl bitmeden son sanatsal faaliyetleri ucundan yakaladım neyse ki. 15 gün önce Ankara Devlet Operası sahnesinde modern dans topluluğundan izlediğim "Fındıkkıran" balesini bu kez Antalya Devlet Operası Sahnesi'nde klasik bale formatında izledim. İlki de çok güzeldi ama ne yalan söyleyim bugün izlediğim gösteri şa-ha-neydi. Müziğini Çaykovsky'nin bestelediği Fındıkkıran balesi yılbaşına çok yakışan bir eser. Bir yılbaşı kutlamasıyla açılıyor perde ve evin kızı Clara'nın armağan olarak aldığı fındıkkıranın etrafında dönüyor olaylar. Rüya gibiydi danslar, müzik, dekorlar ve kostümler. Dansçıların ellerine, ayaklarına, emeklerine sağlık. Doğal olarak temsil sırasında fotoğraf çekmedim, aşağıdakiler selam sırasında yakaladığım birkaç kare:





Söz baleden ve sanatsal etkinlikten açılmışken ufaktan geçmiş yıl değerlendirmesi yapsam olacak. Malum burası bir yerde benim kişisel tarihim. Bu yıl katıldığım etkinliklerle başlayalım pek de sevemediğim, beni hayli yorup üzen 2015 değerlendirmesine:

- 60 film izlemişim, bir kısmı sinemada, bir kısmı DVD ya da internet aracılığıyla olmak üzere. Geçen yıla göre düşmüş sayı. Çünkü babamın hastalığı nedeniyle Altın Portakal'ı kaçırdım. Mayıs ayında da kayınvalidemi kaybetmiştik, o süreçte de bu tarz etkinlikleri takip etmem mümkün olamadı. Şu film çok güzeldi diyemeyeceğim, zira hepsini tek tek elden geçirip hatırlamam lazım ki hiç canım çekmiyor bunu yapmayı. Ama izlediğin en kötü film hangisiydi derseniz tartışmasız "Deliha" derim.

-Seyrettiğim bale sayısı 5, bu da Antalya'da sahneye konanların tamamı ve Ankara'da izlediğim Fındıkkıran'ın toplamı ediyor. Hepsi çok güzeldi ama liste başına bugünkü "Fındıkkıran"ı koyabilirim.

-Yine 5 tane tiyatro oyunu, 1 tane opera izlemişim. Bizim Antalya Devlet Tiyatrosu ne yazık ki Operamız kadar çok eser sahnelemiyor, sahnelenenler de bana fazla hitap etmiyor. Bu yıl 3 oyun Antalya'da 2 oyun Ankara'a izledim ki Akün Sahnesi'nde seyrettiğim "Vanya Dayı" hem sahnelenme, hem oyunculuk açısından mükemmeldi. Sayının bu kadar düşük olması yine Tiyatro Festivali'ni kaçırmam nedeniyle. 

-Konser rekoltem 4'le sınırlı ve pek tatmin edici bir sonuç içermiyor, çünkü Piyano ve Koro Festivali'ni de kaçırdım.  "Boğaziçi Caz Korosu" bile hayal kırıklığıydı.

-Bu yılın en bereketli etkinliği sergiler oldu, 18 tane sergi gezdim ki bunlardan en şahanesi Cermodern'de katıldığım "Grayson Perry, Küçük Farklılıkların Kibri" sergisiydi, çok etkileyiciydi.  Onu yine Cermodern'deki "Steve McCurry" takip etmekte. 

-Sevgili Füruzancığımı konu alan bir panel, bir kitap fuarı, Konya'daki Kelebekler Vadisi müzesi gezisi katıldığım hoş etkinliklerdi.

-Sanatsal faaliyet sayılmaz belki ama sportif ve heyecanlı bir etkinlik olarak da Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu'nun Antalya ayağının tüm etaplarını yerinde izlemek yeni ve ilginç bir deneyimdi. 

-Bu yıl leyleği havada görmüştüm, gerçekten leylek kadar olmasa da epey kilometre yaptım. Nisan başında Marmaris-Datça, Nisan sonunda Alanya, 2 kez Ankara, Haziran'da Konya, Ağustos içinde Bursa, Ekim sonunda İzmir olmak üzere epey gezip dolaştım. Gerçi bunların bazısı zorunlu ve sıkıntılı gidişlerdi ama yine de seyahat iyidir.

Eh yılın kalan dökümü de sonraya kalsın. Güzel bir hafta sonu dileğiyle...

23 Aralık 2015 Çarşamba

HOŞBULDUM ANTALYA

Geleli 4 gün oluyor aslında, koşturmaktan ancak fırsat buldum iki satır yazmaya. Malum ev halleri giderken ayrı telaş, dönerken ayrı telaş. Uzun süreli gitmelerden bezdim desem de hayat akışını senin keyfine uydurmuyor ne yazık ki. 

Sisli, ayaz ve sevimsiz bir sabahta-daha doğru sabahın köründe-ayrıldık Ankara'dan. Sis kilometrelerce eşlik etti yolculuğumuza, kırağı kar misali yerleşmişti yol kenarlarına, ağaçlara ve asfalta. Bildiğin buz üstünde yol aldık neredeyse Afyon'a kadar, Afyon soğuk ama güneşliydi. Aç karnımızı karışık tost ve aile boyu çayla doyurup tekrar yola çıktık, bir süre sonra iklim değişti Akdeniz oldu, gözünü seveyim. "Buraları rüzgar, buraları yağmur/Sol omzuna güneşi asmadan gelme" demiş ya Oktay Rifat, sözünü dinledim. Antalya pırıl güneşti, ben getirdim ayıptır söylemesi, sol omzumda :)

Getirdim getirmesine de bir kere olsun çıkıp şöyle sokaklarda, parklarda, cafelerde dolaşıp oturdun mu diye sorun bakalım, hadi hadi çekinmeyin sorun. Daha denizi görmedim yeminle; geldim, eve girdim, iş yapmaya başladım hala evdeyim. Bir kere peynir almaya markete, bir kerede paket göndermeye kargocuya gittim o kadar, onlar da evin dibinde zaten. Hem bitmek tükenmek bilmeyen bir ev toparlama devinimindeyim, hem de evi özlemişim. Sanırım gerçek sebep bu. Buzdolabını açmak için hala balkona çıksam da, tabak almak için açtığım dolapta elime tencereler gelse de, elektrik düğmelerinin yerini şaşırsam da evimdeyim ya, üç gün sonra asıl yerlerini bellerim, evim evim güzel evim derim de başka bir şey demem. Yaş ilerledikçe anneanneme benzedim. Bize gelirdi, iki gün geçmeden gitmeye kalkardı "evim, bucağım" diye, haklıymış kadın. Herkesin evi kendine şahane. 

Kitaplıkla başım dertte, Ankara'dan getirdiğim okunmuş, okunacak kitapları sığdıracak yer bulamadım. Onu oraya, bunu buraya derken zor bela sıkıştırdım raflara ama aradığımı bulmak hayal gibi artık. Eskiden elimi attığım anda bulurdum aradığım kitabı, dün tüm kitaplıkları altüst ettim de aklımdaki kitabı bulamadım, caydım aramaktan. Bugün sabah kargoyla gelenleri ne yapacağım bilmiyorum. İlave kitaplık demeyin, zira evde duvar da kalmadı :)


Son iki ayın sevimsiz durumları, ilaveten memleket halleri yeni yıl havasına girmeme engel oldu, geleneksel likörümü bile yapamadım. Ama dün "kalk Leylak hanım" dedim, "gönlüne küsmekle olmaz bu iş, biraz ışıltı, biraz renk gelsin eve, göz-gönül açılsın, moraller şarj olsun". Mütevazı ağacımızı kurduk, süsledik, ışıldattık, biraz şenlendi gönül. Üstüne postacı kapıyı kargoyla çalınca günün mutluluk sebebi de hasıl olmuş oldu. Bu küçük mutluluklar da olmasa çek yorganı kafana, gir depresyona bu ülkede. 

Şimdi sevgili dostlar ütü yapmam lazım, karşıma bir de film açtım mı farkına varmadan yığılır ütülenmişler. Kendime kolay gelsin, sizlere iyi günler dileyerek gidiyorum. Kalın sağlıcakla...

18 Aralık 2015 Cuma

ANKARA'DA SON GÜNLER


Yuvaya dönme zamanı geldi, Pazar günü kısmetse Antalya yollarında olacağız. Gitmeden önceki son günleri elden geldiğince değerlendirmeye çalışıyorum. Yaşadığımız sıkıntılı günlerin üstüne bu kadarını hakettim sanırım. Hafta başından bu yana neredeyse her gün eşle dostla buluşup kahveler içtim, sohbetler ettim. Sokağın soğuğundan sonra sıcak bir mekana girip sıcak bir şeyler içme keyfini epeydir unutmuşum. Antalya'da kışlar ılık geçtiği için genellikle sokak daha sıcaktır, girdiğiniz mekanda mutlaka kapı-pencere açıktır, cereyan yapar daha çok üşürsünüz, Akdeniz iklimi azizliği :)

Dün akşam "Nehir" isimli oyunu izlemek üzere Devlet Tiyatroları'nın Ziraat Sahnesi'ndeydim. 


Gülşen Karakadıoğlu'nun yazıp Vacide Öksüzcü'nün yönettiği 2 kişilik ve tek perdelik bir oyundu. Çok beğendim, düşüp bayıldım diyemeyeceğim ama izlenebilir nitelikte idi. Zaten tiyatro ortamı bence büyülü bir şey, insanı ister istemez içine çekiyor. Ayrıca en hoşa gitmeyen oyuna bile verilen emeğin hatrına sonuna kadar katlanmak gerektiğini düşünüyorum. Oyun bir saat sürdüğü ve salon eve yakın olduğu için dönüşte çay demleyip yeni bir kitaba başlama imkanım oldu. Şu sıralar özellikle İnstagram ortamında sıkça karşıma çıktığı için merak edip aldığım "Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım" bir üçlemenin-diyecektim ki dörtleme olduğunu öğrendim-ilk kitabı imiş. Henüz başlardayım ama fena gitmiyor. Bakalım ilerleyen sayfalarda düşüncem değişecek mi? Genelde çok satanlar ve çok okunanlara pek yanaşmam. Bu defa bir istisna yaptım, umarım pişman olmam. 

Hastane telaşı, hasta bakımı derken kendimi epey ihmal etmiştim. Sabah aynaya baktığımda saçlarımın hal-i perişanı kendimi bile ürküttü. Toparlanıp kuaföre yollandım, şansa bak ki herzaman gittiğim, kapıdan girerken "Bitey iter mitiniz?" diye soran ve bir türlü derdimi anlatamadığım kuaförümün kapısında koca bir kilit asılıydı. "Attolsun" dedim gıyabında kendisine, geri dönmekle başka bir kuaföre gitmek arasında bir süre ikirciklendikten sonra ilk gördüğüm dükkana dalıp en azından kahküllerimi kestirmeye karar verdim. Şansıma vitrinine kar spreyiyle "2016" yazılıp kar taneleriyle süslenmiş, içinde yanıp sönen ışıklar ve süslenmiş çam ağaçları olan yılbaşı konseptli bir salon düştü. Daldım içeri, kahkül diye oturdum ama yılbaşı ışıklarının aşkına saçları da kısalttırdım. Pek istediğim gibi olmasa da eskisinden daha iyi görünüyor en azından, gerisini Antalya'da hallettiririm. Tabii kesim süresince tipik berber muhabbetleri yaptık; Antalya güzel şehir, saçlarınıza ışıltı atalım, kendiniz mi boyuyorsunuz, saçlarınız çabuk sönüyor, amonyaksız boya kullanın, falan filan. "He, he" deyip geçiştirdim her dediğini, kafam hafiflemiş olarak çıktım salondan.

Yarın son bir etkinliğim var, Akün Sahnesi'nde "Vanya Dayı"yı izleyip Ankara ile vedalaşacağım. Bundan sonra Antalya'dan seslenmek umuduyla kalın sağlıcakla...

14 Aralık 2015 Pazartesi

HAFTA SONU RAPORU

Babayı iyileştirip yerine yolladık sonunda, hastane ve hastalık süreci böylece kapanmıştır umarım. Hayli zorlu zamanlar geçirdik; yorulduk, üzüldük, yıprandık ama sonu iyi oldu neyse ki. Yakın zamanda biz de hom svit homumuza döneceğiz inşallah. Şimdilik sosyal hayata yeniden geçiş yapmakla meşgulüm, gitmeden evvel Ankara'yı sıkıp suyunu çıkarmak niyetindeyim. 

Cumartesi günün ilk etkinliği olarak Opera Sahnesi'nde Modern Dans Topluluğu'nun sergilediği "Fındıkkıran" balesini izledim. Yılbaşı temalı olarak yorumlanmış, hayli eğlenceli, renkli, keyifli bir gösteriydi, ilaç gibi geldi. 


Hayli kalabalıktı salon, çocuk sayısı da fazla idi matine oluşu nedeniyle ama neyse ki sessizce izlediler, kimseyi rahatsız etmediler. Yazar Erendiz Atasü de torunu ve kızıyla gelmişti, önümüzdeki sırada oturuyorlardı. 1 saatlik gösteriyi zevkle izledik. Aşağıdaki fotoğraflar DOB'un internet sitesinden:



Bale sonrası başka bir etkinliğe koşturdum, sevgili Şuşu Öyküsü'nün de stand açtığı Neva Oteldeki Yılbaşı Tasarım Pazarı da en az bale kadar renkliydi. Biraz göz gezdirdik, biraz inceledik, biraz alışveriş yaptık. Şuşu'nun yeni yıl için hazırladığı ürünler harika, bence sayfasına göz gezdirin derim.

Pazar günü etkinliklerine öğle yemeğini dışarda yiyerek başladık. Bir Antep restoranında yöresel yemekler denedik. Yoğurt ağırlıklı çorbalara bayıldığım için yuvalamayı tercih ettim ben. Üstüne de ortaya gelen katmerden götürdüm :) Yemek sonrası biraz alışverişle geçti, akşam programında ise son zamanların popüler grubu "Boğaziçi Caz Korosu"nun MEB Şura Salonu'ndaki konseri vardı. Hayli büyük bir beklentiyle gittiğim için küçük boy bir hayal kırıklığı yaşasam da haklarını yemeyim, hoş bir konserdi. Repertuar biraz daha geniş ve koro elemanları biraz daha kalabalık olsaydı o hayal kırıklığını da yaşamayabilirdim. Göz açıp kapayana kadar geçiverdi sanki :)



Yine de tekrar sahalara döndüğüm için mutluyum. Beni izlemeye devam edin, etkinlikler sürecek :)

7 Aralık 2015 Pazartesi

TAVUĞUN İNTİKAMI


Uzun zamandır tavuk çiftlikleri hakkında söylenenler ve tadındaki plastik aroma nedeniyle tavuğu menümüzden çıkarmıştık. Dar zamanlarda kurtarıcı olsa da pek eksikliğini hissettiğimiz de söylenemez. Babam ameliyat sonrası antrenman çalışmaları kapsamında gazete almak için markete gidince elinde bir paket tavuk budu ile geldi dün. Haydi almış, pişireyim bari dedim, uzun zaman sonra bir değişiklik olsun, nitekim haşlayıp bir takım garnitürler eşliğinde fırına verince fena olmadı. Haşlama suyunu da çorba yapmak üzere buzdolabına kaldırdım. Sabah ilk işim tavuk suyuna şehriye çorbası pişirmek oldu. Çorba ile uğraşırken mutfak masasında eşimin bıraktığı sigara paketine çarptı gözüm, hafazanallah ödüm koptu. Ağzından, burnundan muhtelif borular çıkan sargılar içinde bir adam yatıp dururdu paketin üstünde. "Yareppicim, Allahcım iyi ki sigara içmiyorum, bu hallere düşmeyeceğim" diye sevinsem mi, yoksa bu aptalca kandırma metodlarına gülsem mi bilemedim. Aklıma mahallenin marketinden sigara isteyen yaşlı teyze geldi, "Ciğerlisinden verme oğlum, yatakta yatan karı-kocalısından ver" demişti de kahkahayı basmamak için kendimi zor tutmuştum. Her neyse sonuçta çorbayı pişirdim, öğlen babama içsin diye bir kase verdim, kalanı tenceresiyle ocağın üstünde akşam için bıraktım. Elime dün gece başladığım öykü kitabımı aldım, 2 saat içinde aklımda tek bir cümlenin kalmayacağını bile bile "başladım bari bitireyim" duygusuyla okumaya başladım. Ah Füruzan ah, yazdın o güzelim öyküleri çekildin köşene, bizi bu sıradan hikayelere mahkum ettin, alacağın olsun senin. 

Akşam oldu, bizim yemek menüsü değişti, çorbaya rağbet eden olmadı. Yemeğimi bitirdim ve tencereyi buzdolabına koymak üzere elime aldım, kapağa doğru uzanmıştım ki tencerenin sapı veda etmek tenezzülünde bile bulunmadan özgürlüğünü ilan etti. Bu duruma çok üzülen tencere "Sen de mi Brütüs" dedi ve kendini mutfak zeminine fırlatıp intihar etti. Leylak hanım her biri fincan kadar olmuş gözlerle bu elim hadiseyi ağzı bir karış açık izlerken tencerenin karnından fışkıran şehriyeler seramiklerin üzerinde nazlı bir derecik gibi akmaya başladı. "Hay bin kunduz"la başlayıp burada söylemeye öğretmen geçmişimin müsaade etmeyeceği birtakım yakası açılmamış sözcüklerle devam eden isyanım şehriyelerin kendi kendini temizlemesine yetmedi. Böylece önce şehriyeleri sonra paçaları sıvayıp işe giriştik. Mübarek şehriye değil bildiğin yılan, kayıp gider insanın elinin altından. Sabahtan piştiği için iyice de tombullaşmış, doldur faraşa boşalt poşete, arkasından deterjanlı sularla sil, yetmedi kurula, sağa sola sıçrayanları temizle derken 1,5 saate yakın uğraşmışız. Saygıdeğer tavuk kardeşimiz kendisine uzun süredir itibar etmememizin intikamını banyosunun suyu aracılığı ile aldı böylece. Bir sinirle temizlendikten sonra oturup sakinleştim, sonra kendime bir bardak çay doldurdum, aa o da ne? Çayı doldururken sinirlerim gevşemiş "Caraaa, Caraaaa" diye anırmaktayım. Zihin kuşlarım nerelere uçmuşsa; ben çocukken akşam üzeri radyoda bir reklam kuşağı olurdu, o kuşakta da "Alpay'la Randevu" diye bir program. Bildiğimiz Alpay, hani şarkıcı olan, o zamanlar reklam şirketi de vardı, kendi programını kendi yapar, kendi sunardı ve mutlaka 1-2 şarkı söylerdi. İşte bu "Caraa"  oradan kalmış aklımda ama şehriyeyle alakasını kuramadım vallah. Üstad Albinoni'nin Adagio'sundan uyarlanma bir şarkı söylerdi, sanırım İtalyanca'ydı, "Caraa, Caraaa" feryadı da şarkının nakaratıydı. Bin yıllık şarkı ve şehriye çorbası kazası, "üzüntü ve muz kabuğu" gibi. Yok ben kendime mukayyet olayım, bu gidiş iyi değil. Haydi dostlar iyi bakın kendinize siz de, tencereyi elinize almadan önce sapı sağlam mı kontrol edin bir de...

2 Aralık 2015 Çarşamba

ETKİNLİK RAPORU

Bu sabah tesadüfen pencereden baktığımda gözlerime inanamadım, çünkü görüntü şuydu:


Gökten hızlı hızlı, kocaman kocaman, sarı yapraklarla karışık kar taneleri düşüyordu. Üstelik öncesinde de yağmur yağacakmış gibi gök gürlemişti. Kısacası bugün Ankara'da ara ara gök gürültülü, karla karışık yaprak yağmuru vardı :) Bir anda yerler bembeyaz oldu, normal şartlarda gökten süzülen o kar taneleri beni mutlu ederdi ama bu aralar biraz keyifsiz, yorgun ve moralsizim, kar yağışı yeterli gelmedi mutluluk için. Zaten çok geçmedi güneş çıktı, karlar eridi, kaldırımlara ve asfalta yapraklardan bir halı serildi. İkindi üstü ve akşam yağış tekrarladı, hatta gittiğim yerden dönerken kar altında epeyce yürüdüm ama kısa sürede kesildi. Bilmem yarın devamı gelir mi?

Ankara'daki Gezici Festival bugün sona erdi. Ben 4 filmle festival hakkımı kullandım. Portakal yiyemezse Gezici'yi de mi kaçırsın Leylak :) Nekahat devresindeki babayı kimi zaman kızkardeşe, kimi zaman kocaya emanet edip 4 film görmeyi başardım. İlk ikisinden bahsetmiştim, son ikisi de şöyle:


"Koza" Slovak yapımı bir film ve Slovakya'nın Yabancı Dilde Oscar adayı. Ailesinin geçimini sağlamak amacıyla ringlere geri dönen eski bir boksörün dokunaklı öyküsünü anlatıyor. İzlediğim 4 film içinde en az beğendiğim bu oldu. "Koza" ismi burada boksörün takma adı, bildiğimiz koza ile alakası yok. 

Bugün öğleden sonra ise merakla beklediğim Emin Alper'in yönetmenliğini yaptığı "Abluka"yı izledim. İyi ki izlemişim, 2 saat boyunca koltuktan kıpırdamadan, hatta biraz da gerilerek gözlerimi ayırmadım perdeden. Çok iyi bir filmdi, özellikle oyuncular harika iş çıkarmışlardı. 


"Abluka" Venedik Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü, Altın Koza Film Festivali'nde ise En İyi Film ödülünü almış, bence haketmiş de. İki önemli oyuncusunun, Mehmet Özgür ve Müfit Kayacan'ın Antalya Belediye Tiyatrosu oyunculuğundan gelme olmaları da hemşehrilik duygusuyla göğsümü kabarttı :)

Film başlayana kadar üst kattaki  "Foto Osman Fotoğrafları Sergisi"ni gezdim. Foto Osman yani Osman Darcan 40'lı yılların sonu ve 50'li yıllarda Ankara'nın en ünlü fotoğraf stüdyolarından birinin sahibi ve özelllikle portre çekimleriyle tanınan bir kişi. 1963 yılında genç denecek bir yaşta vefat eden Osman Darcan'ın stüdyosunda çektiği fotoğrafların büyük bir bölümü Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki sergide izleyenlere sunuluyor, Ankaralılara tavsiye ederim. 






Osman Darcan'ın kendi düğün fotoğrafı

Bugünün etkinlik raporu bundan ibaret, şimdi izninizle Sezgin Kaymaz'ın "Sevinç Kuşları" üçlemesinin sonuncu kitabı olan "Son Şura"yı okumak üzere huzurdan ayrılıyorum. Kalın sağlıcakla...

30 Kasım 2015 Pazartesi

ÖZETLE

Bırak sarılıp koklaşmayı doğru dürüst görüşemeden bile sonbahar geçip gider oldu. Hayatımın son bir buçuk ayının baş kahramanları hastane, doktor, hemşire, ilaç, sonda, serum vs idi, halen ara sıra sahneye çıkıp rol çalıyorlar. Antalya'dan Ankara'ya geldiğimizde arkamda mis gibi bir şehir, yazdan kalma günler bırakmıştım, tek bir sarı yaprak bile yoktu ağaçlarda. Ankara bizi pastırma yazıyla karşıladı sağolsun, biz hastanede üç cepheden kuşbakışı Ankara'yı izlerken sonbahar geldi de gidiyor bile. Fırsat bulup sokağa çıktıkça şehrin kendine özgü sonbaharını izlemeye, gözlemeye çalışıyorum. Gönül aheste beste yapraklardan halı serilmiş kaldırımları arşınlamak, parklarda ağaç altlarında yürümek, sarıdan kırmızıya bir renk cümbüşü oluşturmuş tabiatı gözleriyle içmek istiyor ama şartlar uygun değil. Oysa ne kadar tanıdıktır Ankara'nın sonbaharı; atkestanelerinin hareli, meşelerin yanık kahverengi, akasyaların limon sarısı yaprakları toplayıp ceplerime doldurma, eve götürme isteği uyandırır her zaman. 


Ankara'nın hemen tüm bahçelerinde ateş dikeni çalıları var, sonbaharda canlanıp gümrahlaşıyor, kırmızı topcukları insanın içini neşeyle dolduruyor.


Hasta bakımı ve nezaretiyle uğraşırken ara ara kaçamaklar yapmıyor değilim, yoksa ruh sağlığım elden gidecek. Snoopy ve şürekasına olan tutkumu biliyorsunuz, haliyle filmini kaçırmak istemiyordum. Çocuklarım sağolsun elimden tutup annelerini götürdüler sinemaya, Snoopy'yi izletip mutlu ettiler :)


Sonra bir sergi kaçamağı yaptım, Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nin yıllık sergisini gezdim Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde. 




Her yıl bu vakitler Antalya'da Altın Portakal Film Festivali koşturması yaşar, o sinema benim, bu sinema senin seyirtir dururdum. Bu sene kısmet olmadı ama baktım Ankara'da Gezici Festival var, 2-3 film izlesem kardır diyerek bilet almaya koşturdum. Dün ve bugün birer film izledim, her ikisi de çok güzeldi.


"Annemle Geçen Yaz" bir Brezilya yapımı. Sınıf çatışmalarını eğlenceli ve güncel bir dille ele almış, oyunculukları çok iyi olan bir filmdi. Zaten yabancı dilde Oscar adaylığı varmış Brezilya'dan. 


Bugün izlediğin "Paulina" ise adalet ve fedakarlık konularını sorgulayan siyasal gerilim içerikli bir Arjantin filmi idi. Onu da çok beğendim. 

Bunların dışında en çok vakit ayırdığım şey okumak. Hastaneden taburcu olduğumuzdan beri Yıldız Kenter'in yaşamöyküsünü, Melisa Kesmez'in "Bazen Bahar"ını, Sezgin Kaymaz'ın "Sevinç Kuşları Üçlemesi"nden "Deccal'ın Hatırı" ve "Kısas"ı okudum. 

Benim cephede durumlar böyle; biraz durgun, biraz sıkkın, yer yer parçalı bulutlu, hastane soslu, ara ara nefes aldıran kaçamaklı ve bolca Antalya ve ev özlemli. Ne diyelim sağlık olsun da bunlar da geçer...