Uyuyamadığım gecelerin sabahında, hani o karikatürdeki kadın gibi aşk ile şevk ile perdeyi açıp yeni güne günaydın diyecek enerjiyi bulamıyorum kendimde. Özellikle de kış mevsiminde. Başucu lambasını bir yakıp bir söndürerek, elimdeki kitabı bir okuyup bir bırakarak, Komiser Nevzat'ı cinayet peşinde koşturarak geçirdiğim geceyi biraz olsun telafi etmek için önce Komiser'i, sonra kendimi biraz daha dinlenmeye bıraktım. Baktım hala uyuyamıyorum Barış Bıçakçı'nın son kitabını aldım elime: "Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin". Çarşamba günkü buluşmamızdaki kitap değiş tokuşunda Sevdacığım vermişti. Daha ilk sayfadan içine aldı kitap beni, baktım olmayacak, "Sen az bekle" diyerek gidip kahvaltı hazırladım, çayımı içerken kaldığım yerden devam ettim.
Kahvaltı bulaşıklarını halledip salona döndüğümde Kocam Bey TV'yi açmış, günlerdir izlemelere doyamadığı gündemden düşmüş "Yılanların Öcü" dizisine bakıp dururdu. Bakmasına baksın tabii ki ama bu nasıl "Yılanların Öcü" ben anlamadım. İlk kez çocukken Arkası Yarın aracılığıyla kulak misafiri olduğum, sonra arka arkaya her üç kitabını (Yılanların Öcü-Irazca'nın Dirliği-Kara Ahmet Destanı) okuduğum, ilk ve ikinci çevriminden filmini izlediğim Yılanların Öcü ile alakası yok. İlk birkaç bölümde azıcık benzetip ardından ulamışlar da ulamışlar alakasız konuları. Köyde geçen bir olayda botokslu, pür makyajlı, çok şık kadınlar, modern döşemeli villalar ne arıyor anlamadım. Fakir Baykurt görse mezarında ters dönerdi adamcağız. Fakir Baykurt deyince ilkokul sondaydım sanırım, üniversitede okuyan kuzenim bilet almış, anneannemi ve beni Gençlik Parkı Açıkhava Tiyatrosu'nda Halk Oyuncuları'nın sahnelediği, o yılların çok ses getiren oyunu "Devr-i Süleyman"a götürmüştü. Oyun tam anlamıyla Demirel ve iktidar eleştirisiydi ama arkamızda oturan 4-5 kişiden hararetli tartışma sesleri geliyordu. Ne olduğunu anlamak için arkamı döndüğümde adamlardan birinin yüzü çok tanıdık geldi. Oyunda sendika eleştirisi falan mı vardı çocuk aklımla hatırlamıyorum ama eve gidince kim olduğunu çıkardım, o dönemin TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) başkanı ve yazar Fakir Baykurt'tu. Neye kızmıştı bu muhalif oyunda hala merak ederim.
Evdeki TV'nin ses düzeninde bir sorun var, bir yere kadar kısılabiliyor, dizinin yılanları öç almaya çalışırken sesler o kadar yüksek çıkıyordu ki her satırı iki-üç kez okumaya başlayınca odama kaçtım. Esasen TV'den hiç hoşlanmıyorum ama Kocam Bey'in TV konusundaki duyguları benimkiyle tamamen ters. Onun için asli şey, benim içinse teferruattan ibaret. Salim kafayla okumaya devam ettim odada. Barış Bıçakçı döktürmüş yine. Böyle metaforları, bu yazım tarzını, bu kimselerin aklına gelmeyecek konuları nereden bulursunuz sayın Bıçakçı? Şu cümleye bakın hele: "Mutsuzluğu şehrin küçük ölçekli bir haritasını andırıyordu. Yakından, dikkatle bakılmayı talep ediyordu."
Odamın ışığı yetersiz gelmeye başladı bir süre sonra, pencerenin önündeki fil kulağı boyutundaki yapraklarının arasından minicik çiçekleri zar zor başını uzatan çuhaların arkasından görünen gri gökyüzü de konuya hiç yardımcı olmayınca tekrar salona geçtim. Film arası olur da kitap arası olmaz mı, gidip mutfaktan bir Bağdat hurması aldım, turuncu rengine meftunum bu meyvenin içime güneş doğuyor gibi hissediyorum yiyince.
Çok küçüktüm, dedem öldüğü için yalnız bırakmamak adına bir süre anneannemle ve küçük dayımla birlikte oturmuştuk. O süreçte Hava Harp Okulu'nda okuyan büyük dayım da okulu bitirip yanımıza gelmişti. Annemin düğün fotoğraflarında gördüğüm kadarıyla ergenken patatese benzeyen dayım, üniformanın daha da havalı gösterdiği yakışıklı bir pilota dönüşmüştü. Üstelik bu durumun fena halde farkındaydı. Mahallenin genç kızlarıyla aralarında Eros okları gidip gelmekteydi ki bu kızlardan giyimleri ve makyajları nedeniyle Belgin Doruklar diye anılan iki kardeş yılbaşı gecesini geçirmek için dayımı ve haliyle biz ailesini de aile evlerine davet ettiler, zaten bir alt katta oturuyorlardı. Henüz yılbaşı falan ilgi alanıma girmemişti, tek hevesim gece yarısı olunca ışıkları söndürmek ve elektrik düğmesinin hemen altına asılmış takvimin yaprağını koparıp yeni yılı devreye sokmaktı. Biraz can sıkıntısı, biraz da heyecanla saat 12'yi beklerken gözüm orta sehpasının üstünde duran meyve çanağına takıldı. Masraftan kaçılmamıştı, portakallar, mandalinalar, elmalar, ayvalar, muzlar kaseyi doldurmuştu ama en üstte tek başına duran parlak, turuncu, yuvarlak bir şey vardı. Bağdat hurması tabii ki, o zamana kadar yememiş olmalıyım ki ismini de bilmiyordum ama rengi öyle bir çarpmıştı ki beni gözümü ayıramıyordum. Bir tane olduğu için uzanıp alamıyor, birinin teklif etmesini bekliyordum ama kim kime dum duma, ne bilsinler benim gözümün orada olduğunu, zaten iştahsızın tekiydim, annem böyle bir şeye ihtimal bile vermezdi. O turuncu hurma meyve çanağının zirvesinde öylece kaldı, ben de dahil kimse yemedi, ışığı söndürdüm, takvim yaprağını da kopardım, gelgelelim aklım hurmada kaldı 😃
O vuslata eremediğim ilk tanışmadan sonra kışın en çok alınan meyvelerinden biri oldu Bağdat hurması-Antalya'da çok anlamsız bir şekilde "Amme" diyorlar adına-ne zaman görsem o yılbaşı gecesi aklıma gelir. Gördüğünüz gibi yine hatırlamışım. Hurma arasından sonra kitabıma geri döndüm ve finale ulaştım. Bundan önceki iki kitabı beklentimi karşılamamıştı ama bu kez çıtayı yükseltmiş yine yazarımız, kalemine kuvvet, yenileri gelsin en kısa zamanda.
Ee hep "Bir dönüm bostan, yan gel Osman" durumu olmuyor haliyle. Kitap bitince domestik moda geçtim, elektrik süpürgesi-vileda-toz bezi üçlemesiyle kuşandım ve ev temizliğine giriştim. Günlük yazımı da yazdığıma göre müsaadenizle kalkıp akşam için bir şeyler pişireyim, yoksa aç kalacağız, hurma ile karın doymuyor. Yarına görüşmek üzere...
Benim Trabzon hurmasıyla tanışıklığım İstanbul' geldikten epey sonra oldu, nedense hiç ilgimi çekmemiş.
YanıtlaSilŞimdi çok seviyorum, o ayrı. :)
Antalyalılar yine yapmışlar yapacaklarını ve ilginç bir isim daha bulmuşlar. :))