.

.
.

28 Şubat 2019 Perşembe

28 ŞUBAT (VE FİNİTO)


28. Bugün meydan okumanın son günü, neler oldu, koca bir ay nasıl geçti, meydan okuma nasıldı merak ettim..

Cüce de olsa koca bir ayı hem de her gün yazarak bitiriyoruz. Blogların ilk yılları için gayet normal bir şeydi bu, hemen herkes her gün yazardı zaten, hatta bazen günde iki kere. Son zamanlarda ise blog yazmayı onca seven ben bile aksatmaya başlamıştım. Bu meydan okuma vesilesiyle eski günlere dönmüş gibi olduk, pek de güzel oldu. 

Soruların bazılarını kolaycacık, bazılarını oldukça zor, bazılarını ise pek sevmeden cevapladım ama ödevimi hiç aksatmadığım için kendimle gurur  duyuyorum. Öncelikle soruları hazırlayan ve meydan okumayı başlatarak bizleri o eski, hareketli blog günlerine döndüren Ezgissimo'ya, sonra da katılan tüm arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Hepsini okuyamamış, yorumlayamamış olsam da kalbim onlarla birlikteydi. Yeni meydan okumalarda buluşmak dileğiyle takipçilerime de ayrı bir teşekkür. Bu leylaklar sizler için:



27 Şubat 2019 Çarşamba

27 ŞUBAT (ENERJİ ÖNEMLİ)


Finale 1 kala:


27. Gün- Bazı günler enerjin düşük uyanırsın ya da bir şey olur modun düşer. Ne yaparsın da toplarsın? Var mı sihirli bir kaç önerin?

Böyle durumlarda önce yorganı tepeme çeker, bütün gün yatmaya niyet ederim. Bu tarz enerji düşüklüğü en çok çalışırken olurdu. Hele de nöbetçiysem ve sabahın köründe okulda olmam gerekliyse dünyaya niye geldiğimden başlayıp, neden öğretmen olduğuma kadar bir dizi hayat sorgulamasına girerdim. Sonunda da çaresiz kalkar giyinmeye başlardım. Benim çalıştığım yıllarda, son 2-3 yıla kadar kadın öğretmenlere pantolon giymek yasaktı, etek mecburi idi. Böyle günlerde aksilik elimi attığım her çorap ya kaçık çıkardı ya da giyerken kendim kaçırırdım. Külotlu çorap şekline girmiş Çin işkencesi. Bir dizi söylenme de çoraplara ve eteği mecbur kılan yönetmeliğe gider sonra kös kös okul yoluna düşerdim. Ne zamanki öğretmenler odasına girip iki arkadaş yüzü görürdüm, enerji yavaştan yükselmeye başlardı. O yüzden derim ki modun da, enerjin de düşükse at kendini dışarı, en yakın arkadaşını da çağır, başla dedikoduya. Anında şarj olursun hahahaha 😃😃😃

Bugün "Sibel" filmine gittim. Haydi Türk filmidir, internetten izlemeyeyim, vizyondayken para verip seyredeyim ki yerli sinemamıza destek olsun niyetiyle. Festival filmlerine ayrılan mini boy salonda oynuyordu ve şaşırtıcı ki hafta arası olmasına rağmen doluydu. Aslunda önce sadece arka sıralar doluydu da reklam kuşağının bitmesine yakın içeriye 20 kadar +70 hanımefendi girdi. Adeta gün yaparmış gibi daldılar içeriye. Gürültüyle yer bulup, bağır çağır konuşarak yerleştiler, uzun süre de susmadılar. Yanımdaki arkadaşla bunların altın gününde level atlayarak sinema günü yaptıklarına karar verdik. "Ay bu ay senin mahalledeki sinemadayız Afitapcığım, önümüzdeki ay da Fahrünnisa'nın mahalledeki salona gideriz. Hadi bakalım kızlar, pamuk eller cebe, Sibel filmine gidiyoruz, çıkın paraları" 😄😄😄


Başrolde oynayan Damla Sönmez küçükken geçirdiği ateşli hastalık sonrası konuşamayan, derdini ıslıkla anlatan, biraz vahşi karakterli, özgür ruhlu, yaşadığı kasabada uğursuz olarak nitelenen bir kızı canlandırıyordu. Zaten hikaye de Karadeniz'de, insanların birbirleriye ıslık yoluyla anlaşabildiği bir dağ köyünde geçiyordu. Yemyeşil Karadeniz manzaraları filmin en güzel yanıydı. Lakin nasıl Karadeniz'di anlamadım. Kasaba halkı İç Anadolu şivesiyle, aile bireyleri de maşallah İstanbul lehçesinden hallice konuşmaktaydılar. Film Sibel'in köyün muhafazakar yapısına karşı çıkması, babanın kızıyla kasaba insanları arasında kalması, Sibel'in özgür ruhuna karşılık kasaba kadınları tarafından kabul görmek için kurt avlamaya çıkması ve orada kurt için kurduğu tuzağa düşen kaçak bir genç adamla karşılaşması filmin ana temaları. Çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim ama Damla Sönmez ve baba rolündeki Emin Gürsoy oldukça başarılı idiler. Sibel bana biraz "Mustang" filmini anımsattı, belki aynı oyuncuların olması, belki bazı konuların abartılması açısından. Sonuçta film için diyeceğim şey "vasat".

Bu günlük bu kadar...

26 Şubat 2019 Salı

26 ŞUBAT ( İHTİYAAACIIM VAR! HA BİR DE BİRAZ OSCAR VAR)

Meydan okuma ile vedalaşmak üzereyim, 26. günde Ezgi şöyle sormuş:

26. Maddi ya da manevi neye ihtiyacın var?

Bu soruya verilecek en güzel ve en kısa  cevap sağlık ve huzur olabilir. Ha biraz da para olsa fena olmaz ama yoksa da ağlayacak değiliz ya 😃

Bu soruyu böyle kısaca cevapladıktan sonra umumi arzu üzerine biraz Oscar'dan bahsetmek istiyorum. Sürekli takipçilerim bilirler, heryıl Oscar törenini izler ve yazarım. Bu yıl kısmet olmadı ama yazmayacağımı belirtince itiraz sesleri yükseldi. eh onları kıracağıma ceviz kırarım 😉😊 Nette şöyle bir gezindim, Kırmızı Halı'da kimler nasıl salınmış gözden geçirdim. Yine neredeyse tamamı rüküşlükten mefta olmak üzereydiler. Bunlara bu kılıkları dayak atarak mı giydiriyorlar Allasen? Tasarlayan modacıya da, giyen oyuncuya da ne diyeyim bilemedim.  O zaman haydi biraz dalgamızı geçelim:


Kim olduğunu bilmediğim şu arkadaşı "Oscar'ın Ennn Rüküşü" ilan edip kendisine "Altın Kabak" ödülü veriyorum. Nevresimden bozma tuvaletine mi yanayım, avizeden hallice küpelerine mi? Çanta almaya kıyamamış, avize küpelerin kadife kutusunu kapıp gelmiş fırfırlarını sevdiğim 😃


Yine tanışma şerefine nail olmadığım bu hanım kızımız da yukarıdakiyle aynı çeyiz mağazasından giyinmiş, dallı güllü nevresimi ötekine kaptırınca bu da "Yeter ki pembe olsun" diyerek lastikli çarşaf ve baza fırfırıyla yetinmiş. 


Adının Kacey Musgraves olduğunu zor bela öğrendiğim bu hanım kızımız da erkek kardeşinin sünnetinden kaçıp kırmızı halıda bulmuş kendini. Bunun babası perdeci imiş, anası tülü bol bulunca büzmüş büzmüş takmış heryerine. Belindeki de kapı kolu olsa gerek. 


Buyrun bir pembe sevdalısı daha. Sarah Paulson'muş bu arkadaşın adı. Yahu bunları tanıyor musunuz siz, bu yıl genelde uvertürler mi katılmış törene nedir? Kızım bu kıyafet, o saç ne ya? Anneannem olsa "Dana yalamış bunun kafasını" derdi. Sanırım bu modaevi kuyruğunda en sona kalmış, giydirecek giysi bulamayınca altına küp örtüsünü, üstüne tüp örtüsünü takıp yollamışlar.


Pembe sevdası erkek-dişi tanımıyor dostlar. O devasa gövdeye toz pembe de pek yakışmış. Adam mı çok uzun, kadın mı çok kısa bilemedim ama balık ağına bürünüp geldiği belli. 


Pembenin tonları giderek koyulaşıyor, kocası "Haydi ama gecikiyoruz" deyince ekmek pişirdiği seniti bir kenara atıp, şalvarının üstündeki unları silkeleyip düşmüş yola anlaşılan bu hatun. 


"Montmartre"ın alev kadını/Ruhun donuyorsa çamura bürün" diye iki dize okumuştum bir vakitler, kime aitti unuttum ama sanırım bu kadın için yazılmış. Burnuna taktığı oksijen hortumuna bakılırsa acilde olması lazım ama dana moku topuzu ve omuzundaki aile boyu volan pek öyle göstermiyor, basbayağı kırmızı halıda. Yine bilmediğim bir afet bu da, müsaadenizle öğrenmek için de uğraşamayacağım. Kırmızı halı bu, bugün var, yarın yok. 


Ah Rachel Weisz ah! Hiç oldu mu bu kıyafet, sen ki saraylardan çıkma kadınsın. Nerden buldun bu laylonlu itfaiyeci kılığını. 


Bu saraylılara bir hal olmuş, Emma Stone kızımız da yanmış waffleları ziyan olmasın diye kostüm yapıp geçirmiş üstüne. 


Molly Sims nâm bu kadıncağızı da soba boyasıyla boyamışlar ama iyi tutmamış, yer yer atmış boyalar.


Ay bu ne? İlahi Billy, Mevlevi Dergahı'na mı girdin ne ettin? Birazdan sema ayinine katılıp dönecek gibi bir halin var da seçimin yanlış olmuş. Beyaz giyecektin, beyaz.


Diane Warren teyzemin boyun fıtığı var sanırsam, ortopedik boyunluğunu takıp gelmiş, devasa zinciri de hangi demirciye yaptırmış bilemedim. Kostüm de çok kötü, kafadaki de saç mıdır, şapka mıdır, belirsiz.


Kostüm kuyruğunda hava alanlardan biri de bu olsa gerek, mecbur kocasının cıbıklı pijamalarına el koymuş. 



Ve okul kaçakları, yakalandılar. Üstteki formasını çıkarmaya bile fırsat bulamamış. Çocuğum daha kısa pantolondan kurtulamamışsın ne işin var senin kırmızı halılarda, uykun da gelmiş belli, ayakta uyuyorsun, tut ablanın elinden, git evine, sütünü içip yat, Allah Allaaah! Hadi kızım hadi, yukardaki arkadaşınızı da alın, ayıp formayla gelmiş, idare görse disipline verir, gidin evinize...


Ve bir alkış istiyorum Oscar'ın denizci amiraline. Apoletini gören selam durmuştur eminim. 


İlahi Glenn Close, kaç yılın kadınısın, ne rollere girdin, ne adaylıklar aldın. Derdin neydi de Oscar Amca'na özenip aynı kostümü diktirdin. 


Şu morlara bürünmüş, Miki Fare kılıklı, aşk muştalı Spike Lee arkadaşı da ekleyip en beğendiğim iki kostümle bitireyim bu yazıyı. Hep rüküşleri paylaşacak değiliz ya:


Alison Janney, geçen yıl "I Tonya"daki rolüyle "Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar"ını almıştı, bu yıl da en iyi ikinci kıyafet ödülünü ben bizzat takdim ediyorum kendisine. Gayet asil ve şık, kolyeden puan kırdım biraz ama o kadarcık çatlak su kaçırmaz. 



Ve ilahemiz Charlize Theron. İlk fotoğrafı gördüğümde koyultulmuş saçları ve boğazına kadar kapalı kostümüyle rahibe olmaya karar verdiğini düşünmüştüm ama sonra sırt dekoltesi çıktı ortaya. Takıları, giysisi ve asil havasıyla her zamanki gibi gecenin en şık kadınıydı. Şanın yürüsün Çarlizcim 💗

Haydi bakalım, eski şaşaasında olmasa da yazdık sizler için bir şeyler. Nice Oscar'lara diyelim...

25 Şubat 2019 Pazartesi

25 ŞUBAT ("A" DE BAKAYIM, SONRA BİR DE "Y"...)



"Yes, it is", başlıktan anladığınız üzere sona 3 kala Meydan Okuma konumuz alfabenin harfleri ve ilk anda bize çağrıştırdıkları:

“Alfabe oyunu gibi düşün. A-Z ye sevdiğim şeyler listesi. A denince aklına ilk ne geldi mesela ? Böyle tüm alfabeyi hazırla bakalım.”

A- Antalya
B- Bahar
C- Charlie Brown
Ç- Çilek
D- Denizli
E- Evim evim güzel evim
F- Funda, Füruzan
G- Gabriel Garcia Marquez
H- Hatay
I- Isabel Allende
İ- İlksen, İstanbul
J- Jülide Özçelik
K- Kitap
L- Leylak
M- Mahur Beste
N- Neşeli ol ki genç kalasın, ve bir de müsaadenizle kendim
O- Oğlum
Ö- Öykü
P- Pasta
R- Rüzgar
S- Snoopy
Ş- Şarkı
T- Turşu
U- Umut
Ü- Ünal dayım
V- Vişne
Y- Yaz günleri
Z- Zarifanım (Yani anneannem)

Eh, ilk etapta denince akla ancak bu kadarı geliyor.

Dün akşam Oscar töreni vardı malumunuz. Yine davetliydim, hatta nazlanınca ardarda davetiyeler, telefonlar geldi ama "Iıh!", bu defa kesin kararlıydım. Cevriye'yi de alıp ta oralara gitmek bana yol, su ve elektrik olarak dönüş yapabilirdi, ayrıca Oscar heyetine seçtikleri filmlerden ötürü sinirliydim. Bir de Pazar sabahı yayınlanan boks maçında kocamın tarafını tuttuğu boksör haksız yere mağlup ilan edilince Amerikalılara korkunç kızdım, bardağı taşıran damla oldu.  "Gelmiyorum yahu!" dedim, hem de Türkçe. Kendimi yorup İngilizce mi söyleyecektim yani, biraz da onlar çabalasın anlamak için. Çok üzüldüler çok, tören o nedenle sönük geçti, malum moral meselesi. En önemli BipVip konuk gelmedi 😃😃😃

Beter olsunlar, onları üzüntüleriyle başbaşa bırakıp konsere gittim. Sefam olsun. O rüküşlere beş basacak şahane bir konser izledim. Muratpaşa Belediyesi Gençlik orkestrası muhteşemdi, gençlerle gurur duydum. Hakan Aysev'i anlatmaya gerek yok zaten. Barış Manço'dan, Cem Karaca'dan, Neşet Ertaş'tan, Aşık Veysel'den, Ayten Alpman'dan, Kayahan'dan şarkılar dinledik, andık. Çok keyifliydi çok, bir de cep telefonları sessize alınıp ceplere girseydi daha da keyifli olacaktı...






24 Şubat 2019 Pazar

24 ŞUBAT (REHBERİ LEYLAK OLANIN)

Tam da pazar gününe layık bir konu olmuş 24. günün meydan okuması:

24. Farklı şehirlerdeyiz ya da aynı yerde bile olsak herkesin önerisi kendine özel olur eminim. Bulunduğun şehir ile ilgili öneri listesi şahane olur bence. Bir günüm var neler yapabilirim orada ? Nerede leziz birşeyler yiyebilirim bir düşün bakalım ?

Eveet, sabah Antalya'ya geldiniz ve bir gününüz var, neler yapabilirsiniz. Haydi hareketlenin o zaman. Uçakla geldiyseniz tramvay ya da belediye otobüsüyle, otobüsle geldiyseniz firmaların servis araçlarıyla şehir merkezine yani Cumhuriyet Meydanı/Kalekapısı'na ulaşabilirsiniz. Özel aracınızla geldi iseniz ve park yeri arıyorsanız Cumhuriyet Meydanı'ndaki kapalı otoparka bırakabilirsiniz. Kahvaltı yapmadığınızı düşünüyor ve sizi Üçkapılar'daki meşhur Börekçi Tevfik Usta'ya yönlendiriyorum. Kalekapısı ya da Cumhuriyet Meydanı'nda iseniz rahatlıkla yürüyerek ulaşabilirsiniz ve orada kime sorsanız gösterirler. Tevfik Usta'nın serpme böreği çok meşhurdur. Öğlen 11.00'e kadar gittiniz gittiniz, yoksa kapatır dükkanı. Salaş bir mekanda hizmet verir yıllardan beri Tevfik Usta, masası, sandalyesi bile yetersizdir ama onu böreği açarken izlemek bile mutlaka yapılması gereken bir şeydir, böreğin lezzetini ise tartışmayacağım 😃 




Eh kahvaltıyı yaptınız, karnınız doydu, çayınızı da içtiniz. O zaman hazır Üçkapılar'da iken Kaleiçi'ne doğru bir yürüyüş hoş olmaz mı? Hem yediklerinizi hazmeder, hem de Kaleiçi'nden Karaalioğlu Parkı'na doğru uzanmış olursunuz. Girin tarihi Hadrianus Kapısı'ndan içeri, anında Kaleiçi'ndesiniz. Keşfetmeye başlayın dar sokakları. Kesik Minareli Camii hemen gözünüze çarpacaktır. Siz Kaleiçi'ni ve Karaalioğlu Parkı'nı gezerken kahve zamanınız geldi de geçiyor bile. Kırın o zaman rotayı Yat Limanı'na doğru. Hemen inmeyin limana, önce bence şehrin en güzel manzarasına karşı kahvenizi içmek için Mermerli Çay Bahçesi'nde bir mola verin. 


Kahve molası bittiyse Yat Limanı'na iniyor, limanı turluyor, vaktiniz varsa Oyuncak Müzesi'ni geziyorsunuz. Yorulduysanız asansörle Cumhuriyet Meydanı'na çıkabilirsiniz. Yok çevreyi biraz daha göreyim diyorsanız Kırkmerdivenleri ya da ara sokakları tercih edebilirsiniz. Antalya'da görüp görebileceğiniz yokuş da budur zaten. Tekrar Kalekapısı'na ulaştıysanız o civarı da gezebilirsiniz. Yivli Minare, Eski Demirciler İçi, Ayakkabılar Çarşısı, İki Kapılı Han gibi tarihi yerler zaten hemen gözünüze çarpacaktır. 

Öğlen oldu sanırım bu arada ve onca yürümeye, merdivene acıkmış olmalısınız. O zaman sizi Güllük Caddesi'ne doğru alalım, Önce Kadın Yarı'nı görün, sonra da, caddeye girmeden önce oradaki parktan bu defa aksi yönde bir Yat Limanı manzarası seyredin. Cadde boyunca biraz ilerleyin, pek hoş bir cadde değildir ama menzile ulaşınca yürüdüğünüze değecek. Şiş köfte ve Antalya usulü tahinli piyaz yemek için sizi "Piyazcı Ahmet"e yönlendiriyorum. Kime sorsanız gösterir ara sokaktaki yerini. Çok aç değilseniz köfte ve az piyaz öneririm. Zira sadece piyazla bile doyabilirsiniz. Siparişi verirken soğanı içinde mi istediğinizi, yumurta ve domates isteyip istemediğinizi de belirtiniz. 

Eh karnınız doydu, hazır buralardayken çayınızı ya da kahvenizi, hatta belki biranızı Beydağları'na karşı içmek isteyebilirsiniz. Güllük Caddesi'ni bu defa ters yönden yürüyon, Konyaaltı Caddesi'ne çıkın ve Atatürk Parkı'na girin. Parkta bir yürüyüş yapıp falezler üstünde sıralanmış cafelerden birine oturun. Manzaranız bakış yönünüze göre aşağıdaki gibi olabilir:



Hazır buraya kadar gelmişken Antalya Müzesi'ni de geziverin artık. Daha sonra da  sizi Lara tarafına alalım, özel aracınızla ya da Cumhuriyet Meydanı'ndan KL08 numaralı otobüse binerek Düden Şelalesi'nin denize döküldüğü Şelale Parkına ulaşabilirsiniz. Çay boyu cafelerinden birinde oturabilir ya da parkta dolaşıp şelalenin denize dökülüşünü izleyebilirsiniz.


Vakit akşama yaklaşıyor, geldiğiniz yoldan dönüp Konyaaltı sahilinde bir yürüyüş yapabilir ya da Akvaryum'u gezebilirsiniz. 



Türkiye'nin en kapsamlı akvaryumlarından biri olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Akvaryum çıkışı sizi Falez Park'ta küçük bir gezintiye davet edeceğim, sonra da parkın içindeki 7 Mehmet Restoran'da yemeğe. Tahinli kabak tatlısı meşhurdur, denemenizi öneririm. 

Hala vaktiniz varsa ve alemlere akmak istiyorsanız, tekrar Kaleiçi'ne alalım sizi, oradaki eğlence merkezlerindengönlünüze uygun birini bulursunuz elbet. Haydi kolay gelsin...

23 Şubat 2019 Cumartesi

23 ŞUBAT (NELER YAPIYORUM?)

Vay canına 23 gündür meydanı kimselere bırakmamışız, bakalım bugün ne diyoruz:

23. Neler Yapıyorum yazısı hazırlıyoruz. Maddeler için benim bir yazıma bakabilirsiniz. Örnek yazı linki için buraya bir tık.

Cüce şubat boyuna boşuna bakmadan hayli dolu dolu geçti. Ocak ayında tembelliğe vurdurduğum okuma işinde Şubatta hedefime ulaştım, hatta daha 5 gün olduğuna göre hedefi de aşmam mümkün. Şimdi Ezgi gibi yazacak olursam:

-Seviyorum: Bu ay en çok ay sonuna doğru yüzünü gösteren güneşle güzelleşen havaları sevdim, bir de çiçek açan badem ağaçlarını...

-Yiyorum: Bu ay en çok ıspanaklı-yeşil soğanlı-peynirli gözleme, kısır-turşu, etli-terbiyeli kereviz yemeği, yoğurtlu pazı kavurması ile bakliyat+pilav hazırlandı bizim evde. Haliyle pişirdiğim şeyleri de yemek durumunda kaldım. Daha sofistike şeyler pişirmek isterdim esasen ama ne yerim, ne de gönlüm geniş, daha açık bir ifade ile canım istemiyor 😃 

-İçiyorum: Eh, geleneksel Türk kahvaltısının eşlikçisi ve akşam yemeği sonrasının keyifçisi olarak bol bol çay, aralarda filtre kahve-nescafe, dışarı çıkıldığında Türk kahvesi ve şu anda bunları yazarken de sahlep ☕

-Okuyorum (okudum): Sırayla: 
1- Raydan Çıkan Trenler/Hernan Ronsino
2- Mühür/Gökçer Tahincioğlu
3- Kural Tanımayan Bir Moda Kılavuzu/Eda Çakmak
4- Ece 5/M.K.Perker
5-Otların Uğultusu Altında/Şükrü Erbaş
6-Aşıklar Bayramı/Kemal Varol
7-Soğuk Deri/Albert Sanchez Pinol
8-Yetim/Hatice Meryem
9-Yalan Satıcısı/Attila Şenkon
10-Gergedan/Mine Söğüt
11-Bukalemun/Nuray atacık
12-Tanrı Gözünden Irak/Zsigmond Moricz
13-Koşarken Belli Olmaz/Burcu Arman
14-Karganın Elyazması/Max Aub
Son ikisi elimde, okuyorum. Diğerlerini okudum ve en çok Kemal Varol'un Aşıklar Bayramı'nı beğendim. 

-İzliyorum: Şubat ayında ilk olarak Blu TV'de senaryosunu kardeşimin eşinin yazdığı "Bozkır"ı izledim ve çok beğendim. Ocak ayında başlayıp bitiremediğim "You"nun son bölümlerini izledim ve sevmedim, devamı gelirse izleyeceğimi sanmam. Başta iyi gidiyordu ama sona doğru saçmaladı. Yine Netflix'de "Umbrella Academy"yi izleyip bitirdim. Yeni bir dizi arayışındayım. Film olarak biraz kısır bir ay oldu. Her ikisi de sinemada olmak üzere "Organize İşler Sazan Sarmalı" ve "Dogman" bu ayın filmleri oldu. İlki vasat, ikincisi ise oldukça güzeldi. 

-Dinliyorum: Evde bu aralar Jülide Özçelik'in "Nefes" ve Dilek Türkan'ın "An" isimli albümlerini dinliyorum. Ayrıca üç konsere gittim, Müze'de arp ve klarinet eşliğinde oda müziği, Türkan Şoray Kültür Merkezi'nde "İbrahim Yazıcı-Selva Erdener Konseri" ve Opera Sahnesi'nde "Sevgililer Günü Konseri". Yarın akşam ise Hakan Aysev'den Barış Manço ve Cem Karaca şarkıları dinlemeye gideceğim. 

-Geziyorum: "Onay Akbaş" sergisini gezdim. Arkadaşımın kızının doğum günü kutlamasına katıldım, öğrencimle buluştum, arkadaşlarımla geleneksel aylık buluşmamı yaptım. E daha ne olsun değil mi? 

-Yapıyorum: Valla pek bir şey yapamıyorum, zira carpal tunnel sendromum tavan yaptı bu aralar, ellerim hiçbir işe yaramıyor. Kenarlarını örüp birleştirmeye başladığım motifler bile sepetlerinde kış uykusuna yattılar. En çok yaptığım şeylerin başında tablette şeker patlatmak geliyor 😃
E yeter bu kadar değil mi? Haydi cümleten kolay gelsin...

Fotoğraf  5 yıl önce bu tarihlerden:



22 Şubat 2019 Cuma

22 ŞUBAT (İPİN UCU KAÇTI)

Az daha meydan okumaya ara verecektim. Dün gece yine gök gürültülü, şimşekli bir yağış başlayınca "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" hesabıyla bilgisayarın fişini çekip yattım. Tekrar tamirle ne benim, ne de oğlumun uğraşacak hali kaldı çünkü. Sabah baktım güneş çıkmış, "Aman da ne güzel" diyerek fişi taktım. Bilgisayar açıldı, lakin internet yok. Modemi aç kapat, fişi tak çıkart, oraya bak, buraya bak, yok gitti gelmez. Önce merkezi arayıp arıza kaydı verdim, sonra da SOS diyerek oğlumu. Bıktı çocuk benden. Onun dediklerini de yaptım ama çözüm olmadı. Evdeki diğer modemi takmaya karar verip arıza kaydından sonuç gelene kadar beklemeye aldık. Evde internet olmadı mı sudan çıkmış balığa dönüyorum. Neyse gündelik işlere daldım ama aklım o kadar olayda ki saklama kaplarından birini kırdım dikkatsizlikten. "Oh ne güzel" oldu diye sevindiysem de cam kırıklarını toplamak biraz sıkıcı oldu haliyle. Evde mutfak dolabı sıkıntısı çektiğimden kırılan şeylere seviniyorum söylemesi ayıp 😃 

Neyse homur homur söylenip kıvranırken internet geldi, belli ki arıza varmış ve yapıldı. Nasıl sevindiğimi tahmin etmişsinizdir. Issız adaya düşsem yanımda götüreceğim üç şey; bilgisayar, modem ve internet olur...dermişim 😃

Şimdi 22. günün meydan okuma konusuna gelirsek:

Soru 22: İnanıyorum bu yazı faydalı olacak, bildiğin şeyler hakkında ipucu verebilirsin. Ne bileyim mutfak ipuçları ya da fotoğraf ile ilgili ya da şu an hiç aklıma gelmeyen bir şeyle ilgili...

Bu konu bana zor geldi, aklıma hiçbir şey gelmiyor.  Size verebileceğim en güzel ipucu şu olacak; bilmediğiniz bir konuyu öğrenmeye kalkmayın, o konuyu çok iyi bilen biriyle arkadaş olun, o yapsın 😃😃😃

Tüm öğretmenlik hayatım boyunca bu şekilde kullanıldım da, hani yeni başlayanlara benden tavsiye olsun dedim 😃

Günün fotoğrafı kediseverlere Gürbüz Doğan Ekşioğlu'ndan gelsin, geçen sene bugün bu sergiye gitmişim. Kedinin kuyruğunu ipucu olarak da alabilirsiniz 🐱😊


21 Şubat 2019 Perşembe

21 ŞUBAT (ELEŞTİRELİM BAKALIM)

Hava günlerce çılgın yağan yağmuru affettirmek ister gibi güneşli birkaç gündür. Sanki bahar geldi ama pek aldanmamak lazım, ne demiş eskiler "Kork Abril'in beşinden, öküzü ayırır eşinden". Abril Nisan oluyor tabii ki efenim, eskiler de yabancı dil biliyorlarmış 😃

Bu aralar Trendyol bana, benim olmayan kredi kartımla almadığım ürünler için sürekli mesaj gönderiyor. Ürünün kendisi de gelse hoş olacak ama iş sadece mesajla kalıyor. İkidir telefonda cebelleşiyorum müşteri temsilcileriyle, hala düzelttiremedim. Kontrol ettiğimde kartımdan yapılmış bir alışveriş yok, zaten internet alışverişine kapalı ama yine de insan endişelenip rahatsız oluyor. Sanırım alışverişi yapan kişi telefon numarasını hatalı girdi, o da benim telefona denk geldi. 

Bugünkü konumuza gelecek olursak:

1. Herhangi bir konuda eleştiri hazırlayabilirsin, telefon uygulaması, kitap, müzik ya da restoran ne istersen sana kalmış.

Eleştiri işinden korkuyorum aslında, kaç yıl önce 4 arkadaş açtığımız ve kitap yorumladığımız sitemizde  kitabını eleştirdiğimiz bir yazar canımıza okumuştu, hem de bayağı terbiye kurallarının dışına çıkarak, meydan kavgası gibi, tüm sanal alemlerde demediğini bırakmamıştı. Oldukça da tanınmış bir kadın yazardı, o günden beri ne kitabını okurum, ne de farklı mecralarda ettiği kocaman laflara itibar ederim. Bazılarını dışı seni, içi beni yakıyor hesabı. Ama madem meydan okuyoruz ve ödev de verilmiş, el mahkum yazacağız bir eleştiri yazısı. Aslında ne zamandır aklımda olan bir konu var, eminim hepinizin de dikkatini çekiyordur. Gerek Twitter, gerek Instagram, gerek Facebook olsun, sanal alemlerde insanların birbirine diskur çekmesi, her yazılana itiraz edip, her konuda "Ben daha iyi bilirim" iddiasına girmesi, çirkin yorumlarda bulunması bana çok tuhaf geliyor. Paylaşılan şeyi beğenmiyorsan, ilgini çekmiyorsa takip etmezsin olur biter. Bazı insanlar sosyal medyayı yalnızca kavga etmek amaçlı kullanıyor sanki. Orada sergilenen şişkin egonun gerçek hayattaki karşılığı bence feci bir kompleks. Daha sabah Twitter'de denk geldim. Kızcağızın biri duvarındaki bir panoyu paylaşmış, kendince havalı bulduğu panosunu ne kadar ucuza malettiğini yazmış. Vay sen misin paylaşan, sen misin havalı bulan. Demedik komamışlar altındaki yorumda. "Bunun neresi havalı?", "Ucuz mekanların dekoruna benziyor", "Pano güzel ama alttaki kitabı niye okuyorsun?", "Ben senden önce yapmıştım böyle bir şey", "Gözümü yordu". Bir linç etmedikleri kalmış kızcağızı. Normal ya da tuhaf ne eklense altında mutlaka linç edici bir polemik sıralanıyor merdiven gibi. Bir de ünlülerin Instagram hesabı var. Sanırsın o ünlü takipçileriyle kanka. Altında senli-benli yorumlar. Elinde sigara var mesela "Aaa sigara çok zararlı, ayrıca hiç size yakışıyor mu?" şeklinde başöğretmen havaları ya da "Ablaaa ne olur beni takip et" yalvarmaları. Aslında kıskançlıktan baygınlık geçirildiği çok belli "Çok çirkinsiniz" ya da "Hiç yakışmamış" şeklindekileri de atlamayalım. Çocuğuyla ilgili bir şey paylaşanlara akıl vermeler: "Ayyy şeker çok zararlı, neden dondurma aldınız yavrunuza?", "Yoksa emzirmiyor musunuz, niye biberon var elinde?", "Benim oğlum 3 yaşında okumayı sökmüştü, sizinki birinci sınıfta hala böyle çirkin mi yazıyor?". Fesüphanallah. Sanal alem inzibatları, Facebook jandarmaları, Twitter sınıf başkanları yettiniz yahu. Düşün işinize gelmeyen, hoşunuza gitmeyen hesabın yakasından, millet canı ne isterse onu paylaşır, keyfinin kahyası mısınız? Yok kitabın yanında kahve varmış, ne komikmiş, yok durmadan kedi mi paylaşılırmış, yok niye yemek fotosu koymuşunuz, herkesin canı çekerseymiş. Yahu adam yemek tarifi  paylaşım hesabı, ne koysun bulaşık makinesi mi? Onu da canınız çeker belki evinizde yoksa. Hiç çarşıya pazara gitmiyor musunuz, hiç yiyecek görmüyor musunuz, hiç pastane vitrinine bakmadınız mı, sanal alemde görünce mi aklınıza geliyor yiyecek, takip etme mecbur musun? Yok onun derdi çemkirmek. 

Neyse ben de fazla uzatmadan kaçayım, birileri de beni linç etmesin 😃 Hep bunlar meydan okumanın yüzünden oldu zaten. Neyse şurada bir hafta kaldı, bitiyooooor 😃

Fotonun elbette ki yazıyla alakası yok, kuşbakışı işte...

 


20 Şubat 2019 Çarşamba

20 ŞUBAT (LİSTELERE DOYAMAMAK)

Meydan okumanın sonuna doğru yaklaşırken dışarıda günün konusuna çok uygun bir hava var ama bugün ben dışarısı için pek uygun değilim :) Bakalım neyi uygun görmüş bugün için sevgili Ezgimiz:

20. Bugün hava nasıl ? Havaya göre bir liste hazıla mesela. ( film, kitap, kıyafet, yemek artık aklına ne gelirse )

Aslında bu soru dün için çok uygundu, hava yine dünkü gibi, çok güzel, güneşli, ılık ama Cevriye bugün bana izin kağıdı vermedi. "Yoruldum ben, otur dinlendir" dedi. Cevriye söze karışınca akan sular duruyor, "Emrin olur yenge" dedim, ayrıca bugün Cevriye'ye eşlik eden bir de Adviye var, mevsim dönümü ya, koştu geldi hain. Yeni takipçiler için açıklama yapayım, Cevriye diz ağrımın, Adviye kolik ağrımın ismi. "Adlarıyla yaşasınlar" demek hiç içimden gelmiyor, bir an önce çekip gitseler iyi olacak ama sözleşmeyi uzun süreli yapmışız, kıpırdamak istemiyorlar. Arada bir seyahate çıkıp beni rahat bırakıyorlar ama dönüp dolaşıp geliyorlar kürkçü dükkanına, eh alıştık artık, Allah başka keder vermesin. 

Havaya göre listem dışarı çıkacak olsaydım çok farklı olurdu ama pencereden giren güneş eşliğinde evde olmak da hiç fena değil. Bugün için bir liste yapacak olursam şöyle;

-Kıyafet: En rahatından eşofman, ayaklarım her halükarda çok üşüdüğü için kalın bir çorap+patik+terlik

-Kitap: Nuray Atacık'ın ikinci polisiyesi: "Bukalemun". Çok keyifli, bayıla bayıla okuyorum. 

-Müzik: Şu anda Jülide Özçelik'in son albümü "Nefes" çalıyor fonda.

-Dizi: Netflix'de yeni bir diziye başlayacağım bugün: "The Umbrella Academy". Umarım beğenirim. 

-Oyun: Tablette "Toyblast", "Candy Crush Saga" ve "Candy Crush Soda" oynamaya devam. 

-Yemek: Yemek yapmaktan bezdim, pazar taşındığı için sebze sıkıntısı çekiliyor evde. Markete gitmeyi de hiç canım çekmiyor. Akşam yemeği olarak kısır yapacağım, yanına da turşu. Bence en güzel bir şey 😃

Eh daha ne olsun. Sizleri dünden kalan bir kareyle başbaşa bırakıp kaçıyorum: Diğerleri güneşe serilmiş yatarken Nazım sevdiği için anıtın dibinde uyuklayan köpek 😃🐶





19 Şubat 2019 Salı

19 ŞUBAT (BLOGCU GELDİ HAANİM)

Bu sabah erkenciydim. Eski ve çok sevdiğim bir öğrencimle buluşmak üzere anlaşmıştık, buralara pek bakamadan yola düştüm. Buluşma mekanı şurasıydı:


Beklerken kale duvarına yapışmış gibi duran ve yerde atılan yemleri gagalayan güvercinlerle hasbıhal ettim bir süre. 


Sonra da şu manzaraya karşı oturduk. Hava limonata gibiydi. Güneş, deniz, sohbet, çay-kahve, kısacası gün de güzeldi, biz de 😍


 Az evvel döndüm eve ve vakit geçirmeden ödevimi yapmaya oturdum. Çalışkan öğrenciyim ben, yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak ve bloguma yazı yazmaktır 😃 Bu minvalde bugünkü konumuza gelirsek:

Soru 19: En merak edilenlerden, baştan itibaren blog maceranı dinlemek isterim.

Bilgisayarla tanışmam hayli geç oldu benim. Hatta o kadar karşıydım ki emekliliğimden iki yıl önce okul idaresi öğretmenleri zorunlu kursa tabii tutunca oldukça canım sıkılmıştı. Bahar gelmişti, doğa bizi çağırıyordu ve bizler ders sonrası 3 saat daha kalıp bilgisayar öğrenecektik. Bunu öğrendiğim günden kursun ilk günü bitene kadar söylendim. İkinci gün konu ilgimi çekmeye başladı, üçüncü gün oğluma telefon edip bana bir bilgisayar ayarlamasını ve göndermesini söyledim. Kurs biter bitmez bilgisayar geldi ve benim macera da başladı. Önceleri internette geziniyordum, sonra blogları keşfettim. Bazılarını takibe aldım. En çok Tijen İnaltong'un "Mutfakta Zen"ini, İpeğin "Acemi Aşçı"sını, Nunu'nun "Bir Dut Masalı"nı okuyordum. Ortama o kadar yabancıydım ki blog yazan arkadaşlar bana magazin yıldızı falan gibi geliyordu 😃 Kim derdi ki günün birinde hepsiyle tanışıp arkadaş olacağım. Bu arada emekliye ayrılmış, eşzamanlı olarak annemi kaybetmiştim, olup bitene alışmaya çalışmaktaydım.  Bir gün yine bazı blogları okuduktan sonra ani bir ilhamla "Neden benim de bir blogum olmasın?" dedim kendi kendime. Zaten bilgisayar kullanımını oldukça ilerletmiştim, yazmayı seviyordum, hemen hemen hayatımın her döneminde günlük tutmuştum, vaktim dersen yeterince boldu. Sıvadım kolları ve 2009'un 6 Haziran günü blogu açıp "Hoşgeldim" adıyla ilk yazımı yazdım. İsim aramak için hiç düşünmedim. Leylak en sevdiğim çiçekti, Antalya'da iklimsel nedenlerle yetişmiyordu ve ben çok özlüyordum. Bloguma adını vererek özlem gidereyim bari dedim. Ne bilirdim ki gün gelip  bu ad benimle özdeşleşecek. Blogların altın çağına denk gelmiştim. Kesintisiz post giren yüzlerce blog vardı. İlk günler yorum ve takipçi yolu gözleyerek geçti. Her yeni takipçi şeker verilmiş çocuk gibi sevindiriyordu. Giderek takipçiler arttı, öyle ki artık dönüp bakamaz hale gelmiştim eklenenlere, kafam karışıyordu. Bol yorumlu, bol postlu, bol etkinlikli zamanlardı onlar. Birkaç yıl üstüste yeni yıl kartı etkinlikleri yaptık, blog buluşmaları düzenledik, yazılarını sevdiğimiz dostlarla yüzyüze görüştük, tanıştık, ahbap olduk. Birbirimize mail adresleri verdik, Facebooklarımıza ekledik. Öyle güzel dostluklar kurdum ki, biri bana böyle olacağını söylese inanmaz, "Hadi canım" der geçerdim. Şehirlerarası ziyaretler yapıp birbirimizi evlerimizde misafir ettik, şehirçi buluşmalar yaptık, blog harici yazıştık, haberleştik, telefonlaştık. Birsürü tatlı kızkardeşim oldu, birinin düğününe bile iştirak ettim. Şimdi düşündüğümde ezelden beri tanışıyormuşuz gibi geliyor bazılarıyla. Magazin yıldızı sandıklarımla kahveler, çaylar içtik, sohbetler ettik. Yazı hayatıma büyük katkısı oldu, önceki postlarımı son zamanlardakilerle karşılaştırınca ne kadar yetkinleştiğimi anlıyorum. Kitabımı yazmam ve basılması bile bir yerde blog sayesinde oldu diyebilirim. Takipçilerimin ısrarları, blogumu takip eden yayınevi sahiplerinin teklifleri ile geleceğe bırakabileceğim en güzel bir şeye sahip oldum. Radyo sohbetlerine katıldım, blog dostları ile kolektif kitaplara imza attık, sosyal sorumluluk projelerine katkılarda bulunduk. Hasılı blog, hayatıma ummadığım güzellikler kattı. Her ne kadar instagram ve benzeri fotoğraf ağırlıklı, az yazılı şeyler gündeme gelip bloglar eskisi kadar rağbet görmese de benim için vazgeçilemez bir mecra. Bir dost gibi, kişisel tarihim gibi, terapi seansım gibi. Umarım uzun yıllar daha yazmaya devam ederiz, hem ben, hem de sevdiğim blogger dostlarım...

18 Şubat 2019 Pazartesi

18 ŞUBAT (YARATICILIK BAŞA BELA-OBJELER 1)



18. Evet bugün yaratıcı günümüz, bugün blogun için yeni bir seri başlat. Bu yazı ilki olsun ve elinden geldiğince her ay devam ettirmeye çalışabilirsin mesela...

18. günün konusu blogu canlandırma konusunda yeni çabalar öneriyor. Nasıl bir seri başlatsam diye gözlerimi duvara, yani kitaplığa dikmiş düşünürken (odada duvar yok, hepsi kitaplıkla kaplı) Arşimet gibi "Evreka!" diye fırladım. Çalışma odasındaki kitaplık raflarının kitaplardan artakalan bölümlerinde bir sürü obje var. Bir kısmını kendimin aldığı, bir kısmı hediye olan fakat hepsinin bir anlamı ve anısı olan objeler. Neden bu objeleri yazmayım diye düşündüm, sonuçta hepsi içinde bir hikaye barındırıyor, kimi yaşanmış, kimine bizzat kendim tarafından bir öykü uydurulmuş. Ezgi'ye böyle bir fikir verdiği için teşekkür ediyor ve her ayın ilk pazartesisi bir objeyi öykülemek üzere ilk obje ve ilk öykü diyorum: 


Bu iki porselen minnoş, Tavşan Kardeş'le Kedi Arkadaş kitaplığımda ikamet eden en eski objeler. Öğretmenliğe başlamadan önce bir süre bir devlet kuruluşunda 1,5 yıl kadar hizmetim oldu. Bu işe girişimin ilginç ve komik bir öyküsü vardır. Henüz üniversitede öğrenciydim, 12 Eylül öncesinin en berbat zamanlarıydı ve bir süredir okula devam edemiyorduk. O sıralarda nişanlı olan iki arkadaşım hararetle iş arıyor ve her buldukları iş başvurusuna koşturuyorlardı. Sözkonusu kurumun eleman alacağı ilana çıkınca başvuru için ısrarla beni de götürdüler. Adeta sürüklenerek götürüldüm, "İşe girmek istemiyorum, bırakın beni, hayatımdan memnunum" diye ben direttim, onlar direttiler. Sonunda el mahkum onlarla birlikte personel servisine gidip gerekli formları doldurdum. Birkaç gün sonrası için mülakat saati belirlediler, ayrıldık. Bu arada gireceğimiz iş daktilograflık. Malum okuduğumuz fakültede 2 yıl boyu 10 parmak daktilografi eğitimi almışız. Derken mülakat günü geldi, yine aynı arkadaşlarla sabahın köründe kurumun kapısına dikildik, görevliye mülakata geldiğimizi söyledik. aldığımız cevap mülakatın öğleden sonraya ertelendiği şeklinde oldu. Mülakat dediysem aslında daktilo sınavı, yani oturup daktilonun başına yazacağız, onlar da bizim süratimize ve yazı düzenimize bakacaklar. Gelgelelim sınav öğleden sonraya ertelenmiş, bana kalsa hemen dönerdim, öğleden sonra da gelmezdim, o derece isteksizim yani. Ama arkadaşım çok kızdı, "Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz, ona göre programımız var" deyince görevli bir yerlere telefon etti, "Tamam 2. kata çıkın sizi sınava alacaklar" dedi. O zamanlar bu işler ne kolaymış, posta bile koyabiliyormuşuz sınav heyetine 😃 Neyse çıktık yukarı, önümüze birer daktilo makinesi koydular, birer kağıt verdiler, bir de örnek, "Yazın" dediler. Yazdık, ben laf olsun diye yazdım, arkadaşlarım özenle ve dikkatle. Sonuç ne oldu dersiniz, ben kazandım, onlar elendi. Zorla götürüldüğüm başvuruda onların hakkını engellemiş gibi oldum, neyse ki kısa süre sonra onlar da bir iş bulup çalışmaya başladılar. Sınavdan bir hafta sonra babam eve geldi ve kendince müjdeyi, benim açımdan tatsız haberi verdi, evde telefon yoktu henüz, haberleşme numarası olarak babamın işyeri telefonunu vermiştim. "Hayırlı olsun kızım, sınavı kazanmışsın, pazartesi işe başlaman söylendi" deyince neredeyse ağlayacaktım. Bu kadar kolay ve bu kadar isteksiz işe başlanır mı yahu 😃 Pazartesi el mahkum gönülsüz gönülsüz işe başladım, tesadüf bu ya-aslında tercihen-sınav girdiğim bölümde görevlendirilmiştim. İlk hafta çok acemice geçti. 4 kişilik bir odaya 5. olarak gelmiştim. Bir masaya oturttular, önüme lenduha gibi bir daktilo kondu, ilk gün sekiz saat hiçbir şey yapmadan oturdum, sorulan sorulara cevap verip, çay ocağı görevlisinin "İçmeyeceğim" dememe rağmen inatla önüme koyduğu çayları içer gibi yaptım. Odada yaş haddinden emekliliğine  1-2 yılı kalmış, sarıya boyalı saçları, sıklamen rengi rujuyla süslü bir teyze, ben yaşlarda bir başka daktilograf hanım, memuriyetinin yanısıra müzik eğitimi alan genç bir adam ve gündelik hayatında ud çalan orta yaşlı bir bey daha vardı. Onlar da gün boyu oturuyorlardı zaten. Arada bir istenen bir evrağı dolaptan çıkarıp zimmetle teslim etme dışında yegane görevleri sohbet etmekti. Odadaki ve yan odadaki diğer iki daktilografla benim görevim de günde önümüze gelen 2-3 yazıyı daktilo etmekten ibaretti. İlk hafta yazdığım ilk yazıyı daire başkanına elimde sallayarak imzaya götürdüğüm için sıkı bir azar işittim. İmza klasörünü böylece öğrendim. Müdürlerden birinin yöneticisi olduğu apartmana ait yazıları daktilo etmenin görevim olmadığını farkedip kaytarma yollarını keşfettim. Çaycının önüme zorla itelediği çayları geri çevirmeyi becerdim. Kare bulmaca meraklısı daire başkan yardımcısının bilemediği bir soruyu cevaplayınca itibarım arttı, saatlik izinlerim sayılmaz oldu. Arkadaşlar edindim, sıkıldıkça kitap  alma bahanesiyle çatı katındaki kütüphaneye topluca kapağı atıp, kütüphane memuruyla sohbete koyulduk. Kurumun karşısındaki cafeden ikindi üstleri şahane sosisli sandviçler sipariş edip kendimize ziyafetler çektik. Aybaşlarında maaşı alır almaz öğle tatilllerinde alışverişe çıktık. Çok düzenli bir kurumdu, maaş günü öğleye doğru yan binadan mutemet gelir ve herkesin maaşını zarf içinde masasına kadar getirip teslim ederdi. Zarftaki para cüzdana aktarılır aktarılmaz da saat 12.00 beklenir ve Kızılay'a koşturulurdu. İşte bu minnoşlar o maaş zarflarının ilkinden çıkan parayla Orduevi'nin yanındaki bir züccaciyeciden alınmıştı. Adını bile unuttum, zaten artık öyle bir yer de mevcut değil ama benim Kedi Arkadaş'la Tavşan Kardeş yıllardır kitaplığımın rafını kendilerine mesken tuttular, benimle birlikte her eve taşındılar. Her baktığımda o kurumu, arkadaşlarımı, maaş günlerini, birlikte yapılan alışverişleri, bir bardak çay, bir fincan kahve alıp yarıyarıya karıştırarak içen bulmaca meraklısı daire bşk. yardımcısını, çatıdaki kütüphaneyi, üzeri kalın bir camla kaplı eski çalışma masamı, bodrumdaki yemekhaneyi hatırlarım...

17 Şubat 2019 Pazar

17 ŞUBAT (KIYAMAM, KIYAMAM SANA)

Şahane güneşli bir hava var dışarıda, galiba baharın soluğu ensemizde. Bademler çiçek açtı bile, tatlılar beyaz, acılar pembe. Pembenin acının rengi olması tuhaf. Bizim sokakta iki tane vardı eskiden, baharın nabzını onunla ölçerdim, ikisi de inşaat kurbanı oldu. Bina yaparken ağaç kesmeden olmuyor mu acaba? Az ilerimizde küçük bir meydana açılan bir sokak vardı. Civarda en sevdiğim sokaktı. Çoğu bahçeli, 4 katlı evler sıralanırdı iki yanında. Çoğunlukla limon, portakal, mandalina ağaçları süslerdi bahçeleri ve baharda oradan geçmek bir şenlikti. Kokudan mestolurdu insan. Bir başka bahçedeki önceleri ne olduğunu keşfedemediğim, sonra avokado olduğun öğrendiğim ağaç çiçeklendiğinde altında durup uzun süre incelerdim. Pembe bir begonvilin neredeyse uç noktasına kadar tırmandığı selvi, baharda pıtırak gibi çiçek açan erik ağacı, birkaç tane yenidünya ve yaz akşamüstleri fazla maruz kalınırsa baş ağrıtan, ıhlamurumsu kokulu melisalar yine bu sokağın sakinleri arasındaydılar. Oradan geçmeye bayılırdım. Sonra inşaat çılgınlığı başladı, kentsel dönüşüm merkezi adı altında müteahhitlik büroları açıldı. Oysa yasal bir zorunluluk yoktu bu semtler için, tamamen keyfi. Rantsal dönüşüm kentsele evrilerek tırpanlamaya başladı o güzelim evleri, bahçeleri. Şimdi içim acıyor o sokaktan geçerken, evler yıkılmış, bahçeler yokolmuş, ağaçları ara ki bulasın. 8-10 katlı çirkin apartmanlar beton dökülmüş minicik bahçelerde ağaç yerine göğe yükseliyor. Kimisi halen yapılmamış, çamur içinde boş arsalar, sokak büyüsünü yitirmiş, sıradan çirkin bir yola dönüşmüş. Mümkün olduğu kadar yolumu düşürmemeye çalışsam da mecburi geçişlerin her seferinde bilinçsizce ilkokulda öğrendiğim bir şarkı dilime takılıyor:

"Şimdi kuru ve çıplak, ıssız kalan her bahçe
Yere düşen şu yaprak rüzgârlara eğlence"

Sözü fazla uzattım, temizlik var bugün evde, perdeler yıkanıp asıldı bile. Geçenki şiddetli doluda pencerelerden giren su perdelerin de canına okumuştu, şimdi güneşle parıldıyorlar, baktıkça keyfim yerine geldi. Temizliği seviyorum, kendim yapmadığım sürece 😃 Az evvel yeni bir deyiş öğrendim kuzenimden, tam bana göre: "Dandini kişten, kurtuldum işten" 😃

Gelelim meydan okumaya, bakalım bugünkü konumuz neymiş:

17. Takıntı denmez belki ama, bazı eşyalara takılırız eskise de hep onları kullanırız ya, var mı senin de böyle takılıp kaldıkların ?

Olmaz mı, hem de pek çok. Mesela evlenirken alınmış bir battaniyem var, bir türlü vazgeçemem. Üstüne yepisyeni nice battaniyeler edindim ama hepsi dolap beklemeye mahkum oldu. İlle de benim kocaman, yumuşak tüylü, kahveli-bejli battaniyem. 

Yine bir bornozum var. Bana gelmesi hoş bir nedene dayalı olan. Üniversitede öğrenci iken bir gün otobüste bir tanıdığımızın ortaokula giden oğluna rastladım. Ordan burdan konuşurken derslerini sordum. Hepsinin iyi olduğunu ama Almanca'yı bir türlü beceremediğini söyledi. O anda ağzımdan "Gel ben seni çalıştırayım" diye öylesine bir söz çıktı. Ciddiye alacağını hiç düşünmemiştim. O hafta sonu annesiyle kapıda bitti, "Almanca çalışmaya geldim" diye. Çaresiz başladık çalışmaya. 2 yıl sürdü ve ben mi iyi öğrettim, o mu anlamaya istekliydi bilmiyorum hep yüksek notlar aldı. Ve sonradan inanmayacaksınız belki ama Alman Filolojisi'ni bitirdi. Bunlar ailecek esnaftı. Anne-babanın büyük bir işhanında, çeyizlik eşya, iç çamaşırı vs satan bir dükkanları vardı. İşte ders verdiğim sırada-tabii ki kamu yararına veriyorum dersi, para falan yok-annem bu dükkana hal-hatır sormak ya da belki bir şey almak için uğramış. Konu gündeme gelmiş, dersin ne kadar yararlı olduğundan söz açılmış ve ısrar kıyamet derse karşılık dükkandan bir şey alması istenmiş. Annem o gün elinde turkuaz rengi bir bornoz ve takım havlusu ile geldi. "Bu ne?" dedim, anlattı. Gülüp geçtim tabii, henüz üniversite öğrencisiyim, unuttum gitti. Annem her zamanki çeyiz merakı ile sandığa konuşlandırmış. Evlenirken o bornoz benimle geldi ve hala benimle. Bir yerde alnımın teriyle kazandığım ilk eşya bile denebilir 😃 Havlusu dışında cebinin kenarındaki küçük yırtığı saymazsak hala taş gibi üstelik. Vazgeçemediğim eşyalardan biridir o da. 

Ve annemin evinden toplayıp getirdiğim lacivert pyrex tabaklarım. Pyrexin ilk çıktığı yıllarda dayım yurtdışından getirmişti. Yıllarca annem kullandı, bir yaz tatilinde kendi evime taşıdım. Hala kullanıyorum, bana anne-baba evi kokusu getiriyor. 

Dizleri bollaşmış rahat ötesi eşofman altlarını, anneannemden kalma yeşil örgü yeleği, annemden kaptığım kareli cepkeni de tüm eskimişliklerine rağmen kıyıp atamıyorum. Yelek anneannemin, dayımın anneme hediye ettiği cepken ise hem annemin, hem dayımın kokularını taşıyormuş gibi geliyor. Halbuki defalarca yıkanda ama işte...


Battaniye dedik madem, işte bir battaniye sevdalısı: Snoopy'nin Peanuts çetesinden Linus Van Pelt. Bu konuya ancak Linus yakışırdı 😍

16 Şubat 2019 Cumartesi

16 ŞUBAT (LİSTECİ GELDİ HAANİM)

Bugün liste günü imiş, epeyce bir düşündüm neyin listesini yapabilirim diye, sonra anneannem geldi aklıma, onu sık sık kullandığı atasözlerini, deyimleri listeleyeyim dedim, hem böylece kayıt düşmüş olur, unutmayız.

16. Gün- Yine bir liste günü, herhangi bir konuda 10 maddelik bir liste hazırla. Artık konu sana kalmış:

-"Gel bana bir ayak, geleyim sana iki ayak", "Kör Allah'a ne kadar bakarsa, Allah da köre o kadar bakar", "Beni sevenin bendesiyim, ben sevmeyenin ben nesiyim". "Öl benim için, hasta olayım senin için". Tabii bu sonuncuda bir kafa karışıklığı var, ölmekle hasta olmak yer değiştirmiş 😃  Birinden vefasızlık gördü mü bu dördünü ardarda ve mutlaka bu sırayla kullanırdı. O yüzden tek maddede değerlendirdim 😉

-"Aş da sabahın, iş de sabahın" (Erken kalkmanın faydalarını anlatmak üzerine sık sık kullanırdı)

-"Yılan bile toprağı gıda ile yalar"  (Bu da aşırı yemenin ve israfın zararlarına yönelik)

-"Öğünden giden, ömürden gider" (Bir üstteki ile çelişse de anneannemin yemek konusundaki kendi prensibine dair kişisel bir deyiş efendim 😃)

-"Angaldan zangal çıkarmak" (Sudan bir nedenle küslük, kavga yaratmak anlamında)

-"B.kunu çomaklamak" (Ortada bir neden yokken olay çıkarmaya çalışmak)

-"Kanayaklı" (Yöresel bir tabir, henüz çok genç, saf genç kızlar için kullanılır)

-"Sidikliğin dursun da tilki gibi çemkir" (Bu bir beddua)

-"Pazar avradı" (Çok gezenler için kullanırdı, biz fazla dışarda kaldıysak bize de kullanırdı tabii ki 😃)

-"Çarşamba çanağına dönmek" (Ortalığın fazla karışması, bir işin fazla dolambaçlı hale gelmesi)

-"Çaşarat" (Hayat kadını, or.spu anlamında)

-"Keliği sokakta kalmak" (Çok fazla gezmek)

Ooo, almış başımı gitmişim. Konu anneannemin deyimleri olunca kendimi kaybettim, ki bunlar daha ilk anda aklıma gelenler. Yakası açılmadık daha neler neler vardı. Aslında bir yerlere ciddi anlamda kaydetmekte yarar var, zamanla unutuyoruz zira. Bu vesileyle anneannemi de anmış olduk, nurlarda uyu Zarifanım...


15 Şubat 2019 Cuma

15 ŞUBAT (MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR)

Merak duygusu güzel bir şey, başkalarının hayatına burnunu daldırmamak şartıyla. Bugünkü meydan okuma konumuz merakla ilgili.

15. En çok merak ettiğin birşeyi araştır, iyice öğren bize de anlat. Bilgileri paylaşalım belki başkasına farklı bir şekilde temas eder ne dersin ?

Şöyle bir düşündüm, bu aralar neyi merak ediyorum diye, doğrusu aklıma bir şey gelmedi. Hem gelse bile ne ara araştırıp, ne ara iyice öğrenip, ne ara sizlere aktarayım. Sevgili Ezgi hocamız bugün kazık yerden, çalışmadığımız konudan sormuş. En iyisi ben size dünden bahsedeyim, böylece merak ediyorsanız eğer, dünkü konseri anlatırım size, bir de üzüldüğüm bir haberi.

Uzunca bir zamandır Antalya Devlet Opera ve Balesi'nin sahneye koyduğu bale, opera ve konserleri kaçırmamaya çalışırım. Gerçekten çok yetkin bir opera-bale kurumumuz var, sundukları her şey büyük keyif veriyor. Dün akşam da geleneksel Sevgililer Günü Konseri'ne gittik. Üç kadın, iki erkek solist, iki keman, bir piyano, bir akordeon, bir gitar ve bir vurmalı çalgıdan oluşan küçük orkestra bizlere unutulmaz bir gece yaşattı. Hem opera klasiklerinden, hem popüler şarkılardan oluşan repertuar ve sunumu görsel ve işitsel yönden tam bir şölen oldu. 







İşte merak ettiğim şeylerden biri bu, bir ses nasıl bu kadar güzel olabilir ve nasıl bu kadar güzel kullanılabilir. Şu yaştan sonra kronik farenjitli boğazımla şan eğitimi alsam olur mu acep 😃 Cevabını biliyorsanız siz söyleyin bana. 

Güzel bir güne ve geceye gölge düşüren haber ise çok sevdiğim ve sanal da olsa tanışıklığımın, karşılıklı dialogumun olduğu polisiye yazarı Esra Türkekul'un ölüm haberi oldu. Onun "Kapalıçarşı Cinayeti" isimli ilk polisiyesini okumuş, kahramanı şaşkın Berna'ya hayran olmuştum. Öyle hayatın içinden, öyle sıradan, öyle bize benzeyen bir kahramandı ki bu haliyle sıradışıydı. 


Hatta o zamanlar henüz kapatmadığımız "Bibliyomanyaklar" isimli kitap blogumuzda kitabı okumuş, yorumlamış, Esra Türkekul ile söyleşi bile yapmıştık. Ara sıra fotoğraf altlarında, durum bildirimlerinde yorumlaşır, hal-hatır sorardık. Sonra ikinci kitabı, yine kahramanı Berna olan "Cadıbostanı Cinayeti" yayınlandı, onu da aynı keyifle okuduk. Son zamanlarda annesi ve babası yatalak hasta olmuştu ardı ardına, bir-iki ay önce de babasını kaybetmişti. Ama daha öyle genç ve öyle yetenekliydi ki biz üçüncü kitabı beklerken ölüm haberini almak adeta şok etti. Ölüm sebebini tam bilmiyorum, ekşi sözlükte intihar olduğu yolunda bir şey okudum ama ne derece doğrudur bilinmez. Her ne sebeple olursa olsun çok acı bir kayıp. Yattığı yer incitmesin, hayatımıza kattığı Berna ve o güzel kitapları için de bin teşekkür...