.

.
.

31 Ekim 2011 Pazartesi

HAFTANIN KOMBİNİ


Kitap: Mino'nun Siyah Gülü/Hüsnü Arkan
Kupa: Hediye
Kahve: Jacobs Gold instant coffee
Vazo: Ikea
Çiçek: Karabiber ağacı çiçeği
Fon Müziği: 5 Mayıs/Hüsnü Arkan

Kombini kombilnledikten sonra gelelim kitaba: Hüsnü Arkan'ı önce Ezginin Günlüğü grubunun solisti olarak tanıdım sonra da "Solo" adlı albümünü büyük bir keyifle dinledim yaz boyu ama inanın ki kitap yazdığını bilmiyordum. Zaten kitabın tanıtımını da "Dersaadet"in blogunda gördüm ve gidip aldım, iyi ki de almışım. Kitap daha ilk satırından itibaren içine çekti beni. Füruzan'ın öykülerine benzer bir tad kaldı damağımda ki bu çok önemli bir ölçüttür benim için zira yazın dünyasında Füruzan'ı tek geçerim.

Roman bir ailenin yakın tarihini o ailenin kadınlarının ağzından anlatıyor; fonda 27 Mayıs İhtilali, Talat Aydemir'in darbe girişimi, 12 Mart, 12 Eylül dönemleri, yaşanan acılar, bir taşra kasabasında başlayan cesur ve kırık bir aşk hikayesi var. Yazar erkek olmasına rağmen kadın kahramanların duygularını çok güzel dile getirmiş. Bölüm başlarındaki mektup alıntıları bile kitabı sevmek için yeterli sebep. Daha fazla bilgi vermek istemiyorum sadece arka kapaktan bir-iki cümlelik alıntı yapayım:
"İnsan, sonuna kadar umutlu olabiliyor. Umut bir çare değil ama galiba çareden daha büyük bir şey."

Kitabın bir de hediyesi var, tek şarkılık bir CD: 5 Mayıs. Dinlerken insanın içi eziliyor, burnunun direği sızlıyor. Diyorum ki bir tadına bakın bu kitabın, seveceksiniz, şarkıyı dinlemek için buraya tıktık.

30 Ekim 2011 Pazar

HAFTANIN OKUYANI 15


Bugünkü okuyanımız İngiliz illüstratör Aubrey Beardsley'e ait. 1872-1898 yılları arasında yaşamış ve henüz 26 yaşında iken yıllardır çektiği kronik akciğer hastalığı sonucu ölmüş sanatçının kısa ama ilginç bir yaşamöyküsü var. Daha çok erotik illüstrasyonları ile tanınan Beardsley çocukluğunda müzik alanında da ün yapmış biri, uzun yıllar kızkardeşi ile birlikte konserlerde çalmış. Zaman içinde yazın dünyasına da atılan sanatçı Oscar Wilde'nin pekçok kitabına çizimler yapmış ayrıca karikatürler de çizmiş. Grotesk bir yaşamı, ilginç bir giyim tarzı ve düşünce yapısı olan  Beardsley ölümünden üç yıl önce Katolik Kilisesi'ne katılmaya karar verip erotik çizimlerinin yokedilmesini yayıncısından istemiş ancak yayıncı bu isteği reddedip sanatçının eserlerini hatta kopyalarını pazarlamaya devam etmiş. Çok genç yaşta tüberkülozdan hayatını kaybeden Beardsley hastalığı nedeniyle yaşadığı ataklara rağmen ölene kadar çalışmalarını sürdürmüş.

Şimdi bakın bakalım bu süslü, püslü, kabarık etekli, kafası çiçek tarhı gibi şapkalı koket hanım sol yanında kendi gibi hotozlu papağanıyla birlikte gerçekten kitap mı okuyor yoksa az sonra gelecek aşığını beklerken vakit mi öldürüyor?

29 Ekim 2011 Cumartesi

KUTLU OLSUN


Nice 88 yıllara Cumhuriyet, nice 88 yıllara güzel ülkem; hep birlikte, barış ve huzurla...

28 Ekim 2011 Cuma

PARK, SEMAVER, AĞAÇ, ÇİÇEK, KEDİ, SİNEMA, FALAN FİLAN...


Uzun mu uzun bir yürüyüş yaptık evvelsigün. Epeydir unuttuğumuz ve özlediğimiz Antalya'yı hatırlamak ister gibi kilometrelerce yürüdük, öyle ki eve döndüğümde bacaklarımdaki her bir kas ağrıyordu ama çok keyifli bir yürüyüştü. Bize deniz, palmiyeler, güneşli bir hava ve yol boyu gördüğümüz onlarca kedi eşlik etti. Yorulduğumuzu hissettiğimizde ise Kır Bahçesi'ne yerleşip denize karşı semaverle gelen çaylarımızı yudumladık.


Bu zenci geçen bahar burada gördüğümüz yavruların bu bahar doğan yavrusu olsa gerek. Bunun gibi birkaç tanesi dolaşıp duruyordu ortalıkta. Arkadaşımız gayet yakışıklı ve sportif görünümlü ama bunun bir kardeşi vardı ki evlere şenlik. Kedi desen kediye benzemiyor, fare desen fare değil, suratı bildiğin yarasa, resmen tırstım yavrudan. Neyse ki hayli cool birşeydi de o da bize yüz vermedi, pembecik diliyle yalanıp tüylerini parlatmakla meşgul oldu ama nafile pek çirkindi pek:))


Bugünkü icraatim ise "Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm" filmini izlemek idi. Dizi epeydir tatilde, özlemişiz ekibi. Amirim ödül almaya Altın Portakal'a da gelememişti, hasret giderdik kendisiyle. Gerçi dizinin sıcaklığı ve doğallığını bulamadım filmde ama yine de güzeldi. "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat"ı daha Emrah Serbes  bu kadar tanınmamışken okumuş ve çok sevmiştim, tabii bunda konunun Ankara'da geçmesinin de payı vardı. Dizi beklediğimin üstünde iyi olunca da sıkı "Behzat"çılardan olup çıktım. Film benim şehrimde geçiyordu bir kere, her sahnesi aşina idi, sonra ekip; zaten çok güzel oynuyorlardı, bu filmde de aynı şekilde devam etmiş. Sadece Cansu Dere'yi oturtamadım bir yere, oldum olası hiçbir filmde oturtamam zaten o değişmeyen yüz ifadesinden dolayı. Lakin filmin bir starı vardı ki bence o Kolsuz Ahmet'i canlandıran Hakan Boyav idi, sırf bu nedenle bile gidilebilir  filme.

Evet bugünü böyle sonlandırdık. Yarın Cumhuriyet Bayramı hepimize şimdiden kutlu olsun, nice yaşlara erişsin...

27 Ekim 2011 Perşembe

GÜNÜN KEDİSİ


Neredeyse bir yıldır ilk defa Antalya'da pazara gittim, özlemişim. Antalya pazarları bir başkadır, yakın köylerden gelip kendi ürettiklerini satanların olduğu bölümden giriş yapınca daha bir canlı ve renkli göründü gözüme hem sebzeler, meyveler, hem de onları satanlar. Köylü kadınlardan biri lastik eldivenler giymiş kabaklarını düzene sokuyordu; kabakları mı koruyordu, ellerini mi bilemedim. Karşısındaki tezgahta Burdur'lu olduğu şivesinden belli bir amca portatif radyosunu fasulyelerin yanına yerleştirmiş yerel bir kanaldan, yerel bir ağızla söylenen "Yol ver bana Çıbık Beli geçeyim" türküsünü dinleyerek yapıyordu satışlarını. Elindeki naylon iple babasını bacağından tezgahın demirine bağlamaya çalışan minnakı annesi "bak bu teyze doktormuş, iğne yapar"diye korkuttu kilosu 5 liradan kızılcık tartarken. Kendimi ve doktorları aklamak, bir kilo kızılcığa ödediğim 5 liranın intikamını almak için "yalan çocuğum yalan, iğne falan yapmam, bağla babanı" diyerek ayrıldım oradan. Daha uçlarındaki yeşil sapları diri diri duran taptaze havuçları aldığım hanım üç tezgah komşusuyla portakal sandıklarının üstüne kurduğu sofrada çökelekli, kırma zeytinli, tavşan kanı çaylı bir kahvaltı yapmaktaydı. Tam olgunlaşmamış beşbıyık muşmulalara alıçlar, mersinler ve dağdan toplanmış ahlatlar eşlik ediyordu. Ahlatları toplayıp getirerek ayıların rızkına el uzatmış pazarcı alıçların üstüne şöyle yazmıştı: "Şekere ve kolustura birebir". Dalından yeni koparılmış, yeşil kabuklu ve yemeyi en sevdiğim dönemindeki portakallardan alıp yukarıda pırıl güneş, etrafımda rengarenk pazar eve dönerken zihnimde sabah twitterde gördüğüm fotoğraf vardı; Van-Tatvan karayolunun karlı görüntüsü. Hayat hiç adil değil, hayat çok acımasız ve böyle olmaya da devam edecek ne yazık ki. Ağız dolusu gülmeye hasret kaldığımız şu günlerde dün Beachpark'ta çektiğim fotoğraftaki, sezon bittiği için kapanmış lokantada keyfince yayılan kedicik biraz gülümsetir belki hepimizi...

26 Ekim 2011 Çarşamba

KISA KISA


-Hâlâ elimde Murakami/Zemberekkuşu var. Ağır gidiyor, önce şehitler sonra deprem ne tat bıraktı ne tuz. "Bu son olsun, bu son" şarkısını mırıldanıyoruz umutsuzca.
-Temizlik koluydum geçen hafta, öğretmen kulağımı çekmesin diye çabaladım durdum. Gel gör ki bir hafta boyunca uğraşıp temizlediklerim 2 günde kirlendi. Evler mikroorganizma gibi, amitoz bölünmeyle kir üretiyorlar (biyoloji bilgim biraz eskidi, umarım yanlış terimler kullanmamışımdır).
-Kate Winslet'in "mini dizi en iyi oyuncu dalı"nda Emmy Ödülü aldığı  "Mildred Pierce"e sardırdım bu ara. Kate Winslet gerçekten haketmiş ödülü, yapım da çok güzel. Soğukkanlılığın, hırsın, narsizmin başrolde olduğu bir dizi bu, internetten izleyebilirsiniz.
-Deprem sonrası twitter ile neler başarıldığını görmek çok sevindirici, arada çıkan çatlak sesleri saymazsak tabii.
-Öyle yorgunum, öyle üzgünüm, öyle umutsuzum ki blog; umarım geçicidir.

23 Ekim 2011 Pazar

CANIM ACIYOR...

Kötü haber almadığımız bir gün geçmeyecek mi? Rant kaygısı, ihmal, sorumsuzluk, kadercilik, vurdumduymazlık ve vicdansızlık yokolmadığı sürece daha çok canımız acıyacak  biliyorum. Kalbimiz depremzedelerle olsa da ateş düştüğü yeri daha fazla yakıyor her zamanki gibi, bir kova suyla da olsa yardıma koşmak zamanı...

22 Ekim 2011 Cumartesi

KOŞTURRR...


Bir Cumartesi gününe birsürü şey sığdırdım. İlk icraatim bereketli topraklarda yetişen buğday başakları gibi neredeyse bir ayda üç santim uzayan saçlarımı boyatmak üzere kuaföre götürmem oldu. Hoş saç boyasının içinde gübre olduğundan da şüphe etmiyor değilim, bu kadar hızlı bir büyüme sözkonusu olduğuna göre:) Boyama ameliyesi bitene kadar 4-5 tane klip izledim dükkanda her saat açık olan Kral TV'de. Herbiri birbirinden acaipti; şırıngayla kan alıp, sürekli bir akciğer röntgenine bakarken şarkı söyleyen doktor kılıklılar, kürek kemiklerinin altından kanatlar fışkırmış cıbıl erkekler, garip makyajlı, cadı saçlı kadınlar ve etrafında bir çıtırlar topluluğuyla dansetmeye çalışan Serdar Ortaç.  Baygınlık geçireyazdım, ben klip izlemeyim arkadaş mümkünse, bıraksınlar şarkıya illa canlandırma gerekiyorsa hayalimde canlandırayım, başkalarının hayali beni bozuyor yahu. Boya işlemi bitip kuaförün elinden kurtulup bekleme süresine geçince açtım kitabımı TV'ye sırtımı dönüp. Sait Faiğin o muhteşem anlatımına sığınıp koptum klipler dünyasından. Semaver'i okudum üçüncü defa ilk kez okurmuş gibi. Semaver öyküsüyle  ilk tanışmam ilkokuldaydı; radyoda, gecenin geç bir saati yayınlanan bir programda çok güzel sesli bir sunucu seslendirmişti, o yaşımda adeta mestolmuştum dinlerken. Ben beşinci öyküyü bitirdiğimde saçımın yıkama zamanı gelmişti, Sait Faik'le vedalaşıp gerçek aleme döndüm böylece. Kuaför sonrası apar topar market alışverişlerimi bitirdim, sonra da eve dönüp hızla giyindim ve tiyatroya doğru müteveccihen yola düştüm (ay ben bu müteveccihen kelimesini çok seviyorum, hep cümle içinde kullanmak isterdim, bugüne kısmetmiş:). Oyunun adı "Küçük Adam Ne Oldu Sana", Hans Fallada'nın yazıp Yılmaz Onay'ın oyunlaştırdığı temsile açık söylemek gerekirse biraz önyargılı gittim. Zira birkaç zamandır Antalya Devlet Tiyatrosu'nda izlediğim hiçbir oyundan hoşnut kalmamıştım. Ama bu oyun beni utandırdı, sahneye konuluşu da, oyuncular da gayet iyiydi. Bitiminde kendimi yıllar öncesinde, üniversite öğrencisiyken Ankara Sanat Tiyatrosu'nda gibi hissettim, bir tuhaf oldum. 

Tiyatro çıkışı eksik kalan alışverişlerimi tamamlayarak eve döndüm. Birazdan yarınki temizlik günü için Müzeyyenciğime yemek pişirmeye gideceğim. Ne diyeyim bana da, ona da kolay gele...

21 Ekim 2011 Cuma

DIŞARIDA


Çekmece ve dolap içi debelenmelerimi bitirdikten sonra bugün dışarı attım kendimi. Bir daha annelerinin pişirdiği yemeği yiyemeyecek, bir kızın elini tutamayacak, bir haftasonu arkadaşlarıyla buluşup gülüşemeyecek, bir şarkının dizelerinde kendini bulamayacak, yağmurda ıslanamayıp güneşte terleyemeyecek o mahzun bakışlı gençleri gönlüme hapsedip Antalya'yı içime çektim. Nasıl da özlemişim dağlarını, denizini, gökyüzünü, ağaçlarını, çiçeklerini.


Sanki bütün falezlere şu kaya dayanak oluyor gibi.


Gökyüzü mü sihirli, deniz mi?


Beydağları; bakmaya doyamadığım güzellik


Bu kırmızısı


Bu da beyazı...


Turkuaz


Gök mü denize, deniz mi göğe vermiş rengini?


Yorulduk, oturmalı


Vee bunları götürmeli...

Vahşetin, kıyımın, acımasızlığın, düşmanlığın olmadığı güzel günlere...

18 Ekim 2011 Salı

MOLTO DOMESTİCA

Sanat ve kültür ateşeliğinden hizmetli kadrosuna alınmış gibiyim. Geçen haftanın sinema, gala, kapanış töreni, sergi faaliyetleriyle dolu günlerinden sonra balıklama evişlerine daldım. Daha doğrusu debeleniyorum, hiiç ama hiç yapasım yok ama elim mahkum. Ankara'ya gitmeden evvel ilaçlatılmış evde tabak çanak cinsinden ne varsa hepsinin sudan geçmesi gerekti. Bulaşık makinesinin tam kapasite ile çalışması ve içinden çıkanların tekrar eski yerlerine yerleştirilmesi zaten yeterince sıkıcı bir eylemken aynı hizmeti çamaşır makinesinden de bekledik. Eşyaların üstüne örtülen her tür örtü yıkandı, saatlerce çalışan çamaşır makinem karşılığını açma-kapama düğmesini tükürür gibi yüzüme fırlatarak verdi. Şimdi boş kalan yeri çekilmiş bir ön diş gibi sırıtıyor, acilen tedavi yaptırmak gerek ama porselen mi yaptırsak, implant mı koydursak yoksa altın kaplatsak da zengin mi dursa karar veremedik, bir de diş hekiminin fikrini almalı. Halıları yıkama şirketine yollayarak hafta sonu gelecek temizlikçimin işini hafiflettim, işçi haklarını koruyan bir patronum ben, zaten tüm çabam ona temiz ve düzenli bir ev bırakmak için, kendim için birşey istiyorsam namerdim. Bir de fazlalık eşyaları yoketme faaliyetine giriştim, dün Belediye'nin sosyal yardım şubesini arayıp haber bıraktım, şimdi keyiflerinin çatmasını ve gelip o eşyaları götürmelerini beklemekteyim (bu vesileyle bir eskiciyi de mutlu ettiğimi belirtmeden geçemeyeceğim, bayram öncesi sevap hanem yüklü bir bakiye verecek :). Eşya yoketme operasyonuna çekmece içlerini de dahil ettim. Dün "Mor Menekşeler"in ilk bölümünü izlerken (bu arada siz izlediniz mi bakayım, küserim valla izlemediyseniz) iki adet çekmeceyi elden geçirdim ve içlerindekinin neredeyse tamamını attım. Az daha çöp ev olacakmışım yahu, insan 5 tane bozuk kol saatini yıllardır saklar mı? Orhan Pamuk muyum ben, Masumiyet Müzesi mi açacağım? Neredeyse 20 yıl öncesine ait elektrik ve su makbuzlarını da muhafaza etmekteymişim, tedbirli kadınım vesselam, hafazanallah ya derlerse ki "Leylak Hanım, 1991 yılına ait elektrik borcunuz olan 50 kuruşu ödememişsiniz, faiziyle birlikte 100 kuruş olarak ödeyiverin bir zahmet". İyi etmişim iyi, gösterir makbuzunu ıspat ederim ödediğimi. Aslında keşke atmasaydım o belgeleri, bir süre sonra antika olur, kıymetli evrak statüsünde çok paraya okuturdum. Gidip çöpten çıkarsam mı ki? Çekmece harekatını sonlandırmaya yakın ilkokul pasolarımı bulduğumu da söyleyeyim de neleri saklamışım siz tahmin edin artık. Birazdan o boşalan çekmecelere 20 yıl sonra atılmak üzere yenilerini yerleştireceğim, hasılı hala çok işim var, yapma isteğimde ise en ufak bir artış söz konusu değil. 

Şimdi müsaadenizle gidip biraz daha toparlanayım, malum yukarıda da bahsettim, hafta sonu Müzeyyen teftişe ve temizliğe gelecek. Korkarım ben ondan, zaten "Leylak abla ne çok kitabın var" diye söylenip duruyor, kitapları da mı atsam ki?

Not: Başlığı uydurdum, bu nasıl İtalyanca demesin hiçkimse:)

17 Ekim 2011 Pazartesi

KOMBİN CANAVARI ANTALYA'DAN SESLENİYOR

Fincan: Paşabahçe; Şuşu'dan, kendi gibi şirin.
Kitap : Zemberekkuşu'nun Güncesi/Haruki Murakami; Lale bacıkuşdan ödünç.
Defter: Kağıthane, Yepyeni Fikirler serisi; Seyahatperest Özge'den, teşekkürlerimle.
Ayraç: D&R; bir arkadaştan hediye
Çiçekler: Sardunya'nın hoşluğu
Kalem: İstanbul Modern; neyse bunu kendim almışım:)
Fincanın içindekiler: Jacobs Instant Coffee, süt ve Stevya tatlandırıcı

2011 Sonbahar modası: Arkadaşların hediye etsin, sen kombinle. Bedava mı yaşıyorum ne:))

16 Ekim 2011 Pazar

BU BİTTİ, SIRADAKİ

Bir haftalık festival koşturmasından geriye bunlar kaldı; filmlerin tanıtıldığı albüm, biletler, "Kibelya" ekiplerince festival anısına üretilmiş duvar süsleri ve anahtarlık, kapanış töreninde dağıtılan karanfillerle oda kokusu ve izlenen filmlerin damakta bıraktığı kimi zaman hoş, kimi zaman buruk tad. Bunların dışında da bir yığın ayrıntı: Yağmur altında o salondan bu salona koşturmaca, kadınlar için ayrılmış 1 liralık bilet gişesinin önünde uzayan kuyruk, numarasız biletlerle girileceği için gala gösterimlerinde en az yarım saat kapı önünde beklemece, Azeri yönetmen Rüstem İbrahimbeyov'un kırık Türkçesi, evde unuttuğum biletler, alkış sesleri, İstanbul'dan kalkıp Antalya'ya ağzında film şeridiyle uçan martılı şirin animasyon, görevli eski öğrencilerin yardımcı olma çabaları, arkamda sıra bekleyen Alman gazetecinin gevezeliği, salonlardaki üşüten klima serinliği, "Zenne" filminin koltuğa yapıştıran çarpıcı etkisi, yanımda oturan çıtır kızın film esnasında 10 dakikada bir telefonundan twit atması, kapanış törenine ödülü kendi alacakmış gibi siyah tuvalet giyip gelmiş davetli genç kadının dirseğine kadar uzanan dantel eldivenleri, Güler Ökten'in bembeyaz ve pırıl pırıl saçları, her filmin şaşmaz izleyicisi Selda Alkor, genelllikle kasıntı oyuncular, Ayşe Kulin'in oyuncuları gölgede bırakan şıklığı ve güzelliği, vs vs...

Hevesle Piyano Festivali'ni beklemekteyiz...

HAFTANIN OKUYANI 14


Buyrun efendim, 2 haftalık aradan sonra size bir Edward Hopper çalışması. 1882-1967 yılları arasında yaşamış çok ünlü Amerikalı ressam suluboya, yağlıboya ve gravür dalındaki eserleriyle tanınır. Amerikan yaşamının ortak özelliklerini kendine konu edinen ressamın "Hotel Room" adını taşıyan bu resmindeki kadın okuyor ama kitap okumadığı kesin. Haydi bakalım yorumlarınızı bekliyorum pek çaresiz görünen kahramanımızla ilgili. Güzel bir Pazar günü dileğiyle...

15 Ekim 2011 Cumartesi

SİNEMASEVER MARTIDAN HABERLER SON


Düne damgasını vuran film "ZENNE" idi. Galaya gidememiştim öğlen başka bir salonda izledim, tıklım tıklım doluydu ve bitince kocaman bir alkış koptu gala olmamasına rağmen. Ben ve benim gibi pekçok kişi oturduğu yerden bir süre kalkamadı. Uzun zamandır izlediğim en çarpıcı filmdi diyebilirim, tokat yemiş gibi oldum ve izleyicilerin konuşmalarından anladığım çoğunluk benim durumumdaydı. Filmi anlatmayacağım-zaten adından tahmin etmişsinizdir konuyu-mutlaka gidip sinemada izlemenizi öneriyorum. Çok değişik duygularla çıkacağınıza emin olun salondan. Jüri de benimle aynı fikirdeydi ki pekçok ödülü kucakladı sonuçlar açıklandığında. Filmin bitiminde anne rolündeki Tilbe Saran'a ve yönetmenlere rastladım, dayanamayıp yanlarına gidip duygularımı belirterek kutladım. Öğleden sonra ise bir Rus filmi izledim "MASUM CUMARTESİ". Çernobil patlamasının ilk gününü anlatan son derece tatsız bir filmdi, Zenne'den sonra hiç çekilmedi. Böylece bu yılın altın Portakal Festivali'ni de sonlandırmış olduk, rekolte 11 film.

Akşam finali ödül törenine katılarak yaptım. Cam Piramit'teki töreni aslında kanepeye yayılıp TV'den naklen izlemek vardı ama haydi firaklı bir kapanış yapalım dedik, gidip yerleştik davetli koltuklarından birine.


Töreni Berna Laçin ve Ufuk Özkan sundu, en azından düzgün bir Türkçeyle ve teklemeden. Bürokratlar da konuşmalarını uzatmayınca hemen ödüllere geçildi.


Ödüller dağıtılırken aralarda Antalya doğumlu bir sanatçı Dilek Koç ve Yunanlı sanatçı Areti Ketime'nin şarkılarını dinledik. 


Efendim Ulusal Film Yarışması jürimiz  başkanları Müjde Ar ile birlikte.


"Zenne" SİYAD tarafından en iyi film ödülüne layık görüldü. Yönetmenleri ödül alırken görülüyor. Ayrıca "En İyi İlk Film", "En İyi Görüntü Yönetmeni", "En İyi Yardımcı Kadın ve Erkek Oyuncu" ödülü de "Zenne"nin oldu. 


"En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü"nü "Güzel Günler Göreceğiz" filmiyle Nesrin Cevadzade ve "Zenne" filmiyle Tilbe Saran paylaştı. 


"En İyi Film" olarak "Güzel Günler Göreceğiz" seçilirken, Behzat Ç.'miz Erdal Beşikçioğlu "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü aldı, daha doğrusu alamadı, vekaleten Harun'a verildi. "En iyi Kadın Oyuncu" ise "Geriye Kalan" filmiyle Devin Özgün Çınar oldu, gerçekten haketmişti, filmi izledim çünkü. 

Ödül töreni en iyi filme ödülü verilirken tavandan yağan  konfetilerle sona erdi. Gökten 3 portakal düştü; biri organizasyon ekibine, biri oyunculara ve biri de henüz açılmamış valizleri varken sinema sinema dolaşan Leylağın başına. Bir dahaki festivale kadar sağlıcakla kalın efendim...

13 Ekim 2011 Perşembe

SİNEMASEVER MARTIDAN HABERLER 4


Bu dağları nasıl özlemişim anlatamam, bugün yağmur tamamen kesilip bulutlar dağılınca tüm haşmetiyle çıktı ortaya silüetleri. Öğlen seansında izleyeceğim filmin salonuna gitmek için yürüyüş güzergahımı parktan geçirdim. Günlerdir sinema peşinde koşmaktan denizi ancak gördüm diyebilirim, gözümü maviye ve yeşile doyurarak ulaştım gösterimin olduğu merkeze.


İlk sırada "NAR" filmi vardı ve hayli kalabalıktı. Yerler numarasız olduğu için kapı önünde uzun bir süre kuyrukta beklemek gerekiyor iyi bir yere oturabilmek için. Sonunda kapı açıldı ve yerleştik, salon tıklım tıklımdı, film ekibi de Serra Yılmaz ve Erdem Akakçe dışında salondaydı. 

Ümit Ünal'ın yönettiği filme seyirci ilgisi fazlaydı ama ben  yüksek bir beklentiyle gittiğim için hafiften  hayal kırıklığı yaşadım ve işin açıkçası çok sevmedim. Minimalist bir filmdi zaten, tek bir mekan ve 4 kişilik bir kadro. Serra Yılmaz her zamanki gibi  iyiydi, Erdem Akakçe de ama diğer oyuncular için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Esasen çok beğendiğim İdil Fırat'ın rolü de oldukça kısaydı. O yüzden pek tatmin olmamış olarak çıktım salondan.


Sinemasever martımız portakala tünemiş gördüğünüz gibi

Altın Portakal heykelimiz de yılların yükünü çekmekten yaşlanmış. Kolay değil 48 yaşına geldi, neredeyse yarım asırlık olacak. 

Günün ikinci filmi "BİSİKLETLİ ÇOCUK" idi. Cannes Film Festivali'nde "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmi ile Büyük Jüri Ödülü'nü paylaşan Dardenne kardeşlerin filmi babasının yetimhaneye terkettiği bir çocuğun koruyucu annesi ile olan ilişkilerini konu alıyor. İnsancıl yanı ağır basan hoş bir filmdi ama ödül ortağı olan bizim filmimiz çok daha güzeldi doğrusu.


Evet yüzüp yüzüp kuyruğuna geldik, yarın festivalin son günü. İki film daha var izleyeceğim sonra kapatacağız bu yılın film festivali sezonunu. Yarın görüşmek üzere sevgiler efendim...

12 Ekim 2011 Çarşamba

SİNEMASEVER MARTIDAN HABERLER 3


Yağmur dindi bugün, hava temizlendi, ağaç, çimen arındı. En mühimi güneş çıktı sonunda, benim de havam yerine geldi. Bugün festival filmlerine "izninizle" dedim ve gösterimden kalkmadan soluğu "BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA" filminde aldım. O kadar çok yazılıp çizildi ki hakkında ben artık gereksiz buluyorum yazmayı, tek söyleyeceğim olağanüstü olduğu, 3 saate yakın süreyi gık demeden soluksuz perdeye kilitlenerek geçirdim diyeyim siz anlayın. Bu filmi yapan, yöneten ellerin dert görmesin Nuri Bilge Ceylan.

Bu sabah uyandığımda ilk aklıma gelen kelimeler "Damladol Sokak"tı. Nereden çıktı, nasıl girdi aklıma anlamadım ama çocukluğumun geçtiği Ankara Yenimahalle'de, okuduğum ilkokulun hemen karşısındaki sokağın ismi idi. Arkadaşım Tüzün de orada otururdu. Sokağın ismini çok severdim, hala da çok melodik bulurum. Esasen ben sokak isimlerine çok meraklıyım, bazı sokaklara öyle güzel isimler verilmiştir ki sırf ismi nedeniyle o sokakta oturmak isterim ama "bana kaderimin bir oyunu" olsa gerek hayatım boyunca yalnızca bir yıl-belki de daha az-ismi Cengiz olan bir sokakta oturabildim. Onun dışında yaşadığım evler ya cadde üstüydü ya da kişiliksiz sayılarla adlandırılmışlardı. Oysa çocukluğumun ve ilkgençliğimin geçtiği semtlerde ne güzel sokak isimleri vardır; Yenimahalle'nin Çınar, Gürler, Coşkun, Dereboyu, Nurlu, Aras, Dicle, Mohaç, Anıl, Özen, Narin, Sevgi gibi isimler taşıyan sokaklarından Küçükesat'ın neredeyse tamamı B harfi ile başlayan sokaklarına geçmiştik. Bir tekerleme söyler gibi okurdum sokak isimlerini biryerlere giderken: Büklüm, Bülten, Bardacık, Balo, Belkıs, Beyazgül, Büyükelçi, Başak, Başçavuş, Ballıbaba, Bağlayan, Bestekar, Billur. Şimdilerde pekçok sokağın adı numaraya dönüştürülüp gider, sevmiyorum numaralı sokakları, ruhsuz geliyor bana. Hem nereden geldim ben bu sokak adları konusuna yahu, bilinçaltım yine etti bana edeceğini, bir Damladol neler getirdi aklıma. Haydi bugünlük bu kadar olsun, yarın iki önemli film izleyeceğim; "Nar" ve "Bisikletli Çocuk". Şimdiden heyecan yapıyorum, umarım hayal kırıklığına uğramam...

11 Ekim 2011 Salı

SİNEMASEVER MARTIDAN HABERLER 2


Pazar sabahından bu yana kesintisiz yağıyor, bazen yukarıdan kovalarla boşaltıyorlar bazen de ancak ahmakları ıslatacak kadar ama sürekli bir şıp şıp hali. Kısacası bıktım, yağmursevenler bana kızmasınlar ama oldum olası yağışlı havadan hoşlanmam, en azından yağmur yağarken evimde olmak isterim; elimde çayım ya da kahvem, kitaplıktaki okunmamışlar arasından çektiğim bir kitap ve hafiften duyulan bir müzik sesi ile birlikte. Lakin festival zamanıdır, izlenecek filmler vardır, kaçırmak yazık olacaktır. O nedenle:

Şemsiyeler elimizde
Biletler cebimizde
Biz gideriz ormana-pardon sinemaya-hey sinemaya
İyi filmi seçeriz
Koltuklara geçeriz
Gözlükleri takarız hey takarız
Film güzel olunca
Ödülü de alınca
Alkışlayıp coşarız hey coşarız  :)

Hehehey, festival komitesi okusaydı bana yılın manzumecisi Altın Portakal'ını verirdi kesin :)


Bugün tek film seçtim kendime, bir Çin filmi: "CAZİBE KANUNLARI". İsmi yine rastgele Türkçeleştirmenin hışmına uğramış, konusuyla ilgisi olmayan uyduruk birşey koymuşlar. Dört ayrı öyküden oluşan çok keyifli bir filmdi, çok beğendim. Eğer sinemalara gelirse kaçırmayın derim.


Yağmur mu şaşırttı beni, şehir değişikliğine uyum mu sağlayamadım nedir, sürekli sakarlık yapıyorum. Bugün önce D&R'da raflardan birini devirip kitapları yere saçtım, sonra sinema gişesinin bankosundaki ıvır zıvırı yerle bir ettim, yetmedi evin yakınındaki markette standda duran asetonları düşürdüm. Tüm bunların sonunda koşturup gelen görevliye kocaman bir tebessüm sunup özürlerimi bildirdiğim için "ziyanı yok" demekle yetindiler yüzüme ama arkamdan kötü birşey dedilerse "ben de onların" diyerek işi bağlıyorum:) Ha aslında daha devamı  da var, arkadaşlarım için aldığım bileti evde unutup gişe memuru kızı epey bir uğraştırmışlığım da oldu dün, ayrıca internetten temin ettiğim biletleri yanlışlıkla en önden aldığımı da iyi ki önceden farkettim de değiştirebildim.


Yarın kısa bir festival arası verip gösterimden kalkmadan "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmini izleyeceğim, sonra kaldığım yerden devam. Bakalım ödül alan film gördüklerim arasından mı çıkacak. Bugünlük bu kadar, yarına kadar hoşçakalın...

10 Ekim 2011 Pazartesi

SİNEMASEVER MARTIDAN HABERLER 1


Efendim geldim söz verdiğim gibi. Bugün kısmetime iki film düştü, dün üç tane izlemiştim. İki günde beş filmle maratona başladım. Gönül hepsini izlemek istiyor ama mümkünü yok, zira ulusal ve uluslararası yarışma filmlerinin dışında yarışma dışı da bir sürü film gösteriliyor. Öyle kolay birşey değil anlayacağınız, oturup dersinizi çalışmanız lazım. Bunun için öncelikle gösterim programlarını içeren bir broşür edineceksiniz, bir de kalem-kağıt.  Sonra konularını okuyarak filmleri seçeceksiniz ve birbirine çakıştırmamaya çalışarak işaretleyeceksiniz. Kafa karışıklığı olmaması açısından kendinize özel bir liste yapmanız gerek. Sonra efendim sıra biletleri temin etmede. Birkaç salonda birden oynatılıyor, birbirine yakın salonları seçmenizde fayda var, üstelik yağmur-fırtına kasıp kavururken ortalığı ıslak sıçana dönme riskinizde mevcut yani film izleyeceğim diye. Filmleri Kültür Merkezi'nde izleyecekseniz ve de kadınsanız yaşadınız. Çünkü bu yıl festivalin teması "Ve Kadın Dünyaya Dokundu", bu bağlamda da festival komitesinin kadın izleyicilere jesti var, biletler 1 lira, hem de karanfil eşliğinde. Komik aslında, iki gişe var, biri kadınlar biri erkekler için, onlar 5 liraya alıyorlar biletleri, bizler 1 liraya. Hahah pozitif ayrımcılığın en keyif vericisi:)) Lakin hemcinslerimi memnun etmek çok zor, dün üç hanumefendinin konuşmasına kulak misafiri oldum; neymiş efendim niye kadınlara 1 liraymış, onur kırıcı bir olaymış. Bi tane çakasım geldi, "sen 10 lira ver de al bileti, şanın yürür apla" diyecektim, dayak yememek için sustum:)
Evet ne diyordum, biletleri izlemek istediğiniz sinemaların ve AKM'nin gişelerinden temin ettikten sonra sinemasever martı ile birlikte film izleme keyfine geçebilirsiniz. Yalnız AKM'de bir sorun var, biletler numarasız olduğu için erken gitmek ve kapıda bir süre kuyruğa girip beklemek gerekiyor yer bulabilmek için, diğer salonlarda yerler numaralı sorun yok. AKM nin bulunduğu parkın girişi festivale uygun şekilde süslenmiş. Yukarıdaki ve aşağıdakİ fotoğraflarda görebilirsiniz.


Dün izlediğim ilk film bir Azerî yapımı idi. Açılış töreninde onur ödülü alan Azerî sinemacı Rustem Ibrahimbeyov'un senaryo ve yapımını üstlendiği "ELVEDA GÜNEY ŞEHRİ". SSCB'nin dağılmasından hemen önce Bakü'de geçiyor. Mafyanın palazlanmaya başladığı, ilişkilerin çetrefilleştiği dönemleri anlatıyor. Oldukça naif bir film ama anlamlı sahneler vardı, ben özellikle açılan para kasasının içinde Lenin, Stalin ve Marks büstlerini birarada görünce çok güldüm.


Rustem İbrahimbeyov da salondaydı ve film başlamadan önce kısa bir sohbet yaptı izleyicilerle.  Bilhassa 48.si düzenlenen festival için rakamların yerini şaşırıp sürekli 84. demesi çok sevimliydi. Filmin Azeri dilinde oluşu da ayrıca hoşluktu, "Guruluşcu Öperetör"ün görüntü yönetmeni, "Bedii Öperetör"ün sanat yönetmeni anlamına geldiğini öğrendik, bir de atalar sözü: "Okuyır bülbil kibi, işliyir şir kibi". Bülbül gibi şakıyıp aslan gibi çalışıyor demekmiş:)) Müjde Ar, Yılmaz Köksal, Gülsen Tuncer, Şerif Sezer, Volga Sorgu , Selda Alkor, Engin Çağlar, Tuncel Kurtiz gözüme çarpan oyuncular arasındaydı. Bu filmden sonra yan salona geçip "GERİYE KALAN" isimli yarışma filminin galasına katıldık. 


Başrol oyuncuları arasında Devin Özgür Çınar'ın olduğu film bir aldatma konusu işliyordu.  D. Özgür Çınar'ı çok severim, bu filmde de iyi bir oyun çıkarmıştı. Film biter bitmez başka bir sinemaya gitmek üzere koşturduk ve "UNUTMA BENİ İSTANBUL"u izledik. Altı ayrı yönetmenin kurguladığı altı ayrı kısa öyküyü konu alıyordu film, başrol tabii ki İstanbul'undu. Günün en beğendiğim filmi oldu, özellikle son öyküde Serra Yılmaz'ın oyunu ayrı bir güzellik katmıştı.


Dün gece şiddetli bir yağmur ve fırtına yaşadık, sabah da devam etti şiddetini azaltarak ama bu beni sinema seferlerimden alıkoymadı. Bugünün ilk filmi Tolga Pulat'ın yönettiği "GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ" idi. Oyuncuların katılımıyla izledik filmi; Uğur Polat, Nesrin Cevadzade, Feride Çetin, Barış Atay film sonrası söyleşiye geçerken biz diğer sinemaya doğru koşturuyorduk. Uluslararası Yarışma filmlerinden biriydi "EUROPOLİS". Romanya'da yaşayan bir ana-oğulun kendilerine kalan mirası almak için Fransa'ya gidişlerini konu alan, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman anlamlı sahneleri olan, hoş bir filmdi. 


Film sonrası yönetmenle olan söyleşiye yine kalamadık, zira dışarda şiddetini arttıran bir yağmur başlamıştı, kapağı bir an önce eve atmakla ne kadar iyi birşey yaptığımı kapıdan girmemle hızlanan yağmuru görünce anladım.

Yarın kaldığımız yerden, yeni filmlerle devam edeceğiz efendim, şimdilik hoşça kalın...

GELDİM, BURDAYIM, MEŞGULUM


Biliyorum üç gündür sesim soluğum çıkmıyor ama sorun bakalım neden çıkmıyor. Geldim telefon arızalı, dolayısıyla internet de hapı yutmuş. Araya hafta sonu girince ancak bu sabah düzeldi. Beni sıcak ve güneşli karşılayan Antalya meğer reklam yapıyormuş, iki gündür yağmur, fırtına götürüyor ortalığı ama yılmak yok azimle festival takibindeyim. Henüz açılmamış valizlerim varmış ne gam, festival bitiminde açarım inşallah:) Yolculuk sakin geçti, Ankara'da bıraktığmız çocukların yerine Hugli'yi evlat edinip yanımızda getirdik, o da uslu uslu arka koltuktan kafasını uzatıp bizi izledi yolboyu.



Şimdilik bu kadar 12.00 seansına gala filmine yetişmem lazım, ayrıntılar dönüşte detayıyla verilecektir. O zamana kadar sinemasever martımız tüm sinemaseverlerin başına konsun...

7 Ekim 2011 Cuma

E BİZ GİDİYORUZ GALİBA...

Az evvel çıkardım bunları fırından. Bu aralar arka arkaya yiyecek fotoğrafları koyuyorum farkındayım ama sadece yapıyorum, yediğim yok ancak tadına bakmaca. Daha günün ortasında pilim bitti, yorgunluktan sırtım ağrıyor ve daha yapacak çok işim var. Yarın yolcuyuz kısmetse, Antalya'ya ve evime uzun bir aradan sonra tekrar kavuşmaca; mutluyuz. kutluyuz. Altın Portakal'da filmler beni bekliyor; "Nar", "Unutma Beni İstanbul", "Europolis" ve "Cazibe Kanunları" için biletlerimi aldım bile. Ayrıca pekçok film seçtim, gider gitmez izlemeye başlayacağım. Sıkı bir maraton var bir hafta boyunca o sinemadan bu sinemaya.

Güne tadilat yaptıran bitişik komşunun beynimi delen balyoz ve matkap sesleriyle "merhaba" dedim, iyi de oldu aslında, erken kalktım yol aldım, sabah seherinde epey iş hallettim. Yolculuk öncesinden nefret ediyorum, ne kadar önceden toparlamaya kalksam da son güne bir yığın iş kalıyor ve ben o yola neredeyse koma halinde çıkıyorum. Neyse bu kadar kaçamak yeter, kalkıp kalan işleri halledeyim. Yarın Antalya'dan seslenmek dileğiyle hoşçakalın...