.

.
.

26 Nisan 2023 Çarşamba

KUŞLAR, MEKTUPLAR, LEYLAKLAR / 26 NİSAN

Az evvel kalktım, esasen sabahın 6'sında uyanıp etrafı toparladım, çayı demlenmeye hazır hale getirdim, sonra tuğla boyutundaki kitabımı alıp tekrar yatağa girdim. Nazenin ellerim bayramda yaptığım üstünkörü temizlikten bile o kadar etkilenmişler ki fena halde uyuşuk durumdalar (Bilmeyenler için had safhada ilerlemiş Carpal Tunnel Sendromum var, kendisiyle şimdilik birbirimizi idare etmeye çalışmaktayız ama ufukta küçük çapli bir operasyon görünüyor). Uyuşuk ellerle o kalın kitabı tutmak zor olsa da  sabırla 60 sayfa kadar okudum. Daha fazlasına parmaklar müsaade etmeyince kalkıp çay makinesinin düğmesine bastım ve balkona "Anlayışın doğru olsun" uçuşu yapan ve popülasyonu giderek artan kumru abonelerimi beslemeye çıktım. Evde onca nüfusu doyuracak yeterli miktarda ekmek kalmamış, çanaktaki boşluğu susam ile tamamladım, gecikmeli bayram ziyafeti oldu. Önceleri sadece Moklukuyruk ile partnerine aşevi hizmeti veriyordum, müşteri sayısı artınca restorana çevirdim işletmeyi, kalabalık biraz daha artarsa Michelin yıldızı almak için girişimlerde bulunacağım. Susamla başladım ilk icraata. Moklukuyrukgiller ve serçelere ilaveten daha iri kıyım, boynu siyah halkalı ve tüyleri beyaza yakın 2 kumru daha girdi müşteriler arasına. Ve dün öğrendim ki bunlar farklı iki türmüş. 

 
Soldaki "Küçük kumru" adıyla anılıyormuş, Moklukuyruk ve şürekası bu cinsten. Sağdakine ise "Türk kumrusu" ya da "Gülen kumru" denmekte imiş. Sonradan eklenen iki toraman da bu cinsten. Böyle giderse yakında kumru üstüne yüksek lisans yapmış ornitolog da olabilirim. Şu yaşımda el kadar kuşların bana ettiğine bak, mesleklerden meslek beğen 😃

Ben kumrularla meşgulken içerden çay makinesi tekno müzik benzeri sesler çıkararak suyun kaynadığını haber verdi. Uzun süre çay demlerken memba suyu kullandık, zira Antalya'nın suyu bir evi badana edebilecek kadar kireçli. Fakat son zamlarla baş edemedik, zira çok çay içiliyor bizim evde, tekrar musluk suyuna döndük. Lakin bu kez de çaydanlığın dibinde Pamukkale travertenleriyle yarışacak bir kütle oluşuyor. O kütle belirli bir seviyeye gelince de çaydanlık tekno müzik benzeri sesler yayıyor. Sesi kesmek için en kısa zamanda limon tuzu, sirke ikilisine başvurmak lazım. Bizim evin konuşan iki eşyası var, biri tekno müzik yapan çay makinesi, ikincisi de her buz kırışında yüreğimi hoplatan buzdolabı. Daha önceleri bir de ev telefonu vardı, ahizeyi yerine her bırakışımda "Yürü git" benzeri bir ses çıkarıyordu, Allahtan arıza yaptı da azar yemekten kurtuldum 😃

Bayram öncesi Nezihe Meriç'in arkadaşı Gönül Hürkuş'a yazdığı mektupları içeren bir kitap okudum. Ben mektup okumayı pek sevmem, daha doğrusu başkasının mektuplarını okumayı sevmem, yoksa mektup yazmak, almak çok sevdiğim şeylerdir. İnsanların özel hayatına izinsiz dalmış gibi hissediyorum bu tarz mektupları okurken. Nezihe Meriç'in ölümünden sonra her iki tarafın kızlarınca düzenlenip yayınlanmış mektuplar. Hatta Nezihe Meriç'in kızının bir çekincesi de olmuş "Acaba annem yayınlansın ister miydi?" diye. Sonra şöyle düşünmüş, yazar eşi Salim Şengil'e yazdığı mektupların yok edilmesini ve asla yayınlanmamasını istemiş ama bu mektuplarla ilgili bir arzusu olmadığı için sakınca görülmemiş. Yazarı bilemem ama ben istemezdim doğrusu özel hayatıma ait mektupların, günlüklerin yayınlanmasını, ha kişi kendisi yayınlar o başka. Leyla Erbil-Ahmet Arif mektuplarını da bu yüzden okuyamamıştım. Mektuplar bir yazardan ziyade evin bütün yükünü üstlenmiş, eşinin ilk karısından olma çocuklarına da bakan, zaman zaman Salim Amca'nın sorumsuz girişimleri yüzünden maddi sıkıntı çeken, çocukların ve kendinin giyimi için dikiş diken, temizliğini kendi yapan, her sabah kalkıp kömür sobasını ateşleyen, birlikte yaşadığı otoriter yaşlı annesiyle çekişen, sürekli yorgun bir ev kadını tarafından yazılmış gibi. Üstüste yaptığı düşükler zaman zaman sağlığını bozsa da çalışmaktan yılmayan bu kadının çektiği cefaya üzülmedim desem yalan olur. Ayrıca bir edebiyatçı olarak yanlış kullandığı kelimelere de şaştım kaldım; "dua" yerine "duva" diyor mesela, "inşallah" yerine "işallah". Tüm mektuplarda bu şekilde kullanıldığına göre günlük kullanımda da bu yanlış benimsenmiş sanırım.
 
Mektuplaşmak ne kadar güzel bir eylemdi gençliğimizde, o kadar severdim ki, arkadaşlarıma sayfalar dolusu yazar, onlardan sayfalar dolusu alırdım. Hâlâ bu sevgimi zaman zaman uzun mailler yazarak tatmin ediyorum ama kağıdın yerini tutmuyor ekran. Çocukluğumda annem ne zaman çeyiz sandığını açsa dibinde biterdim. Ahşabın gizemli kokusu, sandık muhteviyatının bilinmezliği Ali Baba ve Kırk Haramiler'in hazine odasına girmişim gibi bir duygu uyandırırdı bende. En üstte kalın kartondan, pembe bir kutu dururdu. Kapağına leblebi yiyen bir genç kadın resmedilmişti. Muhtemel ki Çorum'dan hediye gelmiş bir leblebi kutusuydu, zamanına ve içerdiği objeye göre şık bir şeydi esasen. İçi silme mektup doluydu. "Kimden?" diye soramasam da anneme, zarfın üstündeki babamın sağa yatık, güzelim yazısını tanır ve içeriğini müthiş merak ederdim.  Dillendiremediğim en büyük arzularımdan biri o mektupları okumaktı bugünkü hissiyatımın aksine ama ne istemeye cesaret edebildim, ne de annem o yönde bir girişimde bulundu. Birkaç yıl sonra da hem kutu, hem mektuplar gaipler alemine postalanmıştı. Bana leblebili pembe kutunun anısı kaldı. 

Mektupları kartları bir yana attığımız, yazsak postalasak da PTT yüzünden yerine ulaştıramadığımız bu devirde mesajlarla, yorumlarla, telefonlarla anlatıyoruz meramımızı. Bir gün gelecek, bunlar da kalkacak, herkes birbirinin düşüncesi okuyacak (mı) belki. Aman öyle bir şey olmasın, korkunç olur 😃
Sizlere bulutlu, yağdı yağacak bir Antalya gününden kızkardeşin yolladığı bir Ankara leylağıyla veda edeyim. Sağolsun dostlar bana yağmur gibi leylak fotoğrafı yolluyorlar, minnettarım kendilerine...


24 Nisan 2023 Pazartesi

BAYRAM BİTTİ, DAVULCU GİTTİ / 24 NİSAN

Yarı uyur, yarı uyanık, saçma sapan bir rüyayla bitirdim bayramı, sabahına entelektüel birikimimden dolayı rahat uyuyamadığım uykular için kendimi tebrik mi edeyim, sinir mi olayım bilemedim 😂 Güya bir bilgi yarışmasındaymışım ve bana sordukları soru İran sinemasından 5 yönetmenin adı imiş. İran sinemasına bayılırım, önüme düşen her filmi izler ve hemen her defasında hayran olurum, yönetmenlerin adını da sular seller gibi bilirim. Gel gör ki rüyamdaki yarışmada iki yönetmen arasında bir sağa, bir sola dönüp yorganla, çarşafla kavgalar ettim. Majid Majidi ve Bahman Gobadi'den başka isim gelmiyor aklıma. Majid Majidi diyor, bir yanıma dönüyorum. Bahman Gobadi diyor öbür yanıma dönüyorum. İki isim arasında epey bir savrulduktan sonra Abbas Kiyarustemi çıkıverdi zihnimin kıvrımlarından, etti üç. Velakin sabahı buldum da dördüncüyü bulamadım aziz takipçilerim, okey masası ortada kaldı 😃 O bayıldığım "Bir Ayrılık" filminin yönetmeni, Altın Portakal'da görmekle mutlu olduğum Asghar Farhadi bile oturamadı dördüncünün koltuğuna. Vefasızım vefasız. Bu arada Majid Majidi'nin "Serçelerin Şarkısı" pek güzeldir, izlemediyseniz bulup buluşturup izleyin. 

Saçma rüyaları bir yana bırakacak olursak bayram pek ıssız, pek sessiz geçti. Ana-baba gitti çoktan öbür aleme, çocuklar, kardeş başka şehirde. Oturduk bir Köroğlu, bir Ayvaz. İlk gün etmem gereken telefonları ettim, edilen telefonları cevapladım, yorumlara, mesajlara bakıp kimine cevap, kimine gülücük, kimine çiçek ikonu bıraktım. Bazıları da dalgınlığıma ya da meşguliyetime gelip arada kaynamış olabilir, kusuruma bakmayınız artık. Sonra oturup ne zamandır listemde olan ama bir türlü izleme sırası gelmeyen "Ayak İşleri"nin birinci sezonunu izledim GAİN'de. Meğer ne eğlenceliymiş bu zamana kadar aklım neredeymiş?

İkinci günün sabahı herkes bayram yaparken bu kez ikinci sezonu hakladım "Ayak İşleri"nde. Sonra da Kocam Bey'le yürüyüş yapmak üzere evden çıktık. Beachpark'a yollandık. Arada oturup bir kahve molası verdik, sonra yine tabana kuvvet döndük eve ama attığım 16.000 adım ertesi gün bana yol, su, elektrik ve kas ağrısı olarak geri döndü. Beachpark'ta, hatta Konyaaltı Caddesi'nde havaya fırlatılan iğneler yere düşmeden kalıyordu (havaya niye iğne atılır ki?),  herkesin kafası, omzu, sırtı iğne doluydu, birkaç tane de bize isabet etmiş olabilir. Araçlar derseniz konvoy yapmıştı, yarımşar metre bile yoktu aralarında. Türkiyemizin çeşitli illerinden ziyaretimize gelmiş değerli konuklarımız arabalarıyla, Rus illerinden ağuşumuza kabul ettiğimiz soluk benizli, başak saçlı, maviş gözlü dostlarımız da tabanvaylarıyla şehrimizin demirbaşlarıyla birlikte bir güruh halinde ilerliyorlardı Beachpark'a doğru. Aralarına biz de katıldık demirbaş kadrosundan. Beachpark'ın halihazırdaki popülasyonuna dahil olduk. Yiyen, içen, bisiklete, scootera binen, yürüyüş yapan, denize giren, girmeyip plajda yayılan, top peşinde koşan, okey oynayan, piknik yapandan geçilmiyordu arazi. Gün güneşli, insanlar neşeli, sen de gel oyna Susam Sokağı'nda misali idi vaziyet.

Dağ yönü, şehir yönü ve dallarda coşmuş yalancı orkideler. Böyle mekana gidilmez mi, varsın ağrısın kaslar, kemikler 😊

Efenim üçüncü bayram günümüzü yine evde sessiz ve ıssız olarak eda ettik, zaten bir ara yağmur yağdı. "Ayak İşleri"nin üçüncü sezonunu da tüketip "Deniz Kızı Eftelya Hanım" hakkında yazılmış bir kitabı kıraat ederek bayramı bitirdik.  Dertsiz, tasasız, acısız, üzüntüsüz, daha güzel bayramlara ulaşmak dileğiyle hepinize sevgiler...

18 Nisan 2023 Salı

BAHAR SERSEMLİĞİ / 18 NİSAN

Sabah saçlarımın 30 km. bakımını yaptırmak için servise, pardon kuaföre gittim. Boya, pasta, cila işlemi yapılırken stajyerliğini bildiğim, yıllardır gittiğim kuaförümün kızıyla-kendisi ilkokulda-sohbet ettim. Annesi "Ders çalış" dedi, ben "Tatilde ders mi olur?" diye sabote ettim  annelik otoritesini. Hâl böyle olunca ufaklığın sempatisini kazandım, ödül olarak boyanmış saçlarıma gönlüyle masaj yaptı, minnak elleri dert görmesin. 

Kuaförde geçen bir saatlik sürede 3 kere yağmur yağdı, 4 kere güneş çıktı. Ayrıldığımda yağsam mı, yağmasam mı kararsızlığında atıştırırken ben de aynı kararsızlığı şemsiye açmakta gösterdim. Kuaför sonrası rotam aile hekimliği idi, mevsim dönümü, polen artışı ve havaların kararsızlığı yüzünden artan öksürüğüm için "Aman doktor, derdime bir çare" diyecektim. Bu değiştirdiğim 8. aile hekimi ve kendisini ikinci kere ziyaret edecektim. İlk aile hekimim evden epeyce uzak bir merkezde idi, bir gidişimde kendisine orada (HOMA-IR) testi yapılıp yapılmadığını sorduğumda "O ne?" diye cevaplamıştı. Insulin direnç testinin tıbbi adını bilmeyen bir doktordan anında kaçıp eve yakın bir merkeze aktarmıştım kendimi. Bir süre sorunsuz devam eden hekim-hasta ilişkim emeklilik ile sona ermiş, yaz dönemine denk gelince de Ankara'daki bir merkeze transfer olmuştum. Ankara'dan Antalya'ya dönüşüm pandemi dönemine denk gelmiş, yoğunluğu çok fazla olan bir kadın doktorun tesadüf eseri hastası olabilmiştim. Doktorumla gayet güzel anlaşmışken değişiklik yaptığımı söylemeyi unuttuğum eşim kendisiyle birlikte beni de bir başka doktora eklemlemişti. İtirazlarım sonuçsuz kalmış, yeni bir hekimin karşısında buluvermiştim kendisini. Pandemi döneminde olay yeri şeritleriyle çevirdiği odasına girmek mümkün olmasa da şikayetçi değildim açıkcası. Lakin o da emekli olmuş ve en son gidişimde yeni gelen genç bir aile hekimine uygun görülmüştüm. Onunla ilk ve son kere ilişki kurduğumda, kaç zamandır kullandığım tansiyon ilacımı yazmak için beni Kardiyoloji'ye sevketmeye kalkmış, o ana kadar normal olan tansiyonum fırlamış olarak ayrılmıştım yanından. "Bana yine hüsran, bana yine hasret, eyvah yine bana yeni doktor düştü" diyerek, eve gelir gelmez aile hekimi değiştirmiştim. "Oh sonunda istediğim gibi bir doktora denk geldim" dememem gerekiyormuş, zira o da emekliye ayrılıverdi daha birbirimize ısınmadan. Arkadaş neyim ben ya, aile hekimi eskiticisi miyim anlamadım. Geçen ay ilaç yazdırmaya gittiğimde aldım bu emeklilik haberini ve geçici olarak yönlendirdikleri hekimi seçiverdim son olarak. Umarım kendisiyle uzun yıllar hasta-doktor bağımız sürer, zira fenalık geldi yıl geçmeden yeni hekimlere alışmaktan. 

Yepisyeni doktorum sırtımı dinledi, boğazıma baktı, ilaçlarımı yazıp selametledi beni. Çıktığımda yine yağmur başlamıştı, eczaneye kadar inat edip açmadım şemsiyeyi. İlaçları alıp ayrıldığımda ise yağmur durmuştu, eve girdiğimde güneş parlıyordu, şu anda yine bulutlar kapattı güneşin önünü. Mart ayında daha güneşli, daha bahara benzeyen günler yaşamıştık, Nisan oyunbozanlık yaptı bu sene. Bu tutarsız havalar sersem ediyor insanı, dün zirve yaptım bu konuda. Sabah kahvaltı hazırlamak için mutfağa giderken antre duvarındaki kitaplığın köşesine omzumu öyle bir çarptım ki iki büklüm oldum. Ben omzumla uğraşırken raftaki kuşlardan biri de zemine pike yapıp beş parçaya ayrıldı. Normalde çok üzülürdüm ama omzumun acısından gözüm görmedi. Kahvaltı sonrası saçlarımı yıkamaya niyet ettim, kafam köpükler içindeyken şofbenin tüpü bitti, soğuk suyla duruladım. Lakin henüz zavallı kafamın çilesi bitmemiş olacak ki dişimi fırçalarken telefonum ısrarla çaldı. Bu kadar ısrarcıysa önemli bir durum var diye macunlu ağzımı acele silip yan odadaki telefona koşturayım derken dolap kapağının sivri köşesine çarptım tepemi. Arayan da 850'li bir spam, ağzımdan çıkanları buraya yazmayayım daha iyi. Dolabın köşesinin adeta oyup kanattığı başıma buz jeli koyup bari bir kahve içeyim niyetiyle kahve kavanozunu önüme çekmiştim ki buz jeli kavanozun üstüne düştü, kahve tezgaha yayıldı. Vazgeçtim kahveden, gidip oturdum içeri. Daha da başıma bir iş gelmesin diye uzun süre kıpırdamadım yerimden. 

Bende durumlar böyle dostlar, bahar sersemliği yaşamaktayım. Neyse ki ta Praglardan caanım Ekmekçi Kızım şu alttakini yolladı da gözüm gönlüm açıldı:



12 Nisan 2023 Çarşamba

YÜRÜYÜŞ / 12 NİSAN

Dün başvurusu kolay, kullanımı zor (Euro, Dolar malum) pasaportlarımızı yenilemek için Nüfus Müdürlüğü'nde randevumuz vardı. Hava yağdım yağıyorum haberi yolladığı için taksiyle gittik. Bunca yıldır görmediğim sapa ara sokaklardan geçirip götürdü bizi taksi, zira Nüfus Müdürlüğü sözde merkezi ama araçla ulaşımı zor bir yere konuşlanmıştı. Fi tarihinden kalma evler gördüm, garip renklere boyanmış binalar (limon sarısı), dizi dizi sahaf dükkanları, ilginç geldi. Sanırsınız şehre yeni geldim. Güzel bir havada yaya olarak gelip çevreyi keşfetmeye karar verdim. 

İşimiz çok çabuk bitti, dışarı çıktığımızda yağmakla yağmamak arasında kararsız bir serpinti vardı. Şemsiye açmaya üşendim, zaten bir süre sonra durdu. Yürümeye karar verdik eve kadar, yaklaşık iki kilometrelik yol boyunca da dört mevsimi yaşadık. Güneş çıktı terletti, rüzgar esti üşüttü, yağmur yağdı ıslattı, arada bir de bahar selam verdi, kaldırım boyu dikilmiş turunç çiçeklerinin kokusuyla. 

Güzergah olarak epeydir geçmediğimiz bir parkı tercih ettik. İçinden dere geçen, eni dar, boyu uzun bir park bu. Bu şehre geldiğimizde kendi halinde akan, pasaklı, kokulu bir dereydi, ismi de malumunuz üzere "Bokludere". Sonra ıslah ve peyzaj düzenleme çalışmaları yapıldı, çevresi düzenlendi, yeşillendi, parka dönüştü, ismi de evrim geçirerek "Büklüdere" oldu 😃 Adımladıkça "Biz senin cemaziyelevvelini de biliriz şekerim, o havanı başkasına at" dedim, evet ben parklarla da konuşurum 😋

Bir şerit gibi uzanan parkın girişi paralelinde olduğu ana caddedeki binaların sırtlarına bakıyor. Caddeye bakan yönleri pırıltılı binaların arka cephelerindeki perişanlık eğlenceli. Sonrasında iki yönlü apartmanlar var, yeşile ve suya bakmak hoş olsa da yazın oluşacak sivrisinek popülasyonu konusunda şüphelerim var. 

Aa o da ne? Dedikodu koltukları, pembiş pembiş. Otur Benjamin ağacının gölgesine, çekiştir konu komşuyu, termosla çay da getirdiysen değmeyin keyiflere 😊 Çocukluğumda halam Konya Ereğli'de görev yapıyordu, her yaz giderdik. Şehir içi ulaşımda toplu taşıma aracı olarak triportörler kullanılırdı. Kasasına karşılıklı iki sıra konmuştu, müşteriler oraya otururdu. Haliyle triportör küçük, kasa triportörden de küçük, sıralara oturanların dizleri birbirine değer, gözleri de mecburen karşıdakine bakardı. O yüzden bu taşıtların adı halk arasında "Dizdize Gözgöze" idi. Koltuklar bana onları hatırlattı, mis gibi, diz dize, göz göze, ver coşkuyu gıybette 😃

"Mahallemizde bir parkımız var/Parkımızda ördeklerimiz var/Vaak vaak diye bağırır/Parkımızda mahallemizin". Arkadaşlar adeta parkın sahibi, kurumlu kurumlu dolaşıyorlar. Etrafına toplaştıkları horoz da parkın ağası mı derken az ilerde kocaman bir kaz çıktı karşıma, sözümü geri aldım. Çook küçükken kaz tarafından kovalanmış biri olarak tövbelerimi kaldırdım, sataşmaya gelmez 😀

Böyle böyle bitirdik yürüyüşü geldik eve. Aldım kitabımı çekildim köşeye. "Tren Düşleri" ince bir kitap, bir novella, gün içinde okuyup bitirdim. Fena değildi. Sırada bir Metis kitabı var, genelde yanıltmaz beni, okumaya değer çıkar. Denton Welch'in "Bulutun İçinden Bir Ses"i, bugün başlıyorum. Bakalım nasılmış.

Efendim yarına misafirlerim var yemeğe, gidip yaprak sarayım, bir de film açayım. Bir taşla iki kuş, kaçtım ben...




10 Nisan 2023 Pazartesi

PAZARTESİ / 10 NİSAN

Sabah yine kargalar kahvaltı için rezervasyon yaptırırken uyandım. Ne işim varsa, üstelik gece de hayli geç yatmıştım. Yaşlanma belirtisi sanırım bu erken kalkmalar, anneannem de sabah ezanıyla uyanır, namazını kılar kılmaz tepemize dikilirdi: "Kalkın uşaaak, ne yatırsınız? Aş da zabaaan, iş de zabaaan". Sabah görevleriyle ilgili söyleve cevabımız arkamızı dönüp yorganı tepemize çekmek olunca da "Köpek suratlılar" diye söylenerek çıkardı odadan. Kardeşimle benim şahsımıza özel bir azardı "Köpek suratlı". Diğer azar ve sövgü dağarcığını dayımın ergenliğinde tüketmiş, bu nadide benzetmeyi bize saklamıştı. Rahmet istedi galiba...

Baktım uyuyamıyorum bitirmeye yaklaştığım kitabımı elime aldım, Eyüp Aygün Tayşir'in yeni kitabı; "Yiten Bir Aşkın Şarkısı". İlk romanı "4 Hane 1 Teslim"den bu yana tiryakisi olduğum bir yazardır kendisi, bu kitabı da iyi geldi, tıkanan okuma damarlarımı açtı. Baktım alacakaranlıkta harfler seçilmiyor, başucu lambamı yaktım, yastığımı dikleştirdim, dışardan yağmur sesi gelirken başladım sayfaları çevirmeye. İsmi gibi içinden şarkılar geçen bir kitap bu, sonunda 3,5 sayfalık bir dinleme listesi var. Hüzünlü bir aşk hikayesi, arka planında da yazıldığı dönemin sosyolojik, ekonomik, politik bir panoraması mevcut. Çoğunluğunu Bob Dylan'ın oluşturduğu şarkı sözleri birer birer önümden geçerken bir yerde durakladım: "Gel Sen Bize Akşam, Yine Mehtap Görünsün". Çok sevdiğim bu Kürdili hicazkar şarkıyı Güzin Değişmez'in güzide sesiyle söylediğinden bahsediliyordu. Güzin Değişmez adını ilk kez duyduğumu itiraf edeyim, utandım biraz, üstelik Türk Sanat Müziği'ne bu kadar düşkünken. Kitabı bırakıp Spotify'i açtım, sanatçıyı ve şarkıyı buldum. Oh! Şahane bir ses sabahın puslu karanlığını araladı, içim açıldı:

Kitap az evvel bitti, son sayfaları buruk bir tat bıraktı. Sanırım sözkonusu şarkılardan kendime bir liste hazırlayacağım Spotify için. 

Antalya Mart ayında baharı yaşatıp Nisan'da kışa çevirdi yüzünü. Boşa "Kork Ebrul'un beşinden, öküzü ayırır eşinden" dememiş atalarımız. Bu sene kışın pek üşümemiştik, Nisan intikamını alacak gibi görünüyor. Kıbrıs akasyalarının ponponları dökülmüştür bu yağmurlarla. 

Geçen hafta uzun zamandan beri ilk defa şehir merkezine yani Kalekapısı'na gittim bir alışveriş için. Baktım Saat Kulesi'nin restorasyonu neredeyse tamamlanmış. Kale burcu gibi olan tepeliği kaldırılmış, yerine bir kubbe eklenmiş. Kubbeli, âlemli saat kulesi ilk kez görüyorum ama uzmanların dediğine göre aslı böyle imiş, yandaki camiye koşut olarak  kubbeli inşa edilmiş. Zamanla kubbe uçmuş mu, düşmüş mü, işte başına bir işler gelmiş, onun üstüne kale burcu gibi düzenleyivermişler. Şimdi aslına rücû etmiş kulemiz ama saatini çalmışlar sanırım, yenisi konacaktır muhtemelen. Henüz giysilerinin bir bölümü de üstünde zaten, açılışı yapılmamış. Umarım Ankara'ya gitmeden son halini de görürüz.

Netflix'de yeni bir diziye başladım: "Transatlantic". 2. Dünya Savaşı'nda Almanların işgal ettiği Fransa'dan kaçmak için Marsilya'ya gelen, çoğunluğu Yahudi olan insanları güvenli bölgelere götürmeye çalışan illegal bir grubun maceralarını işlemiş. Şimdilik yarıladım, fena gitmiyor. Bakalım devamı nasıl gelecek. 

Yeni haftanız neşeli, güneşli, keyifli geçsin, kalın sağlıcakla...


4 Nisan 2023 Salı

KIMILDANIR MAHALLEMİN DARALAN RUHU* / 4 NİSAN

Sabah ovaladığım iki dilim ekmeği guguklayarak kahvaltı bekleyen kumrulara ve yancısı serçelere vermek için balkona çıktım. Henüz sokak yeni hayata karışıyordu. Kumrular sofraya oturmak için benim içeri girmemi beklese de uzattım biraz balkonda geçen zamanı. Sokağımız ve komşu sokaklar bir-iki yıldır mimari anlamda eklektik(!) bir görünüm sergiliyor. Genelde mahallenin eski sakini apartmanlar orta yaşlarını sürmekteler, yavaş yavaş saçlarında aklar, eklemlerinde kireçler, kaslarında yağlanmalar başlasa da henüz "Yıkılmadık, ayaktayız" modundalar. Hatta kimileri "Ben gençlere taş çıkartırım" diyecek kadar da iddiali. Lakin kentsel dönüşümü rantsal dönüşüm olarak anlayıp bunca yıl yaptıkları mesleklerini fırlatıp atarak müteahhitlik kostümü giyen kimi zevat gençmiş, orta yaşlıymış, sağlammış, çürükmüş demeden patır patır yıkıyor emektarları. Diyeceksiniz ki alan razı, satan razı ise sana ne? Eh yani, önümde yükselen kazuletlere de "Hoşgeldin, ne gadan da datlusun" diyecek halim yok herhalde. Bu yeni yetmeler adeta bir örnek üniformalı, boyları bosları aynı, neredeyse pencere stillerinden balkon boyutlarına kadar tek elden çıkmış gibi. Her birinin önünde üstünde parıltılı harflerle "..... Rezidans" yazan devasa bir kapı mevcut. Kapı da demeyelim de bir kemer, zengin dursun kabilinden abuk bişi, Nasreddin Hoca türbesi gibi. İçinde tek ağaç, bir dal çiçek barındırmayan beton kaplı küçücük bir bahçeyi çevreleyen duvara tepeden bakıyor. Zaten yeni yetmeler de orta yaşlılara tepeden bakıyor, mahallenin apartman kat sayısı 4'ü, 5'i geçmezken bunlar çatılarındaki ekleme dubleksle 8'e uzanıyor. Ne hikmetse hepsinin de tepesi yuvarlak bir alınlıkla taçlandırılmış. Bunlara iyi kötü alışmaya başlamışken şimdi yeni bir akım başladı. Geçen yıl göç eden Ukrayna'lı, bu yıl da depremzedeler nedeniyle kiralık ev arayışlarının artmasıyla binaların altındaki yıllardır boş duran köhne dükkanlar makyajlanarak eve dönüştürülür oldu. Sokağımızın orta yaşlılarına ve yeni yetmelerine kıyasla bunlar adeta moda mecmuasından fırlamış gibi. Tuğla görünümlü malzemelerle kaplanmış dış cepheleri, sonradan oluşturulmuş şık panjurlu, demirli pencereleri, çelik kapıları, kapı önlerinden kaldırıma uzanan küçük alana döşenmiş seramikleriyle altı kaval, üstü şişhane bir görüntü sergiliyorlar. İçleri ne durumdadır bilmiyorum, en büyüğü normal bir dairenin salonu boyutunda olsa gerek, kiraları mı? Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. 

Depremden sonra inşaat işleri iyice kafama takılmışken, gördüğüm her binanın depremde yıkılıp yıkılmayacağı konusunda bir tereeddüt yaşarken, durmadan yıkılıp yenisi yapılan binalar, inşaat gürültüleri, her gün sokağa tuğla yüklemek ya da çimento dökmek için gelen tangırtılı devasa araçlar sinirimi iyiden iyiye bozduğu için balkonda bunları düşündüm durdum kumrular kızgın kızgın baksalar da.  Her şeye rağmen inceden bir portakal çiçeği kokusu burnuma dolmadı desem yalan olur. Almanyalı'nın bahçesindeki, sağlığında tek bir tanesini bırakmadan topladığı zeytinler sahipsiz kalınca yerlere saçılıp asfaltı simsiyah beneklerle desenlendirmiş. Uykulu çocuklar sırt çantalarını yüklenmiş bezgin bezgin okula gidiyorlar kaldırım boyunca park etmiş arabalar arasından. Hava bulanık, iki gündür böyle yağacakmış gibi yapıyor ama yağmıyor. Karşı komşu temizliğe başlamış erkenden, tüm pencereleri açık, halılar, kilimler balkon demirlerine atılmış, çamaşır iplerinde çamaşırlar safları sıklaştırmış halay çekiyor. Umarım yağmur yağıp temizliğe ket vurmaz. 

Antalya'ya taşındığımız yıllarda bu mahalle narenciye, badem ve meyve ağaçlarıyla dolu yemyeşil bahçelerin ortasında, gecekondumsu tek katlı evlerden oluşuyordu. Şimdi oturduğumuz apartmanın arkasında o zamanlar bir deli incir vardı. Baharda toplar reçel yapardık. Sapsarı papatyalar açardı otların arasında. Baklalar, enginarlar yetişirdi daracık alanlarda. Doğa güzeldi ama o evlerde yaşayanlar için hayat zordu. Sonra imar izni çıktı ve dörder-beşer katlı binalar yapıldı. Her şeye rağmen bahçeler, ağaçlar vardı, gökyüzü ve Bey Dağları görünüyordu balkonlardan, pencerelerden. Üçüncü kez kabuk değiştiriyor mahalle ve giderek betonlaşıyor. Bakalım nereye varacak bu çılgın inşaat aşkı.

Mart ayının aksine elime aldığım ilk kitap sardı beni, keyifle okuyorum: "Hayat, Sil Baştan/Kate Atkinson". Ve sabah Netflix'de izlediğim yerli filmi de sevdim: "Bana Karanlığını Anlat". Aşağıdaki fotoğrafsa yazının ruhuna uygun olsun diye çekildi. inşaat ve yakında onu yeşil yapraklarıyla görünmez edecek caanım çınarım:

*Kımıldanır mahallemin daralan ruhu

Basma perdelerinde gün batarken

Alıp saatler süren uykusunu

Odama uzanır akasyam penceremdem 

Orhan Veli Kanık/İncesaz



1 Nisan 2023 Cumartesi

MART OKUMALARI / 1 NİSAN

Upuzun ve sıkıntılı Mart ayı hoş izlenimler bırakmadan biterken kitap okuma konusunda da son derece verimsizdi. Elime aldığım her kitap günlerce süründü. Aksi gibi hep üzerinde düşünülerek okunması gereken, akmayan, ağır tempolu kitaplar seçmişim başlangıçta. Elbette deprem sonrası hepimizde oluşan olumsuz ruh hali de etkendi buna ama kendimi-Altay? Türkçesi ile anlatırsam-kalarda, koparda, hazarda, seferde yılmadan okuyan biri olarak nitelerdim, meğerse eskidenmiş çok eskiden. Alper Tunga ölmüş, acun ısız kalmış 😃

Elimdeki kitapların okunması uzayıp bir yerlerde tıkanınca çare polisiyede dedim, arka arkaya iki tane yuvarlarsam idrak yollarım açılır, birikmiş por-kireç temizlenir. Fena olmadı ama yine de istediğim verime ulaşamadım. Ne yapalım bu ay da tek derdimiz bu olsun. Gelelim kitaplara:

-Aya bir Türk yazarla başlamak istedim, methini duyduğum ve ilk kez okuyacağım bir yazardı Batuhan Aşıktoprak. İsmi bile edebî duygulara yol açıyor, elbet iyi bir şeyler yazmıştır dedim. "Alesta" günümüz İstanbul'unda geçen bir hikaye. Orta sınıf bir ailenin horoz döğüştüren bir babası, her şeye rağmen babaya sevgiyle bağlı bir annesi ve geceleri taksicilik yapan, kapağı yurt dışına atma derdinde olan yaşı kemale ermiş bir oğlu var. Ülkemizdeki pek çok aile gibi ekonomik sorunlarla boğuşup kıt kanaat geçinen bir aile bu. Sonra karşıya taşınan Suriyeli ailenin küçük oğlu sevilen komşu çocuğu kadrosundan dahil oluyor aileye. Bir de amca var, tam günümüzün adamı ve tuhaf bir de arkadaş. Dolardaki yükseliş kitabın önemli unsurlarından. Gündemi güzel dile getiren bir kitap olmuş, bence tanıyın yazarı derim.

-Sibilla Aleramo 20. YY.ın başlarında doğmuş bir kadın. Yaşadığı dönem düşünülürse "Bir Kadın" çağını aşan bir roman olmuş. Kendi hayatını özgürce yaşayan, kendi ayakları üstünde durmak isteyen bir kadını konu almış. Çağına göre oldukça feminist bir yaklaşımla. Lakin akıcı ve akılda kalıcı olmadı benim için, yine de yukarıda belirttiğim unsurlardan dolayı okunmalı derim. 

-Bu ay beni en zorlayan kitap Herta Müller'in "Yürekteki Hayvan"ı oldu. İnsanı hayran bırakacak kadar dolu ama bir o kadar da dağınık geldi. Kafamın çok karışık olduğu bir dönemde elime alışımdan kaynaklı sık sık takıldım ve bıraktım. Bu kopukluk da kitaptan arzu ettiğim zevki almamı engelledi. Sanırım sakin bir dönemde tekrar okuyacağım. 

-Yukarıda bahsettiğim gibi ayın ortasını geçtiğim halde üçüncü kitabımı zor-bela bitirince kendimi polisiyeye vurdum. Okuyan bir arkadaştan övgüsünü duyduğum ve bir süredir kitaplıkta bekleyen Tuna Kiremitçi'nin iki polisiyesini ardarda okudum: "Mezun Cinayetleri" ve "Perinin Ölümü". Karmaşık bir yapısı olmayan, katili tahmin etmekle etmemek arasında bocaladığınız, kolay okunan kitaplardı, en güzel sürprizi ise cinayetleri "Bacılar Timi" adı verilen bazen iki, bazen üç kadından oluşan bir ekibin çözmesi idi. Başkomiser Perihan'ı ve yardımcısı rasta saçlı Ayla'yı çok sevdim. Umarım devamı gelir. 

-Mart ayının son kitabı Herman Hesse'nin tabiriyle Altın Balık Magda Szabo'nun YKY tarafından yeni basılan "Abigail"i oldu. Daha sipariş verirken kitabın ilk gençlik çağı için yazıldığını biliyordum ama Szabo'nun yazdığı bir kitabı okumamam sözkonusu olamazdı. 450 sayfalık kalın bir kitaptı Abigail ama sanırım ergenlere yönelik diye düşünülerek iri puntolarla basılmıştı. Esasen ergenler karınca duasını bile okuyabilir. Yayınevlerinin ergenlerden ziyade 40 yaş üstünü düşünerek iri puntoları kullanması gerekir ama kağıt tasarrufu düşüncesi hakim sanırım, umurlarında mı okurların göz sağlığı. 

Kitaba gelecek olursak, dediğim gibi ilk gençlik kitabı. 15 yaşında olsam bu kitaba bayılırdım ama ne yazık ki değildim ve kafayı boşaltmak için okudum gitti. Asla bir Magda Szabo romanı tadı vermedi. Herhangi biri yazmış olabilirdi. Şirin bir yatılı okul öyküsü, arka planına ciddiyet dozu olarak İkinci Dünya Savaşı eklemlenmiş. Magda'ya benim kadar tutkunsanız okuyun, hatırı kalmasın ama bence ilk gençlik çağındaki kızlara armağan edin, daha çok hora geçer.

Bu ay okumadaki yetersizlik Storytel dinlemelerinde de kendini gösterdi. İki kitap dinledim. İlkini ilk basımndan okumuştum, aradan geçen zamanda unuttuğum yerler olunca hatırlama kabilinden tekrar dinlemek istedim Şükran Yiğit'in "Çatıkatı Aşıkları"nı. Hem hatırladım, hem de kitabın keyfine tekrar vardım. 

İkinci dinlemeyi de daha önce birinci kitabını dinlediğim Doğu Yücel'in ilginç kahramanı Mitat Karaman'ın ikinci macerasıyla yaptım: "Beter Ol Mitat Karaman!". Bu absürt roman da kafa boşaltma açısından faydalı, birincisi kadar olmasa da yemek yaparken iyi eşlikçi oluyor 😀

Bu ay düzenli olarak izlediğim üç dizi oldu, TV'lerde günlük akan dizileri kastetmiyorum. 6 Şubat depreminde yerle bir olan güzelim şehir Hatay'a olan acım hâlâ geçmiş değil. Bir vedalaşma gibi zamanında izlemediğim, Hatay'da geçen "Asi" dizisine verdim kendimi. 71 bölümlük, her bir bölümü iki saate yakın süren diziyi bitirmek neredeyse 1,5 ayımı aldı. Diziyi değil şehri izledim aslında, sokakları gösteren her karede ağladım, final bölümü ise tüy dikti. Uzun süre unutamayacağım sanırım, üzerime attığı keder hep benimle olacak. 

İkinci dizi Blu TV'de yayınlanan "Bozkır"ın ikinci sezonu oldu. 7 bölüm yayınlandı, haftada bir yeni bölüm geliyor. Komiser Seyfi ve Bahtiyar'ın baş rollerde olduğu iyi kurgulanmış, cesur bir polisiye, izleyin derim. 

Ve son olarak Netflix'in son Türk yapımı dizisi "Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?". Yıllar önce Perihan Mağden'in aynı adlı kitabını okumuştum. Ana hatları dışında detaylar çıkmış aklımdan haliyle. Niyet edip oturdum başına ama Allah sizi inandırsın bunaldım. Başlamışken bitireyim dedim, bir de dizinin pek çok bölümü Antalya'nın muhtelif yerlerinde çekilince ilginç geldi. Lakin karanlık, tekinsiz, bunaltıcı bir diziydi. Me.lisa Söz.en'in mumya görüntüsü, oteldekilerin "Ay çok güzel kız" nidalarıyla peşinde dolandığı, hiç de o kadar şirin bulmadığım kız çocuğu içimi baydı. Beğeneni çok, onlara mübarek olsun ama ben sevmedim...

Bu ay film izleme açısından da kısır bir ay oldu. Dört film izlemişim, daha önce kitabını da okuduğum, Netflix'de yayınlanan "İyi Adamın On Günü", Oscar adaylarından "Women Talking", geçen yıl Altın Portakal'da Nihal Yalçın'a ödül kazandıran "Zuhal" ve şahane İran filmi "Leyla'nın Kardeşleri". Haliyle en beğendiğim de sonuncusu oldu. 

Nisan ayı daha çok kitap, daha çok film, daha çok etkinlik, daha az acı ve sıkıntı getirsin dilerim...