.

.
.

31 Ocak 2022 Pazartesi

HEPİ BÖRTLEK / 31 OCAK


Instagrama bu kartın arka yüzünü koymuştum, buraya da ön yüzü düştü. 1976 yılı, kardeşim 6 yaşında, ilkokul birinci sınıfın ilk yarısında. Doğum günümde babamla fısır fısır konuşup çıktılar evden, çok geçmeden bir paketle geldi. İçinden Jack London'un "Beyaz Diş" kitabı ve bu kart çıktı. Kartın arkasına kargacık burgacık bir yazıyla "Doğum günün kutlu olsun abla" yazmış. Hayatımın en güzel hediyesinden, hayatımın en güzel doğum günü hediyesini almış oldum böylece. Önümde kalan yıllarım ne kadardır bilinmez, ardımda kalandan çok daha az olduğu kesin ama önemli olan her anı güzel yaşamak. Yeni yaşımdan tek dileğim var, sağlık. Hem kendim, hem sevdiklerim için, gerisi nasılsa hallolur. Sizden de bir ricam var, Instagram takipçilerim sağolsun kırmadılar beni, benim için bir şarkı seçin ve yoruma adını yazın yeterli. Kendime Spotfy'da bir doğum günü listesi yapayım ve dinlerken sizleri anayım. Şimdiden teşekkürler...

30 Ocak 2022 Pazar

ŞALANJJJ 5 / 30 OCAK

Çok fena uykum var, o yüzden yazıdaki herhangi bir abukluktan sorumluluk kabul etmiyorum, şimdiden bilginiz olsun  😃 Antalya dün biraz güneşle kandırdı bizi, bugün tekrar yağmur, soğuk. Hava da elektrik işletmelerinden yana, çok yakalım ki sobayı, katmerlensin borcumuz. Geçen ay 15 gün tek çubuk yaktığımız elektrik sobasına gelen fatura zaten abartılıydı, bu ay iki misliyle mutlu olduk, bereket versin 😠 Çabuk gel bahar...

Dün güneşle birlikte hava da ılınınca arkadaşım arayıp buluşalım dedi, pandemi başlangıcından bu yana görüşemedik hiç. Ne olacaksa olsun, yetti gari deyip okeyledim. Sebep benim yarınki doğumgünümdü. Ben bir kutlama insanıyım, bayılırım özel günlere, kutlamalara, o günlerde organizasyonlar yapıp evde ya da dışarıda birarada olmaya. Doğumgünü, yılbaşı, mezuniyet vb hiç kaçmaz benden, daha doğrusu kaçmazdı, pandemiden bu yana kös kös yalnız kutlamalar yapıyoruz ki hiç tadı olmuyor. O sebeple heves ve heyecanla gittim buluşma noktasına. Toplamda beş arkadaş olduk, dördüyle aylar sonra ilk kez görüşüyorum yüzyüze, o derece. En sevdiğim cafeye gittik ve adeta bize tahsis edilmiş arka salonda rahat rahat oturup görüşemediğimiz zamanların acısını çıkardık, ben de en azından öncesinde eş dostla kutlamış oldum doğum günümü, yarın yine Köroğlu-Ayvaz olacağız haliyle. Fotoğraf dünden:

Güneşi gören keyif yapıyor, dün biri benim sandalyenin altına konuşlanmış, aynı bunun gibi kara bir kedi, hiç haberim yok, bir ara kalkacak oldum, az daha hayvanın üstüne basıyordum, bereket son anda farkettim. 

Bu sabah bilgisayarın başında bir yandan Instagramı kurcalıyor, kafamın içinde de yapmam gereken şeyleri sıralıyordum. Yarın için doğumgünü pastası almam gerekli diye geçirirken aklımdan yenilediğim sayfada pat diye pastane vitrini düştü önüme, dizi dizi pasta. Biraz ürkmedim desem yalan olur, bunlar bizim düşünceleri de mi okuyorlar nedir? Yoksa biz bizzat kendimiz android miyiz? Tepe sersemi olduk yahu 😃

Neyse bu ince işleri bırakıp bugünkü şalanjımızın 5. sorusunu cevaplayalım:

-Hayatta bugünlere kadar gelebilmeni ne sağladı:

Valla ne diyeyim, ömrüm varmış geldim, dilerim bir süre de yarınlarda kalırım. Yaşadığım bin türlü tatsızlık var düşünecek olursam. En sevdiklerimin hastalıklarını gördüm ki, en ömür törpüsü onlardı. Ne kadar dirençli olduğuma şaşarak üstesinden geldim yaşadıklarımın. Herkes bir şekilde olumsuz şeyler yaşıyor, kimsenin hayatı gül bahçesi değil. Mızıldanmadan, sızlanmadan altından kalkmaya çalışmak lazım. Aslında sağlık konusunda çok naif bir insanım, sevdiklerimin en ufak şikayeti en vahim senaryoyu yazmam için yeterlidir. Çocukluğum boyunca annem de, babam da hastalıklarını hiç saklamadılar bizden, hep sızlanıp bizi de ortak ettiler sıkıntılarına, o yüzden önceleri kendim için, sonraları sevdiklerim için hep evhamlı oldum. Annem çeşitli kereler önemli sıkıntılar yaşadı tıbbi anlamda, yanında olup üstesinden gelmeyi başardık ama son hastalığı vahimdi ve üstesinden gelinecek gibi değildi. Öğrendiğimde hep çok üzgün, hem de "Nasıl başaracağım?" endişesi içindeydim. Sonra bir arkadaşımın sitesinde küçük bir öykü okudum. Ana fikri şuydu: "Yükü taşı, altında ezilme". Kulağıma küpe yaptım o günden beri. 

Her şeye rağmen hayat güzel, insanı havaya uçuran küçük mutluluklar var ki benim için çok önemlidir minik jestler, küçük hediyeler, anmalar. Fazlasında gözüm olmadan, var olanlara şükrederek bunca yılı geçirdim. Bir arkadaşım dalga geçer benimle, hep memur zihniyetiyle istiyorsun, en azını. Sen çok iste de vermezse vermesin der 😊 O da haklı aslında ama öyle alışmış ya da alıştırılmışız. Şu pandemiyi ve bizi sürekli dürten gündemi aşabilsek belki o zaman hayat biraz daha gülümser, biz de ona kahkahayla karşılık veririz. Kalın sağlıcakla. Haftaya bir yaş daha büyüdüğümde görüşmek üzere...


27 Ocak 2022 Perşembe

GÜNDÖKÜMÜ / 27 OCAK

Etrafa yağan karların ayazı geldi, gitmiyor. Aslında hava güneşli, sokağa çıksan güneşte olduğun sürece mesele yok ama evler ısınmıyor, esas itibarıyla benim ayaklar ısınmıyor. Elektrik sobasına bir yapıştırmadığım kaldı, o derece, iki çorap, bir patik, bir de terlik yok, arkadaş olmuyor, "Isınasım yok deyam, anlameyan mı?" diyor Antalya çevresinin şivelerinden biriyle. "Kara dökülcüklere kalma cibilleetsiz, ısınasın gelivesin noolur?" diyorum, dinlemiyor. Gördüğünüz üzere soğuk bana kafayı buldurttu, ayaklarımla şiveli muhabbet ediyorum 😁

Sabah öyle gönülsüz kalkıyorum ki yataktan, bir yanım kalk diyor, öbür yanım ne işin var yat aşağı sıcacık. Çalışırken arzu edilen uykulara emekli olunca ulaşılmıyormuş meğer. Uyku olmayınca da yatıp durmanın bir anlamı yok, kalkıyorum mecburen. Önceden yatakta yaptığım diz egzersizlerini odaya, sobanın yanına taşıdım, zira bu dizlerimdeki metal ve plastikten mamul nesneler de soğuk ve nemden pek hazzetmiyor. Bu hafta egzersiz konuklarım Sevin Okyay ve Nisan Ak idi. Sevin Okyay'ı çok severim, kitaplarından sinema eleştirilerine, polisiye çevirilerine, podcastlerine kadar takipçisiyim. Altın Portakal Festivalleri'nde halkla pek içiçedir, birlikte çay içip filmler üzerine sohbet etmişliğimiz de vardır, sohbet sırasında Nilay Örnek'in de dediği gibi yaşsız bir kadın, bir o kadar da sempatik.

Nisan Ak'ı ise podcast sayesinde tanıdım ve şimdiye kadar tanımadığım için utandım. Çok genç bir orkestra şefi, Youtube kanalını da keşfedince nasıl sempatik, güler yüzlü ve öğretirken ne kadar eğlenceli olduğunu gördüm. Şuradan Meksika'da yönettiği Dvorak'ın bir senfonisini dinleyebilirsiniz. 

İki gün önceydi sanırım, balkona çıkınca yerde şu tüy yumağını gördüm, önce ödüm koptu, kumrunun biri gelip balkonda öldü sandım. Sonra baktım sadece tüy, rahatladım ama bu kadar tüy normal değil.

Her zaman balkonda, hatta bazen evin içinde tek tük tüye rastlarız, zira mahallemizde kumru popülasyonu çok yoğun ve evcil denecek kadar insanlarla içli-dışlılar. Lakin kuşcağızı sanki biri tavuk yolar gibi yolmuş. Dur bakalım, belli olur dedim, balkonun dışına ekmek kırıntıları koydum. Çok geçmedi geldi abone kumrumuz, sırtında koca bir delik, derisi görünüyor. Muhtemel ki kedinin biri pati atmış, elinden kurtulayım derken de tüyleri kökünden yolunmuş, bizim balkona uçup gelmiş garibim, alışkın ya, silkelenince de dökülmüş tüyler.

Fotoğrafı sabah çektim, o kahvaltısını ederken, ürkmesin diye pencereden zoomla, o yüzden pek net değil. Sırtında, kuyruğuna yakın gördüğünüz beyaz yer tüylerin yolunduğu kısım. Bir lira büyüklüğünde oymuş hangi hain yaptıysa, bereket canını kurtarmış gariban. Şimdi besliyoruz güçlensin diye, sabah ekmek yedi, öğlen tarhana. Doğal besliyoruz arkadaşı 😃 Aslında kısır seviyor ama onu bulsam kendim yiyeceğim 😃Bir şey bulamayınca caddedeki refüje dikili Benjamin ağaçlarının siyah tomurcuklarını (ya da meyvelerini) yiyor. Geçen gün eve gelip de salonun girişinde bulduğumuz siyah atığın esbab-ı mucibesi belli oldu, ne yerse onu çıkarıyor hayvan, bir ara asfalt yediğinden şüphelenmiştim, öylesine simsiyahtı. 

Soğuktan eve kapanınca kitap okumak, film-dizi izlemekle geçiyor günler. Bir hevesle aldığım İnci Aral'ın son kitabı benim açımdan fos çıktı, zira bilim kurgu, fantastik, distopya hiç ilgi alanıma girmez. Bu tarza meraklı olanlar kitabı sevebilir, ben yarısında vedalaştım. Ardından Arif Keskiner'in iki kitabını devirdim arka arkaya: "Elbette Çiçek" ve "Yaşar Kemal'li Anılar". İkisi de tuğla boyutundaydı, epey vaktimi aldı. Şimdi trene bindim, dünya turu atıyorum: "80 Trenle Dünya Turu".

Mubi'ye boşa para ödüyordum bir süredir, bu ara acısını çıkarayım dedim. "İki Şafak Arasında" çok iyi filmdi. Sonra da "Krisha"yı izledim. Karmaşık aile ilişkileri, illa bir ya da birkaç huzur bozan çıkıyor. Dün "İz" gelmiş Mubi'ye. Yeşim Ustaoğlu'nun ilk filmi, çok severim Ustaoğlu'nu, "İz" dışında bütün filmlerini izlemiş, "İz"i bulamamıştım. Hemen açtım, lakin film o kadar eski bir kopya ki, oyuncuların yüzlerini seçmekte bile zorlandım neredeyse. Konu zaten gerilimli, bir de görüntüler bulanık, hiçbir şey anlamadım desem yeridir. Fakat oyuncuların nereyse üçte ikisi terkeylemiş bu dünyayı, içim burkuldu izlerken. Aytaç Arman, Bülent Kayabaş, İsmet Ay, Metin Çekmez, Tekin Siper, kimler gelip geçmiş. Derya Alabora ve Nur Sürer ne kadar genç, eski filmler hüzünlendiriyor insanı. 

Bir yandan da İKSV'nin online filmlerine takılıyorum, kedinin fare avlaması gibi saat 12.00'yi bekleyip hemen atlıyorum kontenjan dolmadan. Gerçi "Gölgeler İçinde"yi de, "Yeniden Leyla"yı da pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim. "Gölgeler İçinde" ödüllü bir film ama önce de yazdığım gibi distopya sevmiyorum ben, zaten bir distopyanın içinde yaşıyoruz şu aralar, bir de filmde eksik olsun. "Yeniden Leyla" ise kafamı karmakarışık etti. Bugün "Cemil Şov"a kayıt yaptırdım bakalım, nasıl bulacağım. 

Dizilere gelince BluTV'de "Bonkis"in ikinci sezonu başlamış, onu izleyip bitirdim. "After Life"ı ise ihmal etmiştim, herkes çok bahsedince yeni izlemeye başladım, 1. sezon bitti, 2. yi yarıladım ama çok da bayılmadım, yine de madem başladım bitireyim duygusundayım. Puhu TV'de ise pazartesileri "Yargı" günü. Ayy, şimdi yazınca kafam karman çorman oldu, hayat böyle mi geçecek yahu, çıkalım sokaklara artık, bitsin bu pandemi, eşi-dostu görelim, konser, tiyatro izleyelim. Pazartesi doğum günüm, onu da gariban gibi yine tek başıma kutlayacağım, hay bin kunduz!

Çenem, pardon klavyem açılmış yine, ben iyisi mi gidip yemek falan yapayım, hareket edince ayaklarım da ısınır belki, olmadı ocağın ateşine tutarım...dersem inanmayın, kalın sağlıcakla...


23 Ocak 2022 Pazar

ŞALANJJJ 4 / 23 OCAK

Eğer dışarda işim yoksa Antalya için en sevdiğim hava var bugün. Fena bir poyraz, eşlik eden buzz gibi bir ayaz, tepede güneş, kristal berraklığında, nemsiz bir ortam ve Beydağlarında kar. O güneş var ya o güneş, evde durumu kurtarıyor, şu an odada hiçbir ısıtma aracı çalışmıyor ama içerisi sıcacık, çünkü pencereden güneş giriyor. Bu şehirde kuzey cephenin kapalı olması çok önemli, bugünkü gibi poyrazlı günlerde müthiş soğuk olur evin içi, yazın da tam tersi fırın sıcağı. Apartmanın tamamı olarak şanslıyız, zira kuzey cephe bitişik bir bina sayesinde tamamen kapalı. Kaç gündür yağmur nedeniyle ertelediğim çamaşır yıkama eylemini rüzgâra rağmen gerçekleştirdim. İlk parti bir saatte kurudu, ikinci partide çarşaf ve nevresimler vardı, rüzgâr habire savuruyor, gidip düzeltiyorum daha kapıdan girmeden tekrar fırlatıyor balkona doğru. Mandal sayısını çoğalttım ve vazgeçtim düzeltmekten, akşama kadar nasılsa kurur. 

Çarşaflar yıkanınca haliyle nevresim değiştirme zorunluluğu hasıl oldu, çok mutluyum, ennn sevdiğim ev işi, keşke 20 tane yorganımız olsa ve her gün değiştirsem 😃 Yahu şu işin pratik bir çözümü yok mu, o kadar nefret ediyorum ki, nevresimi bir kere geçirip ölene kadar evsizler gibi kir pas içinde tutmak istiyorum. Gel gör ki olacak iş değil, oflaya puflaya, söylene ve hatta bazen küfrede küfrede değiştirdim. Üstelik yorganlar yün, evlenirken bu işten anlayan komşumuz özel olarak dikmişti bana, sıcacık ve doğal ama gel gör ki ağır mübarek, kaldırması ayrı dert, nevresimi geçirmesi ayrı dert. Zaten dizler yüzünden zorlaya zorlaya kolu haşat etmişim bir de nevresim derdiyle uğraş. Neyse hallettim ve üzerimden büyük bir yük kalktı 😃 

Şalanja geçmeden izlediğim iki filmden bahsedeceğim, ilki "Okul Tıraşı". Bu yılın çok ses getiren filmlerinden, Van Bahçesaray'da çekilmiş, yatılı bölge okulunda bir gün. Bana o kadar, o kadar tanıdık geldi ki, kendi kendime dedim ki, Bahçesaray ya da turistik bir büyük şehrin merkezindeki bir lise. Karakterler nasıl benzer, aynı sorumsuzluk, aynı vurdumduymazlık, vicdanlı ve görev bilinci olan birkaç öğretmenin çabası, başlar sıkışınca ortaya çıkan panik, uyanık müstahdemler, neyse denk getirebilirseniz izleyin filmi. Ben öğretmen gözüyle izledim, bakalım siz nasıl bulacaksınız.

Diğeri bugün "Mubi"de izlediğim "İki Şafak Arasında". Geçenlerde yine "Mubi"de izlediğim ve çok beğendiğim "Çatlak" gibi aynı gün içinde geçen ve belirgin bir sona bağlanmayan bir film ama akış çok gerçekçi ve bir o kadar da iyi oynanmış.

Gelelim şalanja, 4. sorumuz şöyle:

-Yeniden başlama şansın olsa eğitimine dair neyi farklı yapardın?

Yarama parmak basılan bir soru oldu bu, yeniden başlama şansım olsaydı elbette şu andaki yönüme hiç bakmazdım. Neme gerek benim ekonomi, maliye, muhasebe vs. Koca koca bakanlar, uzmanlar başa çıkamamış bana mı düşmüş onca öğrenciye bunları anlatmak, üstelik en ufak bir ilgi ve sevgi duymadan bu konulara karşı. İnsan gençliğinde bir rüzgara kapılıp gidiyor, etrafında yeteneğine göre yönlendiren kimse de olmayınca öylesine bir seçim yapıveriyor. Sanata yönlenmediğime çok pişmanım mesela, mutlaka öğretmen olacaksam neden edebiyat değil de hiç ilgi duymadığım ticaret meslek dersleri? Esasen şöyle bir olay oldu, liseden sonra devam ettiğim-ve sonra mezun olduğum-okulu ilk günden sevmedim ve o yıl tekrar sınava girdim. Sıkı durun nereyi kazandığımı söyleyeceğim: ODTÜ İdari İlimler. Branş olarak bir şey değişmeyecekti belki ama en azından okul gibi okula gidecektim. Annem zaten konuyla hiç ilgilenmedi, babamsa ODTÜ'nün uzaklığını, dilinin İngilizce oluşunu (ben Almanca okumuştum lisede, ikinci bir dil göz çıkarırdı çünkü), boşuboşuna bir yıl kaybedeceğimi bahane ederek zerre teşvik etmediği gibi benim hevesimi de kırdı. Yıllarca babamın başına kaktım bu olayı ama sonra kendimi de suçladım, niye mücadele etmedim babamı dinlemeyip, illa gitmek istesem eve mi kilitleyecekti yani? Diyorum ya gençlik, olgun olduğunuzu sanıyorsunuz ama kafada kavak yelleri esiyor. Demem o ki yeniden başlama şansım olsa, kazandığım gibi gider kayıt yaptırırdım ODTÜ'ye. 

Sonuçta geldi, geçti, gitti. Eğitimimi de unuttum, mesleğimi de, şu an hayatımın en güzel mesleğini yapıyorum: Emeklilik, o yüzden salalım gitsin ve Müzeyyen Senar'dan dinleyelim: Kader Böyle İmiş, Ne Söylesem Boş:




21 Ocak 2022 Cuma

YÜRÜYÜŞLÜ, PAZARLI GÜN /21 OCAK

Neredeyse 10 gündür evden çıkmıyordum, önce yağmur, arkasında soğuk yüzünden hapsoldum kaldım. En son sokağa çıktığımda aşı olmuştum. Sağlık sorunları olmasa tıkılıp kalacağım evde, bugün de aile hekimine ilaç yazdırma bahanesiyle kendimi zorla sürükledim dışarı. Evde oturdukça dışarı çıkmak, dışarı çıkınca da eve girmek bilmiyorum 😃 

Aile hekimim rutin ilaçlarıma ilaveten geniz akıntısı ve ses kısıklığı şikayetimi söyleyince boğazıma bakıp başka ilaçlar da verdi, kronik farenjitim ne zor gördüyse tavan yaptı bu ara, halbuki pandemi nedeniyle sahne çalışmalarıma da ara vermiştim 😃 Aile hekimliğinde işim bitince baktım hava güneşli, ayaz da kesilmiş, hazır çıkmışken yürüyelim arkadaşlar dedim ayaklarıma. Değişik bir rota belirledim kendime, bunca yıldır paralelindeki işlek caddeyi kullanıp hiç yürümediğim arka sokağa saptım. Neredeyse bütün küçük parklara yerleştirilmiş bir örnek su değirmeninin yanından geçip kızkardeşime telefon etmek için ağaç altına konuşlanmış banka oturdum.  

Sağımdaki bankta oturan adam Golden cinsi köpeğinin tüylerini tarıyordu, epey uğraştı, sonra köpek mutlu, o mutlu uzaklaştılar. Ben de konuşmamı bitirip yürümeye devam ettim, başka bir küçük parka ulaştım, orada da su değirmeni vardı. Sanırım toplu sipariş vermişler, "Herkese benden bir Lezzo" hesabı, "Her parka benden bir değirmen" demiş yetkili 😃

Dubleks villasının terasında güneşlenen Sarman'ı geçip yürümeye devam ettim, piknik masalarından birinde iki yaşlı teyze bir yandan sohbet edip bir yandan örgü örmekteydiler, yakın gözlüğü bile kullanmıyorlardı maşallah, muhtemelen zamanında ben gibi miyoptular. Bu parkın yerinde çok eskiden bir dere akardı, söylemesi ayıp adı B.kludere idi, sonra üstü kapatıldı ve parka dönüştürüldü, dere şıklaşınca da adı Büklüdere'ye evrildi 😃 Mazisi pek içaçıcı olmayan park boyunca yürüyüp bir ara sokağa girdim, bir sürü sevimsiz beton binanın arasında zemininde yemyeşil otlar bitmiş, koca koca ağaçların olduğu bir alan gördüm. "Özel mülktür, girilemez" yazan bir levha iliştirmişlerdi ağaçlardan birinin gövdesine, girip de ne yapacaksak zaten, her yer park, sizin özel mülkünüze mi kaldık? Dar ve kısa sokak tarih öncesinden kalmış gibiydi; vitrinleri tozlanmış minik dükkanlarda saat tamircisi, mahalle terzisi, kumrucu gibi esnaflar konuşlanmıştı. Kumru Antalya'da pek bilinen bir şey değildir, o yüzden dükkanı önce kuş satıyor sandım cahil ben 😃

Kısa sokak bitince ana caddeye çıkıp karşıya geçtim ve Büklüdere parkının devamı boyunca yürümeye devam ettim. Parka emekli emmiler demir atmış gündem üzerine sohbetteydiler. Bir banka tek başına oturmuş adamsa ayakkabıyı, çorabı fora etmiş ayak tırnaklarını kesiyordu, ev çuvala girdiyse 😃 Kameriyemsi bir yerin önünde kirli ötesi mitil bir yorgan ve aynı kirlilikte bir yastık atılmıştı, evsiz birine mi aitti, yoksa birileri alır belki diye mi atılmıştı bilemedim. Yürüye yürüye epeydir gitmediğim bir caddeye çıktım, oralarda bir yerde Ovacık ürünlerinin satıldığı dükkanın olduğunu biliyordum, gelmişken nohut alayım dedim ama pandemiye dayanamamış ya da taşınmış bulamadım. Gerisingeri çarkedip sokaklardan birine daldım, yaşasın pazar kurulmuş. Pandemiden bu yana ilk kez pazar gördüm inanır mısınız? Kolumdaki ağrı nedeniyle alışveriş yapmak niyetinde değildim ama rengarenk tezgahları görmek bile çok hoşuma gitti.





Taze hurma satıyordu arkadaş
 
Eskiden bu sokaklardan birinde çok sık gittiğimiz bir sinema vardı. Henüz AVM sinemaları açılmamıştı ve şehrin en iyi sinemalarından biriydi, çok güzel filmler izlemiştik. Sonra pabucu dama atıldı, şöyle bir bakındım görebilir miyim diye ama ya yıkıldı, ya da başka bir şeye dönüştürüldü bilemedim hangisiydi. 

Pazardan ayrılırken şunlara rastladım, tere değil ama birkaç demet nergis kaptığımı tahmin etmişsinizdir.

Hava serinlemişti, eczaneye uğrayıp ilaçlarımı da alarak eve döndüğümde üşümüştüm, canım sıcak bir çorba istedi. Çabucak ne yapsam diye düşünürken aklıma dolaptaki dipleri donar gibi olmuş kabaklar geldi. Hemen kuşbaşı doğrayıp attım tencereye, dünden kalmış birkaç haşlanmış brokoliyi de ekledim. Normalde kabak başına bir üçgen peynir koyardım ama brokoli de girince işin içine 4'e çıkardım peynir adedini. Bu sefer Karper kullandım ama esasında (okunduğu gibi yazacağım) Lavaşkiri ile daha  lezzetli oluyor. Eğer üçgen değil de kutu krem peynir varsa tepeleme bir yemek kaşığı olsun ölçünüz. Tuzunu ve suyunu ekleyip koydum ocağa. Ben pazıları kavururken onlar haşlanıp yumuşadı, sonra bızzzt! Eğer lezzet önemli benim için diyorsanız 1 kaşık kadar tereyağı ekleyebilirsiniz, daha hafif olsun derseniz peynirin yağı yeterli. Ben biraz ekledim, üstüne de dolapta bir milyon yıldır bekleyen iç kabak çekirdeklerini tavada kavurup tazeliyerek serptim. Dünyanın en kolay ve en lezzetli çorbalarından biri, deneyin pişman olmazsınız. Kbak çekirdeği şart değil, varsa kıyılmış dereotu serpilebilir. Haydi afiyet olsun...

18 Ocak 2022 Salı

SESSİZLİĞİN FERYADI /18 OCAK

30 yılı vardır belki, bir yaz tatili annemlerin evindeki evrak çekmecelerinden birinde bulmuştum aşağıdaki gerçek bir olayı anlatan öyküyü. Daktilo ile yazılmıştı, aradığım şeyi unutup ayaküstü okumuştum, altındaki imzayı görünce de şaşırmıştım, babamın adı yazıyordu çünkü. Çeşitli marifetlerini bilirdim ama yazma konusundaki kabiliyetinden habersizdim. Sonra günün hayhuyunda babama sormayı unuttum, bir daha da bu konu gündeme gelmedi. Yazın, babamın vefatından sonra birdenbire anımsadım o öyküyü, evdeki çekmeceleri karıştırdım, bulamadım. Sonra İzmir'den gelen eşyalarının arasından daktilo ile yazılmış, silik iki kopya olarak çıktı. Dün oturup bilgisayara aktardım, bir-iki ufak imla düzenlemesi dışında hiç dokunmadım içeriğine. Uzun diye buraya koyup koymamakta kararsızdım ama sonra kendisine yolladığım, trenleri seven blog arkadaşım Buraneros teşvik etti, babamın anısına yayınlamaya karar verdim. Sonuna kadar okuyabilirseniz babamın ruhuna bir selam uçurun...

Dedem demiryolcu idi benim, babamın çocukluğu istasyon lojmanlarında geçmiş. Ailecek trenlere, raylara, gar binalarına meftunuzdur. Hele babam, ayda bir gider tren yolu boyunca yürürdü çeşitli istasyonlarda. Hatta çocukluğunda iddia üstüne hareket halindeki bir trenin altına yatmak gibi sonu dedemden yediği dayakla biten bir haşarılığı da var. "O korkunç ses hala kulağımda, bereket panikle kafamı kaldırmadım, tren biçer geçerdi" diye anlatırdı. Öykü aşağıda, umarım sıkılmadan okursunuz. 

Fotoğrafta demiryolcu üniforması ile dedem, babam ve büyük halam. Babamın yakasındaki madalya neyin nesidir, hala çözemedim.

İstasyon tarafından dedemin hayatı boyunca yaşadığı, babamın çocukluğunun geçtiği ilçeye (Ulukışla) bakış. Tahminimce fotoğrafın solunda, dağın eteğine doğru görünen bina trafo olmalı ve dedem bir süre sonra onun biraz aşağısına kendi evini yapacak. Bu fotoğraf çekildiği sırada istasyon lojmanında oturuyor olsalar gerek.

 Ulukışla istasyonundan bir görüntü, öykünün geçtiği yıllarda çekildiğini düşünüyorum.

SESSİZLİĞİN FERYADI

Tüm aile bir feryatla uyandılar. Ne oluyordu? Ne lokomotiflerin tiz düdüklerine karışan haşin gürültüleri, ne tampon gümbürtüleri, ne fren gıcırtıları ve ne de manevracıların komut veren düdük sesleri duyuluyordu. Sadece bir kenarda beklemeye alınmış bir lokomotifin, ağır çekime alınmış hissini veren hava pompasının çalışması “Sessizlik alarmı” veriyordu: “Taaan, Tuuun, Taaan, Tuuun”.

Böyle feryat eden bir sessizlik yaşamamışlardı. Onlar için bu durum güneşin batıdan doğuşu kadar ters ve endişe verici idi. Vakit sabahın alacakaranlığı idi.

Hepsi yarı giyinik halde bahçeye bitişik demiryoluna çıktılar, sormaya gerek kalmadan bir görevli durumu anlattı:

-“Tam baş makasta (tüm yolların, anayola bağlandığı sistem) bir “Rı” vagonu (4 dingilli açık ve uzun vagon) dray etti (yoldan çıktı). Bu nedenle hiçbir lokomotif ve vagon hareket edemiyor, her üç tarafa da ne tren sevk edilebiliyor, ne de üç taraftan tren gelebiliyor.”

Dedi ve endişeli, endişeli uzaklaştı.

Yıl 1943 başları; kış, dondurucu bir ayaz var. İkinci Dünya Harbi’nin en amansız, Türkiye için de pek çok yokluğun olanca şiddeti ile hüküm sürdüğü belirsiz ve endişeli dönemler. Buna karşılık gerçek vatanseverlik ve görev aşkı yüreklerde.

Aile reisi demiryolcu, akşam devraldığı görevinin başında. Demiryollarının iki odalı lojmanında oturmaktalar. Tüm demiryolcular günde en az 12 saat çalışıyor. Bu süre bazı günler 16 saati buluyor ama hiçbiri şikâyetçi değil. Karşılığında ne bir ek ücret, ne de fazla mesai var. Bunu aklından geçiren de yok.

Bulundukları yer İç Anadolu’nun güney sahillerine geçişinin eşiğinde, stratejik önemi özellikle o yıllarda büyük olan bir küçük ilçe. Demiryollarının geniş bir teşkilatı var. Demiryolu üç yöne ayrıldığı için trafiği işlek, karayolu ise hiç yok.

Son aylarda müttefik bir devletin güneydeki bir limana çıkardığı askeri malzeme burada depolanıyor. Bu büyük ölçüdeki askeri malzeme (Silah, araç-gereç, mühimmat) trenlerle buraya geliyor, tasnife tâbi tutuluyor, büyük kısmı indirilip çoğu açık arazide depolanıyor, sonra tekrar trene yüklenip yurdun çeşitli bölgelerine burada kurulmuş bulunan geniş kadrolu “Ayırma Deposu” tarafından sevk ediliyor. Daha az bir kısmı ise trenden indirilmeden ilgili yerlere gönderiliyor. Bu nedenle ilçenin etrafındaki arazi askeri araç-gereçle dolu, sevk edilmek için sıra bekliyor. Demiryolu trafiği alabildiğine yoğunlaşmış, mevcut yollar vagonları almaz olmuş, bazı trenler bir, hatta iki önceki istasyonlarda bekletilmekte. Baş makasta yoldan çıkan vagonsa tüm bunların üstüne tüy dikmiş.

Vagonun tekrar raylara oturtulması teknik bir iş, vinç gerekli. Yollar tamamen dolu ve geçit vermez olduğundan vinç varsa bile olay yerine ulaşması imkânsız. Ne yapılabilir? Aile sanki bu işlerin sorumlusu kişiler onlarmış gibi kafa yormakta. Hiç kuşku yok ki sadece onlar değil, lojmanlarda oturan tüm demiryolcu aileleri aynı şekilde kafa yormaktalar. Görevlilerin nasıl ter döktüklerini söylemeye ise gerek yok.

Kahvaltı, yemek, okul unutulmuş. Her kafada bir fikir filizleniyor, olanaksızlığı anlaşılan filiz boy atmadan soluyor. Bu kargaşa içinde görevli olan aile babası hızla içeri giriyor ve eşiyle oğluna kendisiyle birlikte gelmelerini söylüyor. Yolda durumu anlatıyor.

İstasyonun müdürü onurlu isminin yanı sıra babacan ve sevecen tavrıyla, yaşına göre sportmen görünüşüyle, taşıdığı yüksek ruhla herkesin saygı duyduğu bir insan. İstasyondaki tüm personeli toplayıp şu talimatı vermiş:

-“Kendiniz, sağlıklı ise eşiniz ve 12 yaşından büyük erkek çocuklarınız hep birlikte vagonun altına gireceğiz ve yerinden kaldırmaya çalışacağız. Başka çaremiz yok.”

Bunu öğrenince adımlar kendiliğinden sıklaşıyor.

Vagon bir tarafa doğru yamulmuş, o azametli geometrik duruşunu kaybetmiş, insanda acıma duygusu uyandırıyor. Olay yerinde herkesin toplanması için bir süre oyalanılıyor, alçak sesle tartışmalar sürüyor:

-“Kaldırabiliriz”

-“Mümkün değil, kaldıramayız”

Hemen herkes gelmiş, büyük bir kalabalık vagonun altına giriyor. Aileden ana-oğul yan yana aynı putrele sırt vermiş, oğul yükselebilmek için ayağının altına taş koymuş. Bir süre konuşmalar sürüyor, yerleşmeler tamamlanıyor ve sessizlik.

Emektar yol çavuşu “Çavuş Dayı” komutu patlatıyor:

-“Hazır olun!”

-“Haydiii, hooop!”

Vagonu sırtladılar, ailenin oğlu önce annesine doğru göz atıyor, annenin yüzü horozibiği gibi kızarmış, ter damlıyor. Sanki annesinin yükünü hafifletmek ister gibi, daha bir güçle sırt veriyor putrele. Tekere doğru gözünü kaydırıyor. O ne? Yerden kesilmiş. Daha bir güçle sırtlayıp bağırıyor:

-“Kaldırıyoruz, yaşasın!”

Herkes son gücü ile yüklenmişti. Babaları da kimbilir hangi putrele sırt vermişti. Teker gittikçe yükseliyordu. “Ha gayret!” sesleri, “Teker yükseliyor, ha gayret!” bağırışları. Teker yeterli düzeye yükselmiş olmalı ki Çavuş Dayı’nın kısa talimatları ve işçilerin manivelalarının raylardaki sesleri gelmeye başlamıştı. Ve derken bekledikleri tok, madeni ses duyuldu:

-“Gürp!”

Tekerlekler raylara oturmuştu, başarmışlardı.

Vagonun altındakiler birbirlerine sarılmak için vagonun altından çıkmayı beklemediler, ailenin oğlu komşu teyzeye sarılırken annesinin payına da Dumlupınar gazisi “Tahta Bacak Hasan Dayı” düşmüştü. O bile tahta bacağı ile vagonu sırtlamıştı.

-“Yaşayın”

-“Sağolun, şükürler olsun!” sesleri duyulmaktaydı.

Vagonun dışına çıktılar. Çoğunluk gibi “Baba Müdür”, “Çavuş Dayı”, “Tahta bacak Hasan” da ağlıyordu.

Manevracıların komut veren düdükleri, lokomotiflerin tiz düdük ve çif-çof”ları ile sevgili gürültülerine kavuştular.

Sessizliğin feryadı dinmişti…

M. Naim Şenol

16 Ocak 2022 Pazar

ŞALANJJJ 3 / 16 OCAK

Bu sabah kalktığımda bazı eşyalarımın benimle oyun oynadığından şüpheye düştüm. Akşamdan yıkayıp balkona astığım banyo paspaslarından biri yerinde yoktu. Odaları dolaştım içeri alınmamış, aşağıya baktım görünmüyor.  İnmeyi gözüm yemedi sabah sabah, Kocam Bey de henüz uyanmamıştı, kaderine bıraktım, geçtim mutfağa. Sabah rutinim ilaçlarımı almak, o kadar sabittir ki yeri gözüm kapalı bulurum. Elimi uzattım, boşluk. Haydaa, yok ilaç kutusu. Çöpe varıncaya kadar baktım yanlışlıkla atıldı mı diye. İyi saatte olsunların gece bizim evi ziyaret ettiklerinden emin olmak üzereydim ki kahve kavanozunun arkasında yakaladım kendisini, kulağını çektim, "Bir daha olmasın haa!" diye korkuttum, aman nasıl etkilendi görseniz, tir tir titreyip içindeki cümle ilaçları yere saçtı, dersem inanmayın tabii ki. İlaçlarımı içtim, çayı demliyordum ki Kocam Bey kalktı, paspas konusundaki maruzatımı iletince aşağı inip bakmaya karar verdi ve elinde kayıp elemanla geri döndü. Kendisine ödül olarak WhatsApp'a gelen torununun videosunu gösterdim 😃

İntihar girişiminde bulunan paspasımla, saklanan ilaç kutuma kavuştuktan sonra kahvaltımı yapıp Mubi'den bir film açtım: "Bir Daha Asla Kar Yağmayacak". 

Çernobil doğumlu bir Ukraynalı olan Zhenia Polonya'daki işçi mahallelerinden birinde kalmakta ve şehirden yalıtılmış, lüks villaların olduğu bir sitede yaşayan farklı insanlara masörlük hizmeti vermektedir. Aynı zamanda hipnotik güçleri de olan Zhenia aslında kaçak olarak çalışmaktadır ve yabancılar polisi peşindedir. Daha fazla spoiler vermek istemiyorum, biraz uzun ve ağır tempolu olmasına rağmen severek izledim.

Bugün entelektüellikle domestikliği harmanladığım bir gün oldu. Film biter bitmez elektrik süpürgesini açtım. Günlerdir kolumun ağrısını bahane ederek yaptığım tembelliğe dur demeliydim artık, zira zemin Orta Batı çöllerine dönmek üzereydi, yerde rüzgarla yuvarlanan çalılar ve tozlar, birazdan dıgıdık dıgıdık sahneye çıkacak atlılar falan. Rejisör duruma el koydu, tertemiz etti yerleri. Islak zeminleri de bir sileyim dedim ama bu defa Vileda'nın sapı su koydu, diyorum ya eşyalarımın oyun günüymüş bugün. Çattadak kırıldı paspasın eklendiği yerden. Olduğu kadarıyla halledip attım paspası da sapını da, yenisi alınacak artık. Banyoyu da temizleyip mutfağa geçtim. Kuru fasulye ile pilav pişirdim, bulaşık makinesini boşalttım ve artık hak ettim diyerek bir tas çorba içtim. Onu dün pişirmiştim ve galiba bugüne kadar pişirdiğim en güzel çorbaydı. Evdeki mevcut sebzeleri küçük küçük doğrayıp biraz mısır unuyla zeytinyağında çevirdim, çok az domates püresi ekledim, suyunu koyup pirinç ve kırmızı mercimekle pişmeye bıraktım. İndirmeye yakın birkaç parça çemensiz pastırma attım, nane serptim, amanın ne güzel olmuş, elime sağlık diyerek yedim 😃 Yanında başka yemeğe gerek yok zaten. 

Çorba faslının ardından da bu yazıyı yazıyorum, bitirince Portekizli yazar Antonio Lobo Antunes'in "Lanetlilerin Oyunu" isimli kitabına devam edeceğim. Akşama da ara ara yazılarımın yayınlandığı "Şenlik Blog"un birinci yaşını zoom aracılığıyla kutlayacağız. 

Gelelim şalanjımıza, bugün üçüncü hafta, sorumuz da şöyle:

-Yaparken size zaman kavramını unutturan şey:

Hep aynı şeyleri yazıyorum diye beni tuhaf karşılayabilirsiniz ama ne edeyim ki bu böyle. Tabii ki kitap okumak. Hele de içeriğini sevmişsem sadece zamanı değil, dünyayı da unutabilirim. Daha da uzatmayacağım, kitap sevdamdan bıktığınızı hissedebiliyorum 😃

Şu arkadaşı ve üstünde yazanları dün sokakta park halinde gördüm. "Kredisi bitmiş dostluğun limitini arttırmaya gerek yok" diyor. Haklı 😃




13 Ocak 2022 Perşembe

GÜNEŞLİ, AYAZLI, PARKLI, TÜPLÜ GÜN / 13 OCAK

Merkür yine takla mı atıyor dostlar? Bi deyiverin bakayım, bizim ev aletleri hoppa hoppa şinanay moduna geçti tekrar.

Hem ocakta, hem şofbende tüp kullanıyoruz, son zamlarla yakında çeyrek altın fiyatına ulaşıp düğünlerde gelinin boynuna takılabilir duruma gelecek. Kullandığımız iki tüpün yanısıra mutlaka balkonda bir de yedek bulundururuz. Geçen hafta sonu şofbeninki bitti, istedik yenisi geldi. Komik bir durumdu, tüpü getiren görevli, tüpü omzuna, pos cihazını beline, contayı da ağzına almıştı. Kapıya gelip tüpü bırakınca contayı ağzından çıkarıp tüpün kenarına koydu, sonra da Kocam Bey'e "Abi contaya dokunma, ağzıma aldım, biraz havalansın" dedi. Güler misin, ağlar mısın ama en azından durumun farkında, uyardı. O da bir şeydir 😊 evde yeterince conta vardı, tüp de balkona gidecekti, o yüzden sıkıntı olmadı, contaya biraz kolonya püskürtüp, kağıt havluyla tutarak attım. Tüpün fiyatını duyunca önce bir yutkundum (uzun zamandır almamıştık, iki mislini geçmiş), sonra ödedim. Sanırım giden tüp evdeki ocağın tüpüne "Arkamdan gel" demiş olacak ki iki gün sonra o da "Bye bye" dedi. Aynı görevli bu defa hem pos cihazsız, hem contasız geldi. Ama tüpe 10 lira zam gelmişti iki gün içinde. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi ki, büktük boynumuzu, verdik parayı, taktık tüpü ocağa. Gel gör ki ocak tüpü beğenmedi, pırpırlayıp durur. Yürüyüşe giderken uğradık tüpçünün yerine, "Adam yollayım baksın" dedi, dönüşte haber vermek üzere ayrıldık oradan. Dönüşte haber verdik, hatta iki kere de telefonla verdik, hala bekliyoruz gelsin de baksın diye. Tipik esnaf tarzı, alırken şahin, verirken serçe.  Du bakalım bugün görebilecek miyiz kendilerini?

Sonunda bugün güneş açtı, rüzgarı bile önemsemeden attık kendimizi dışarı, eve en yakın parka yollandık. Kocam Bey rezervasyon yapıp parkı benim için kapatmış sanırsam, bomboştu. Yürüdük de yürüdük, arada karşımızdan gelen arabalara söylenerek yol verdik. Parkın her girişinde kocaman otoparklar var, hatta zamanında bir sürü ağaç kesildi o otoparkları açmak için, gel gör ki halkımız illa parkın içine de motorize girmek arzusunda. Yahu burası park, koy arabanı otoparka, mis gibi yürü ağacın, çiçeğin arasından, illa oturacağın cafenin kapısına kadar dört teker üstünde gitmek zorunda mısın? Bunda görevlilerin de kabahati çok, salmayacaksın arabaları park içine. 

Kışa rağmen park mis gibiydi, Benjamin ağaçlarını buduyordu görevliler, deniz nefis, Beydağları cam gibi net görünmekteydi. "Oh be!" dedim, "dünya varmış". Neredeyse çimlenecektik günlerdir yağan yağmurdan, rüzgar yüzümüze esse de sırtımızı ısıttı güneş.

Denizin rengi

Balıkçılar birbirleriyle kafa bularak balık tutma derdindeydiler, "Hahaha, her gün gel balık besle", "Hadi ordan tuttuğumda öyle demezsin ama" şeklinde şakalaşmaktaydılar. 

Bunlar da okul kaçkınları, "Uzanmışım kumsala, güneş dolar içime" sözlerini çimenle değiştik mi cuk oturur 😃

Bu arkadaşlar da kayaların içinde bitmişler, bazısı eziyetten zevk alıyor, bizim saksıda nazlananlar utansın 😃

Az evvel Tüp Müdürü geldi, "Sizin ocak bozuk, tüpün bir şeysi yok" dedi. Halbuki yedek tüpü takınca ocak normale döndü ama bizzat gördüğü halde anlatamadık arkadaşa, ısrarcı olunca da "Gidin başka yerden alın" deyip bastı gitti. Şaştık mı, hayır tabii ki...




12 Ocak 2022 Çarşamba

AŞI / 12 OCAK

Ocak başında başladığım, yılbaşı hediyeleşmesi kapsamında gelen iki kitabı okumak on günümü aldı neredeyse. 300 küsur sayfalık "Bir Arkadaşlık" ile 400 sayfalık "Sus Barbatus" keyifle okumama rağmen epey vaktimi aldı ama pişman değilim, özellikle ikincisinden. Tek sıkıntı "Sus Barbatus"un kar ve ayaz içinde geçmesi ve kitabı okurken resmen üşümemdi 😃Neyse sonrakiler bu kadar zorlamadı da rutin okuma sayımı tutturdum. 

Antalya günlerdir şakır şakır yağıyor, adeta çimlendik. Isı çok düşük değil ama nemden dolayı insan ısınamıyor bir türlü, üç gün önce yıkadığım çamaşırlar hâlâ salonun bir köşesinde, çamaşırlığın üstünde kurumayı bekliyorlar. Gece gök gürültüsü, şimşekten ürkerek uyanıyorum bazen ve sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer misali böyle durumlarda bilgisayarın fişini çekiyorum. Zira birkaç yıl önce ardarda gümbürdeyip çakan şimşek ve gökgürültüsünün ardından bilgisayarım mefta olmuştu. 

Bugün 2 Sinovac üstüne 3. Biontech randevum vardı. Sabahtan zindan gibi bir güne uyandım. Gökyüzü kapkara, yağmur şakırdıyor. Aşı randevusu öğleden sonra, umudum o zamana kadar yağmurun durması idi ki dileğim tuttu. Tam gideceğimize yakın yağmur durdu, hatta güneş çıktı. Rahatça aşı yaptırayım diye kolsuz tişört arayışına girdim ama mübarekler yağmurdan korkup kışlıkların altına saklanmışlar, rafın birini tamamen boşaltmadan bulamadım. Kolsuz penye üstüne ince bir hırka, üstüne de kot mont geçirip düştüm yola. Yürüyerek gittik aşının yapılacağı hastaneye, belgeyi doldurdum, görevliye verdim, "Kimlik" dedi, uzattım. Adam baktı, "bu olmaz" dedi. Tam "Niye ki?" diyecektim ki dilimi ısırdım, adama kimlik diye kredi kartımı vermişim 😃Alışkanlık.

Fazla kalabalık yoktu, hemen çağırdılar aşı odasına, bir hemşire evrakları toparlarken diğeri hemencecik aşıyı yapıverdi, hissetmedim bile, geçen seferki çok acıtmıştı. Üstelik "Aferin" aldım hemşireden, kolsuz tişört giydiğim ve hırkamı hemen çıkarıp kolumu uzattığım için. Yani rafı boşaltıp dolabı deştiğime değdi. Söylediğine göre kat kat giyinip gelen ve dakikalarca üstündekileri çıkaranlar oluyormuş. Aşı işlemi bitince evrakçı hemşireden kimliğimi istedim, meğer kimliği çoktan pantolonun cebine atmışım. Gaf üstüne gaf yapıyorum bu aralar 😃

Yine güneş altında döndük eve, yol kenarında yeşillik satan bir köylü kadından maydanoz, dereotu, pazı, yeşil soğan ve kırmızı turp aldık. Öyle yeşil ve tazedeydiler ki pazıyı ve turpların saplarını akşam yemeğinde kavurup götürdük.

Ne diyeyim antikorumuz bol olsun, Covid cümlemizin semtine uğramasın...


 


9 Ocak 2022 Pazar

ŞALANJJJ 2 / 9 OCAK

Sabah güne önce 3. Selim'in Boğaziçi'nde sandal sefasını dinleyerek, sonra balkonda sokak kedilerinin kavgasını izleyerek başladım. "Ahşaptan Betona, Mecidiye'den Jetona" şahane bir podcast, tarihe ve mimariye meraklı iseniz tam size göre. 3. Selim acaip tantana ile çıkarmış Boğaz sefasına, etrafı gümüş parmaklıkla çevrilmiş bir sandalda yatar, biri sadrazam olmak üzere iki önemli devlet görevlisi de karşısında saygıyla otururmuş. Ama daha komik olanı önden giden bir sandalda kavukçubaşı denilen bir zat, padişahın değerli taşlarla süslenmiş bir şala sarılı kavuğunu yüksekte bir yerde tutarak sağa sola sallarmış. Böylece padişah onu izleyenlere selam vermiş oluyormuş. Sunucuyla aynı anda "Hay Allahım, yok artık" demişiz 😃Tabii sandal sayısı bu kadar değil, onlarca eşlikçisi mevcut, mesela öncü sandallarda ellerinde uzun sopalarla giden görevliler varmış, fazla yaklaşan kayıkları "Höt, pist, çekil bakayım, padişah geliyor" diye dürtüyorlardı galiba 😃Sarayburnu'ndan kalkan bu sandallar Kızkulesi'ne yaklaşınca borular çalıyormuş. "Uyumayın ahali, padişahınız gelmiş, kalkın tezahürat yapın" demeye geliyorsa artık. 

Kaç gündür yağan yağmur sabah bir parça güneşe bırakınca yerini balkona çıktım günün havasal akibetini belirlemek için, baktım 4'lü külhan bir kedi ekibi karşı kaldırıma geçiyorlar topluca. İki sarman, bir tekir, bir de siyahlı beyazlı BJK'li. BJK'lı hariç diğer üçü demir parmaklıkla çevrili küçük bir apartman bahçesine atladılar. Tabii siyah-beyaz da atlamak istedi, vay sen misin isteyen. Üçü bir olup yürüdüler üstüne garibanın. Kös kös kaçtı oradan. Aralarında nasıl bir husumet varsa artık. Derken iki sarman, bir tekir efe adımlarla çıktılar bahçemsi yerden, bizim apartmanın altındaki tabelacının ıvır zıvırını attığı bidonun başına geldiler. Onların çıktığını gören BJK hemen aynı bahçeye daldı, kolaçan etti, baktı işe yarar bir şey yok, o da terketti, diğerlerinin peşinden gelirken farkettim, ön sağ patisinde bir arıza var, diğerinden kısa. Sonra ne yaptılar bilmiyorum, geçtim içeriye. Havadan umudum vardı ama şu anda gök gürlüyor, şimşekler çakıyor. Antalya'da bulutlar bir haftadır ağlıyor. Yeni yıl sulugözlü geldi. 

Geçen hafta bir şalanj başlamıştık hatırlıyorsanız, Zihnin Arka Sokakları'ndan görüp ben de yapmaya karar vermiştim, her hafta bir soru, pazar günleri. Bugün 2. soruyu yanıtlayacağız. Haydi bakalım:

-Konuşmaktan en çok zevk aldığınız konu ne?

Tahmin edebileceğiniz gibi sanat, en çok da kitaplar. Sinema, tiyatro, konser, opera, bale, resim, heykel edebiyat. İlaveten gezip gördüğüm yerler. Genel olarak konuşmayı seven bir tipim. Ta çocukluğumdan beri. O kadar çok konuşurdum ki babamın kafası şişti bir gün, dedi ki; "On dakika konuşmadan dur, sana istediğin kitabı alacağım". Normal şartlarda kitap vaadi şahane bir şey, gün boyu aç dur dese dururum. Tabii çocukluk yıllarımda 😃 Ama gelgelelim konuşmadan, bilmem ki? Yine de kitap ödülü cazip geldi, "Tamam" dedim. Bir dakika, iki dakika, üç dakika ve ağlamaya başladım; "ben niye konuşamıyorum" diye. Anlayın işte.  4-5 yıl oldu sanırım, Ankara Radyosu'ndan bir prodüktör aradı beni, blogumu takip ediyormuş, kitaplarla ilgili bir program yaptığını söyledi ve canlı yayında konuk olarak katılmak isteyip istemeyeceğimi sordu. Önce tereddüt ettiysem de sonra kardeşimin ısrarıyla kabul ettim, yazdı ve Ankara'da idim zaten. Öğleden sonra 16.00'da stüdyoda canlı yayına katılacaktım. Sunucu tanınmış bir radyo spikeri. Genel anlamda konuştuk ve sonra stüdyoya geçtik. Füruzan'la başlayıp kitaplar üzerine 45 dakikalık bir konuşma gerçekleştirdik. Başarılı bir sunum olduğunu hem spiker, hem prodüktör bizzat söylediler ve sonra bana programın podcastini yolladılar. Aman tanrım ne çok konuşmuşum, nefes almadan. Zaten yapmam diyenden korkacaksın, spiker araya 3-4 soruyu zor sıkıştırmış. Arada dinledikçe gülüyorum hâlâ 😊 Fotoğraf o günden:


Haftaya pazar günü yeni şalanj sorusunda buluşmak üzere...


6 Ocak 2022 Perşembe

ARALIK OKUMALARI / 6 OCAK

Bu sabah egzersiz esnasında, "Bu Kız Çok Aç" isimli podcastte "Ali Muhiddin Hacı Bekir" şekercisinin tarihçesini dinledim 6. kuşak torundan. Öyküyü dinlemek güzeldi de dinlerken gözümün önünde akide şekerleri, lokumlar uçuşmasa iyiydi. Anneannem bir Hacı Bekir tiryakisiydi, mutlaka akide şekeri bulundururdu evinde, gidip gelip ağzına bir tane atardı. Özellikle fındıklısına bayılırdı, lakin fındık denilen şey biraz bayatlamaya meyilli bir arkadaşımız, hatta uzun süre kalırsa içinde birtakım  proteinli canlılar da oluşabiliyor. Anneannemin her şeyi gibi şekerleri de kıymetliydi, öyle her önüne gelene ikram edilmez, ancak hatırlı misafirlere çıkarılırdı, bir de kendi yerdi. O yüzden kimi zaman fındıklı akideler hemen tüketilmediği için yukarıda anlattığım akibete uğrayabiliyorlardı. Bir yaz tatilinde bir aile dostumuzla anneannemi ziyarete gittik, yanımızda ahbabın küçük torunu da var, onun için anneannem hiç bilmediği yaşlı bir kadın. Neyse oturduk, hatır soruldu, sohbet edildi, sonra anneannemin ikramda bulunası geldi-misafiri önemsediyse demek-gardrobun zor ulaşılan bir yerinden bir çanak akide şekeri çıktı, tek tek herkese sunmaya başladı. Daha çanağı görür görmez içindeki yabancı faunayı farkettim. Lakin yapacak bir şey yok, yaşlı kadın, halden anlarlar elbet diye, biraz da anneannemden çekindiğimden ses çıkaramadım. Büyükler şekeri alıp mendile sardılar, bir kenara koydular. Lakin torun küçük, tam ağzına götürecekken fındığın içindeki kurtla gözgöze geldi. "Aaa kurtlu bu!" diye bağırıp şekeri yere fırlattı. Anneannemin rengi değişti, kutsal akide şekerine saygısızlık ha! "Hani kız kurt?" dedi şekeri eline alıp, gözleri iyi görse zaten ikram etmez, o sadece şekeri ve fındığı seçiyor. "Kurt, murt yok bunda, ne uyduruyon" diye sinirlendi. "Ahacık" dedi çocuk, "görmüyor musun?" "Görmüyorum, hem kurtluysa da ne olacak, minicik şey, seni yemez ya, dul karıyım ben, bu kadarını alabiliyorum" diye pişkin pişkin üste çıktı. Anneannemin her hatalı tavrında geliştirdiği savunma mekanizması yine gündeme gelmişti: "Dul karı olmak". Çocuk ürktü, sustu. Ortalık biraz yatışınca kulağıma eğildi: "Bu dul karı kim? Pis midir biraz?" Ortalık yerde kahkaha atıp çocuğu suçlandırmamak, anneannemi daha fazla kızdırmamak için kendimi balkona zor attım. 

Anneannemin bir diğer bayıldığı Hacı Bekir ürünü çifte kavrulmuş lokum idi, Ulus'a giderken "Bir şey ister misin?" diye soranlara nazının geçtiği biriyse mutlaka ısmarlardı: "Bana Hacı Bekir'den 250 gram iki kavrulmuş nohun alıver". İşe girip da ilk maaşımı aldığımda ona 'iki kavrulmuş nohun' götürmüştüm. Umarım gittiği yerde de vardır.

Kitaplara gelirsek:

Aralık ayını geçen yılın başında aldığım, Koridor Yayınları'nın bez ciltli "Yeşilin Kızı Anne" serisinin 7 ciltlik kitaplarına ayırmıştım. Biraz kafa dağıtmak, Sümerbank basması benzeri elbiselere bürünmüş kitapların ellerimde dokusunu hissetmek ve ergenlik günlerime dönüp nostalji yapmaktı niyetim, gerçekten de öyle oldu. TV'de "Anne With An E" ismiyle 3 sezonluk dizisi de yayınlanan kızıl saçlı, çilli, geveze, hayalperest Anne'nin yetimhaneden AvonLea'ya gelişiyle başlayan kitap serisi 6 çocuğunun yetişkinliğine kadar devam ediyor. Esasen en küçük kızı Rilla'nın anlatıldığı son bir kitap daha var, onun bez ciltlisini bulamadım ama başka bir baskısı elimde, onu da okuyarak seriyi tamamlayacağım. Edebi anlamda beni fazla etkilemeyen ama ergenlik yıllarıma geri döndüren, eğlenceli zaman geçirten okumalar yaptım. TV'deki dizi aslında sadece birinci kitabı kapsıyor ve kitapta olmayan eklemeler yapılmış, aslında dizi çok daha detaylı kitaptan. Diziyi izledikten sonra kitapları okumak daha keyifli oldu, en azından karakterlere bir beden, bir yüz yakıştırabildim. 

Anne serisi dışında iki kitap okumaya fırsatım oldu, biri Nazım Hikmet'in oğlu Mehmet'in yaşam öyküsünün anlatıldığı, Sibel Oral'ın kaleme aldığı "İşitiyor musun Memet?", diğeri de Hakan Günday'ın son kitabı "Zamir" idi.

"İşitiyor musun Memet?" yer yer hüzünlü bir öykü, henüz çok küçükken babası yurtdışına kaçan, onunla çok az birliktelik yaşayabilmiş, annesiyle yurt dışına illegal yollardan çıkışı sağlanınca da babasını yine çok az görebilmiş bir çocuğun büyüme hikayesi. Kitabı kapatınca dünyayı kurtarmaya soyunmuş, büyük ideallere gönül vermiş kişilerin aslında evlenmemesi, evlense bile çocuk yapmaması gerekir diye düşünüyor insan. Zira ne birlikte oldukları kadınlara, ne de çocuklarına ayıracak zamanları, gösterecek şefkatleri pek olmuyor. Çocukları da eksik, kırık dökük bir yaşam bekliyor. 

"Zamir"e gelince tipik bir Hakan Günday kitabı, karanlık, bunaltıcı, ürkütücü, acıtıcı bir hikaye. Zamir henüz yeni doğmuş bir bebekken yaşadığı terör vakasiyla ölümden dönmüş, parçalanıp biraraya getirilmiş yüzü bir simge olarak kullanılmak üzere küçük yaştan itibaren yardım kuruluşlarında (Birinci Dünya Barışı Vakfı) çalıştırılmaya başlamış, görevi her koşulda savaşları durdurmak olan bir kişi. Kitap yer yer geri dönüşlerle Zamir'in öyküsünü anlatıyor, bunun yanısıra da dünyanın ahvalini sorguluyor. Açıkçası insanı umutsuzluğa sürükleyen, ağır bir kitap. Diğer kitaplarına göre ortalama buldum, bir "Az" ya da "Daha" değil benim için. Lakin pek çok gerçeği şakır şakır yüzümüze vurduğu için olumsuz yönde de olsa ufuk açıcı, ben yeterince bunalımdayim derseniz kendinizi zorlamayın ama yazarın tarzına alışkınsanız okuyun derim.

Fındıklı akide şekeri-kurtsuz olanından-tadında bir gün olsun...

4 Ocak 2022 Salı

HESAP-KİTAP /4 OCAK

Hava çok güzel bugün, güneşli, ılık. Almak istediğim birkaç parça şey vardı, hem de yürüyüş yapmış olurum diye çıktım evden.  Cumartesi günkü uzun yürüyşten dolayı dizler biraz sıkıntılıydı, fazla yormayım diye yakın çevrede bir tur atıp alacaklarımı alarak döndüm az önce. Fakat kafam nasıl dağınıksa gaf üstüne gaf yaptım.

Önce pastaneye girdim, minik bir yaş pasta (bugün Kocam Bey'in doğum günü), iki ayçöreği ve bir miktar tuzlu kuru pasta aldım, kafamdan hesapladığım miktar 100 liraydı, uzattım ve dükkandan çıkarken görevli arkamdan koşturup iki lira uzattı, fazla hesaplamışım. 

Sonra çiçekçiye girdim, kapı önündeki nergislerin fiyatını sordum, 7,5 lira dedi. İki demet istedim, çiçekçi arka tarafta lastik taktı saplarına getirdi, ben sordum: "Ne kadar vereceğim?" 😃 Haliyle ilkokula bu sene başladığım için aritmetiğim biraz zayıf 😃

Çiçekçiden sonra yolu uzattım, niyetim epeydir aradığım kağıt havlu tutacağına herhangi bir dükkanda denk gelmekti. Yol boyu üç yere girip sordum, hiçbirinde yoktu. Mutfak dolabına takılı askıyı yaz sonu kırdığım için fena halde yenisine ihtiyacım vardı. Askı asacak müsait yer kalmadığı için de mecburen çelik, dik olanlardan arıyordum. Sonunda dördüncü dükkanda buldum, hem de çeşit çeşit. "Haydi" dedim, "bulmuşken banyoya da alayım bir tane". Bir yandan da fiyat etiketlerine bakıyor, kafamdan hesap yapıyorum, hala akıllanmadım yani. 26,5 lira olan etiketlerin aldığıma ait olduğunu düşünerek şıpın işi kafa pazarlığı hazırladım ve askıları torbaya koyan adama "Yuvarlak hesap 50 olsun mu?" dedim. Adam yüzüme bir garip baktı, "48 lira tutuyor ama gönlünüzden 50 koptuysa 50 verin" dedi. Kafamı duvarlara vurmak istedim, bir gün için biraz fazla salaklık değil mi bu şimdi? Ben kiim pazarlık kim, ben kiim hesap kim 😃

Daha fazla gafa meydan vermemek için dosdoğru eve kırdım dümeni, kaldırım kenarı turunçları yerlere dökülüp patlamış, kimileri de küflenmişti. Pek üzülüyorum o turunçlara, haydi bunlar yol üstü, egzos çekiyorlar ama bahçelerde gördüklerimi de kimse toplamıyor. Oysa ne güzel olur salataya sıkmak onları, limonun verdiğinden kat kat fazla lezzet verdiği gibi mis gibi de kokuyor, kaynatıp ekşisini yapınca da kış boyu kullanılıyor. 

Turunçlara üzülüp şapşallığıma söylenerek geldim eve, bir kahve yaptım kendime, ayçöreğini de koydum yanına, nergisleri koklaya koklaya indirdim mideye, sefam olsun mu? Olsun valla, aritmetiğim zayıfsa da kuşlar pekiyi *

 

*"Aritmetik iyi/Kuşlar pekiyi-Cemal Süreya"
 

2 Ocak 2022 Pazar

ŞALANJJJ! / 2 OCAK

Şalanjj yazınca kendimi Öztürk Serengil sandım, onun da "Kelaj"ı meşhurdu ya. "Şalanj" lafı Ferminanım'dan kalma, bizim de hoşumuza gitti "Challenge" yerine onu kullanmayı tercih ediyoruz genelde, Fransız hissettiriyor insanı 😃 

Epeydir şalanjlandığımız yoktu, bugün "Zihnin Arka Sokakları" nın blogunda yeni bir şalanj görünce, hem de haftada bir pazar günleri yapmaya karar verdiğini okuyunca haydi ben de katılayım dedim. İnsan her zaman yazacak konu bulmakta zorlanıyor, hele de sosyal faaliyetlerin neredeyse sıfıra indiği şu pandemi günlerinde. 52 haftalık bir şalanjmış bu, Zihin Kardeş'in önerdiği gibi her hafta bir soru cevaplayarak yıl sonunu buluruz kısmetse. Ben ilk soruyla başlıyorum, pek de sevdim soruyu, tam dişime göre 😊

1- Büyürken yapmayı en çok sevdiğin şey neydi?:

Ben 14 yaşıma kadar tek çocuktum, kardeşim geç gelen bir bebek olarak doğduğunda ise neredeyse büyümüştüm. Tek çocuk olsam da hayli zengin bir arkadaş popülasyonuna sahiptim oturduğumuz sitede. Elbette ki özellikle yaz aylarında, sitenin son derece müsait bahçesinde, yanında ve arkasında göz alabildiğine uzanan boş arsalarda, bizzat apartmanın balkonlarında, merdiven sahanlıklarında, kömürlük önlerinde, balkon altlarında, hatta sitenin arkasındaki trafonun çıkmasında bile sayısız oyun oynadık. Bunlar çok güzeldi elbette, son derece severek, mutluluk içinde oynardım ama benim asıl sevdiğim şey kendi kendime kalmaktı. Tek çocuk olarak kendimi eğlendirmeyi iyi bilirdim. Beni saatlerce oyalayan ilginç meraklarım vardı. Bir kere okumayı öğrendiğim günden beri etrafım kitaplarla çevriliydi. Çevrede kıyamet kopsa da başımı kaldırmadan, kimseyi duymadan okuyabilirdim ama babamın tek maaşlı memur bütçesi istediğim miktarda kitabı karşılamaya elverişli değildi. O yüzden kitap hediye edildi mi mutluluğum tavan yapardı. Dayımın nişanlısı katıldığı ilk doğumgünümde ciltli, kırmızı kuşe kapaklı "Andersen'den Masallar"ı içindeki ithafla birlikte önüme koyduğunda gönlümü kazanmıştı. Hâlâ durur o kitap. Hediyeler zinciri her doğumgünümde farklılaşarak devam edecek, 36'lık bir sulu boya takımı, ardından ağzında biberonu ve yıkanacağı küvetiyle yumuşacık bir bebek tek çocuk hayal gücümü genişlettikçe genişletecekti. 

Evcilik oynamaya bayılırdım, dünyayı unuturdum oynarken. Ne senaryolar yazdım o boyu parmağım kadar olan bebeklerime. Büyük bebekler ilgi alanıma girmezdi, bazen iki tahtayı birbirine çatar, üstüne bir parça bez dolar, annemin dikiş makinesinden aşırdığım siyah bir makaranın ipliğiyle saç yapar, dünyanın en pahalı taş bebeğine sahipmişim gibi keyifle oynardım. Bir süre sonra kağıt bebekler girdi hayatıma. Semtimize büyük ve detaylı bir kitapçı açılmıştı: Sipahi Kitabevi. Her girdiğimde ağzımın sularını akıtan kağıt bebekler getirmişti, hepsi ithal. Kıyafetlerin bazıları kadife benzeri bir maddeyle kaplanmış olurdu. Elime geçen her parayı onlara yatırmaya başladım. Elimde kağıt bebek kartonuyla eve girdiğim an mutluluk saatleri başlardı, ince ince keser, çeşit çeşit giydirir, ne öyküler kurgulardım. Öykülere uygun pozlar verdirip bir de resimlerini yapardım. Sanırım en çok sevdiğim şey buydu, hala orada burada gördükçe heves eder, satın almamak için kendimi zor durdururum. Bir süre sonra kendim çizip kesmeye, giydirmeye başladım. İşi öyle ilerlettim ki moda mecmualarını önüme açıp orada gördüğüm modelleri çizip uygulamaya başladım. Kesiyordum, yapıştırıyordum, boyuyordum, desenler yapıyordum, dünyayı unutuyordum. Modacı olma yolundaki istidadım dersler ağırlaştıkça kayboldu ya da kaybolmak zorunda kaldı.

Bazılarına tuhaf gelecek bir başka oyunum daha vardı. Bizim kuşak Ayşegül serisi hikaye kitaplarını iyi bilir. Yapı Kredi Yayınları şimdi tekrar basıyor ama ne çizimler, ne öyküler eski kitaplara benziyor, isimler bile değişik. Hemen hemen bütün seriye sahiptim. Yaz tatillerinde kitaplardan birini önüme, küçük bir defteri de yanıma açar, saymaya başlardım. Kitapta kaç tane çiçek var, kaç tane araba var, kaç tane yiyecek var, kaç tane giysi var, daha neler neler. Tek tek sayıp kaydını deftere yazardım. Sayman olma hevesim de Ayşegül kitapları artık bana hitap etmemeye başlayınca geçti. 

Aslında daha yazacağım neler neler var da post çok uzadı, sıkmayayım sizi. Sizler de bu şalanja katılmak arzu ederseniz Pazar günü saat 10.00'dan sonra yeni soruyu görüp yazabilirsiniz. Hatta haftayı beklemeyin, bu soruyla başlayın derim.

Aşağıdaki fotoğraf o günlerden. Gençlik Ansiklopedisi de beni büyüten şeylerden biridir, açar açar maddeleri okurdum, babam balkonda yakalamış bir anımı (Duvarda asılı örümcek ağı benzeri şey radyo anteni, eskiden radyoların da anteni olurdu):



1 Ocak 2022 Cumartesi

HOŞ GEL YENİ YIL / 1 OCAK

Haftanın ikinci yarısı gökten su kütleleri halinde inen yağmurla, gök gürültüsüyle, şimşekle, fırtınayla, su baskınlarıyla geçti. Boğaçay taştı, köprüler geçilemez oldu, deniz ne bulduysa asfalta yığdı, Kumluca'da seralar kullanılamaz hale geldi. Tatsız günlerdi. Yılın son iki günü yağmur hafiflese de nem berbattı, içimizi üşüttü, benim gibi eklemlerinde metal ve plastik taşıyanları adeta paslandırdı. Bu kadarla kalsa, doğa olayıdır, geçer diyeceğiz de perşembe günü TV'yi açtığımızda simsiyah bir ekranla karşılaştık. Arka planda birileri konuşup dururdu ama kimdir, nedir anlamak mümkün değil. Gönlümüzle kabul etmesek de el mahkum bildik ki TV arıza yapmış. Ee, ertesi gün yılbaşı, kendim bizzat TV'ye bayılan biri değilim, neredeyse hiç izlemem ama yılın son günü de, hele kendi başımıza kutlamak zorunda kalınca insan iyi kötü ekrana bakmak istiyor. Oğlum telefonla birini buldu tamir için ama öyle yağmur yağıyor ki ne bizim götürmemiz, ne tamircinin gelip alması mümkündü. Ya sabır deyip günlük işlere döndük. Bir gün önceden ıslattığım yaprakları sarmak için hazırlığa başladım. Sıra soğanlara geldi, rondoyu çıkardım, soğanı, sarmısağı attım içine, taktım fişini, bastım düğmesine, hareket yok. Cılız mı cılız bir "vınn" sesi geliyor. Peki peki anladık, sen de bozuldun, yahu sözleştiniz mi? Teker teker gelin. Söylene söylene rendeyi çıkardım, başladım rendelemeye, çilem dolmamış dostlar. Parmağı kaptırdım bu defa rendeye. Aman Allahım sanki koyun kestik, habire kanıyor. Alt tarafı 2 milimlik bir kesik, nerden çıkıyor o kadar kan. Bant üstüne bant sarıp zor bela durdurdum-sanıyordum ama aslında ince ince ertesi güne kadar kanamaya devam etti. Şimdi meraktayım acaba Merkür retrosu benim için zamansız, özel bir atraksiyon mu düzenledi 😃

Sonuçta kesilen parmağa rağmen sarmayı sardık, TV ertesi gün tamir edilip akşam 19.00'da eve geldi, bereket içine sıkışan banknotun ebatı o kadar büyük değilmiş. Rondoyu tam sipariş edecekken oğlum yetişti imdada, evlerindeki hiç kullanmadıkları bir rondo pazartesi bana kargolanacak, kısacası ucuz atlattık 😃

Yılbaşı gecesi yemek masasıyla TV ekranı arasında geçti gitti, ne tadı vardı, ne tuzu. Özel günler, eş-dostla, çoluk-çocukla güzel. Yine de içimizde bir umut vardı, yılın ilk saatlerinde gelen zamlar tepemize çökünce umut konusu biraz sallantıya gitti. Hayırlısı...

Gelelim yılın ilk gününe, ilk iki aşı dozunu Sinovac olarak bünyeye alanlar için 5. doz aşı tanımlandı. Son aşının üstünden 3 ay geçmek şartıyla. Benim 15 günüm var ama Kocam Bey yılın ilk günü 5. dozunu alarak yeni yıla damga vurdu. Bugün hava bahardan kalmaydı. Paslanmış dizlerimi açmak için aşının yapılacağı hastaneye kadar refakatçi oldum. Daha önceki aşılarımızı da orada olmuştuk ama aşı mekanı değişmiş, hastane etrafında bir tur atarak ancak bulabildik, hayli de kalabalıktı diğerlerinin aksine. 

Yine de çok beklemedik, çip takma operasyonu bitince güzel havanın tadını çıkaralım, yürüyelim biraz dedik.  Şehri o kadar uzun zamandır ihmal etmişiz ki yıllardır sürekli geçtiğimiz caddelere bile ilk defa görüyormuşuz gibi bakarak yürüdük. Caddenin sonundaki parka girmeden önce Kadın Yarı'na bir göz atmak istedim, nicedir görmemiştim.

Biraz pasaklı göründü gözüme, ağaçların yaprakları döküldüğündendir belki. Buranın şehir efsanesi olmuş bir öyküsü var, ne derece doğrudur bilemem. Güya kadının biri sırtına sardığı bebeğiyle gelip uçurumun kenarına oturmuş. O sırada bebeğin sargısı çözülmüş ve uçurumdan aşağı düşmüş. Kadın acıyla bebeğin arkasından kendini atmış. O yüzden de bu yarın adı "Kadın Yarı" kalmış. Bu hikayeyi şehir dışından gelen konuğumuz bir kadına anlatmıştık buraya getirdiğimizde. Aklında nasıl kaldıysa 1-2 yıl sonra tekrar geldiğinde "Beni 'Avrat Atladı'ya götürsenize" deyip hepimizi gülmekten kırıp geçirmişti. 

Sonra parka daldık. Yat Limanı'nı uzaktan seyretmeye bayılırım. Haksız mıyım?

Biraz daha yaklaşalım:

Sokaklar da, park da çok kalabalıktı. Onca yağmur ve fırtınanın üstüne güneşli havayı gören yılın ilk gününü değerlendirmek için dışarı atmıştı kendini, tıpkı bizim gibi 😃

70'li yıllarda parkın bulunduğu alanda Devlet Hastanesi ve Sağlık Koleji vardı. Bu çiçek tarhlarının bulunduğu yerde Sağlık Koleji'nin binası vardı ve yaz sezonunda okullar kapanınca Sağlık Bakanlığı mensuplarına kamp hizmeti verirdi. 1975'te babamın mesleğinden kaynaklı biz de kalmıştık o kampta. Şimdi aklıma geldikçe aslında eziyet yaşadığımızı düşünüyorum. Yatakhane olarak kullanılan odalar kamp mensuplarına tahsis ediliyordu, sabahın 7'sinde yataktan kalkıp kahvaltıya yemekhaneye iniyor, saat 8'de de okulun otobüsüne doluşup Lara'da bize ayrılan bir alanda denize giriyorduk. Adeta askeri talim gibi, ne o tatile geldik. Öğleden sonraları serbestti ama sıcaktan dışarı çıkamayınca biz gençler okulun arkasındaki bahçeye iniyor, laklak ediyorduk. Fotoğraftaki ağaçların arka tarafında bir bahçe vardı, şimdi parka dahil. Keçiboynuzu ağacını ilk kez orada görmüştüm. 

Konfor yetersiz, gündelik hayat askeri talim tadında olsa da arka taraftaki odaların manzarası tam da böyleydi. Hoş, insan gençken manzarayı falan da fazla önemsemiyor. 

Şaka maka o kadar çok yürümüşüz ki yorulduğumuzu farkettik, döndük evimize. Dönüşte bizi bir sürpriz bekliyordu. Açık bıraktığımız balkon kapısından bir kumru misafirliğe gelmiş ve salonun girişine kimliğini bırakıp gitmişti. Yılın ilk günü kumru moku temizlemek de varmış kaderimizde 😃 Berekettir mi desek, haydi öyle diyelim, 2022 huzurlu, sağlıklı geçer dilerim, gelen gideni aratmaz...