.

.
.

31 Temmuz 2012 Salı

TEMMUZ BİTERKEN

Kavuran Temmuz biterken son güne şunları sığdırdım:


-Bütün kartlarımı yazdım, zarfladım, postaya verilecek hale getirdim. Birazdan gidip PTT'ye teslim edeceğim, gerisi onlara kalmış.
-Yeni bir kitaba başladım: "Kadınlar Dekameronu/Julie Voznesenskaya". Selgin'in önerisi, henüz başlardayım, biraz tercüme sorunu var gibi geldi. İlerleyen sayfalarda ne olur okuyup göreceğim. 
-5 kilo patlıcan, 3 kilo biber oyup, içine bâde koyup iplere dizdim ve balkon duvarlarına kolye diye astım (pek gadınım, pek hamaratım). Kuru dolma bizim evde çok sevilen bir yemek ve Antalya'da tüm kurutma çabaları çürüme ile sonuçlandığı için hazır sıcaklar bizi kuruturken patlıcanlarla biberleri de arada hallediversin dedim. 
-Şimdi Lale'nin tavsiye ettiği "Herşey Aydınlandı" filmini izleyip ardından kartlarımı postalamaya gideceğim.


Bu da günün güzelliği, Ece'min kedisi Puding, benim için özel verilmiş pozu ile. Kendisinin içinde bir insan ya da cin barındırdığından şüpheliyim:)

Ağustosunuz rastgele...

29 Temmuz 2012 Pazar

BİZİM EVDE HİÇ FERDİ ÇALMAZDI...


Rehavetin insan bünyesini kuştüyü bir yorgan gibi sarmaladığı sıcak bir günde okudum "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"yi. Elimde kitapla yerleştiğim kanepenin tam karşısına konuşlandırılmış vantilatör koca kafasını bir sağa, bir sola çevirerek durağandan esintiye çevirdiği sıcak havayı üstüme üfürürken ben kâh soğuk limonata, kâh maden suyu, kâh çay-kahve eşliğinde tükettim satırları. Kitabı bitirince bir başka arkadaşa devredeceğim için kurşun kalemle çizdim cümlelerin altlarını sık sık ve bitirdiğimde damağımda buruk bir tat kaldı.

Kahramanları bize benzeyen kitapları seviyorum. Evimizde ne bangır bangır, ne de alçak sesle Ferdi hiç çalmadı aslında, hatta Orhan Baba bile. Arabeski dışlayan bir neslin ahfadıydık. Bizim radyolardan "Yurttan Sesler", kasetçalarlardan kimi zaman Pop, kimi zaman Klasik Türk Müziği yayılırdı. Lakin yine de kitaptaki öyküler o kadar bizdendi ki. "Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar"daki Serkan'ın annesi üç aşağı-beş yukarı karşı apartmanımızdaki Nuran teyze, komşularsa sanki bizim komşulardı. "Bana Küstüler"deki iki arada bir derede kalmış delikanlı hali, "Her Kanser Erken Ölümdür"de kötü sonuç duymak üzere girilmiş doktor muayenehanesi ürküntüsü, "Bilye Hikmet"te çocuğun ölüm ve yılan karşısında duyduğu korku öylesine tanıdık. Yazarın "Kolları bilezikten prangaya vurulmuş gibi şangırdayan, günleri günle, akşamları televizyonla geçen, misafirliğe giderken terliğini götüren kadınların kendilerinden başka herkesin dedikodusunu herkesle yapabilecekleri, alevler içinde bir kazan" diye tanımladığı küçük bir kasabada-hatta büyük bir şehrin bir mahallesinde-hangimiz yaşamadık. "Ringo"da kahramanların arasına karışıveren kremalı bisküvi hangimizde şu duyguları uyandırmadı çocukken: "Kremalı bisküviyse analarının pötibörün içine lokum sıkıştırıp sokağa saldığı Kuran kursu arkadaşlarımıza karşı, önce ikiye bölüp kremasını sıyırdığımız, ardından da özendire özendire yediğimiz bir sefahat alemiydi o mahallede". Bu yaşa geldim, kremalı bisküviyi hala aynı şekilde yerim.

En hüzünle okudğum öykü oldu "Kadınlar Hep Olmadık Zamanlarda". Kaç yıl önce kaybettiğim ve hala çok özlediğim anneme yazılmış gibi hissettim: "Ama ben, haftanın yedi günü, en çok annemi özledim o zamanlardan bu zamanlara kadar. Anne ne güzel şey..." 

Sözün özü ben bu kitabı, bu kitabın doğallığını, sadeliğini, sıradan hayatların hiç de sıradan olmayan bir şekilde anlatılmış öykülerini, o naif kurgusunu çok sevdim. Alıp okuyun, eminim siz de kendinizden birşeyler bulacak ve siz de seveceksiniz. Bu yazı "Hep Klinsmann'ın Yüzünden" öyküsünden bir cümleyle bitsin: "Herşeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer."

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde/Mahir Ünsal Eriş
İletişim Yayınları/2012/152 sayfa

28 Temmuz 2012 Cumartesi

PÖFF!..


Bu aralar hemen her sabahı yukarıdaki gibi karşılayan bir tek ben miyim?

26 Temmuz 2012 Perşembe

42 DERECEDE BALKON MANZARALARI


-Biraz fazlaca kalsa kol derinizi orada bırakabileceğiniz kızgınlıkta balkon demirleri
-Apartmanın altındaki berber salonunun muhtemelen kuruyup takırdamış mor ve yeşil havluları
-Zavallı biberlerimizin köpek kulağı gibi sarkmış yaprakları
-Yoğunluğundan en ufak birşey kaybetmeyen egzos kokulu ve gürültülü araç trafiği
-İnsan neslinin yokolmadığına şükür dedirten, nadiren de olsa görülen iki ayaklı, omuzları çökük, ağızları açık yaratıklar
-Karşı sıradaki dükkanların hayattaki en büyük zevkleri kapı önünde oturup geleni gideni dikizlemek olan ama sıcaktan kendilerini kapalı kapılar ardında klima serinliğine bırakmış sahipleri
-Günde en az iki defa canhıraş feryatlarla geçen itfaiye arabaları
-Sıcaktan bayılmışcasına yere serilmiş mavi bisiklet
-Susuzluktan ağzı açılmış gibi duran ön kaputu kalkık beyaz otomobil
-Ve daha çabuk kurudukları için yağmur gibi inmeye devam eden akasya çiçekleri

Saat 17.30 itibarıyla balkondan görünen ahval budur, Ankara yanıyor...

25 Temmuz 2012 Çarşamba

BAYRAM KARTI ETKİNLİĞİ'NE KATILANLARA KÜÇÜK BİR NOT

Arkadaşlar, etkinliğe katılacaklarını bildirip bana adres gönderenlerin posta adreslerini bir liste halinde mail adreslerinize yolladım. 2 arkadaş (Kahve Keyfi ve mmerve) adres bildiriminde bulunmadığı için listeye dahil edemedim, hoşgörülerine sığınıyorum. Elinize ulaşmaması söz konusu olursa haber vermenizi rica ediyorum. Hepinize katılımınız için teşekkür ediyor, bundan sonraki istekleri ve adres bildirimlerini kabul edemeyeceğimi üzülerek bildiriyorum...

MADDE MADDE


-Bu yıl balkon bahçeye fazla zerzevat ekmedik, 5 saksı cherry domates, 2 saksı biber, bir de saksıların dibinde kendiliğinden çıkan semizotlarını aktardığımız bir başka saksı, o kadar. Domatesler tüm öğleden sonra cayır güneşin altında durdukları halde çok geç kızarıyorlar ama biberlerin maşallahı var, hergün 2-3 tane çıtırdak biber sunuyorlar bize. 

-Akasyalardan dökülen çiçekler canımdan bezdirdi. Oysa caddenin her iki yanında, apartmanların boylarını geçen ve neredeyse ilk gençliğimden itibaren tüm hayatıma devre devre tanıklık eden bu ağaçlara tutkuyla bağlıyımdır, bir nevi birlikte büyüme hali. Gelgelelim hiçbir yıl bu kadar intihar eğilimli olmamışlardı, kaldırıp kaldırıp atıyorlar kendilerini yerlere. En ufak esintide açık balkon kapısından hop içeriye, kürekler dolusu süpürüp atmaktan gına getirdim.

-Barış Uygur'un "Feriköy Mezarlığı'nda Randevu" isimli polisiyesini bitirdim, kolay okunan bir yaz kitabı. Polisiye severlere önerebilirim. Şimdi Ayşegül Devecioğlu'nun "Ağlayan Dağ, Susan Nehir"ine başlayacağım. 

-Şu anda kulağımda kulaklık var, Jordi Savall ve grubu Hesperion'u dinliyorum: "Estambul". Mestolmuş haldeyim.

-Sıcak evet ama o kadar şikayetim yok, Antalya'dan sonra Ankara için hayli yüksek olan bu derece bile pek etkilemiyor beni. Tek sorun uykuya dalana kadar, zira yattığım oda gün boyu güneş alıyor ve çektiği ısıyı gece bizlere hediye ediyor. Zor bela uykuya daldığım anda da kapıya bıraktığı tanıtım broşüründen hemşerim olduğunu öğrendiğim davulcu devreye girip "Başlarım uykundan" diyor. Ben hayatımda bu kadar çirkin davul çalan birini görmedim, hemşeri kıyağı bile yapamayacağım, o derece yani:) Sanırım adamın davuluyla arasında geçen, bir türlü affedemediği tatsız bir olay var. Resmen intikam alırcasına vuruyor tokmağı, tam bir kakafoni. Hem kendim, hem sinirlerim zıplıyor duyduğum anda. Oysa Antalya'da ritmiyle davulunu çalarken bir yandan da maniler söyleyen bir davulcumuz vardı. Oğlum bebekken tam balkonun altına gelir çalmaya başlardı. Gitsin diye bahşiş atardık, o da memnuniyetini belirtmek için daha uzun süreli çalardı:) Şimdi mumla arıyorum onu, hemşerimin davuluyla olan münasebetine şahit olduktan sonra.

-Artık bilgisayar başından kalkmam lazım. Vantilatör vızıltısı eşliğinde yapmam gereken bir sepet ütü var zira, kendime kolaylıklar, size güzel bir gün diliyorum...

24 Temmuz 2012 Salı

HAVA SICAK OLSA DA GEZERİZ BİZ

E hani ama, hala göndermedi bazı arkadaşlar adreslerini Bayram Kartı Etkinliği için. Lütfen bu akşama kadar tamamlayalım ki ben de listeyi size yarın ulaştırabileyim. Teşekkürler...

Dün ortalığı yakıp kavuran sıcağa rağmen kızkardeş ve ben, iki çılgın etnografik, kültürel, dinsel, folklorik ve gurmesel bir gezme yapmak üzere yollara düştük. İlk durak sık sık önünden geçtiğimiz, sağdan-soldan methini duyduğumuz ama bir türlü gidemediğimiz Kale civarındaki Gramofon Cafe idi. Ulus'dan bindiğimiz taksi ile yolların kapanmış olmasından dolayı yürüyerek belki 15 dakikada varacağımız yolu yaklaşık yarım saatte alabildik. Bir bakıma iyi oldu, bunca yıldır Ankara'da yaşayan biri olarak hiç bilmediğimiz sokaklara girip İstiklal Caddesi'ndekileri aratmayacak güzellikte ama bakımsız binalar, en az 60 yıldır aynı görünümünü koruyan küçük dükkanlar,  labirent benzeri çıkmazlar gördük. Varacağımız yere hiç ulaşamayacağımızı sandığımız anda da "geldik" dedi gördüğümüz yerler kadar ilginç sürücümüz. Koyunpazarı Yokuşu'ndan aşağı biraz yürüdük ve bunalmış bedenlerimizi Gramofon Cafe'nin şirin ve gölgeli ortamına attık. 


Elvis Presley köşesinin karşısındaki masaya oturup kırmızı gramofona diktik gözlerimizi. Bir kahkaha çiçeği gibi açılmıştı ve insana neşe veriyordu. 


Bu mekan gramofon ustası Ali Olcay'a ait, onlarca gramofona, yüzlerce plağa ve birçok değişik müzikal nesneye ev sahipliği yapıyor. Renkli tahta sandalyeleri, dokuma masa örtüleri, kapakları 45'lik plaklardan oluşmuş menüleri ile çok sevimli. Tuvaletin duvarları bile eski Ses mecmualarından koparılmış, sepya rengi sayfalarla kaplanmış.


Arka tarafta Ali Olcay'ın atölyesinin de bulunduğu yerde Orhan Gencebay'a ayrılmış özel bir bölüm var, sanatçıya özel bir hayranlığın olduğu kesin. Duyduğuma göre Orhan Gencebay'da bile bulunmayan 45'lik plaklar burada varmış. 


Kahvelerimizi uzunçalar koleksiyonundan seçtiğimiz ve bizim için pikaba yerleştirilen Banu'nun eski bir LP'ini dinleyerek içtik: "Bir rüyadır gelir geçer/Her aşk bir gün hayal olur/Unutulmaz denen günler/Unutulur unutulur".
Yolunuz düşerse Gramofon Cafe'ye mutlaka uğrayın, seveceğinize eminim.


Gramofon Cafe'den çıkınca yenilendiğini bildiğimiz ve billboardlarda "ziyaret ediniz" ilanlarını gördüğümüz Hacıbayram Camii'ne gidelim istedik. Restorasyon sonrası halini merak ediyorduk. Çocukluğumda annem bir dileği olduğunda "Hacıbayram'a ampul adadım" derdi, bir türlü bağlantı kuramazdım, sonradan aklımın suyu erdi o ampullerin kocaman avizeler için olduğuna. Annemin dileği tutarsa ampulu alır camii ziyarete giderdik. Ben aval aval bakınırken ve aklım kapıya bıraktığımız ayakkkabılarımda kalmışken annem ve anneannem ampulleri görevliye teslim eder, namaz kılıp dualarını eder dönüp gelirdik. Uzun zamandır gitmemiştim Ankara'nın bu en meşhur camiine. Yürüyerek gitmeye karar verdik sıcağa rağmen ve ilk sokakta karşımza yukarıdaki at arabalı sebzeci çıktı: "Oğlum bak giit..."


Hacıbayram'a gitmek için geçtiğimiz sokaklardan biri-ki Avizeciler çoğunluktadır orada-yeni restorasyonu bitmiş binalardan oluşuyordu ve çok güzel olmuştu. 


Uzun uzun yürüdük sıcakta, arada soluklanmak için durup heybetle yükselen Ankara Kalesi'ne baktık. Kale civarında da restorasyon var, bir çok bina yıkılmış, umarım güzel birşeyler çıkar ortaya.


Yürümekle kalmayıp epeyce de merdiven çıktıktan sonra ulaştık Hacıbayram Camii'ne. Hem cami, hem çevresi restore edilmiş, etraftaki binalar temizlenmiş, yeşertilmiş, düzenlenmiş. Lakin camiye girmek istediğimizde kapıdaki güvenlik görevlisi pek istekli olmadı, bodrum kattaki kadınlar bölümüne girmemizi önerdi. Camiin restore edilmiş halini görmek istediğimizi söyleyince gönülsüz de olsa "Siz bilirsiniz" dedi ama öyle bir söyleyişti ki ben girmemeyi tercih ettim, kızkardeş girdi ama fazla kalamadı. Sonra Kadınlar Bölümü'ne indik. Önceden var mıydı, sonradan mı eklendi bu bölüm bilmiyorum ama pek yeni göründü gözüme. Temizlenmiş, süslenmiş ama orijinal birşey göremedim burada, oymalı ferforje parmaklıkların üstüne yapıştırılmış pullar da bir camiye ne kadar yakışmış tartışma götürür.  Sanırım dışarıdaki aşırı sıcaktan kadınların bir kısmı uyukluyordu halıların üstünde, görevli kadınlar uyarıp kalkmalarını söylese de pek dinleyen yoktu. Hasılı camiin son halini göremedik, yan taraftaki Hacı Bayram Veli türbesine girdik, camie bitişik Augustus Tapınağı'na bir göz attık ve ayrıldık oradan. 

Sıcakta yürümelere doymamış olacağız ki bu defa rotayı Hamamönü'ne kırdık restorasyonu devam eden ve tamamlanmış, hoş bir görünüm almış binaların arasından geçerek ulaştık Ramazan'da hayli canlılık kazanan semte. 


Akşam olup iftar zamanı yaklaşırken Hamamönü'nde iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık oluşuyor. Tezgahlar açılıyor, restoranlar masalarını kapı önlerine çıkarıyorlar, her kapının önünde bir-iki müzisyen müzik yapıyor, bir TV Kanalı iftar programını canlı olarak Mehmet Akif evi önündeki parkta yapıyor, başka bir alanda kurulan sahnede konserler, seğmen gösterileri yapılıyor, hasılı ortalık insan ve ses kaynıyor. Hoş birşey aslında bu geleneklerin yaşatılması ve burada oturan halka da bir kazanç kapısı açılmış oluyor. 

Sokak aralarında biraz dolaşıp Sanat Sokağı'nda açılmış İş Bankası Kültür Yayınlarının Satış Mağazası'nı keşfedip kendime hayli düşük bir fiyata "Bahçe Çiçekleri" isimli resimli bir kitap aldıktan sonra pes ettik ve evlerimize doğru yönümüzü çevirdik. Sıcaktan biraz perişan olsak da güzel bir gündü, tekrarlamak niyetindeyiz...


23 Temmuz 2012 Pazartesi

BİR KİTABIN SEBEP OLDUKLARI


"Bir kitap okudum hayatım değişti" gibi kocaman bir laf etmeyeceğim tabii ki. Bu yaştan sonra okuduğum bir kitabın hayatımı değiştirebileceğini de sanmıyorum, gelgelelim bu kitap, bu incecik şey sayesinde şahane bir müziği, muhteşem bir sesi, olağanüstü bir müzisyeni tanıdım ve bu kadar geciktiğim için kendimi kitabın yapraklarının sayısı kadar kınadım (99 sayfaydı, o kadar yeter, 100 olmaz ısrar etmeyin:).

Sözünü ettiğim müzisyen Jordi Savall. 1941 yılında İspanya'da doğmuş ve küçük yaşta müziğe başlamış. "Viyola de gamba" isimli çellodan biraz daha farklı bir enstrümanın virtüozu olan Savall otantik müzikleri araştırmış ve kitlesel müziğe bir alternatif yaratmış. 1974 yılından beri Hesperion adındaki müzik topluluğu ve eşi soprano Montserrat Figueras ile çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırıp dünyanın değişik ülkelerinde konserler vermiş. Türk sazlarının kullanıldığı ve Dimitri Kantemir'in bestelerinden esinlendiği "Estambul" isimli çalışması da olan Savall "Dünyanın Tüm Sabahları" filminin müziklerini de yapmış ve film için eserleri pek gün yüzüne çıkmamış Saint-Colombe ve Marin Marais'in müziklerini yeniden yorumlamış. Geçtiğimiz yılın Kasım ayında ölen karısı Montserrat Figueras ise olağanüstü sesi ile insanın saatlerce dinleyebileceği bir soprano. Ailedeki sanatçı yön bu kadarla kalmıyor, kızları da arp sanatçısı. 

Enis Batur'un "Sır" isimli kitabı Sarvall ailesini konu alan küçük bir öyküyle başlıyor ve buradan hareketle gizemli ve karmaşık bir yön alıyor. Kitabı belli bir türe sokamıyorsunuz, anlatı değil, deneme değil, araştırma değil. Aslında en güzel ismi yazar kendisi koymuş kitabına: "Oynaşı". Gerçekten bir oynaşı bu kitap tür olarak, bir edebiyat şaheseri değil, hatta zor okunan bir kitap ama bana bu müzisyen aile ve olağanüstü müziklerini tanıttığı için müteşekkirim. Kitabın ilk satırında Jordi Savall adını okur okumaz araştırmaya başlayıp kulağımda onun müziğiyle devam ettim kitaba, son satırı takiben de "Dünyanın Bütün Sabahları" filmini izledim. "Estambul" isimli çalışmaya öyle bir çarpıldım ki ilk iş CD'sinin siparişini vermek oldu. Kısacası Jordi Savall ile tanışmam belki geç oldu ama güç değil muhteşem oldu. Aşağıdaki video da sizin için, bakın bakalım haksız mıyım...

Not: Bayram Kartı etkinliğine katılacak olan arkadaşlardan adresini göndermeyenler en kısa zamanda bildirimde bulunurlarsa sevineceğim. Teşekkürler... 

22 Temmuz 2012 Pazar

BAYRAM KARTI ETKİNLİĞİ

Sevgili arkadaşlar, kart etkinliğimize katılma süresi sona ermiştir. Katılmak istediklerini belirten blogger arkadaşların listesi aşağıdadır. Bir kısmının adresleri bana ulaştı, diğerleri de en kısa zamanda (mümkünse yarın akşama kadar) bana iletirlerse listeyi sizlere gönderebilirim. Bir kez daha belirteyim tüm katılanların adresi listedeki herkese gidecek ama kart gönderirken arzu ettiğiniz kişiye gönderebilirsiniz. Kartlarınızı lütfen zarf içinde ve eğer mümkün olursa pullu olarak göndermeniz katılan arkadaşlarımızın bir çoğunun arzusudur. Geciktirmeden postaya verirseniz de aksaklıkların önüne geçebiliriz. Katılımlarınız için teşekkür ediyor, adreslerinizi bekliyorum...

Katılımcı listesi:

BUGÜN SON

"Bayram Kartı Etkinliği"ne katılmak isteyen blogger arkadaşlar, lütfen bu akşama kadar isteklerinizi bildirin. Detaylı bilgi bir önceki postta.  Katılan arkadaşlar, sizden ricam da yan tarafta yazılı olan mail adresime kartların size ulaşabileceği posta adresini ve isimlerinizi göndermeniz. Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi olur, liste yapıp size yollayım ki atılan kartlar gecikmeden yerlerine ulaşabilsinler. Teşekkür ediyor, keyifli bir Pazar günü diliyorum...

20 Temmuz 2012 Cuma

HAYDİ BAYRAM KARTI YOLLAMAYA

Gününüz aydınlık ve keyifli olsun dostlar. Dün bir etkinlik duyurusu yapmıştım, sağolsun arkadaşlar ilgi gösterdiler, katılmak istediklerini belirttiler. Herhangibir şekilde duyurudan haberi olmayanlar için bir kez daha bilgi vereyim istedim. Yaklaşan bayramı vesile ederek eski bir geleneği canlandıralım istedik ve "Bayram Kartı Etkinliği" düzenledik. Posta kutusunda fatura ve kredi kartı ekstresi dışında çocukluğumuzdan alışık olduğumuz güzel birşeyler bulmak keyif verecek, renk katacaktır yaşantımıza. Katılmak isteyenler için kuralları bir kez daha aşağıya yazıyorum:

-Bu kez blog sahibi olma koşulu koyuyorum zira geçen sefer bazı sorunlar oldu, blogu olmayan dostlar beni affetsin. 
-22 Temmuz Pazar akşamına kadar katılma isteğinizi bildirmenizi rica ediyorum.
-Süre dolup katılan listesi kesinleşince adreslerinizi yanda görülen mail adresime isteyeceğim. Bir liste yapıp herkese göndereceğim. Siz ister tüm listeye, ister seçtiğiniz kişilere kartlarınızı yazıp postalayacaksınız. Adresleriniz liste olarak katılan herkese gidecek, bunu bilerek katılmanızı istiyorum. Ayrıca özel istek belirtmemenizi de rica edeceğim, hem beni hem katılımcıları zorluyor. 
-Kart seçiminde serbestsiniz, bayram temalı olması gibi bir koşul yok, canınız nasıl istiyorsa öyle seçebilirsiniz, hatta kendiniz yapabilirsiniz. 
-Bazı arkadaşlarımız PTT damgası yerine pul yapıştırmanın daha keyifli olacağını belirttiler, böyle bir imkan varsa pulu tercih etmeniz güzel olur.
-Adres listesi ulaştığında çok gecikmeden kartları postalamanız bayram nedeniyle oluşacak PTT trafiğinden etkilenmeden kartlarınızın sorunsuz ulaşmasını sağlayacaktır, zira diğer etkinliklerde en büyük sıkıntıyı bu konuda yaşadık. 
-O zaman haydi çocuklar aşıya, pardon kart etkinliğine...

Benim cepheye gelince:


Sabah kapıya gelen kargo paketinden bunlar çıktı. Snoopy aşkımı ve ayraç koleksiyonumu bilenler ne kadar mutlu olduğumu tahmin etmişlerdir. Bunları yollayan tatlı kıza bir kez de buradan teşekkür ediyor, kocaman sevgiler yolluyorum...

Bu ana kadar katılmak istediğini belirtenler aşağıda, istek geldikçe ekleyeceğim:

-Leylak Dalı
-Sanat Notları
-Dışavurum
-Fermina Daza
-Kara Kitap
-Kahve Keyfi 
-Anne Mahsustan 
-Gülşah 
-Neslihan'ın Çikolata Fabrikası 
-Cessie 
-Biraz Şöyle Biraz Böyle 
-Mavi Balon 
-Dersaadet
-Sabunlarım (Mine Özgür)
-Ece's Sun 
-İnsan Olmak 
-Kağıt Faresi
-Parıldayan Çiçek 
-Mutfak Aşığı/Doludolumutfak  
-Emili 
-Ness'in Kelebekleri 
-Buğday Tanesi 
-mmerwe 
-Çiğdemce 
-Vladimir'in Derdi  
-Aylağın Günlüğü/verbavolant

19 Temmuz 2012 Perşembe

BİR ÖNERİ

Rehavet içinde geçen bir yaz gününden selam olsun. Bugün sizlere bir öneriyle geliyorum, daha doğru öneri Sanat Notları blogunun sahibi sevgili Sinem'den. Yılbaşında yaptığımız kart etkinliğini katılanlar bilir, Sinem geçen yılın katılımcılarındandı, bu yıl meşguliyetleri nedeniyle katılamamış ama aklı da etkinlikte kalmıştı. Dün bana benzer bir etkinliği bayramda tekrarlamamız önerisiyle mail yolladı. Önce biraz düşündüm açıkcası, zira yılbaşında postada yaşanan sorunlar, bazı hevesli katılımcıların önce istekle başvurup sonra kimseye kart yollamamaları, birtakım özel istekler, bazı endişeler beni biraz yormuştu. Fakat Sinem'in arzusunu geri çevirmeye içim elvermedi, bir de bu tür etkinliklere yatkın uslanmaz ruhum yine hevese geldi. Şimdi oylamaya açıyorum, hayata geçerse "Bayram Kartı Etkinliği" adını vereceğim böyle bir etkinliğe katılmak ister misiniz? İsterseniz 2-3 gün içinde lütfen yorum bırakınız. Yalnız bu defa bazı şartlarım olacak, çünkü geçen defa çok bunaldım. Bu kez blogger olmayan katılımcıları kabul edemeyeceğim ne yazık ki, ayrıca geçen etkinliğe katılıp (daha doğrusu tek taraflı katılıp) kart yollamayan bloggerleri katılmak isteseler bile listeye alamayacağım. Kart gönderilmesi konusunda özel istekleri kabul etmeyeceğim (adresim falancaya gitsin, filancaya gitmesin ya da kartımı şu kişinin adına yazın şeklinde), beni mazur görürsünüz umarım zira yılbaşında küçük çaplı bir kaos yaşadım bu yüzden. 
Şimdi toparlayacak olursam;
-Öncelikle katılmak isteyenleri belirleyelim, süre 22 Temmuz Pazar akşamı sona erecek.
-Sadece blogu olan katılımcılar kabul edilecek.
-Herkesin adresi herkese gidecek, bu konuda çekincesi olan varsa lütfen katılmasın.
-Herkes tüm katılanlara kart yollamak zorunda değil, bu da biline. İster tüm katılımcılara yollarsınız, ister tanıyıp bildiklerinize, arzu ettiklerinize. Kısacası size tek bir kart da gelebilir, tüm katılımcılardan da kart alabilirsiniz. 
-Katılım süresi sona erdiğinde duyuracağım katılımcıların listesini (Blog ismi ile) ve sonra mail adresime isim ve adreslerinizi isteyeceğim. Adresler tamamlanınca bir liste halinde katılımcılara mail aracılığı ile göndereceğim. Gerisi size kalmış.

Sanırım yeterince açık oldu kurallar, şimdi katılmak isteyenlerin bu postun altına yorumlarını bekliyorum. Yeterli çoğunluk sağlanırsa etkinlik faaliyete geçecektir. Kestane kebap acele cevap:)

Bana gelirsek dedim ya günler yaz rehavetiyle geçiyor bu ara, sadece dün bir kutlama yemeği nedeniyle mutfak nöbetindeydim. Onun dışında "Bir avuç bostan, yan gel Osman" modundayım. Ankara akasyaları coşmuş durumda, bir yandan çiçek açıp bir yandan fazlalık çiçekleri konfeti gibi yağdırıyorlar yerlere, gelenin geçenin üstüne. Esintiyle balkona gelenler açık kapıdan içeriye doluyor ve yaz rehavetiyle domestosluktan durgun su kurbağasına dönüşmüş bünyeye iş çıkarıyorlar. Sokaklar çiçekten halı serilmiş gibi.


Tembellik saatlerime dünden beri kızçemin hediyesi kitap eşlik ediyor. Uzun zamandır  klasik okumuyordum, pek keyif verdi Andre Maurois'in "İklimler"i. Görsel olarak da çikolata paketini andıran şık ve minimalist bir tasarımı var kitabın, çok beğendim, ayrıca Tahsin Yücel çevirisi ki kendisi yazın dünyasında tek geçtiğim isimlerdendir. Yayınevinin adının Helikopter olması da ayrı bir hoşluk, kısacası bu kitap bana iyi geldi. Şimdi daha iyi olmak için kitabımı alıp köşeme çekileceğim, siz de şu "Bayram Kartı Etkinliği" üzerine düşünün diyorum. Haydi kalın sağlıcakla...

Katılmak isteyenler (istek geldikçe ekleyeceğim):
-Sanat Notları
-Dışavurum
-Fermina Daza
-Kara Kitap
-Kahve Keyfi 
-Anne Mahsustan 
-Gülşah 
-Neslihan'ın Çikolata Fabrikası 
-Cessie 
-Biraz Şöyle Biraz Böyle 
-Mavi Balon 
-Dersaadet
-Sabunlarım (Mine Özgür)
-Ece's Sun 
-İnsan Olmak 
-Kağıt Faresi
-Parıldayan Çiçek 
-Mutfak Aşığı

17 Temmuz 2012 Salı

YENİ MEKANDA HOŞ BULUŞMA


Antalya'dan geldim geleli Bilge ve Annesi ile bir türlü hayata geçiremediğimiz buluşmayı nihayet bugün gerçekleştirdik. Dün Kızılay'da yaptığım alan araştırması sonucu kapanmasına ağıtlar yaktığım Akman'ın yerine hoş bir mekanın açıldığını ve Akman bozası bile satmaya başladığını tesbit etmiştim. Orada buluştuk küpeleri askılı entarisiyle uyumlu güzeller güzeli Prenses Bilge ve annesiyle. Ben acilen bir boza ısmarladım, Akman'ınkilerin aynısı tarçınlık ve bardakla gelince de eski bir tanıdığı görmüş gibi sevindim.


Mekan Goralı olmuş. Goralı gençlik yıllarımızdan aşinadır bize, o zamanlar Sakarya Caddesi'nin girişinde, "Goralı sandviç"leriyle hayli rağbet gören bir kafeterya idi. Kuyruğunda beklemiş, sandviçlerinden yemişliğimiz vardır. Bir nevi eski dost yani. Taşınan çok sevdiğiniz komşunun dairesine, eskiden tanıdığınız bir ahbabın yerleşmesi gibi oldu bu durum, Akman'ın kapanışından doğan üzüntümü azalttı. Ayrıca yenilenmiş, şıklaşmış ve modernleşmiş, genel havası da bozulmamış. İçerideki vitraylar da yerli yerinde duruyordu. Hatta camekanın üstündeki ışıklı "365 gün boza" yazısı da yanıp sönmeye devam ediyordu. 


Hâl böyle olunca biraz sevindirik oldum, garsonların kibar tavrı ve ilgisi de eklenince bir Goralı sandviç yemek şart oldu. Damağımın alıştığı eski tadı bulamasam da eski bir dostla muhabbet etmişim gibi geldi.  Temiz pak giyimli genç garsonlar etrafımızda dört döndüler, muhtemelen bunda Prenses Bilge'nin etkisi de çok oldu. Kendisine özel pastalar geldi ikram olarak. Bilge de bu durumdan hoşnut garsonlardan birine kağıttan kuğular yaparak hediye etti, aralarında hafif flörtöz durumlar yaşandı:)) Bu yıl okula başlayacak Bilge hanım, abla oldu artık.

Hasılı yeni bir mekanı keşfetmek ve Bilge ve annesiyle görüşmek pek keyifli oldu, en kötü günümüz böyle olsun diyor, cümleten sevgiler yolluyorum...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

SERİNLETEN ÖNERİLER

Antalya kadar olmasa da dışarıda şık bir sıcaklık, tepemde de tadilat yaptıran üst kat komşudan gelen beyin oyucu matkap sesi varken serinleten ve rahatlatan çareler yaratıp sizlerle paylaşayım dedim, kendim için birşeyler istiyorsam namerdim:))


-Limonlu soda; velinimetim, diyet günlerimin yoldaşı, colayı terketttikten sonraki yol arkadaşım, berrak, baloncuklu, kalorisiz sıvı. İçerim ülen seni:))


-Ayran Aşı, nam-ı diğer soğuk çorba; sulandırılmış tuzlu süzme yoğurt içine haşlanmış aşurelik buğday, haşlanmış nohut, taze nane katılarak oluşturulan nefaset. Pul biber ve az zeytinyağı hatta arzu edilirse buz eklenerek lüpletilmesi tavsiye olunur.


-Dün akşam başlayıp bugün akşama kalmadan bitireceğime emin olduğum kitap; Filedelfiya Alaşehir'in Bizans dönemindek adı, öyküler orada geçiyor, sıradan mahalle insanlarının sıradışı hikayeleri. En çok esinti alan köşede tercihan iki seksen uzanarak okunmalıdır. 


-Neon ışıklı pavyon tabelası kılığına girmiş mini bilgisayar vantilatörü. Çenealtı bölgesinde benim gibi musluk olan terleme erbapları için birebir, yüzünüze vuran serinlikle kendinizi ister Ayder yaylasında farzedin, ister Uğultulu Tepeler'de.

Daha da ne yapayım sizin için ha, ne yapayım, Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası olamam ya:))

15 Temmuz 2012 Pazar

TATİL BÖLÜM 4

Sondan bir önceki günümüzde komşu koylara gitmeye karar verdik. Havanın biraz serinlemesini bekleyip düştük yola.


İki taraflı zeytin ağaçlarının arasından yol aldık. Sedefli yaprakları, güngörmüş gövdeleri ile bilge ağaçlardır zeytin ağaçları, çok severim. Martılar da çok seviyormuş duyduğuma göre, acı macı demeyip götürüyorlarmış dallardan sarkan meyveleri. Bu yüzden çeşit çeşit korkuluklar asmışlar zeytinlere, bazılarına gülmekten çatladımsa da bir kısmını karanlıkta görsem hücceten giderim ama martılara vız geldiğine eminim.


Zeytinler arasındaki yolculuğun sonunda Kazıklı Koy'a ve yukarıdaki manzaraya ulaştık. Deniz tıpkı bir kazık gibi uzanmış karaya doğru, ismi oradan geliyormuş. Sakin, sessiz bir koy, birkaç yazlık site var ama denizi yosunlu. Bozbük'ün içme suyu duruluğundaki denizinden sonra burun kıvırdık doğal olarak:)


Kıyıdaki kahve-lokanta karışımı salaş mekana yerleştik çay içmek için. Akvaryum desenli masa örtülerinden sonra dikkatimizi kıyıya bağlanmış sallar çekti. Arzu ederseniz saldaki masalara yerleşip kıyıdan açılabiliyormuşunuz. Vaktimiz yoktu, bir dahaki sefere dedik. 


Çaylardan sonra sahil boyu keşif yürüyüşü yaptık. Gövdeleri saç örgüsüne dönüşmüş yaşlı zeytinler, ahır olarak kullanılan eski bir sarnıç, yamuk ankesörlü bir telefon kulübesi, ufak bir tekne çekek yeri görüp döndük. Görülecek daha fazla birşey olmadığına kanaat getirince Gürçamlar'a gitmek üzere yola koyulduk. 


Önce sahiline uğradığımız Gürçamlar'da denizin içinde elbiseleri suyun basıncıyla şişmiş üç tane tombul teyze cıpcıplıyordu. Rahatsız etmemek için fazla kalmadık ve yol üstünde gördüğümüz gözlemeciye gitmek üzere geri döndük. Fotoğrafta gördüğünüz mekan bir çiçek serası değil, sözkonusu gözlemecidir. Boş bulunan her toprak parçasına çiçek dikilmiş.


Girişin sağındaki ufak ağılda iki minicik oğlak vardı ki bakmalara doyulmaz, şirin mi şirin. Hiç yüz vermediler ama, o kadar maskaralık yaptık ilgilerini çekmek için aldırış bile etmediler, ciddiyetle önlerindeki otları yemeye devam ettiler.


Güneş yavaştan alçalırken çiçekler arasındaki masalardan birine yerleştik. Mekanın heryerinden birşeyler sarkıyordu, önce asmadan sarkan koruklara değdi kafamız sonra süs kabaklarına. Işıklar yandığında kırmızı renkli boncuklar, sepetler, fenerler gözümüzü aldı bu defa. Kitsch ötesi bir dekordu ama şirindi ve ilginçti. 


Tıknaz bir yapısı, vücuduna oranla kısa olan bacaklarına giydiği şalvarımsı kapri pantolonu, simsiyah küt bıyığı, simsiyah saçları ve altın dişleri ile işletme sahibinin kendisi kadar zevkleri de ilginçti, yukarıdaki gül desenli çay bardağı ve uyumlu tabağında olduğu gibi. Bunlar önden keyif çayı olarak geldi. Odun ateşinde pişmiş otlu gözlemelerimiz eşliğinde gelen çay bardakları ise daha değişik bir forma sahipti. Hasılı kendine özgü bir mekanda, çiçek kokuları arasında son derece lezzetli gözlemeler yiyip son derece düşük bir bedel ödeyerek ayrıldık Gürçamlar'dan. 

Gece sahile yaptığımız veda ziyaretinin ardından 2-3 saatlik bir uykuya çekildik ve güneş doğarken Ankara'ya doğru yola koyulduk. Bizi son derece sıcak karşılayıp ağırlayan dostlarımızın yanında bir uğurlayıcımız daha vardı. Geldiğim gün sabaha karşı çatının açık penceresine konup garip ötüşüyle ödümü kopararak uykudan uyandıran Bay Baykuş bitişik binanın balkonuna tünemiş "güle güle" diyordu.

Bir tatil böyle bitti, yorucu ama keyifliydi. Daha nice tatillere diyor, sabırla beni izlediğiniz için teşekkür ediyorum...

13 Temmuz 2012 Cuma

TATİL BÖLÜM 3

Marmaris'ten gözüm artık kullanılmayan okaliptüslü yolda kalarak ayrıldım. Ne güzel bir yoldu o, keşke hala kullanılıyor olsaydı. Bu kez uykumu aldığım için sütçü beygiri kıvamına geçemeden ilk durağa ulaştık; Bafa Gölü. Cayır cayır yanan güneşin altına arabayı parkedip daha önce denediğimiz göl kenarı restoranlardan birine yerleştik. Gölle masamızı ahşap bir parmaklık ayırıyordu, bu sayede hem rüzgardan yararlandık, hem çarpan dalgalardan sıçrayan damlacıklarla serinledik.


Sipariş ettiğimiz balıklar gelene kadar arka masadakilerin "Ne Giysem" programıyla ilgili görüşlerine, ön masadaki kalabalık grubun  gürültülü sohbetlerine ister istemez kulak kabarttık. Neyse ki siparişlerimiz masaya gelmeden hesaplarını ödeyip gittiler. Izgara levrek çok güzeldi ama asıl gözümü döndüren mis gibi sızma zeytinyağına yatırılmış kekikli-kırmızı biberli kırma zeytinler ve mısır ekmeği oldu. "Evden uzaktayken yenenler kilo yapmaz" düsturuna sadık kalarak götürdüm bir tabak zeytini, sefam olsun:) Karnımız doyunca yola revan olduk tekrar ve kısa süre sonra menzile ulaştık. Akbük'ten geçerken yamaçlardaki ormanları çirkin beton siteler yapmak uğruna katledenlere sunturlu küfürler savurdum. Dağın ta tepesindeki bir evi yazlık olarak kim satın alır ve bundan nasıl bir fayda umar halen meraktayım.

Arkadaşlarımızın yazlığının bulunduğu Bozbük Koyu'na geldiğimizde gece başlayan diz ağrım kasığıma vurmaya başlamış ve şiddetini arttırmıştı. Bir süre sonra iyice kötüleşti, seke seke yürümeye başladım, sebebini çözemediğim ağrı yüzünden zorunlu istirahat yapmak durumunda kalsam da vakit akşama yaklaşırken aklım Haydar Koyu'na kaymaya başlamıştı bile. Halime acıyan evsahiplerim elime çakma bir baston tutuşturup arabayla koya kadar götürdüler beni. Anneannem boşa dememiş "Kadın kısmına gökte düğün var deyin, merdiven kurar" diye:)


Lakin seke seke, binbir zorlukla geldiğim koy iki yıl önce hayran olduğum koy olmaktan çıkmıştı. Sağolsun günübirlikçiler en ücra köşelere kadar pet şişeler, naylon poşetler, mısır koçanları, çekirdek kabukları, bira kutuları serperek imzalarını atmışlardı. Yine de batan güneşle pembeleşen sular hala umut vadetmekteydi.

Bozbük'teki ikinci günümüzü ağrısı biraz hafifleyen bacağımı dinlendirerek ve yanımda getirdiğim Taner Baybars'ın "Uzak Ülke-Bir Kıbrıs Çocukluğu" kitabını okuyarak sakin bir şekilde geçirdim, akşama doğru artık normal yürüyüşüme döndüğümde arkadaşlarımız bizi Didim yakınlarındaki "Sahte Cennet" denilen yere götürdüler.


"Sahte Cennet" ismini hakedecek aşırı bir güzelliğe sahip olmasa da sakin ve huzurlu bir yerdi. Koltuk kılıfları Türkiye'nin turistik yörelerinin resimleriyle bezenmiş bir cafeye yerleştik çakma huriler olarak ve nostaljik şarkılar dinleyip dünyevi içkiler içtik, güneş batmaya yüz tutarken eve ulaşmıştık bile. 


Gecenin ilerleyen saatlerinde kumsala doğru bir yürüyüş eyledik. İki yıl önce gölgesinde serinlediğimiz güzelim palmiye kurumuştu ne yazık ki, hatırasına hürmeten yakınındaki şezlonglara uzanıp "Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında" şarkısını terennüm ettik. Geceyarısı kumsalda olmak, gökyüzünü seyredip dalgaların hışırtısını dinlemek şahane birşey, insana sonsuzluk duygusu veriyor. 


Ve nihayet ertesi gün deniz sezonunu açabildim. Koltuğumun altında Taner Baybars'ın kitabı, yanımda arkadaşımla gittim plaja ve denize girmeyi çok sevmesem de Bozbük'ün insanda bardağa koyup içme duygusu uyandıran berrak sularında cıpcıpladım. Bu ritüel günde iki kez olmak üzere iki gün sürdü ve bana yetti. 


Güneş altından bir top gibi denizin kızıl sularına inerken vedalaştık ve ayrıldık plajdan. Bozbük'teki ve tatildeki son gün için bakınız yarınki yazı...

12 Temmuz 2012 Perşembe

TATİL BÖLÜM 2

Nerede kalmıştık? Eveet Marmaris'te arkadaşların balkonundaydık ve karşı duvardaki bir yazı bize mucizelerin zaman alacağını anlatıyordu. "Peki" dedik ve bir diğer önemli konuya geçtik: Nuri ile tanışma.


Nuri evin tombul, bol tüylü, çakır gözlü ve yakışıklı kedisi. Son derece vakur, sakin ve beyefendi. Öyle ki kedi milletiyle hiçbir şekilde yakın temasta bulunamayan beni bile karizmasıyla altetti. Sırnaşmadan, pati atmadan, sürünmeden etrafımda dolaşıp dayanılmayacak bakışlar fırlattı o güzel gözleriyle ve beni kendini sevmeye ikna etti. Burada itiraf ediyorum, bunca yıllık hayatımda ilk kez bir kediyi mıncıkladım saygıdeğer takipçilerim, böylece kayda geçsin. Aynı duyguları farklı bir kediye hissedeceğimden de şüpheliyim, kalbimi Nuri'ye verdim, bir başka mırnavı sevemem sevemem sevemem:))




Nuri ile aramızda düzeyli bir ilişki geliştirip karnımızı da doyurduktan sonra coşkulu Marmaris akşamlarına akmaya karar verdik. Bizim akış hattı yürüyüş ve sonrasında renkli ışıklarla bezenmiş sulak bir cafede çay-kahve düzeyinde kaldı. Etraftaki müzik seslerinden ve gürültüden duyduğumuz rahatsızlık çağlayandan şırıltılı bir dereciğe geçiş yaptığımızın işaretiydi. Tüm bu süslü sözleri özetlersek "Bizden geçmiş arkadaş" :))

Felsefî duvar yazısına bakan balkonda eski dostlarımızla yaptığımız doyumsuz sohbetle sonlandırdığımız gecenin sabahında Datça istikametine doğru müteveccihen yola çıktık (buradaki müteveccihenin kelime anlamının ne olduğu konusunda kesin bir bilgim yok ama kullanmasını seviyorum, havalı duruyor:). Esasında Datça planımıza Zero da dahildi, buluşacaktık ve kimbilir ne güzel zaman geçirecektik ama kader "hop" dedi. Bir yakınında aniden ortaya çıkan sağlık sorunu Zero'nun acilen İstanbul'a gitmesini gerektirdi ve biz de Datça planımızı günübirlik olarak değiştirdik. Datça'ya yaklaşırken ilk ve değişmez durağımız Kızlan Köyü civarındaki değirmenler ve 6 yıl önce görür görmez vurulup evlat edindiğim zeytin ağacım oldu.


Ağacım iyi, keyfi yerinde. Sarıldık, kucaklaştık, sevip okşadım biraz. Güneşin tepe delen ışınlarından dolayı muhabbeti uzatamadım, yine görüşmek dileğiyle ayrıldık, değirmenlere bir el salladım ve yola devam ettik.

Vakit öğleye yaklaşırken buharı tüten bir sıcakta ulaştık Datça'ya ve kendimizi kocaman bir dut ağacının gölgesine yerleşmiş çay bahçesine attık. 


İnsanlar cıpcıp denize girerken, çocuklar var güçleriyle bağrışırken, derisi kahverenginin en koyu tonuna bürünmüş bir kadın kendini siyaha dönüştürmekte iddialı, güneşe karşı sereserpe yatarken biz dutun koyu gölgesinde arabadan iner inmez gördüğüm bir dükkandan aldığım Datça'nın meşhur taze bademlerini götürdük. Üstüne çaylar içip gözlemeler yedik, havanın nisbeten serinlediği bir anda da Palamutbükü'ne gitmek üzere vedalaştık dut gölgesiyle. Şehirde küçük bir tur atıp yola koyulduk.


Zeytinlikler arasından tırmandığımız pek düzgün olmayan virajlı yol biraz zorlasa da tepeden gördüğümüz manzara anında keyfimizi yerine getirdi. Palamutbükü gitar formundaki adasını karşısına almış, pastoral bir tablo gibi uzanıyordu ayaklarımızın altında.


Sahil boyunca uzanan şirin tahta iskemleli kahvelerden birine yerleşip mide bastıracak sıvıları tükettikten sonra sandaletlerimin gölgesi vurmuş taraklı patilerimi berrak denizin içine saldım ki rahatlasın garipler. 



Çıplak ayaklı plaj turundan sonra sıra Palamutbükü'nün keşfine geldi, zaten hepsi bir avuç yer, beğendiğimiz görüntüleri fotoğraflayarak dolaştık cadde boyunca. Kısacık bir zaman süresine sığdırmış olsak da ben bu şirin beldeyi pek sevdim.

Güneş tepelere doğru eğilirken biz dönüş yoluna düşmüştük bile. Marmaris'e vardığımızda hava kararmıştı. Yorgunduk ama gelen telefon üzerine "Buğday Tanesi ve Ness'in Kelebekleri'ni görmeden gitmem abi" dedim yüzüme yeşil yeşil bakan Nuri'ye. Çok da iyi etmişim; gecenin ta ileri bir saatinde, bir fincan kahvenin başında, kısacık bir zaman dilimine sığdırdığımız sohbet ve o güzel kardeşleri görmek doping etkisi yaptı bana. Sizi seviyorum şeker kızlar:)


Ve ertesi sabah bizi sıcacık duygularla ve güleryüzle ağırlayan sevgili dostlarımıza, Nuri Beyefendi'ye, felsefik balkona, balkondaki iştahla çiçek açan begonyalara ve gündüz gözüyle pek göremediğimiz Marmaris'e veda edip Bozbük'e doğru yola koyulduk.

3. bölüm için bizden ayrılmayın dostlar...