.

.
.

26 Kasım 2020 Perşembe

26 KASIM (HASİBE TEYZE VE BAŞKA ŞEYLER)

 Birkaç gündür sabahın köründe uyanıyorum, evvelsi gün sabah 5'te kalkıp oturdum ve akşam yemeğinden sonra sızana kadar hayali fener gibi dolandım, derdim neyse. Dün 7'de açıldı dünyaya gözlerim (doğmadım, sadece uyandım 😃), kendimi zorla yatırdım. Bugün 8'e kadar sabredebildim. Kalktım ve Netflix'te bir film açtım: "Hillbilly Elegy", ne demekse. Amy Adams ve Glenn Close vardı ana rollerde. Aslında evde film izlerken konsantre olamıyorum, sürekli kalkıp dolanıyor, yiyip içiyor, izlerken başka bir şeylerle daha meşgul olmak istiyorum. Artık düzenli TV seyretmiyorum ama seyrettiğim zamanlarda da mutlaka elimde ya örgü, ya dikiş, ya da benzeri bir şey olurdu. Filmi de Candy Crush, Toyblast falan oynayarak izledim, 1,5 saatlik film 3 saat falan sürdü sürekli başka şeylere kalkıp oturmaktan. Çok da sevemedim zaten. Glenn Close büyükanne rolünde çok iyiydi, kendisinden pek hazetmem ama oyunculuğunun hakkını yiyemem. Dün de Sophia Loren'li "Onca Yoksulluk Varken"i izledim. iki kere kitabını okuduğum, bir kez Simone Signonet'in başrolunde oynadığı, 1977'de çekilmiş filmini izlediğim ve çok sevdiğim eserin bu uyarlamasından hiçbir duygu geçişi alamadım. Oyunculuklara lafım yok, özellikle Sophia Loren'e, seksenli yaşlarında bile klas bir kadın. Lakin ağzımızı açık bırakacak bir yapım olmamış Fransa'dan İtalya'ya taşınmış olsa da.

Filme verdiğim aralardan birinde yerde dolanan pamukçukları farkettim, Western filmlerindeki çöllere dönmüş zavallı evim bakımsızlıktan, hani orada da çalılar, tozlar yuvarlanır durur ya ortalıkta, aynı öyle 😁 "Kalk" diye buyurdum kendime, "kış uykusuna yatmak insanı ev işlerinden muaf tutmuyor". Kalktım, büyük süpürgeyi çıkarmaya üşendiğimden pratik süpürgeyi açtım. Emiş gücü diğeri kadar yüksek olmadığından halıya yapışmış iplikleri falan mecburen elimle toplayıp makineye ikram ettim. Bunu yaparken Hasibe Teyze geldi aklıma. Hasibe Teyze annemin genç kızlık yıllarından beri arkadaşı idi, şimdi muhtemelen öbür tarafta buluşup bizi çekiştiriyorlardır. Benimle yaşıt bir kızı vardı ve erken sayılacak bir yaşta aramızdan ayrılana kadar sık sık görüşürdük. Ne zaman bize gelse oturduğu yerden halıya yapışmış iplikleri, ufak tefek şeyleri dikizler, sonra da pıt pıt toplar atardı. Fahri görevi halı üstü çerçöp toplayıcılığı idi sanki. Boylu boslu, bebek gibi güzel yüzlü bir kadındı, kendisinin inadına ufak-tefek, Hintli oyuncu Raj Kaapor'a benzeyen bir kocası vardı, Aslan amca. Sadece boyu posu değil, huyu suyu da Hasibe Teyze'nin tam aksi idi, karısının cevval, keskin dilli, girişken, konuşkan hallerinin tersine sakin, sessiz, içine kapanık bir insandı. Annemden duyduğuma göre o sessiz sakin Aslan amca Hasibe teyzeyi kaçırmış öyle evlenmişler. Bu konu gündeme her geldiğinde babam Hasibe teyzeye yemin verir ve şu anekdotu anlattırırdı: Yaşı küçükmüş Hasibe teyzenin Aslan amca onu kaçırdığında, haliyle mahkemelik olunmuş. Hasibe teyze ifade vermeye gidecek, Aslan amca tembihlemiş, "Ben gönlümle kaçtım diyeceksin" demiş, muhtemel ki gönüllüymüş zaten. Ama Hasibe teyze böyle şeylere alışkın değil, çok heyecanlanmış. Mahkemede hakim sormuş: "Anlat bakalım kızım, zorla mı kaçırdılar, gönlün var mıydı?". Heyecandan ne diyeceğini unutan Hasibe teyze susup kalmış, hakim üsteleyince de Aslan amcaya dönüp "Aslaaan, ne diyecektim ben, unuttum?" demiş. Her anlatıldığında kahkahalara sebep olurdu bu anektod, biz gülerken Aslan amca mahcup mahcup gülümserdi, nurlarda yatsın. 

Hasibe teyzenin diline düşmeyegör, ne iyiliğine güç yeterdi, ne söylenmesine. Her sıkıntımızda yardıma koşardı, evleneceğim sırada Denizli'de tutulan evimizi yerleştirmeye gideceğiz, Hasibe teyze de bizimle gelip yardım edecek. Bilet alma görevi bana verildi. Hiç unutmuyorum, o zamanlar Kızılay'da, Ziya Gökalp Caddesi'nin üstünde Pamukkale Seyahat'in yazıhanesi var. Gittim ve akşam 6 için 4 kişilik bilet aldım, ben, annem, kardeşim ve Hasibe teyze. Yazıhanenin önünden servise binip gideceğiz, dayım bizi ve eşyalarımızı arabasına yükledi, yazıhanenin önüne geldik ama ortada ne servis var, ne de yolcu. İçeri girip sorduk ki aman aman, kaçacak delik olsa gireceğim. Hangi şaşkınlıkla bilet aldıysa akşam 6 yerine sabah 6 bileti almışım, tabii bizim araba çoktan Denizli'ye varmış bile. 18.00 demedim 06.00 mı dedim acaba, onca zaman geçmiş, hiç hatırlamıyorum ama olmuş bir karışıklık belli ki. E haydi buyrun bakalım, Hasibe teyzenin sahne sırası geldi. En sevdiği iki lafla başladı: "Epeme, alık" 😂 ve kariyerimden başlayarak devam etti: "Senin okuduğun üniversiteye çarpayım (esasen çarpmakdan daha fena bir şey yapıyor da buraya yazılmaz), öğretmen olacan da öğrenci yetiştirecen, bilet almayı bile beceremeyenden öğretmen mi olur" saydı da, saydı. Bir yandan gülmek istiyor zor tutuyorum, bir yandan mahcup oldum, neyse dayım araya girdi, gidip yeni biletler aldı, bir sonraki otobüse yerleştirdi bizi, düştük yola. Koca bir çantayı yiyecekle doldurmuş, sürekli yedi ve yedirdi. Beş dakika uyumadan şoförü kontrol etti, iyi ki de etti, nitekim bir anda uyukladığını farketti ve yerinden yıldırım gibi fırlayıp adamı omuzlarından sarsarak uyandırdı, bir "epeme, alık" ikilemesi de ona savurdu, adamcağız suçlandığı için sesini çıkaramadı, biz de bir kazadan kurtulmuş olduk. 

Bazen olmadık zamanlarda olmadık insanları anımsayıveriyor insan, aşağıdaki fotoğraftan geriye bir ben kaldım, dilerim huzurla uyuyorlardır. Önde solda Hasibe teyze, yanında anneannem, arkada ben ve annem. 

Dün rakam sayısı hayli yüksek açıklandı malumunuz, biz biliyorduk da, dile getirilmemişti. Sağdan soldan, eşten dosttan o kadar çok covid haberi alıyorduk ki inanmak mümkün değildi zaten açıklanan düşük rakamlara. Caddeden on dakikada bir ambulans geçerken (şu anda bunu yazarken bile geçiyor), hastanede yatan tanıdıklar stabil hale gelince yer yokluğundan tedavilerine evde devam edilmek üzere taburcu edilirken açıklanan hasta sayısına  inanmak safdillik olurdu. Pandemi başladığı günden bu yana ne yapıyorsam aynen devam ediyorum, bazıları gereksiz olsa bile içim öyle rahat ettiği için yorulmak pahasına düzenimi bozmuyorum. Eve iyice kapandım, beni bu süreçte yalnızca kitaplar mutlu ediyor, bir de sağlıkla uyandığımız her sabah, dilerim hep birlikte, tez zamanda hasta olmadan atlatırız. Hepinize sağlık diliyor ve lütfen dikkatli olun diyorum...

22 Kasım 2020 Pazar

22 KASIM (PAZAR MIRILDANMALARI)

Uzunca bir süredir, belki de pandeminin başından beri sabahları beynimde çalan bir şarkıyla ya da türküyle uyanıyorum. Hem de öyle güncel bir şey değil, yıllardan beri dinlemediğim, orada burada sık çalınmayan türden şeyler, annemin, babamın çocukluğumda söyledikleri cinsten çoğu. Sanki kafamın içinde kilitli bir sandığa hapsedilmişler de pandemiyle birlikte anahtarı bulunup sandık açılmış gibi, pandemi kendini Pandora mı sandı acaba? Annem öldükten bir süre sonra babamda başlamıştı benzer bir şey, sabah yataktan kalkar kalkmaz zor duyulur bir sesle bir şarkı mırıldanmaya başlıyor, gün boyu dilinden düşürmüyordu o şarkıyı. Kimi zaman sözleriyle, kimi zaman melodisiyle, belki söylediğinin farkında bile değildi, irade dışı çıkıyordu ağzından notalar sanki. Bir-iki sene devam etti, sonra kesildi. Artık şarkı falan söylemiyor, halbuki gençliklerinde, hatta ileri yaşlarında bile dillerinden şarkı düşmezdi. Annemi "Bu Ne Sevgi Ah, Bu Ne Istırap", babamı da "Kız Sen Ne Güzelsin Sana Gençler Tapacaklar" ile anarım hep. Babam komik adamdır, ilkokul son sınıftayken büyük dayım evlendi. Ben kuyruk gibi gelinle damadın peşlerindeyim, gelinliğin eteğini tutmaktan çekilen bütün fotoğraflara dahil olmaya kadar her an hazır ve nazırım. Düğünün idareciliğini yapan görevli, gelin odasında salona girmek için istedikleri bir şarkı olup olmadığını sorduğunda her ikisi de "Maria Elena" demişlerdi, ardından ilave etmişlerdi: "Bizim şarkımız". Yaş 12, pek romantık gelmişti kendilerine ait bir şarkıları olması. Düğünden bir-iki gün sonra babamı yakaladım bir boş anında, "Baba, annemle sizin şarkınız ne?" diye sordum. Babam bir an anlamaz gözlerle yüzüme baktı, sonra "Lorke Lorke" dedi bıyık altından gülerek. Yani şu:

Sahi sandım, önüme gelene, "annemle babamın şarkısı "Lorke Lorke" imiş" diye hava attım sözümona, taa ki türküyü radyoda duyana kadar, ah baba ah! Benimle kafa bulursun ha 😃 Sözün özü pandemi nedeniyle girmeyi düşündüğüm kış uykusunda bana Netflix, Mubi ve Spotfy'ın yanısıra beynimin içinde her gün bir başkası çalan şarkılar da eşlik edecek. 

Henüz güneşli ve üşütmeyen havalar devam etse de Antalya'ya kışın geldiği Beydağları'na düşen karla tescillendi. Eskiden balkona çıkınca gönlümü hoş edecek kadar görünürdü Beydağları, şimdilerde rantsal dönüşümle dikilen 9 katlı apartmanlar görüşümü kapattı, mendil kadar bir açıklık var oradan seyreylemeye çalışıyorum cânım dağları. Hani ev alacak ya da kiralayacak olursunuz, emlakçı deniz de görüyor iddiasıyla fiyatı yüksek tutar ama denizi görebilmek için çatıya çıkıp oradan da bir sandalyeye tırmanırsanız iki santim kadar falan görürsünüz ya benimki de o hesap. Rantsal dönüşüm köşedeki binaya da sirayet ederse işte o zaman temelli vedalaşırız o mendil kadar görüntüyle de. Hepsi aynı mimarın elinden çıkmışcasına birbirinin tıpkısı, sevimsiz kazuletler bu yeni yapılan binalar. Üstelik bizim mahalle bu semtin nisbeten en yeni binalarına sahip, yani yıkılıp daha dar ve daha sevimsiz olarak yapılmalarına hiç gerek yok ama neylersin. Bir de bahçesi bile olmayan o sipsivri binanın ana girişine tak benzeri kemerli bir kapı koymuyorlar mı Nasreddin Hoca'nın türbesi gibi, gülesim geliyor. Sanırsın rezidans mubarek. 

Elbette ki "Bir Başkadır"ı izledim, her ay para sayıyoruz Netflix'e, başıboş mu bırakalım. Nötrüm bu konuda, ne bayıldım, ne de kötü buldum. Göklere çıkarmayacağım gibi yerin dibine de batırmayacağım. Ona benzer ne saçmalıklar izledik. En azından oyunculuklar ve görüntüler güzeldi. Şimdi "The Crown" izliyorum ve kraliçe olmadığım ya da kraliçe sülalesine mensup olmadığım için çok mutlu hissediyorum kendimi. Ne eziyettir kardeşim, ne sevincini, ne korkunu, ne üzüntünü, ne coşkunu gönlünce yaşayamıyorsun, hayatına set çekilmiş. Yerlerde farelerin dolaştığı sözümona şahane bir sarayda yıllanmış mobilyaların içinde dimdik oturarak yaşıyorsun. Şöyle eşofman altınla solmuş tişörtünü giyip ayak parmaklarını gönlünce sergileyerek kanepene uzanıp kitabını okuyamıyorsun, her şey kayda şarta tabii, ekmek arası peynir kemirmek bile adaba aykırı. Sabah kalk, süslen, incilerini tak, saçının teli oynamasın, ortalık insan kaynasın, habire somon buğulama ye, garip kılıklar giyip törenlere katıl, çocukların ne istiyor, şefkate ihtiyaçları mı var haberin olmasın, ay öf istemem eksik olsun (Syrano de Bergerac gibi hissettim kendimi bir an). Üstelik Diana'ya yaptıkları iyice kanımı beynime çıkardı. Buldular küçük kızı, attılar yem diye Mr Spock kılıklı oğullarının önüne. Sarayda kim varsa hepsi sevgi yoksunu, yine de konumlarından vazgeçesi değiller. Hasılı kelam hanedanlık zor zenaat kardeşler. Buckingham onların olsun, bana ucundan Beydağları görünen balkonum yeter, gerçi çınarımı da budayıp kuşa çevirdiler ya, umudum baharda.

Bir pazarı da böyle tükettik, hoş artık günlerin birbirinden farkı yok, tıkıldık evlere çile dolduruyoruz. En iyisi kalkıp kuru fasulye pişireyim ben. Zaten homini gırtlak, pufidi kandil, tumba yatak, Allah hayırlısını versin...

16 Kasım 2020 Pazartesi

16 KASIM (GEÇEN HAFTA)

Hafta başından beri çocuklar buradaydı, dün gittiler. Geride bir boşluk, çocukların gelip gitmesine iyi kötü alışmıştık da Minnoş'unki biraz zor geldi. Birbirimize işaret parmağımızı uzatıp "ıh! ıh!" diyerek gitmemiş gibi yapıyoruz 😃 Ankara'dan beri burnumu çıkarmadığım evden onların sayesinde çıktım, çıktım da gördüm ki Corona falan yalan olmuş Antalya'da. Oysa hastane yolu üstündeki evimizin önünden ardı ardına ambulans geçiyor. Buna rağmen parklar, bahçeler, sahiller, caddeler, yürüyen, bisiklete binen, koşan, eğleşen maskesiz, maskesi burnunun altında ya da daha havalı olmak istiyorsa kolunda olan insanlarla dolu. Kendilerine yaklaşmamak için elimizde koca çocuk arabasıyla zigzag çizerek dolaştık gittiğimiz yerlerde. 

Hava şahane geldiğimizden beri Antalya'da, tüm pastırmaların kuruduğuna eminim bu sıcaklarda. Lakin bu şehirde pastırma yapan var mıdır, bilemeyeceğim 😃 Hatta Meteoroloji önündeki tabelada gördüğüm kadarıyla deniz suyu hava sıcaklığından bile daha yüksek düzeyde bir ısıya sahip. Nitekim Minnoş'un ayaklarını bari denize sokalım diye gittiğimiz Konyaaltı sahilindeki plajlar yaz günü gibi tıklım tıklımdı. Deniz dersen pırıl pırıl, denize girme alışkanlığı olmayan ben bile imrenmedim desem yalan olur.

Minnoş sudan ürktü, bizi de yüzümüzde maskelerle sıcak bastı, kaçtık plajın kalabalığından, 7 aydır gitmediğim ve çok sevdiğim Falez Park'a yollandık. Neyse ki burası oldukça tenha idi. Sakin sakin yürüyüş yaptık. Park hala yaz modunda, sararan yaprak bile yok, Kır Kahvesi'ne giden patika hariç, zaten parkta en erken sonbahar oraya gelir:



Neredeyse her hafta gittiğim parka bunca aradan sonra gitmek içimi burktu, hele kültür merkezinin önünden geçerken daha fena oldum. "Gittiğimiz onca konser, gösteri, festival filmleri birer hatıra olarak mı kalacak acaba?" diye düşündüm. Ah pandemi yaktın bizi...

Ertesi günü bir başka parka ve sonrasında çok sevdiğimiz müzenin bahçesine ayırdık, Minnoş'u güneşlendirmek bahanesiyle kendimizi gezdirdik aslında 😃

Bey Dağları, en çok onları özlüyorum bu şehirden ayrı kalınca...

Müzenin bahçesi yine çok huzur vericiydi ve bahçenin asıl sahibi de son derece kibirle volta atıyordu 😃



Çocuklar dönmeden önce yönümüzü bir de doğuya çevirdik ve Erdal İnönü Parkı'nda yaptık yürüyüşümüzü, buranın da diğerlerinden farkı yoktu, adım başı maskesiz insanlar ya da nizami takılmamış maskeler. Sonbahar henüz buraya da uğramamış, Amerikan sarmaşıkları bile kızarmamıştı ama bulutlar tam bir şölendi:


Çocukların varlığı iyi geldi, bir süreliğine de olsa pandemiyi, endişeyi unutttum, dışarı çıkıp bir nefes aldım. Çocuklar ne zaman gelse aksatmadan gidip yemek yediğimiz, onların çok sevdiği yerler vardı, hiçbirine gidemedik tabii ama biz gidemiyorsak onlar gelsin dedik, sipariş verdik. Yerinde yemek kadar keyifli olmasa da pidecinin de, tahinli piyazcının da hatrını almamazlık etmedik, lakin benim mantık katsayımla endişe katsayım başabaş gitmediği için gelen siparişleri-piyaz da dahil olmak üzere-200 derecelik fırında bir süre bekletmeden sofraya getirmedim haliyle 😃 Sadece gözlemeci eksik kaldı, eh o kadar eksik kadı kızında da olur...

Bir hafta boyunca tek satır okumadım neredeyse, beni oyalayacak daha hoş şeyler vardı haliyle, şimdi gelsin kitaplar, diziler, filmler. Bu kış evde geçecek, belli oldu. Zira çember giderek daralıyor, iki gün içinde çok yakın çevreden Corona haberleri geldi. Ne diyeyim, elden geldiğince kollayacağız kendimizi. Hepinize sağlıklı bir hafta diliyorum...




9 Kasım 2020 Pazartesi

9 KASIM (GÜNLER GEÇERKEN)

Bir haftayı devirdik evde, bitmek bilmeyen bir koşuşturma ve sürekli sızlanan bir Cevriye eşliğinde geçti. Cevriye çok huysuz, eskiden sık sık sokağa çıktığımda, yürüyüş yaptığımda, hareket halinde oluşumdan dolayı mızıldanıp dururdu, şimdi evden dışarı çıkmadığım için küstü. Sürekli kendini hatırlatarak kapris yapıyor, bazen kazık kesilip hiç tepki vermiyor, bazen de durmaksızın sızlanıyor. Çıkıp yürüsem başka problem, bu defa üç gün boyunca başımdan gitmiyor. Kendisiyle hiç aramız yok bu aralar, Allah sonumuzu hayretsin. Pandemi bitene kadar halimiz ne olacak bilemiyorum. 

Aslında Cevriye'yi harekete geçirecek kadar yoruldum yolculuk öncesinde ve sonrasında. Hala da tam anlamıyla düzene girebilmiş ve evin kodlarını tam anlamıyla çözebilmiş değilim. Tabak çanak alacağımda Ankara'daki düzene göre yöneliyorum dolaplara, buzdolabı için balkona çıkıyorum falan. Alışırız elbet, saldım zaten, ağır ağır, yoksa halim harap. Pandeminin getirdiği ekstra hijyen faaliyeti yeterince zorluyor, birazdan sanal market siparişim gelecek, yine anne kırkayak olarak çocukların ayaklarını yıkacağım kimbilir kaç saat. Eskisi kadar kılı kırk yarmasam da hâlâ ambalajları sabunluyorum, sebze meyveyi balkonda bekletiyorum ama artık onlara sabun sürmüyorum, yıkanacakları yıkayıp ambalajlarını değiştiriyor, bozulabilecek olanları da yıkamadan farklı poşetlere aktarıp kaldırıyorum. Sürecin başında deli gibiydim, insan her şeye alışıyor zamanla. Sokağa çıkmaktan ödüm kopuyordu, sanki ben kapıdan çıkar çıkmaz corona üstüme yapışacakmış gibi. Birinde çamaşır asarken çorabın tekini aşağı düşürdüm, inip almamak için öteki tekini de aşağı attım. Bulan biri tam takım giysin bari 😃 Markete cenge gider gibi gidiyor, dönüşte kendimi banyoya dar atıyordum, yiyecekler de dahil her şeyi sabunluyordum. Artık bunlardan vazgeçtim. Zaten marketi sanala çevirdim, dışarı park-bahçe-yürüyüş amaçlı çıkıyor, kimseyle temas etmemişsem de acilen duşa girmiyorum. Başedilecek gibi değildi, Ankara iyi geldi bu açıdan bana, kardeşim terbiye etti beni 😃 Ankara memur şehri oluşundan mıdır nedir daha kuralcı, maskesiz gezen çok az kişi gördüm. Lakin Akdeniz boşvermiş, sokaktan geçen 10 kişiden 5'inin maskesi yok ya da nizami takmamış, boynunda, kolunda, burnunun altında. Sadece sanal market görevlileri maskeli, kargocular gayet rahat ve maskesiz, bilmiyorum halimiz nereye varacak. Bu konuyu konuşmaktan da, yazmaktan da, TV'de, basında izlemekten de bunaldım aslında. Değişen bir şey olmuyor, kendi tedbirimizi kendimiz alacağız, gerisini Corona bilecek, bilmez olasıca...

Ellerim su-sabun-kolonya-dezenfektan-temizlik malzemesi ile temas etmekten çalıya döndü. Durmadan kremliyorum, yine de yumuşatamadım. Az evvel hiç bakmadan elime aldığım kremi açmaya uğraşırken pörtlettim. Meğer ağzında kontrol bandı varmış, açılmamış tüpmüş. Pörtleyenleri kullanayım ziyan olmasın diye pehlivan gibi yağlandım. Aklıma yengem geldi. Yıllar önce dayım ve yengem Karpuzkaldıran'daki askeri kampa gelmişlerdi. Dönecekleri hafta sonu bizi de davet ettiler, yedik, içtik, denize girdik, vakit geçirdik. Sonra yengem valizleri toplamaya başladı. Aradan belki 30 yıl geçti hala gözümün önündedir onun toplanışı. Her şeyi tek tek elden geçirişi, kirlileri ve temizleri ayırıp ayrı ayrı poşetleyişi, makyaj ve temizlik malzemelerini kontrol edişi ve en çok da kocaman bir Nivea krem kavanozunun dibinde kalanları kullanışı. Kutunun dibinde kalan azıcık kremi ince ince güneşte yanıp iyice bronzlaşmış eline, koluna, ayaklarına, bacaklarına sürüşü, zerre ziyan etmeden kutuyu bitirişi, bakakalmış ve hayran olmuştum. Şimdi kapağa bulaşmış kremle uğraşırken gözümün önüne geldi, iyice sıyırdım ziyan olmasın diye 😃 Yengeler yıllar geçse de, yokluklarında bile örnek olabiliyor, zamanında spagettiyi kırmadan pişirmeyi de ondan öğrenmiştim. 

Kış yaklaşırken herkes salça, turşu, konserve yapıp biber patlıcan kurutuyor, tarhana yapıyor, ben de kış hazırlığı olarak Mubi'ye üye oldum 😃 Malum pandemi şartları, üstüne grip vs durumları da var, oturup hanım hanımcık film izleyeyim bari. Eller artık dikişten, nakıştan, örgüden yana müsait değil, okuyup izleyeceğiz başka çare yok. Dün "Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi"ni izledim, geçen yıl festival sırasında kaçırmış, herkes çok övünce de pek merak etmiştim, fazla anlam yüklemişim, o kadar bayılmadım açıkcası. Yine "Mubi"de izlediğim Romen filmi "Sieranevada"yı çok daha güzel buldum. Bir yandan da zamansız gidişine çok üzüldüğüm Timur Selçuk şarkıları dinliyor, gençliğimin o bunalımlı, stresli ama yine de güzel günlerine dönüyorum. 

Antalya hala oldukça sıcak, henüz dışarı çıkamadığım için fotoğraf falan çekemedim, balkon çınarımı da fena halde budadılar, herkes bahara daha canlanacağını söyleyerek beni avutmaya çalışıyor ama umarım Kuğulu Park'ın asırlık ağaçlarına benzemez sonu. Sadece yeşilliği değildi beni mutlu eden, perde vazifesi görüp hem karşı apartmandakilerin gözlerinden koruyordu, hem de gölge yapıyordu. Şimdi tabak gibi açıldı balkonun önü. Ne diyelim sağlık olsun, baharı görelim sağlıkla, çınar da yeşerir ve büyür herhalde. Manzaramız şimdilik budur:



4 Kasım 2020 Çarşamba

4 KASIM (EKİM OKUMALARI)

Önceki yıllarda Ankara'dan gelir gelmez valizleri eve bırakır, koştura koştura Altın Portakal Film Festivali için bilet almaya yollanırdım, varsın beklesin ev işleri. Sonrası ise 10 gün boyunca o salondan bu salona, günde sayısı bazen 4'ü bulan filmleri Antalya'nın şahane sonbaharında izlemek, ardından oyuncularla yapılan söyleşilere katılmak şeklinde geçerdi. Yılın en keyifli zamanları olurdu. Şimdi ise Corona korkusu bir yandan, İzmir depreminin bünyeye yüklediği üzüntüler bir yandan o zamanında sinema uğruna ertelediğim ev işlerini yaparak avutuyor ve yoruyorum kendimi. Eğlence ve sosyalleşme biçimimiz hayli domestik bir hale evrildi. Daha elime kitap almaya fırsat bulamadım. Geçen ay okuduklarıma gelince, dalya dedim ve +1 yaptım, görelim bakalım neler okumuşum:

-Bu kitabı kardeşim verdi okumam için, puntoları hayli küçük ve kitap da hayli kalın olmasına rağmen büyük bir keyifle okudum. Nehir söyleşileri severim. Yasemin Arpa'nın Türkiye'nin en ünlü senaristlerinden biriyle yaptığı uzun söyleşinin kitabı "Ne Kadar Gamlı Bu akşam Vakti" T. İş Bankası Yayınları'ndan çıkmış. Safa Önal Yeşilçam'da en çok senaryo yazan kişi olarak Guinnes Rekorlar Kitabı'na girmiş. Suya sabuna pek dokunmayan o senaryolarının yazarının sığ bir insan olduğunu düşünürdüm ama okudukça şaştım Safa Önal'ın kültür birikimine, edebi zenginliğine, şiir tutkusuna. Hasılı severek okudum kitabı, sizler de benim gibi nehir söyleşilere ve yaşam öykülerine meraklı iseniz bu kitabı seveceksiniz. 

-Ali Smith'i "Sonbahar" isimli kitabı ile tanıyıp sevince diğer kitaplarını da ısmarlamıştım. "Gibi" okuduğum ikinci kitabı oldu yazarın, iki diğer kitabı da okunmak için sıralarını bekliyorlar. Kitap iki arkadaşın ağzından anlatılıyor. Birinci bölümde yaşadığı bir depresyon sonucu okuma yetisini kaybetmiş öğretim üyesi Amy ve kızının yaşadıklarını, ikinci bölümde ise onunla bağlantılı olarak arkadaşı Ash'ın yaşadıklarını okuyoruz. En az "Sonbahar" kadar, hatta biraz daha fazla severek okudum. 


-Tarık Dursun K. (açılımı Kakınç) adını çocukluğumda en çok Arkası Yarın programlarında duyardım, sonraları birkaç kitabını da okudum. "Bağışla Onları" ünlü tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul'u hayatında yer etmiş kişilerin ağzından adını açıkça vermeyerek anlatıyor. Kurmaca söyleşileri okuyarak Muhsin Ertuğrul'un bir nevi yaşam öyküsünü okumuş oluyorsunuz. Tiyatroseverler için ilgi çekici bir okuma olabilir. 

-"Savaş Gelinleri" 2. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında, İngiltere'nin küçük bir kasabasında mücadele veren bir grup kadının öyküsünü anlatıyor. Richard'a evlenmeyi umarken terk edilen Alice, Amerika'dan Richard ile dönen Evangeline, Nazi zulmünden kaçan Yahudi Tanni, yoksul evinden alınıp hizmetçi verilen Elsie ve zengin, sosyetik, havalı Frances savaş süresince kendilerinden beklenmeyen bir direniş gösterirler. Ve 50 yıl sonra aynı kasabada buluşup o zamana kadar gizledikleri bir sırrı açığa vurup sürpriz bir final yaparlar. Yüksek edebiyat beklentiniz yoksa rahat okunan, keyifli bir kitap arıyorsanız birebir... 


-Deniz ve Hivde... İkisi de iki farklı kiraz ağacına tutkun. Hivde yalnız bir genç kadın, eylemlerin içinde. Mesut Hivde'de gözü olan, kompleksli bir komiser ve Deniz, Hivde'yi gerçekten seven ama birtakım yanlış anlamalarla ayrı düşmüş bir genç gazeteci. Hivde ve Deniz komiser Mesut'un planlarıyla aynı anda tutuklanır ve aynı anda ölüm orucuna yatarlar. Sonrasında Korsakoff Sendromu ile yaşadıkları hafıza kaybından zaman içinde çıkıp birbirlerini yeniden tanımaya başlayacaklar. Hüzünlü bir öykü "Kiraz Ağacı". Gökçer Tahincioğlu bu kitabında özellikle ölüm oruçlarına dikkat çekmiş...


-Napoli romanları ile tanıyıp sevdiğimiz gizemli yazar Elena Ferrante'nin yeni kitabı "Yetişkinlerin Yalan Hayatı"nı sabırsızlıkla beklemekte idim, beklediğime değidi. Napoli'nin seçkin semtlerinden birinde ayrıcalıklı büyüyen Giovanna babasının bir lafı üzerine ailenin dışladığı Vittoria Hala ile tanışır ve hayatı yön değiştirir. Bir yandan ergenlik bunalımlarını aşmaya çalışırken bir yandan aile içi problemlerle karşı karşıya gelir. Her şeyin yolunda gittiğini sanarken aslında hiçbir şeyin yolunda gitmediğini anlar. Hem Napoli'nin, hem de çevresindeki yetişkinlerin gerçek yüzünü tanır. En az Napoli romanları kadar severek okudum bunu da, tavsiyemdir...

-"Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu" benim açımdan gecikmeli bir okuma oldu. Haldun Taner'i sağlığında okuyup tanısam çok daha iyi olacaktı diye düşündüm, öyküleri yaşadığı yılların atmosferiyle çok daha iyi değerlendirilebilirdi. Buna rağmen gecikmeli de olsa öykülere hayranlık duydum, son yıllardaki postmodern öykülere tahammül edemezken şölen gibi geldi okuduklarım. Özellikle kitaba adını veren öykü tam bir ustalık eseri idi. İyi öykülere özlem duyanlara tavsiyemdir...


-"Başkan Mao'nun Gizli Hazinesi"ni biraz da ilginç adına aldanarak ve eğlenceli bir okuma olacağını düşünerek almıştım, hata etmişim. Cem Yılmaz'ın absürd filmlerine benzer bir tuhaf kitap okudum ve pişman oldum. 4 arkadaş Baki'nin ölen babasının ruhunu bir hazinenin yerini bildiğini düşünerek çağırmaya çalışırken rahmetli yerine tutup Başkan Mao gelir. Ardından hortlaklı, cinli, saçma sapan bir hazine  avı başlar. Ben ettim, siz etmeyin derim :)


-"Oduncular" bir önceki saçmalığın üstüne gerçek bir edebi şölen oldu. İncecik ama dopdolu bir kitaptı, Roy Jacobsen'in diğer kitapları gibi. Oduncu Timmo 2. Dünya Savaşı sırasında Rus işgalinden kaçarken askerlerin yaktığı kasabasından kalmak için direnir. Sağlam kalan evlerden birine yerleşip kasabayı işgal eden Rusların emrinde bir grup oduncu ile ağaç keser. Savaş, soğuk, açlık ve gelecek korkusu hayatı zorlaştırırken Timmo inatla dik durmaya ve grubundakilere de güç vermeye çalışır. İskandinav edebiyatının ağırkanlı ama insanı saran, en zor konuları işlerken bile huzur veren bir yönü var. Kesinlikle okunmalı...


-Sırf merak uğruna alıp pişman olduğum bir kitap daha. "Kocamın Adı Ağzımın Tadı" öykülerden oluşan bir ilk kitap, yazara şans vermek istedim ama öyküler bana beklediğimi vermedi. Yolu açık olsun diyelim ve devam edelim.

 -Ayın son kitabı tesadüfen farkına vararak basımına katkıda bulunup teslim aldığım "Diyarbakır Kızı İrma ve Sari Pişo" oldu. Hayli ilginç bir basım öyküsü var ve kitabın kendi de ilginç zaten. Çocukluğundan beri "Sarı Pişo" adıyla anılan yazarı Arif Özavcı kitabı bastırmak isteyip basım bedelini karşılayamayınca kitabı almayı arzu edenler ederini peşin ödeyip basımına yardımcı olmuşlar, sonra kitap adreslerine postalanmış. Bunlardan biri de benim, Twitter'de görüp yazarın-ya da yayınevinin şimdi tam hatırlayamadım-hesabına para yatırmıştım, kitap basılınca eve kadar getirip imzalı olarak teslim ettiler. Kitabın en önemli özelliği Diyarbakır şivesi ile yazılmış olması. Anlaşılmayacağı düşünülen kelimeler parantez içinde açıklanmış, kitabı okurken Diyarbakır kültürüne de vakıf oluyorsunuz. Tek sıkıntı karınca duasını andıran puntolar ve maalesef hiç redaksiyon ve editör yardımı görmemiş yazım biçimi. İmla hataları korkunç, cümle düşüklükleri keza, bu da okurken insanı tökezletiyor. Aslında hayli eğlenceli ve sosyolojik anlamda ilgi çekici bir kitap, keşke biraz daha özenli basılsaymış. Piyasada mevcut değil ama okumak isterseniz Frezya Yayıncılık'a mail atarak isteyebilirsiniz. 

Ekim ayını da sağlıkla ve 11 kitapla bitirdik şükür. Pandeminin bir an önce çekip gitmesini, deprem ve benzeri felaketlerin bunca can ve mal kaybına sebep olmamasını diliyor ve kaybolup giden huzurumuzu geri istiyorum, ah nerede, vah nerede?




1 Kasım 2020 Pazar

1 KASIM (YOLCULUK)

An itibarıyle Antalya'da evimdeyim. Müthiş yorgunum o ayrı ama evde olmanın keyfi başka. Bilenler bilir, yazlarımızı Antalya sıcağından kaçarak Ankara'da geçiririz. Bazen bu gidip gelmeler yılda birkaç kere olabiliyor ve her seferinde hazırlık aşamaları beni bitiriyor. İnsan bir yerde 4 ay kalınca haliyle o evin kılcal damarlarına kadar nüfuz ediyor ve dönüşte toplanması da fena halde zahmetli oluyor. 3 gün boyunca evi düzene koyup valiz ve çanta hazırlamakla, çamaşır yıkayıp buzdolabı boşaltmakla, erzakları paketlemekle uğraştım. Araya İzmir depreminin üzüntüsü, endişesi, babamla ve diğer akrabalarla iletişim kurma telaşının yarattığı gerginlik de girince bir gecelik uyku hiç oldu. Ve bu sabah da saat 5'te ayağa dikilince güne 1-0 mağlup başladım haliyle. 5.45'de yola çıkmıştık bile. Önce biraz kestirmeye niyetlenmiştim ama Polatlı'ya kadar o kadar güzel bir dolunay eşlik etti ki bize, uyumaktansa onu izlemeyi tercih ettim. Sonra yavaş yavaş gün ağardı, dolunay battı, Sivrihisar sapağından sonra da sis bastırdı. Bir süre sisin içinde ilerledik, birdenbire sis bitti güneş çıktı, ilginç bir geçişti. Bulutlar ayrı bir şölen sergilemekteydi bir yandan. Kısacası normalde bu kadar yorgunken yolculuğu ayakta uyuyarak geçiririm ama bu defa yolları ve çevreyi izlemeyi tercih ettim, 40 yıldır yüzlerce kez geçtiğim rota olmasına rağmen.







Afyon İkbal'de benzin almak ve termosla getirdiğim çay eşliğinde simitle kahvaltı etmek için durduk. Pandemi başlangıcından bu yana ne dışarda yemek yedim, ne de tuvalete gittim, lakin yol uzun, çayları da içtik. Sabahın erken saati, tesis neredeyse boş, tuvaletler de geniş ve kabinler dışarıdan hava girecek şekilde düzenlenmiş, kıralım bu inadı dedim. Teçhizatı kuşandım, yüzümde maske, bir cebimde dezenfektan, öbür cebimde bol miktarda kağıt havlu ve kolonyalı mendil, cenge gider gibi girdim tuvalet kabinine. İlk iş klozeti ve etrafını dezenfektanla adeta yıkadım. Ve fakat kör şeytan telefonu pantolon cebimde unutmuşum, pat dedi yere düştü. En en en eeennnn! Çanlar kimin için çalıyor. Telefonu WC'de bırakamayacağıma göre mecburen aldım. Cebimden dezenfektanı çıkardım, tam telefona fışkırtacağım, püskürtme ağzı yere düştü. Yahu kader niye ağlarını benim için örüyor. O beyaz başlık yerde, ben ayakta birbirimize bakıyoruz. Almasam telefonu dezenfekte etmem lazım, alsam onu neyle dezenfekte edeceğim. Aldım, telefonu dezenfekte ettim. Aklımdan geçen dışarıda aynı işlemi Safiye gibi 5 kere daha tekrarlamak 😃 Neyse telefonu cebimdeki kağıt mendillerle kuruladım, kağıtları çöp sepetine savurdum, hay bin kunduz, onlar da yere düştü. Fazla dikkat çok sıkıntı getiriyor arkadaşlar, salın gitsin. Kurallara saygılı bir vatandaş olarak mecburen kağıtları yerden alıp çöpe, kendimi de can havliyle dışarı attım. Ellerimi musluk ve deterjan borusuna değmeden üç kez yıkadım, sonra da arabaya oturup Safiye moduna geçtim. İki kere kolonya ile, iki kere dezenfektanla, sonra tekar kolonya ile kendisine gereken bakımı yapıp, "haydi" dedim eşime, "gidelim buralardan, dayanamıyorum" 😃 

Burdur'a yanaşırken gölü görmeyi umuyorduk ama göl kaybolmuş arkadaşlar, yok göl möl, kurumuş gazel olmuş. Taa uzaklarda küçük bir mavilik görünüyor, sanırım o göl olsa gerek, zaten o da binaların arkasında kalmış, göl yerine polis ekibi gördük. "Dur" dediler, durduk. Nüfus kağıtlarımızı istediler, verdik, ateş ölçere benzer bir aletle kimliklerimizin ateşini ölçtüler, sağlam çıktı. Buraya kadar iyiydi de ah yaşı epey ilerlemiş polis memuru keşke bana "Teyze" demeseydi 😃

İklim epeydir Akdeniz'e dönüşmüştü, sabah kaloriferi yakmıştık, öğleye doğru camları açtık. Antalya'ya gelmeden önce bahçemizin olduğu kasabaya uğradık, niyetimiz zeytin toplamaktı ama zeytinlerde bir tuhaflık vardı. Normalde tam da bu zamanda toplanması gereken zeytinler henüz miniminnacıktı, bakakaldık.

"Bari" dedik, "bir yağmur görsün, belki beslenir, kilo alır, o zaman gelip toplarız". Bu yıl pandemi yüzünden bahçeyle hiç ilgilenilmedi. Diz boyu ot olmuş, ağaçlar bakımsız kalmış. Bademler ve cevizler hem dolu yüzünden, hem de yeterince bakımı yapılmadığından ürün vermemiş. Üç saat boyunca tüm bahçeyi tavaf edip her bir ağacı tek tek inceledik ve aşağı yukarı 50 badem ağacından taş çatlasa 5 kilo kabuklu badem toplayabildik. Cevizler zaten dalında çürümüş. Her şeyden önemlisi can sağlığı, bu yıl da böyle olsun diyerek Antalya'ya doğru yola devam ettik.

 
Bu minnoş saka kuşu yuvasını badem ararken dalların arasında gördüm. İşlevini tamamlamış ve terkedilmişti ama öyle minik ve sevimliydi ki fotoğraflamadan edemedim.



Evde beni şahane işler bekliyordu, Cevriye'nin sızlanmaları eşliğinde üç kat merdiveni üç kere çıkarak payıma düşen eşyaları yukarı taşıdım. Sonra sıra balkon temizliğine geldi, mahallenin kumruları yokluğumda bizim çınarlı balkonu umumi WC olarak kullanmışlar. Bir seraya bir yıl yetecek kadar gübre birikmiş balkonda, kazı kazı bitmedi. Sanırım Bobo gibi yokluğuma "tepkisel" yapmışlar. Buna da razı oldum, doğumhane olarak kullandıkları zamanı da bilirim zira, gübre temizlemek bit temizlemekten nisbeten kolay 😃

2 saat süren balkon temizliğinden sonra sıra buzdolabına geldi, onu temizleyip çalıştırınca salon kapısında bir davetsiz misafir gördüm. Şu çok sevdiğim "Örümcek Dede" kitabındaki kadar uzun bacaklı, sarışın, iri boy bir örümcek neredeyse duvarın yarısına kadar ağ örmüştü. "Hiç kusura bakma Örümcek Dede, evini bozmak istemezdim ama burası da benim arazim yani, seninki bir nevi tapulu araziye gecekondu kurmak olmuş" diye mazeretimi sundum. Ben evi ortadan kaldırınca müteahhit göründü, kendisini nazikçe bir kağıt havluya aldım ve balkon duvarına yerleştirdim, "Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna" diyerek yolcu ettim ve bir şey farkettim, ben az evvel balkon yıkarken önce kumrularla, sonra boş saksıdan ardı ardına çıkan şu pis kokulu böceklerle de muhabbet etmişim. Yok arkadaşlar uzun yolculuk ve yorgunluk bana yaramıyor. Mutfak tezgahını da silip geri kalan her şeyi yarına bıraktım. F klavyemi özlemişim, oturdum bunları yazdım, birazdan da gidip yatacağım. Hepinize güzel bir hafta ve sağlık diliyorum...