.

.
.

30 Haziran 2014 Pazartesi

IHLAMURLU-GÜLLÜ PAZARIN ARDINDAN


Bugün ıhlamur kurutma günü. Ev mis gibi kokuyor. Kuzenimin İncek'teki bahçesindeki kocaman ıhlamur ağacından topladık. Kışın içerken aldığımız her yudumda birlikte geçirdiğimiz o güzel günü anacağız. 

Dün bütün kızlar değil ama bu ara Ankara'da olan bütün akrabayı taallukat toplandık. İncek'teki güzel bahçe sahipleriyle birlikte bizi şahane bir şekilde ağırladı. Birlikte olmak harikaydı, nice seneler devamını dilemekteyiz.

Bahçe kapısından girdiğimde ilk gördüğüm beni şaşırtan bu ağaç gövdesi oldu, adeta gül oyması yapmıştı doğa selvinin gövdesine.

 

Biraz ilerleyince güllerin gerçeği de çıktı zaten karşıma, geciken sıcaklar gül mevsimini uzatmıştı.




Doludan mıdır, havalardan mıdır, artık her nedense bu yıl pek meyve yoktu bahçede, sadece vişneler göz kırpıyordu yaprakların arasından:


Tulumba sevmeyen yoktur sanırsam; görünüşü, suyun sesi, kolunu çekerken çıkan gıcırtı hepsi neşelendirmeye yeter insanı:


Ekinler oldukça büyümüş, yakında biçilmeye başlanır:


Zaman nasıl geçti anlamadık, gökyüzündeki büyük bulut küçük buluta nasihat verirken biz de ufaktan toparlanmaya başladık:


Bize bu günden çok güzel anılar kaldı, size de bu gülü sunuyorum, haftanız onun kadar güzel olsun:


28 Haziran 2014 Cumartesi

GEZELİM-GÖRELİM-KEŞFEDELİM (ANKARA2)

Ankara'da doğup büyümüş ve başka şehirde yaşasa da bağlantısını hiç koparmamış biri olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni bugüne kadar hep dışardan görmüştüm. Cumartesi günleri rehber eşliğinde ziyarete açık olduğunu öğrenince bugün niyet ettik. Güvenlik kontrolünden geçip ziyaretçi kartlarımızı da aldıktan sonra rehberimizin peşine takılıp Genel Kurul Salonu'na doğru yollandık:


Mimari projesi 40'lı yıllarda Prof. Clemens Holzmeister tarafından yapılan ve 1961 yılında kullanılmaya başlayan 3. Meclis binasının Genel Kurul salonu 1998 yılında yenilenmiş. Fotoğrafta ortada yarım daire biçimindeki Başkanlık divanının sağ tarafında Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyeleri, sol tarafta ise İhtisas Komisyonu Başkanları yer almakta imiş. Ortadaki yuvarlak bölüm stenograflara tahsis edilmiş. İktidar, ana muhalefet ve muhalefet partilerinin üyeleri ise yarım daire biçimindeki koltuklarda oturmakta imişler. Sağ taraftaki locanın orta bölümü Cumhurbaşkanı locası imiş ve ortadaki büyük koltuk cumhurbaşkanına aitmiş. Diğer localar kordiplomatiğe, emekli milletvekillerine ve izlemek için izin alan halkın kullanımına ayrılmış. Tavandan sarkan 16 avize Holzmeister tarafından tasarlanmış ve tarih boyunca yaşamış 16 Türk devletini temsil etmekte imiş. Ortadaki yuvarlak yeşil bölümde Atatürk çiçekleri yer almakta imiş. Rehberimiz koltukların ceylan derisi olmadığını bunun halk arasında söylenen bir şehir efsanesi olduğunu da belirtti.

Daha sonra Şeref Holü'ne geçtik.


Şeref Holü'nün zemini Meclisin yapımında kullanılan ve Afyon'dan getirilen 36 çeşit mermerin artanlarıyla döşenmiş. Avizeler yine Holzmeister tarafından tasarlanmış.



Damlalı kapı; Genel Kurul Salonu'na açılan bu kapıyı yalnızca Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı kullanabiliyormuş. Bronz kapanın her bir kanadındaki damla motifleri yine 16 Türk Devletini temsil etmekte imiş.


Son olarak Meclis ana binasının Şeref Girişi cephesinde yer alan Şeref Kapısı'na yöneldik. Bu kapıda yalnızca Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı tarafından kullanılmakta olup milletvekilleri yanlardaki diğer kapılardan giriş yapmakta imişler.


Ahir ömrümüzde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni de görmeden gitmeyelim diyerek başlattığımız geziyi rehberimize teşekkürle sonlandırdık. Aşağıda bahce ve ana binadan genel görünümler var. Bir küçük not: Meclis ana binası önündeki bayrak hiç bir sebeple indirilmezmiş.



Eh, iyi bir Pazar günü dileğiyle hoşçakalınız...

27 Haziran 2014 Cuma

SICAK, BULUT, DELİDUMAN



Her iki fotoğraf da Marmaris İçmeler'den. Sanmayın ki oradayım, 5-6 yıl öncesinen kalmalar. Bu mevsimde kendi yaşadığım şehir de dahil hiç bir tatil mekanından hoşlanmıyorum. Kızgın güneş, yakıcı kumlar, kalabalık plajlar, güneş yağı kokusu, daha da kötüsü ter kokusu, terliklerden fışkırmış bakımsız ayaklar, kıllı bacaklar ve göğüsler, et kalabalığı, yanık ten. Bırrr, hepsinden sıtkım sıyrıldı yıllardır. Benim sahil mevsimim ilk ve sonbahar, hatta kış. Fotoğrafları eklemekteki amacım bulut özlemi. Dışarda deli bir poyraz sıcağı var, Ankara böyleyse Antalya'yı düşünemiyorum bile. Bu havalarda gökyüzü ağarır da ağarır, sarımsı bir renk alır, mavilik ve bulutlar yok olur ki benim için başlıbaşına ruh sıkıntısı sebebidir. Oysa bayılırım bulutlara bakmaya ve bir şeylere benzetmeye. İçmeler'deki o gün de hayran hayran ne kadar süreyle seyrettim hatırlamıyorum gökteki yelpaze ve kalp benzeri bulutları. Şehirlerarası yolculuklarda çocukluktan beri bıkmadığım bir oyalanma biçimidir bulut benzetmece. Ankara'ya gelirken bir ahçı, minik bir çocuk, kaynayıp buhar çıkaran bir tencere ve bir köpek eşlik etti gökyüzünden yeryüzündeki yolculuğuma. Zaten ben sürekli bir şeyleri başka bir şeye benzetirim, hele de benzeteceğim şeyin belirgin bir şekli yoksa. Çok küçükken oturduğumuz evin banyo ve tuvalet zemini mozaikti. Eski Ankara evlerinin çoğu öyledir zaten, cilalanmış gibi pırıl pırıl bir mozaik ve üzerinde bir şeylere benzetilmeye müsait binlerce beyaz desen. Tuvaletin hemen kıyısında bir eşek vardı mesela; bodur, kısa kulaklı ve sırıtan. Her tuvalet ihtiyacımda eşlik ederdi, anırmadan, kıpırdamadan, sessizce. Belki isim bile takmışımdır, unuttum şimdi. Yelkenli gemiler, otomobiller, çiçekler neler neler çıkardı baktıkça desenler arasından ama en belirgini ve en güzeli ve görüldüğü gibi en unutulmazı o eşekti. Tuhaf çocukmuşum vesselam, gerçi büyüklüğüm de pek normal sayılmaz ya...

"Deliduman"ı okuyorum bu aralar, Emrah Serbes'in son romanı. "Hikayem Paramparça" ile hayallerim biraz kırılmıştı ama bu kitap toplayıp yapıştırmama sebep oldu. Başlarda biraz laf kalabalığı olduğunu düşünsem de kitap ilerledikçe su aktı yolunu buldu. Günümüz Türkiyesinin kara mizah üzerinden çizilmiş bir anatomisi sanki. Okuduğunuz şeye gülmeyi planlıyorsunuz ama bir yandan burnunuzun direği sızlayabiliyor. Bir satır önce kahkaha atarken ağlamaya başlıyorsunuz. Henüz bitmedi ama az kaldı ve galiba çok beğeneceğim. Öyle veletce (daha uygun bir başka sözcük bulamadım) yazılmış ki yazarını bilmeseniz de kimin yazdığını anlayabilirdiniz, ancak o yaramaz çocuk bu şekilde anlatabilirdi geçen yıl yaşananları. Bir-iki satırlık alıntıyla bitireyim yazımı da kaldığım yerden okumaya devam edeyim:

"Birden bana döndü, gözlerindeki o yabani ışığı gördüm, erken çekilen acıların ışığı, içine sıçılmış çocukluğun ışığı, asla değişmez, parmak izi gibi ele verir insanı hayatın her döneminde."

"Dünyada en çok hissedilen şey de budur. Hayatın geneli bombok gittiği için, insan yüreği zamanla nasır tutar, bir şey hissedemez olur. İşler biraz yoluna girince de yeniden küt küt. Bok varmış gibi."


24 Haziran 2014 Salı

GEZELİM-GÖRELİM-KEŞFEDELİM (ANKARA1)

Bugün ailecek Ankara'nın kıyısında, kuytusunda dolandık, belki birkaç yıla tek taşı bile kalmayacak semtlerdeki sokakları adımladık, cami yıkılıp mihrap yerinde kalmış güzellikteki binaları fotoğrafladık, kaldırdık arşive. Tabii sıcak nedeniyle biraz yorucu olan bu eyleme başlamadan önce aç karnımızı doyurduk. Ankara'daki dönerciler içinde tek geçtiğim Hacıbayram Dönerci'sinde gerçekleştirdik bu eylemi, şu çınarın gölgesinde:


Karnımız doyunca yan taraftan gelen kokuyu takip edip yine Ankara'nın en meşhur kahvecisine ulaştık ve kahve aldık "Gül Kahvecisi"nden. Sıcacıktı, özenle paketlenmişti ve çanta içinden bile kokusu yol boyu eşlikçim oldu.



Sonra Hacıbayram Camii'ne gitmek için Güvercin Sokağa daldık. Çok kalabalıktı, restorasyon sonrası dükkanlar tamamen dolmuş ve başka bir dünya olmuştu adeta. Çoğunda dini yayınlar, kokulu tesbihler, namaz ve dua CD'leri, hac malzemeleri ve tesettür giysileri sergileniyordu. Yolun başındaki bu amca ise romatizmaya, kireçlenmeye, eklem, bel ve diz ağrılarına, boyun-bel fıtığına ve topuk dikenine karşı adam otu satıyordu.


Güvercin Sokak boyunca ve Hacı Bayram Camii civarında Kale ve Ankara görüntüleri eşlik etti yürüyüşümüze, Kale civarında düzenleme yapılmış etrafı açılmış, Bentderesi'ndeki malum mahaller yıkılmış, ortalık biraz ferahlamış sanki:



Bu da bir başka açıdan Ankara, Altındağ'a doğru:




Camiin karşısında henüz restorasyon sırası gelmemiş bir ev ve tarihi duvarlar.

Sonra yolumuzu İsmetpaşa Mahallesi'ne düşürdük, Ankara'nın bir başka yüzü. Kentsel dönüşüm mağduru bir semt burası, zamanında güzeller güzeli olduğu belli harap konaklar, virane evler, yıkıntılar, çöpler arasında sokakları dolaştık. Her milletten insanlar gördük, yoksulluk bir yazgı mı bilemedik, hüzünlendik. Her şeye rağmen yüzleri gülen çocuklara rastlayıp şakalaşarak fotoğrafladık. Haydi birlikte gezelim:


Çankırı'nın içindenmiş genşler, hemşeriyiz alimallah :)










Yıkıntılar arasına parketmiş bu dozer yeni bir yıkım için emir bekler gibiydi:


Ve onca yorgunluğun üstüne Hâl civarındaki Çino Cafe-Bistro gibi fiyakalı bir ismi olan bu kitsch mekanın havuz(!) başında çaylarımızı yudumladık. Darısı başka semtlere, başka keşiflere:


22 Haziran 2014 Pazar

CAN SIKINTISI MİMİ



Ben mim sevmeyenlerdenim güya ama Fermina komik komik mimler yapıp beni de heves ettiriyor, boş boş oturuyorum madem haydi bugünün yazısı da bu olsun dedim. Esasında bu Bayan Silvia'nın "Yağmurlu Gün Mimi" imiş ama ben "Can Sıkıntısı Mimi"ne çevirdim, var mı itirazı olan:

1- Telefonun nerede?
-Sol yanımda ama birazdan türküye başlarsa sağ yana alırım: "Sol yanımda yarem var, sağ yana dönder beni"

2- Partnerin?
-Snoopy olsa ne hoş olurdu, köpek kulübesinin üstünde güneşlenir, herkesle dalga geçerdik.

3- Saçların?
-"Saçlarıma ak düştü sana ad bulamadım/Gönüle uçmak düştü bir kanat bulamadım"

4- Annen?
-Artık başka bir alemde, burada anlatmıştım.

5-Baban?
-O içerki odada uyuyor, onu da şurada anlatmıştım.

6-En sevdiğin eşya?
-Oturma odamdaki kitaplık ve içindeki kitaplar. Her birine aşkla bağlıyım, lakin bazı sevdiceklerim ödünç alan hain ellerin elinde mahsur kaldı.

7- En son gördüğün rüya?
-Karışık kuruşuk bir şeylerdi ama hatırlamıyorum. Rüya görmekten nefret ederim ama Emel Sayın'dan burun ameliyatı olmamış haliyle edalı, cilveli şu şarkıyı dinlemeyi severim: "Rüyalar gerçek olsa/Seni her gün görürdüm/O incecik beline/Sarılarak yürürdüm"

8- Hayalindeki araba?
-Araba işlerine ben bakmam, kocamın hayalindeki araba ne ise ona bineriz. Benim hayalimdeki taşıt ise faytondur. Ayrıca "Otomobil uçar gider/Gönlüm gibi kaçar gider/Ben talihin peşindeyim/Talih benden kaçar gider"

9- İçinde bulunduğun oda?
-Şu anda ilk gençliğimin geçtiği babaevimin kocaman salonundayım. Sağ yandaki pencereden komşunun yıkayıp astığı çamaşırlar görünüyor, arkamdaki açık balkon kapısından da kafa ütüleyen trafik gürültüsü. "Odalarda ışıksızım, katıksızım, divaneyim" Hadi ordan Kayahan...

10- Korkun?
-Sevdiklerimi kaybetmek

11- On sene içinde ne olmak istiyorsun?
-Büyüyünce doktor olmak istiyorum teyze, doktor olamazsam müyendiz, müyendiz de olamazsam şarkıcı olmak gibi bir düşüncem var ama içimden bir ses şöyle diyor: "Selvi gibi umutlar döndü birer iğdeye/Geçti Bor'un pazarı sür eşşeğini Niğde'ye". O nedenle on sene içinde sağlığımın ve dizlerimin  sağlam kalmasını isityorum.

12- Sen ne değilsin?
-"İnanma gözlerime/Ben ben değilim" Ümit Yaşar Oğuzcan

13- En son yaptığın şey?
-Babama ottan çöpten şeker ilacı kaynattım.

14- Üzerinde ne var?
-Basık havanın verdiği bir ağırlık var :)

15- Senin hayatın?
-Adı üstünde, benim hayatım vermem kimseye, bi Biscrem verseler bile.

16- Moralin?
-İç güveysinden hallice

17- Şu an ne düşünüyorsun?
-Akşama ne yemek pişirsem diye düşünüyorum.

18- Senin bilgisayarın?

-Evet benim bilgisayarım, onu da vermem kimseye, iki Biscrem verseler bile. O koca kasayı ta Antalyalardan buraya taşıdım, yüzümü yıkamadan ayak başparmağımla açar, yatana kadar da kapatmam. Kendisiyle ciddi düşünüyoruz. (Bilgisayara uygun şarkı bulamadım, belki Demet Akalın besteler bu yaz)

19- Bira? 
-Asla, hayatta içemeyeceğim yegane içkidir. Adamın biri bira şişelerini almış klozete boşaltıyormuş. "Ne yapıyorsun yahu?" diye sormuş gören biri. "Aracıyı, tefeciyi kaldırdık" demiş.

20- Aşk?
-"Aşk bu değil yapma güzel/Sen insanı öldürürsün"
Bu saatten sonra geçelim...

Bittiiii, haydi buyrun cevaplamak arzu eden varsa sebil, kapışın...

21 Haziran 2014 Cumartesi

EN UZUN GÜN




Bugün 21 Haziran, yaza girişin resmi tarihi ve yılın en uzun günü. İlave olarak Normandiya Çıkarması'nın da 70. yıl dönümü. İkinci Dünya Savaşı'nın sonucunu belirleyen ve Alman savunmasının yarılmasına neden olan bu önemli çıkarma bir çok kez filme alınmış. Ben Normandiya Çıkarması'nın adını da, müziğini de bu filmle öğrendim. Çok küçüktüm, babam ıslıkla çalardı, zaten müziğin girişinde de sanki ıslıkla çalınan bir bölüm vardır. Başrollerinde Richard Burton, John Wayne, Sean Connery, Robert Mitchum, Henry Fonda, Robert Wagner gibi Holywood ünlülerinin yer aldığı bu meşhur film, "The Longest Day" Türkiye'de "En Uzun Gün" adıyla gösterime girip çok ilgi çekmiş, müziği yıllarca dillerden düşmemişti. Babamın ıslıkla çalması sonucu kulağımda yer eden soundtrack daha sonra tekrar karşıma çıkacaktı. İlkokul 2'ye geçtiğim sene taşındığımız evde kapı komşumuz Faruk abi ve eşi Jale ablayla komşuluktan çok akrabalık derecesine ulaşan bir yakınlığımız vardı. Faruk abi yukarıda sözünü ettiğim filmde rol alsa bir Amerikan artisti sanılabilecek kadar yakışıklı bir adamdı. Hava Kuvvetleri Bandosu'nun şefiydi. Askeri tamburmajör üniforması içinde daha da yakışıklı olur, katıldığı her törende dikkatleri üzerine toplardı. O zamanlar milli bayramlarda stadyumda yapılan geçit törenlerine sırf Faruk abiyi görmek için gittiğimiz olurdu. Ön sıralarda oturuyorsak ve göz hizasına denk gelirsek bize göz kırpıp devam ederdi yoluna. İlginç parçalar çaldırırdı bando orkestrasına ve bunlardan biri de "The Longest Day"ın film müziğiydi. Şimdi ne zaman duysam aklıma Faruk abi gelir. Esprilerini, gülen yüzünü, ışıldayan mavi gözlerini, karısı Jale ablayı, hayatta tutkuyla bağlandığım ilk bebek olan ve sonunda oğluma adını verdiğim kendi gibi sarışın, mavi gözlü oğlunu sonsuz bir özlemle anarım. Keşke aileden biri bu yazıya denk gelse de yıllar sonra tekrar haberleşebilme imkanımız olsa. 

Sabah kahvaltı ederken babamla yine konumuz oldu "The Longest Day"; filmi, müziği ve Faruk abi. Babam artık ıslıkla eskisi kadar düzgün çalamasa da biraz terennüm ettik. Niyetim filmini de bir yerlerden bulup izlemek bugün ve eğer dinlemek isterseniz işte müziği:




19 Haziran 2014 Perşembe

PERŞEMBENİN GELİŞİ CUMAYA ÖRNEK OLSUN :)


Ankara'nın okur-yazar takımı Dost Kitabevi'ni çok iyi bilir. Merkezi Karanfil Sokak'ta olan kitabevinin çeşitli yerlerde şubeleri de vardır. Karanfil Sokak'taki merkez mağaza kitapçı olmanın ötesinde bir buluşma mekanıdır aynı zamanda. Ne zaman gitseniz önünde randevulaştıkları kişileri bekleyen çoğu genç onlarca insan görürsünüz. Geçenlerde Facebook'ta şöyle bir şey okudum, kitabevi, önündeki küçük alana dikilen çiçeklerin kapı önünde bekleşenlerin oturmasından dolayı kırılıp örselendiğinin belirterek duvarın üstüne demir parmaklıklar çekmiş. Doğal olarak kitabevinin müdavimleri ve buluşma yeri olarak kullananlar bu duruma itiraz ederek "Parmaklıklar kaldırılsın" diye bir kampanya başlatmışlar. Bir süredir devam eden kampanya sonucu parmaklıklar kaldırılmış ve hatta duvarın üstüne ahşap oturma yerleri bile yapılmaya başlanmış. Bizzat gidip test edip onayladım, böylece kitaplığımdaki kitapların aşağı yukarı üçte ikisinin anavatanı olan kitabevi gözümden düşmekten kurtuldu. Diyorum ki okuyucusunun isteklerini gözönüne alan kitabevi candır. Hemen içeri girip kutlama bâbında 2 kitap satın alıverdim. Dün Facebook'ta bu ara okuduğum kitapların hiçbirinden memnun kalmadığımı söyleyince kitap önerenler olmuştu. Beğenilerine güvendiklerimin önerileri doğrultusunda oldu alışverişim, ikisini bulamadım, ikisini buldum. Seray Şahiner'in "Antabus"u ve Monica Maron'un "Acayip Bir Başlangıç"ı en kısa zamanda okunmak üzere kitaplığıma yerleştiler, hatta "Antabus"un 35 sayfası çoktan kıraat edildi bile.

Bugün Şuşu'cuğum ve Bilgeciğimin anneciğiyle buluştuk. Bir nevi aile mekanı haline gelmiş Akman Pastanesi bize ev sahipliği yaptı. Uzun uzun oturup bol bol sohbet ettik. Artık hepiciğimizi tanıyan ve ekstradan çay-kahve ikram eden garsonumuz yine kahve ikramı jestini yaptı, ben klasik olarak bozamı içtim. Hayatımda çok büyük bir değişiklik yaparak spesyalim sosisli sandviç yerine mantarlı-kaşarlı bazlama yedim, olağanüstü büyük bir porsiyondu, hepsini götürdüm valla, yaşasın kaloriler.

Gün boyu güneşli ve hayli sıcak olan hava ben eve döndükten kısa bir süre sonra beş dakika içinde kararıp bulutlandı ve gümbür gümbür bir sağanak indirdi. "Ne oluyoruz ya?" demeye kalmadan da dindi. Meğer o sırada Marmara Bölgesi'nde bir sürü yere kocaman dolular düşüp, İstanbul Tuzla'da da hortumlar oluşmuş. Doğa bize çok kızgın bu aralar, bir nevi "ayağınızı denk alın" demeye getiriyor.

Vaziyet böyle değerli takipçilerim, şimdi izninizle huzurdan ayrılıyor ve "Antabus"a kaldığım yerden devam etmeye gidiyorum. İyi geceler olsun...

17 Haziran 2014 Salı

BİR BEBEK ÖYKÜSÜ


Sabah evi toparlarken futbol kartları geçti elime, yiğenim kendinde olmayanları seçip olanları bize hediye etmişti geçen gün. Evin erkek nüfusu da dahil pek fazla maç izlemeyen ve Fenerbahçe taraftarı olmaktan öte futbolla ilgisi olmayan ailemize yakışır bir hediye, gülümseyip bıraktım yerine. Dünya Kupası'nın da etkisiyle ilkokul çağı çocuklarında futbol kartları oyuncakların yerini almış durumda bu sıralar. Biz artist resmi biriktirirdik onların yaşındayken, sakızdan çıkardı, elini çenesine dayamış, yanağı benli, saçı karavel Belgin Doruk ile ince bıyıklı Ayhan Işık kartları çiğ renklerine rağmen elden ele gezerdi. Ben her şeyi biriktirirdim zaten-hala da biriktiririm-artist resmi, pul, kartpostal, mektup, davetiye. Peçeteler henüz çeşitlenmemişti benim çocukluğumda, onları kızkardeş biriktirdi. Bir gün sokakta oynarken atılmış bir rulo sinema filmi bulmuş alıp dolabımın en nadide yerine saklamıştım. Delikli kenarından tutarak ışığa doğru kaldırır ve hayalimde o filmi oynatırdım. Bir de kıpkırmızı TV şeklinde kalemtraşım vardı, komşumuzun İngiltere'ye giden oğlu hediye getirmişti 6 tane bebek kartpostalı ile birlikte. TV'nin iki boyutlu plastik ekranını oynattıkça Tom ve Jerry birbirini kovalardı. İşlevinin dışında bir kullanımla bebek evimin en nadide eşyası olmuştu o kalemtraş. Daha evimizde TV yoktu, bırak evi Türkiye'de yayın başlamamıştı ama benim bebeklerimin TV'si vardı işte, hem de kırmızı. 

Çocukluğum boyunca, hatta ortaokulun ilk yıllarında bile bebeklerle oynamaktan büyük keyif aldım. Bir sürü parmak boyutunda, kel, plastik bebeğim vardı. Yaşdaşlarım hatırlayacaklardır, boyayla kırmızı don çizilmiş, pembe-beyaz, kol ve bacakları oynayan minnak bebeklerdi bunlar. Hiç üşenmeden elbiseler diker, makara ipinden saçlar yapıştırır, evler kurar, saatlerce oynardım. En gözde evim babamın yatılı lise yıllarından kalma ceviz bir kutuydu. Muhtemelen traş kutusuydu, sonra benim bebeklere ev oldu, son görevi ise ayakkabı boyalarını muhafaza etmekti, o görevden emekliye ayrıldı. İçindeki bölmeler oda, salon, mutfak işlevi görür, aslında eşya olmayan ama benim gözüme eşya olarak görünen ıvır zıvırla dekore edilirdi. Bebeklerimi çok seviyordum ama  gönlüm saçlı bir bebekten yanaydı. Gel gör ki daha Fatoş bebekleri bile sahne almamıştı Türkiye'de, Barbie'leri ise ancak yabancı moda kataloglarında görüyorduk. İlkokula başlamadan bir umut ışığı yanmıştı aslında, dayım görev icabı Finlandiya'ya gitmiş, ben de ondan bebek getirmesini istemiştim. Gelene kadar hayal kurmuş, mahalle arkadaşlarıma da "dayım Fillandiya'dan saçlı bebek getirecek yeaaa" diye hava atıp bana iyi davrananlara bebeğimi elinde baktırma sözü vermiştim. Havamı aldım tabii, dayım Fil(!)landiya'dan değil bebek oyuncak fil bile getirmedi, robadan büzgülü organza bir elbiseyle bir dizi boncuk ise kırılan hayallerimi onarmaya yetmedi doğal olarak.

Dayım hatasını birkaç yıl sonra tamir edip gittiği İtalya'dan esmer güzeli bir bebekle döndü. Mutluluktan delirmiştim. Ambalajı hala aklımda, pembe üzerine beyaz kalpler olan karton bir kutunun içinde parlak, simsiyah saçlı, uzun kirpikleri mavi gözlerini gölgeleyen, nokta ağızlı, kırmızı yanaklı, çizgili tshirtli bir afet. Kutunun üstündeki İtalyanca yazıyı anlamını bilmeden ezberime almıştım, bugün bile aklımda kaldığınca tekrar edebilirim: "Bambola per tutti, bambina del mon". Bebek o kadar küçük dayımın nişanlısının annesine benziyordu ki annem adını "Hadiyanım" koydu. İsim hiç içime sinmedi tabii ki, şimdi unuttuğum bir sürü farklı isimle hitabettim ona ama tuhaftır tek Hadiyanım kaldı hatırımda. 

Hadiyanıma ilk anda duyulan coşku yavaş yavaş küllendi, ben yine minnak evlatçıklarıma ve "kesme bebek" dediğim kağıttan giysili karton bebeklerime döndüm. Hadiyanım aksesuar olarak bir süre vitrin üstünde durduktan sonra küçük kardeşimin mülkiyetine geçti, parlak siyah saçları tarazlandı, kirpikleri döküldü, yanakları soldu, ölümü de onun elinden oldu, oyuncak bebekler cennetine yolcu ettik :)

Sabah sabah nerden bu konuya geldiysem, ülke gündeminden öyle bunaldım ki kendimi çocukluk anılarıyla avutmaya başladım galiba. Eh siz de seviyorsunuz zaten anı okumayı, bu da burada dursun bakalım. Kalın sağlıcakla...

Not: Fotoğrafta minnak bebeğimle minnak halimi görmektesiniz :)

15 Haziran 2014 Pazar

BABALAR GÜNÜ KUTLU OLSUN



İlk anılarım biraz komik seninle, görevli olduğun küçük Anadolu kasabasında iş çıkışı takıldığın lokal ve oynadığın 2 el iskambil annemi kızdırmış olmalı ki kulağımda kalmış. Gelen misafirler hatırımı sorduğu zaman "Ben iyiyim ama bizim bey kulüp kuşu, kulüpten çıkmıyor" dermişim ondan aldığım gazla. Bir de keçi gübresi hikayesi var, yıllar geçse de unutulmayıp anlatılan. Evin önüne küçük bir bahçe yapmışsın da hani keçi gübresi atmışsın verimli olsun diye, zeytini en sevdiği yiyeceklerin başına koyan ben "zeytiniii" diye avuçlayıp ağzıma doldururken son anda yakalanmışım. Yiyemediğim keçi gübresinin hayal kırıklığını her iş çıkışı getirdiğin parmak çikolatalarla giderdin sonra, artık Ankara'ya taşınmıştık. Anneannemle birlikte oturduğumuz ve afacanlığının en verimli çağındaki dayımla günde en az üç parti takıştığımız Saimekadın'daki o evde akşamları yolunu gözlerdim. Hem seni, hem çikolatayı beklerdim sanırım. Annem "yemekten önce yeme" dese de bir çırpıda yuttuğum çikolatanın parlak ambalajını tırnağımın yardımıyla özenle düzeltir, ertesi gün götürüp "altın biriktiren" arkadaşım Gülcan'a verirdim. Şimdi nerede parmak çikolata görsem sen düşersin aklıma. 

Bana uygun gördüğün bir de prenses pasta vardı, Yenimahalle pastanelerinden az prenses pasta taşımadın bana. Mutfağa, yiyip içmeye, yedirip içirmeye hep meraklı oldun zaten, özenli sofraları, değişik yemekleri sevdin. Yeni mezun bir sağlık memuru olarak Emirdağ'da görev yaparken evsahibiyle iddiaya girip taze fasulye pişirmeni, sonra uykuya dalıp yakmanı, kokuyla uyanınca fasulyelerin yanık yerlerini enjektör pensiyle tutup makasla keserek yeniden pişirmeni, evsahibinin bayıla bayıla yemesini kaç kere anlattırıp güldüm hatırlamıyorum. Yedeksubaylığını yaparken kaldığın çadırda ispirto ocağında pişirdiğin çorbayı tam içecekken komutanın gelip göreve çağırışına ve senin yiyemeden kalkıp gidişine aç kaldın diye yıllar boyu üzülüp hiç tanımadığım o komutana düşman olmuştum.

Sonra ilk kez kendimize ait bir eve taşınmıştık, o minik bahçe katına. Pazar günleri açık kapıdan dışarıya Zehra Eren'in erkeksi sesiyle söylediği tangolar taşardı, o evin müziği benim için hep tango sesiyle eşdeğer kaldı. Akşamları annem bahçeye sofra kurardı, sen evliliğinizin ilk yıllarında aldığınız ve hala iki tanesi benim evimde duran açılır kapanır ahşap koltuğa otururdun. Hiç unutmam bir akşam yemeğimi bitirmiş eve girmiştim. Pencerede annemin eliyle ördüğü ağ ipinden perdeler asılıydı, delikli zemin üstüne gül motifleri. Bahçe karanlık, ev ışıklıydı, bir ara dışarı çıktım. Çıkar çıkmaz çığlığım mahalleye yayıldı. Bahçede karelere bölünmüş ışıklı bir yaratık oturuyordu. Canhıraş feryadımı duyan ışıklı yaratık yerinden kalkıp üstüme hamle ettiğinde onun babam olduğunu anlamış ama bu sefer karelere bölünüp yere dökülecek diye ağlamaya başlamıştım. Işığın ve tül perdenin oyunuydu kareli ve gül desenli babam :)

Sonra uzun yıllar oturacağımız Babil kulesine benzeyen sitedeki dairemize taşındık. Öyle çeşitli insan manzaraları vardı ki o evde, müziği ancak "Yurttan Sesler korosu" olabilirdi. Ne güzel yıllardı, sen bütün apartmanın yardımsever Naim abisiydin, annem komşularıyla mutlu, ben arkadaşlarımla. Kitaplar taşıdın bana o evde memur maaşının gücü yettiğince. Mevsimin ilk eriğini, ilk çağlasını iş dönüşü elinden kaptığım kesekağıdından yedim. O nedenle turfanda erikler ve çağlalar baba kokar. Mazot kokulu Alemdar sinemasında başbaşa izlediğimiz "Polyanna" filmini de unutamam, birlikte gezdiğimiz ilk "Anadolu Medeniyetleri Müzesi" ziyaretini de. Kesene uygun bulduğun giysiler alıp gelirdin bana, sevmesem de seni kırmamak için giyerdim onları. Yeni yemek tarifleri denerdin mutfağın canına okuyup annemin söylenmelerine karşılık vererek, sonuç çok güzel olurdu ama geride bir enkaz kalırdı :) Tüm Ankara'yı gören o balkondaki akşam sofralarını unutamam; balkonun kenarında sırasını bekleyen içine buzlar atılmış yaz meyveleri, sofrada mutlaka senin sevdiğin bir zeytinyağlı. Barbunyalı akşamı hatırlar mısın, öyle çok yemiştin ki annem önünden almıştı tabağı, "Ne olur sekiz tanecik daha ver" diye yalvarmıştın da yıllar boyu söyleyip gülmüştük niye yedi ya da dokuz değil de sekiz diye.

Öyle yetenekli ve azimliydin ki imrenirdim sana, hiçbir şeye üşendiğini görmedim bugüne kadar. Maketler yapar, dikiş diker, ayakkabı tamir eder, mektupla teknik resim kurslarına devam ederdin, bunlar yetmezmiş gibi araya bir de fakülte mezuniyeti sıkıştırıverirdin. Şimdiki evimize taşındığımız sıralardı, unutmamız mümkün değil. Elinde kalay malzemesi, nişadır vs ile çıkıp gelmiş ve bir kenara atılmış bakır kapları kalaylamaya kalkmıştın, itirazlarımıza ise "Babanızın kalaycı olması zorunuza mı gidiyor?" diyerek o sinirimizin arasında güldürmüştün. Sonuç hüsrandı tabii ki, mutfakta pis bir koku, her yeri kaplayan simsiyah nişadır tozu ve alaca bulaca kaplar kalmış, biz söylenerek ortalığı temizlerken "Anladım ki şu dünyada beceremeyeceğim tek iş kalaycılıkmış" demiştin.

Evlenip giderken günlerce ağlayan annemin değil de beni yolcu ederken göstermemeye çalıştığın senin gözyaşların dağlamıştı içimi. Hala da o yaralar sızlar ne zaman düşünsem. Sonra torunun kapladı bütün hayatını, o Antalya'nın dik varyantından bisikletinin üstünde keyifle tırmanırken sen terini silerek ardından koştururdun.

Ah babam seni anlatmaya satırlar yetmez, iyi ki hayatımızdasın hâlâ. Babalar Günü'n kutlu olsun, dilerim daha nice Babalar Günü seninle geçer, haydi bu günün şerefine en sevdiğin türküyü dinleyelim, "Acem Kızı"


14 Haziran 2014 Cumartesi

GÜNÜN ARDINDAN

Temizlik, kitapçı turları, eski arkadaşlarla buluşma derken neredeyse bir haftayı geçiriverdik bile Ankara'da. Cuma gününü ise günlerdir beklediğim bir etkinliğe, Nuri Bilge Ceylan'ın "Altın Palmiye" ödüllü filmi "Kış Uykusu"nu izlemeye ayırmıştım. Öncesinde sinemanın olduğu mekanda, hoş bir çay evinde (Keifi) çaylarımızı yudumladık. Benim karışık baharatlı ve Morgentau aromalı Hindistan menşeli çayım tek kelimeyle enfesti.


Sonra da yaklaşık 3,5 (reklam ve fragmanları da dahil edersek 4) saatlik bir maraton için sinemaya girdik. Nuri Bilge Ceylan'ın tepe noktasında "Bir Zamanlar Anadolu'da" olmak üzere tüm filmlerini çok sevdim. Bu film de diğerleri gibi beni yanıltmadı. NBC filmlerinin aksine bol diyaloglu bir yapımdı "Kış Uykusu". Onca zaman nasıl geçti anlamadan soluksuz izledik. 


Haluk Bilginer'in taşrada yaşayan eski bir tiyatro oyuncusu Aydın'ı müthiş bir performansla canlandırdığı film Kapadokya'da geçiyor ama bildik turistik Kapadokya manzaralarından çok daha etkileyici görüntüler sunuyor izleyenlere. Taşrada yaşayıp taşra insanlarını tanımayan Aydın, eşinden boşandıktan sonra İstanbul'u bırakıp bu soğuk, kasvetli ve sıkıcı küçük şehirde diğerleri gibi kış uykusuna yatmış mutsuz ve pişman, sivri dilli kızkardeş Necla, içine kapanık ve mutsuz genç karısı Nihal, Aydın'ın kiracısı ve kasabanın imamı Hamdi, öğretmen Levent, çiftlik sahibi Süavi, küçük çocuk İlyas filmin baş kahramanlarıydılar ve canlandıran oyuncular olağanüstü bir oyunculuk sergileyerek filmi soluksuz izlememizi sağladılar. Acemi bir yönetmenin elinde insanı hayatından bezdirecek bir film olabilecekken Nuri Bilge'nin sihriyle bir masala dönüşmüş. Filmin uzunluğuna aldırmayın ve mutlaka izleyin derim, pişman olmayacak, kendinizden ve çevrenizden çok şey bulacaksınız...

Film hakkında TIK

10 Haziran 2014 Salı

DÜŞÜNCELER, ANILAR


Ankara dün bana böyle hoşgeldin dedi. Normalde söylenip dururdum ama 8 aydır boş duran ve işlek bir ana cadde üstünde olduğundan tüm kışın isini-pisini çeken bir evi temizlemekle meşgul olduğumdan çok fazla aldırmadım yağmura ve yoldan akan sele. Bir yandan temizlik yaptım bir yandan burada geçen yılları düşündüm. 

17 yaşındaydım bu semte taşındığımızda, liseyi bitirmiş, üniversite sınavına girmiş, sonuç bekliyordum. Bulutlu bir Eylül günü, evi temizlemeye gelmiş ve ilk kez görmüştüm hayatımın büyük bir kısmını geçireceğim evi. Ramazandı ve ben oruç tutmaya niyetlenmiştim o sene; annem, bir komşu teyze ve ben Güvenpark'ta pazarlık edip yanımıza kattığımız temizlikçi kadın ile girmiştik kapıdan içeri. Beni evden ziyade sonunda sahip olacağım oda ilgilendiriyordu. Henüz Virginia Wolf ile tanışmamıştım ama "kendine ait bir oda"nın öneminden haberdardım. Annem, komşu teyze ve temizlikçi kadın evin diğer bölümlerini paklarken ben payıma düşen odaya yönlendirilmiştim. Bir yandan silip süpürüyor, bir yandan da nasıl döşeyeceğimin planlarını yapıyordum. Zaman zaman eksik malzemeleri almak için apartmanın altındaki bakkala gittiğim de oluyordu. Henüz tanışmadığmız bakkal kırmızı yüzlü, sarışın, sinirli ve meraklı görünümlü bir tipti. Her alışverişte başka bir konuda sorgulanıyordum. Sonraları yan apartmanda oturduklarını öğrenecek ve ahbap olacaktık, dünya tatlısı karısı 3 yaşındaki kardeşim tarafından en iyi arkadaş(!) olarak ilan edilecekti. Vakit ilerliyor ama temizlik bitmiyordu, oruç mideler guruldamaya. başlar ağrımaya başlamıştı ki temizlikçi kadın isyan etti: "Bu evde çok kapı var, anlaştığımız paraya olmaz". Annem ve komşu teyze kadının isyanını bastırdılar bastırmasına da o kapılar her temizlikte bizim başımıza dert olmaya devam etti, hala da öyledir. Mimar kapı seven cinstenmiş anlaşılan :)

İkindiye doğru çok acıkmış olmalıyım ki yine bir temizlik malzemesi için indiğim bakkaldan dönerken yan binanın altındaki kebapçıyı keşfettim. Ön cephe boylu boyunca camekandı ve o camekanın üstüne acemice çizgilerle pide ve kebap resimleri çizilmiş, altına da isimleri yazılmıştı. Gözüm pastırmalı pideye hiç benzemeyen pastırmalı pide çiziminde yutkunarak eve çıkmıştım. Ne kadar canım çekmişse hala o anı düşündükçe ağzım sulanır, pastırmalı pide yemek isterim. Mahalle esnafı işyerlerine yakın olmak istiyorlarmış ki kebapçı dükkanının sahibinin de bitişik dairemizde oturduğunu öğrendik çok geçmeden. Sevimli hayalet Casper'e benzeyen Mehemmed emmimizle karısı yeşil gözlü güzel Kifo hayatımıza bir daha çıkmamacasına girdiler böylece. Kapı aralığından uzatılan kebaplar, künefeler, ekşi erikli dolmalar, bulgur küfteleri pastırmalı pideye olan aşermemi gidermese de onlarla birlikte girdi evimize, hayatımıza.

Akşam üstü temizlik bitmiş, daire taşınmaya hazır hale gelmiş, bakkalla tanışılmış, pastırmalı pideye aşerilmiş olarak ayrılmıştık yeni evimizden. Ömrümüzün kalanı burada geçecekti artık. Ben 17 yaşımdan evlenene kadar sürekli oturup, sonraları en az yılda 4-5 defa gelecektim buraya. Annemin ölümünden sonra hüzün verse de gitmesek de gelmesek de o ev bizim evimizdir...

9 Haziran 2014 Pazartesi

YOLDA OLMAK...

Dün sabah ezanı okunduktan az sonra Ankara'ya gitmek için düştük yola, sıfır uyku ile ve gayet yorgun. Önce bahçemizin olduğu yol üstündeki kasabaya uğradık henüz kargalar bile uyanmamışken kısa bir teftiş yaptık.


 

Bademler iyi, ellerinizden öper, olgunlaşmayı bekliyorlar.


Antep fıstığının görünüşüne aldanmayın, bol meyve, boş iç şeklinde bir ürün türü arzediyor.

 
Eveet, Noel ya da dilek ağacı kılığına girmiş cevizimiz, kuşları uzak tutmak amacıyla süsledik kendilerini :)

 
İklim Antalya'ya göre serin olduğundan gelincikler hala açmaya devam ediyor. Ben onlara bakarken tepemden dev boyutlarda bir kuş geçti kanat çırparak. "Amanin" dedim, "kartal geldi, Boş Beşik masalındaki gibi kapıp götürecek narin gövdemi". Sonra sevinerek farkettim ki arkadaş leylek imiş. Gördüm gördüm valla gördüm, leyleği havada, hem de çok yakından gördüm :)


Eh leyleği de görünce yola düşmek farz oldu. Güneş bulutların arasından üstümüze altın ışıklarını yollarken kırdık rotayı Ankara'ya doğru. Buradan ayrılmadan bir pastoral manzara daha ekleyivereyim:


Yorgunluk ve uykusuzluk nedeniyle adetim olduğu üzere oturduğum yerde sık sık uyuklayarak devam ettim yolculuğa. Ankara'ya kadar neredeyse dört mevsimi birden yaşadık. Bazen güneş yaktı, bazen üşüdük, bazen de ıslandık:



Yağmur sonrası Afyon öncesi güneş ve sağlı sollu haşhaş tarlaları vardı.

Her zamanki gibi Afyon İkbal'de ayak açma, benzin ve yemek molası verdik. Saat erken olduğu için sucuklu kaşarlı tost ve çay oldu menümüz.


Yağmur biraz hırpalasa da İkbal'in bahçesindeki güller pek güzeldi, sizin için bir kolaj yaptım değerli takipçilerim :)


Yol boyunca bir bulut şöleni yaşadık adeta, gökyüzü tüm numarasını serdi önümüze:


Son molayı Sivrihisar'dan sonraki en sevdiğimiz tesis olan Muhteşem tesislerinde verdik, salkım söğütlü, serin ve sulak. Niyetimiz sadece çay içmekti ama her zamanki gibi müessesenin ikramı ballı kaymaklı gözleme geldi önümüze, yemeyiz ısrarımızı dinleyen olmadı, yedik mecburen :) Üstelik ne kadar ısrar ettiysek para kabul etmediler. Testiler oradan:


Ve sonunda Ankara göründü, bu kapı olmasaydı asla şehre giriş yapamazdık, sağolasın İzocam :)


Gökkuşağının altından geçer gibi süzüldük bu mimari ve estetik harikası eserin altından, daha mı bir güzelleştim nedir öbür tarafa geçtiğimde. Henüz saat kulelerini görmedim, merak etmeyin en kısa zamanda görür size de gösteririm :)

E haydi bakalım, Leylağınız bir süre size Ankara'dan seslenecek. Görüşmek dileğiyle...