.

.
.

31 Aralık 2018 Pazartesi

KUTLU OLSUN


Charlie ve ben hepinize sağlık ve huzur diliyoruz yeni yılda.
Gerisini hallederiz nasılsa

🎄🎅🎄🎅🎄


30 Aralık 2018 Pazar

"EN"LERİM 2018

Bir yılı daha savuşturmaya topu topu bir gün kalmışken geleneksel "En"lerim yazısını yazma vaktinin geldiğine hükmedip oturdum klavye başına, zaten 10 günü aşkın ara vermişim buralara. Yıllar biz ne dilersek dileyelim kendi bildikleri gibi akıp gitmeye devam edecekler ama bizimki biraz hayata renk katmak, biraz umutlanmak, biraz rutinden sıyrılmak adına ona sunduklarımız, ister alır cebine koyar, ister yerlere serpip üstüne basar geçer. Müdahale şansımız yok, önemli olan her şeye rağmen kuyruğu dik tutmak 😀

2018'in son haftası hayli hareketli geçti. En güzeli çocuklarımın birkaç günlüğüne gelmesiydi. Havalar soğuk yüzünü gösterse de biz kendimizi ısıttık birlikte olunca. Gezip tozamasak da yedik-içtik, erken yeni yıl kutlaması yaptık, konserlere gittik, kahveler, çaylar, salepler içtik, başarısız kestane pişirme denemeleri yaptık, uzun kahvaltılar edip en sevdiğimiz yeme-içme mekanlarına rutin ziyaretlerimizi gerçekleştirdik, sonra da yolcu ettik evlerine. Biraz gurmesel bir beraberlik oldu anlayacağınız 😀 Çocuklarla birlikte gittiğimiz ilk konser "Emir Ersoy-Gonca Vuslateri"nin birlikte yer aldığı Yeni Yıl Konseri idi. Emir Ersoy'u daha önce izlemiştim, müthiş sahne enerjisine sahip bir insan ve son derece sempatik. Keza ekibi de öyle. Gonca Vuslateri'ne ise tek kelime ile bayıldım. Canlı, hareketli, esprili ve bir biblo kadar zarif. Sesi de, yorumu da harika. Gayet eğlenceli, neşeli bir konser izleyip ayrıldık Türkan Şoray Kültür Merkezi'nden. 



İkinci konser Antalya Devlet Senfoni Orkestrası'nın eşliğindeki Enbe Orkestrası'nın Yeni Yıl Konseri idi. Bu yıl azmetttik, şarkılı, türkülü kapatacağız 2018'i 😀🎶🎄

Bu konser de en az diğeri kadar eğlenceli, neşeli, kıpır kıpırdı. Salonda bütün koltuklar dolduğu gibi insanlar ilave sandalyelere, merdiven basamaklarına kadar oturarak sayıyı arttırdılar. Enbe Orkestrası'nı ilk kez izledim, bu kadar enerjik, geniş kapsamlı bir repertuarları olduğunu bilmiyordum. Programdaki şarkıların çoğu benim kuşağımın hitleri olunca da keyiften ağzımız kulaklarımıza vardı. Sesimiz kısılana kadar eşlik ettik söylenenlere. Sanırım en az bizim kadar sahnedekiler de eğlendi, enstrüman çalan kızlarımızdan biri hariç. Tüm konser boyunca salon kırılıp geçerken yüzünde tek kas kıpırdamadı. İşine olan saygısı ve ciddiyetinden dolayı kendisini tebrik ediyorum 😋


Tüm bu süreç boyunca ben antibiyotik kullanmalı hasta idim ama etkinliklere katılmakta beis görmedim. Hiç dinlenmeden geçen bu sürecin son etkinliği dün pek merak ve hevesle gittiğim "Soğuk Savaş/Cold War" filmi oldu. 


Lakin onca koşturma, faaliyet ve hastalık halinin sonucu olarak filmin en az yarısında uyudum. Evet aleni uyudum. Tüm yorgunlukları yumuşak ve rahat bir sinema koltuğunda çıkarmayı planlıyormuşum meğer. Filmin son sahnesinde gözümü açtığımda Zula ile Wictor bir yerde oturmuş "Biraz da bu tarafa bakalım" diyorlardı.  "Ne oldu şimdi filmin sonunda?" diye sordum arkadaşlara. "İntihar ettiler galiba" dediler. "Yahu oturuyorlardı ya, ne intiharı?" dedim. "E birşeyler içtiler ya" dediler. Ben o sahneyi de kaçırmışım dostlar, hahaha. Film hakkında iyi ya da kötü yorum yapamayacağım, zira rüya gibi geçti 😝

Şimdi gelelim "En"lere:

-En sevdiğim yerli kitap:

Bu yıl toplamda 128 kitap okudum. Yerli kitaplar arasında Ayfer Tunç'un son kitabı "Aşıklar Delidir", listemde ilk sıraya oturdu. 

-En sevdiğim yabancı kitap:

800 küsur sayfalık dolgun gövdesiyle Gürcü yazar Nino Haratischwili'nin "Sekizinci Hayat"ı oldu. 

-En sevdiğim yerli film:

Şimdi baktım da toplamda 56 olan film izleme sayımda çok fazla yerli film çıkmadı, izlediklerime de çok bayılmamışım. İzlediğim 7-8 tanenin arasında sanırım "Müslüm" ve "Kelebekler" ehven-i şerdi diyebilirim. 

-En sevdiğim yabancı film:

İşte o çok fazla var ama ben ilk sıraya bir belgeseli oturtacağım. 90'lık Agnes Varda ile fotoğraf sanatçısı JR'nin birlikte çektikleri "Faces&Places/Yüzler ve Mekanlar" bu yıl favori filmim oldu. 

-En sevdiğim tiyatro oyunu:

Bu yıl izlediğim 10 tiyatro oyununun çoğu hayal kırıklığı idi, o nedenle Antalya Devlet Tiyatrosu'nun sahnelediği "Windsor'un Şen Kadınları"nı ilk sıraya koyuyorum. 

-En sevdiğim bale:

İzlediğim 4 bale içerisinde  ANTDOB'un sahnelediği "Romeo ve Juliet" tartışmasız ilk sıraya oturur. 

-En sevdiğim opera:

4 opera izlemişim bu yıl ve içlerinde en çok "Don Pasquale"ı sevdim. 

-En sevdiğim konser:

İzlediğim 7 konserin hepsini de çok sevdiysem de "Dilek Türkan" konserini tek geçiyorum. 

-En sevdiğim sergi:

12 sergi gezmişim, en kapsamlısı ve en ilginci olarak Sümerbank kaynaklı "Bir Ulusu Giydirmek" sergisini ilk sıraya alıyorum. 

-En sevdiğim dizi:

Netflix aracılığıyla izlediğim "Rita" bu yıl en keyif aldığım dizi oldu. 

-En sevdiğim gezi:

Valla hepsini sevdim, sıralama yapamayacağım. Lise arkadaşlarıyla buluştuğumuz Marmaris, kızkardeşle gittiğimiz İstanbul, eski dostları gördüğümüz nostaljik Denizli, ilk kez gittiğim Ödemiş-Birgi ve soğuk bir güne sığdırdığımız Eskişehir gezilerinin hiçbirini birbirinden ayırt edemeyeceğim. 

Çok uzadı bu yazı, "en"leriniz çok olsun diyor ve gidiyorum...

19 Aralık 2018 Çarşamba

HALA YAĞIYOR

☔☔☔
Evet durmadan yağıyor, yağmuru meşhurdur buraların. Damla damla inmez öyle, "Şarr!" diye boşalır ve günler sürer. "Asla durmayacak" dediğiniz anda da birden kesilir ve hiç yağmamış gibi, dalga geçer gibi güneş ışıklarını yollayıp pat diye kurutur ortalığı.  

Aşağı yukarı muhtelif aralar vererek 15 gündür yağışlı Antalya, arada bir kesiliyor, tam bitti derken ertesi gün yeniden başlıyor. Cumartesi bir mola verdi mesela öğleye kadar, dün de akşama kadar ama bugün yine öyle bir indirdi ki sormayın gitsin. Hele pazar günü kesintisiz 24 saat şimşek ve gökgürültüsü eşliğinde kovalarla su boşaldı gökten. Çevreye epey zarar vermiş duyduğumuza göre, bizim buralarda ıslanmak dışında bir hasar yok. 

Cumartesi sabahı baktık güneş açmış, arkadaşla buluşup parka attık kendimizi. Daha sabah çiyi bitkilerin üzerindeyken canım manzaraya baka baka yürüdük. Yürüyüşümüzü gözleme ile noktaladıktan sonra kahvemizi de aşağıda gördüğünüz mekanda içtik. Artık kahveyi mi içtik, görüntüyü mü siz karar verin:


Pazar günkü çılgın yağıştan sonra yorulmuş olacak ki hafta başıdır deyip açtı hava Pazartesi günü. Biz de buna güvenerek Salı için bir arkadaşta buluşma planladık. Gel gör ki o gün sanal aleme Antalya'da şiddetli yağış uyarısı düştü. Gidip gitmemekte bir süre kararsız kalsak da sonunda "Ya kısmet" deyip düştük yola. Neyse ki otobüs çabuk geldi, oturacak yer vardı ve gideceğimiz yere ulaşana kadar yağmur yağmadı. Ne olduysa biz arkadaşta iken oldu. Gök çıldırdı, şakır şakır indirdi. Hafiflemeye yüz tuttuğu bir anı kollayıp açtık şemsiyeleri, attık kendimizi sokağa. Durakta otobüsün gelmesini beklerken 8-10 kadar kızlı-erkekli şamatacı liseliye maruz kaldım. Böyle bir grubun içine düşmeyeli 13 sene kadar olmuştu.  Özlemişim diyemeyeceğim doğrusu 😀 Sonunda otobüs geldi, kendimi bir koltuğa yerleştirdim. Yanımda oturan genç kız 45 dakika süren yolculuk süresince cep telefonuyla konuştu. Karşımdaki boş yere annesi nezaretinde oturan 5 yaşlarındaki tombalak kız çocuğu ise otobüsü adeta terörize etti. Annesine bağırıp çağırdı, benim bacağıma tekmeler attı, kendini koltuktan aşağı fırlattı, son derece akortsuz biz sesle 10 dakika kadar ağladı, ben ineceğim durağa geldiğimde hala mızıldanmaya devam ediyordu. Otobüsten indiğimde yağmur hızını arttırmıştı, göle dönmüş caddeden arabaların sıçrattıkları sulardan kaçmaya çalışarak karşıya geçtim, eve ulaştığımda derin bir nefes aldım. İklimciler bana kızacak ama yağmurdan nefret ediyorum. Kocam küresel ısınmaya benim sebep olduğum konusunda kesin kararlı. Öyle diyorsa öyledir ama güneşli ve ılık bir havanın suyu mu çıktı yani. 

Yağmur nedeniyle evde mahpus kaldığım sürece üç kitap bitirdim. Son okuduğum "Zenne" ve "Çekmeceler" filmlerinin senaristi ve yapımcısı Caner Alper'in anılarını kaleme aldığı "Temiz Aile Çocuğu" isimli kitaptı. Homofobik düşünceleri kırma açısından ufuk açıcı, cesaretle ve içtenlikle yazılmış. Kitap okuma seansları dışında Netflix'te takıldım oldukça yoğun bir biçimde. Bir yandan elimdeki etamini işleyip bir yandan "Roma" filmini ve "Hakan Muhafız" dizisini izledim. "Al Hayba" isimli Lübnan yapımı dizinin kalan bölümlerini tamamladım, iki saçmasapan Noel filmi daha seyrettim. Napoli romanlarının konu edildiği dizinin yeni eklenen iki bölümünü de hallettim, yeni yıl kartlarımı yazıp postaladım, üç-beş kargo gönderdim, e daha ne yapayım yani. Haydi kalın sağlıcakla...

11 Aralık 2018 Salı

10 GÜN SONRA

İyice boşladık buraları, yine 10 günü bulmuş verdiğim ara. Bırakmak istemiyorum ama yazmak da eskisi kadar cezbetmiyor. Neyse, gecikmeyi affettirme maksatlı rutin sızlanmaları bir yana bırakacak olursak bolca yağmur yedik 10 günlük sürede. Yakında sürgün vermeye başlayacağız nemden. Haliyle hava yağmurlu olunca da eve kapanıp kaldık. Yıllık okuma hedefimi Kasım ayında tamamlayınca okuma işini de avareliğe vurdum. Kitapları elime alıp alıp bırakıyorum, çoğunu beğenmeyip yarıda fırlatıp atıyorum. Ne yapalım bu ay da böyle geçsin. Hem önümüz yılbaşı, kartlar yazılacak, ağaç süslenip eve ve ruha biraz renk, biraz ışıltı getirilecek. Kendime ajanda aldım kart seçerken. Kart seçmek derken abarttığımın farkındayım, nerede öyle seçecek çeşit, elimize ne gelir, önümüze ne konursa alıyoruz, hem de fahiş fiyata, mübarek alt tarafı renkli karton, hediye alır gibi kart alıyorsun. 3 yıldır Unicef'ten sipariş ediyordum, zahmet edip yeni desen basmadılar, insanlara her yıl aynı kartı göndermekten usandım haliyle. Başka da yok bu şehirde, gittim D&R'a el mahkum, kazıklanıp çıktım. İşte o kazıkların arasına bir adet de ajanda çaktım. Mor renkli ve puanlı, pek hoş. Ajandasız yapamam, hatta bazen bir yılda iki ayrı ajanda kullandığım olur, biri daha küçük çantada, diğeri evde. Sanırsın ünlü bir holdingin CEO'suyum 😀

Kart ve ajanda tedarik etmek dışında uzun zamandır arzu ettiğim bir konser fırsatı doğdu, iki arada-bir derede bilet alıp onu gerçekleştirdim: Dilek Türkan Konseri. İnce Saz'a ve Dilek Türkan'a bayılırım. Dilek Türkan tek başına çalışmaya başladığından beri onu ayrıca takip ediyorum ama bu arada İnce Saz'ı ve yeni solistleri Ezgi Köker'i de boşlamış değilim. Konser şahaneydi, soluksuz izledim, en sevdiğim şarkıları söyledi ve şahane bir sahnesi var. Seyirciyle dialogu mükemmeldi, adeta ruhum arındı. 



Yağmurdan fırsat buldukça birkaç etkinlik yapmayı başardık. Yeni açılan Türkan Şoray Kültür Merkezi'nde-ti konser de orada olmuştu zaten-"Salvador Dali Litografi Sergisi" açıldı, gidip onu gezdik. 



Sergi ilginçti haliyle, nasıl bir düş gücü, nasıl bir düşünce yapısıdır bu çılgın adamdaki, anlamak mümkün değil. Bahçede ise turunçlar yapraklarla beraber yerleri boylamıştı. Antalya sonbaharı, sadece yaprakları sermiyor yere, turunçlar da atıyorlar kendilerini çimenlerin üstüne.


Şakır şakır yağmurun yağdığı bir gün de önce arkadaşlarla kahvaltıya ardından da Ata Demirer'in son filmi "Hedefim Sensin"i izlemeye gittik. Tipik Ata Demirer filmiydi, benzer konular, benzer espriler ama yine de eğlenmiş olarak çıktık salondan. 

Yağmurda eve kapandık dediysek de o kadar değilmiş gördüğünüz gibi 😀 Evde ise bu aralar yazarak vakit geçiriyorum, kimi zaman kart, kimi zaman ajanda, kimi zaman da yayınlanmak üzere bir dergiye yazı olarak. İnternet üzerinden yayına başlayan Zıtlar Mecmuası isimli Ankara ağırlıklı dergide ben de zaman zaman Ankara üstüne yazacağım. İlk yazım ilk sayıda yayınlandı, okumak isterseniz linki aşağıda:


Bütün bunlardan artan vakitlerimde ise  Netflix'e takılmış durumdayım. Abone olduğumdan bu yana izlemediğim kadar dizi ve film izliyorum, öyle ki durmadan uyarı alıyorum esasında adil olmayan "adil kullanım kotası"nı doldurdunuz diye. Aman kıyamadınız, yavaşlatın, paraları alırken iyi, biraz fazla kullandık mı parmak sallayın, esefi de çağırdım yanıma birlikte kınıyorum internet sağlayıcımı 😀 Lakin ben de abarttım, Netflix'de ne kadar saçma sapan Noel filmi varsa izledim, oh sefam olsun, manzaralar şahaneydi, karlar, ağaçlar, ışıklar, kızaklar, Noel Babalar, geyikler; ruhumdaki büyümeyen çocuğu ışıltıya doyurdum 😀 Ardından "The Kominsky Method" isimli pek keyifli bir dizi bitirdim bir günde. Yaşlanmış bir Michael Douglas ile kel bir Alan Arkin oynuyordu. Şimdi de "Al Hayba" isimli bir Lübnan dizisi tüketiyorum günde 4-5 bölüm. Arapça'ya bayağı bayağı  kulak aşinası oldum. Kota olsun da neylesin esasen. Haydi ben kaçtım, gidip biraz daha kota tüketeyim, Arapçamı geliştireyim. Kalın sağlıcakla...

 

2 Aralık 2018 Pazar

KASIM OKUMALARI

Dün kitaplığı karıştırırken elime eski bir kitap geçti, yeşil lake kapağının cildi hafiften yırtılmış, sayfalarına zamanın sandık lekesi sinmiş, neredeyse yaşıma yakın bir Cronin: "Kabus Şatosu". Benim almadığım malum, kimbilir kimden yadigar kaldı kitaplığımda hatırlamıyorum ama bildiğim ortaokul yıllarımda sıkı bir Cronin hastası olduğum. Öyle de firaklı bir ismi vardı ki yazarın okurken saygı duruşuna geçmek isterdim neredeyse: Archibald Joseph Cronin. Evde bulduğum (muhtemel ki halamın kitaplığından kalma) Kabus Şatosu'nu-"Şapkacı ve Şatosu" olarak da bilinir-okuduktan sonra ilçe halk kütüphanesinde sondaj çalışmaları yaparak "Şahika"dan başlayıp "Yeşil ve Pembe Yıllar"a, "Erguvan Ağacı"ndan "Yıldızlara Bakarken"e kadar neredeyse tüm külliyatını hatmetmiştim sevgili doktorumuzun. Okumaya olan aşırı düşkünlüğüm, bu düşkünlüğümü fiziksel olarak da ilan eden miyop gözlüğümle mahallenin diğer çocuklarından biraz ayrıksı bir yapıya sahiptim. Uzun yıllar tek çocuk olmanın getirdiği avantajla kendimi oyalamayı iyi bilirdim, en iyi oyalama araçlarım da kitaplardı haliyle. O yıllarda anneannemle aynı site içerisinde iki farklı blokta oturuyorduk. Gün içinde sık sık anneanneme takviye hizmeti vermekle görevlendirilirdim annem tarafındam. "Haydi şu yemeği anneannene götür", "Git bak bakalım, bir şeye ihtiyacı var mı?", "Anneannen seni çağırıyor, mektup yazdıracakmış" gibi direktiflerle kendi evimizin üç kat merdivenini çifter çifter (hatta bazen son 5 basamağı atlayarak) iner, 50 metre kadar ilerideki anneannemin apartmanına girer, 4 kat merdiveni bu defa çifter çifter çıkar ve tam merdiven sahanlığının dibindeki dairesine girerdim. Zili çalmaya gerek kalmazdı, zira yazsa kapı ardına kadar açık, kışsa anahtar üstünde olurdu. Şimdi o merdiven basamaklarını çifter çifter inip çıkmayı hayal bile edemiyorum Cevriye'nin ebediyen yerleştiği dizimle. Kimi zaman merdivenlerde ya da aynı kattaki kapıların açıldığı ortak balkonda anneannemin apartmanında yaşayan diğer bireylere kıyasla en az benim kadar ayrıksı komşusu Gülsen ablaya rastlardım. Boylu boslu, hoş bir kadındı Gülsen abla. Evinin dekorundan çocuklarının ismine, yaşam tarzından hayata bakışına kadar çok farklıydı diğerlerinden. Pek karışmazdı konu komşuya, evinin kapısı diğerleri gibi halka açık değildi, anahtarı üstünde bırakmazdı. İçeriye girmek istiyorsanız zili çalacaktınız. Aslında normal olan bu tavrı apartmandaki komünal yaşam gözönüne alındığında tuhaf karşılanır, fırsat buldukça dedikodusu yapılırdı. Benimse aram pek iyiydi Gülsen abla ile, özellikle çok okuyan bir çocuk oluşumu takdir eder, her karşılaşmamızda aramızda küçük bir sohbet gelişirdi, genellikle okuduğum kitaplar üstüne. Bir seferinde en sevdiğim yazarı sormuştu. "Kabus Şatosu" ve "Erguvan Ağacı"nı yeni elden geçirmiş, "Şahika"ya başlamak üzere olan ben hemen atılmıştım "Cronin" diye. Hafiften gülümsemiş ve şöyle demişti: "Bu yaşta Cronin sevmen çok normal, yaşın ilerledikçe okuma zevkin değişicek". İnanmamıştım haliyle, biraz da bozulmuştum. Haklıymış Gülsen abla, kitaplıktaki kapağı aşınmış o kitap elime geçmeseydi eğer Cronin'i belki aklıma bile getirmeyecektim bir daha. Ne dersiniz, Cronin'e bir vefa borcu olarak "Kabus Şatosu"nu tekrar okusam mı acaba 😀 Kitaplığın okunacaklar rafına göz atınca bu fikirden hemen caydım, eskileri tekrarlayacak kadar sonsuz zamanım yok, okunmayı bekleyen ise pek çok. Şimdi gelelim Kasım ayı kitaplarına:


-Çok severek okuduğum ilk kitabı "4 Hane 1 Teslim" den bu yana yeni kitabının çıkmasını sabırsızlıkla beklediğim Eyüp Aygün Tayşir'in ikinci kitabı "Tuhaflıklar Fabrikası" da birinciyi aratmayacak güzellikte. Bir masal gibi anlattığı üniversite camiasının her bir bireyinin gerçek yaşamda kanlı canlı yeri olduğuna eminim. İlk romanından çok farklı bir tarzda kaleme aldığı bu kitap beni yazarın gelecekte daha ne gibi sürprizler sunacağı konusunda meraklandırdı. Yine sabırsızlıkla beklemedeyim...


-Kısa ama yaoğun bir aşk öyküsünün anlatıldığı, kahramanların gerçek kişiler olduğu bir grafik roman "Alman Sevgili". İçinden Beatles, rock'n roll, varoluşçuluk, pop müzik geçen bir kitap bu, çizimlerse enfes...


-Sanat güneşimizin bilinmeyen yönlerinin hayatına bir şekilde dahil olmuş kişiler-okul arkadaşları, yanında çalışan kahya ve yardımcı kadınlar, ahbaplık ettiği kişiler, gazino patronları vs-aracılığıyla anlatıldığı, Radi Dikici tarafından kaleme alınmış bir biyografik kitap "Aşkın Kavurduğu Güneş Zeki Müren". Gazinolarda ve radyolarda okuduğu şarkıların listesine kadar yer alan oldukça kapsamlı ve sanatçının kişiliği açısından da hayli şaşırtıcı bir belge. Hayranlarına ve biyografi sevenlere önerilir. 


-Sevin Okyay'ın çevresindeki ünlü-ünsüz kişileri eğlenceli bir dille anlattığı yazılarını topladığı bir kitap "Ara Sıra ve Daima". Sevin Okyay'ı seven bunları da sever 😀


-"Ben Frankfurt'ta Şoförken" Aydın Engin'in Almanya'da siyasi mülteci olarak yaşadığı yıllarda geçimini sağlamak için taksi şoförlüğü yaptığı zamanları anlattığı, eğlenceli bir dille yazılmış hoş bir anı kitabı. Ben severek okudum...


-Üç novelladan oluşan, masalsı dille yazılmış bir kitap "Ağaçtaki Kral". Konular ilginç olmasına karşın akmadı kitap bir türlü, tökezledim, sıkıldım okurken. Velhasıl ya orijinal dilinden okumak lazımmış ya da okumamak...


-Spoiler vermiş gibi olmazsam ismi "Amsterdam'da Düello" olmasına rağmen Amsterdam'ın son birkaç sayfada yeraldığını belirteyim öncelikle, onun dışında olay Londra'da geçiyor. Farklı konuları ele aldığı kitaplarının çoğunu okuyup sevdiğim Ian McEwan'ın bu kitabını da-finalini biraz saçma bulmama rağmen-severek okudum. Eski bir sevgilinin cenazesinde biraraya gelen biri ünlü bir besteci, diğeri bir gazetenin genel yayın yönetmeni olan iki arkadaş bir politikacının özel hayatı gündeme gelince anlaşmazlığa düşer ve ilişkiler ondan sonra yön değiştirmeye başlar. Gerisini merak ediyorsanız okuyun derim :)


- Elimde uzun süre oyalansa da iyi bir kitaptı "Yabancı Bir Baba". Yazarın kendi yaşamından otobiyografik ögeler taşıyan, bunun yanısıra Joseph Conrad'ın hayatı hakkında kurguladığı bir kitaptan bölümler içeren, yetmedi babasının yazdığı "Göçek" isimli novellanın da işin içine karıştığı katman katman açılan bir okuma oldu. Göçmenlik olgusu, baba-oğul ilişkisi, kullanılamayan anadiller vs, herkes aynı derecede sever mi bilmem ama bu kitap çok şey içeriyor...


-Milliyet Sanat ve Radikal 2'nin genel yayın yönetmenliğinin yanısıra pek çok gazete ve dergiye de emeği geçmiş olan Tuğrul Eryılmaz'ın anıları, "68'li ve Gazeteci" çok keyifli, özellikle gazetecilik alanında çok ufuk açıcı. Anı türünü sevenlere öneririm.  


-Ayın son kitabı daha önce  YKY'den çıkan "İnsan Dengesi" isimli romanını çok severek okuduğum bir yazar olan Margit Schreiner'in "Hayal Kırıklıkları Kitabı" oldu. Ölmüş bir kadının çocukluğundan başlayarak hayatla hesaplaşmasını konu alan kitap insanı kendisini sorgulamaya sevkediyor. Çok beğenerek okudum, çarpıcı ve bir o kadar da trajikomikti...

Kasım ayında okuduğum 10 kitapla "Goodreads"da katıldığım 120 kitaplık Challenge'ı tamamlamış oldum. Genel olarak yıllık kitap ortalamam bu oluyor. Kimi zaman aşıyor, kimi zaman 120'de sabit kalıyor eğer yıl içinde beni ekstra meşgul edecek bir durum sözkonusu değilse. Aralık ayı okumaları ile yeni yılda buluşmak üzere şimdilik hoşçakalın...