.

.
.

19 Haziran 2018 Salı

GEÇEN GÜNLER

Blogu amma boşlamışım ben, 11 gündür ıssız duruyormuş yavrum :) Yaz rehaveti mi desem, tembellik mi desem, bloglardan ufaktan soğuyoruz mu desem, kısacası ne desem bilemedim. İçimden bir ses "geç olsun, güç olmasın, yazmaya devam" dedi, ben de ona uydum. 

Ankara bir günde iki mevsim yaşatma eylemine devam ediyor, sabah güneşle başlayan gün ikindi üzeri "Memurıslatan" yağmurlarıyla devam ediyor. Hele bayramın ilk günü çakıl taşı büyüklüğünde dolular indi gökten, caddeyi seller götürdü. Şu anda da bulanık, ne yapacağı belli olmaz, bakarsın yağar, bakarsın yakar. Bayram ayrı bir sıkıntıydı zaten, ilk gün topluca yenen aile yemeğinden sonra yegane etkinliğimiz bunalmak oldu. Rutin dışına çıkılmasını sevmiyorum galiba. Ayrıca bayram gelmiş neyime, emekliye her gün bayram :)

Kızkardeşle vakit geçirmeye devam. Geçenlerde Devlet Tiyatrolarının yeni uygulaması kapsamında Haziran sonuna kadar nöbetçi tiyatro olan Küçük Tiyatro'da bir oyuna gittik: "Eyvah Nadir!". Kızkardeş son anda gelmekten cayınca Bilge'nin annesine kısmet oldu izlemek, epeyce de eğlendik. Meddahvari bir oyundu ve oyuncunun yetkinliği oyunun naifliğini kapatıyordu:


Bir sonraki gün orijinali Hollanda Rijk Museum'da olan ve geçici bir süreliğine sergilenen ünlü Ankara gravürünü görmek üzere bilmem kaçıncı kez Kale'deki Rahmi Koç Müzesi'ne gittik. 


Fotoğraf internetten, sergilendiği yerde ışıktan parlayınca düzgün bir fotoğraf yakalayamadım. 1700'yü yıllarda yapıldığı düşünülen resmin önceleri Halep manzarası olduğu düşünülmüş. Sonra yaptığı incelemeler sonucunda Semavi Eyice resmin sağ tarafindaki Ankara keçisi de denilen tiftik keçilerinin varlığı esas alarak resmin Ankara'ya ait olduğunu ortaya koymuş. Müze çok güzel bir düzenleme yapmış, standın önüne yerleştirilen bir ekran aracılığıyla resmin belirli noktaları üzerinde sanal olarak gezinip o yıllardaki ve bugünkü görünümlerini ve nereye ait olduğunu görebiliyorsunuz. 

Resimdeki tiftik keçilerinden hareketle açılmış 'Tarihi Dokumak, Bir Kentin Gizemi "Sof"' isimli bir diğer sergiyi de gezdik. Tiftik keçilerinden elde edilen yünlerle dokunan kumaşlara "sof" adı verilmekte imiş ve zamanında Ankara ticaretinde önemli yer tutmakta imiş:


Yün kırkmakta ve eğirmekte kullanılan aletler 


Tiftik yünüyle (sof) dokunmuş, dikilmiş ve örülmüş giysiler

Aynı salonda bir geçici sergi daha vardı, Zeki Alasya'nın hayatı boyunca dünyanın çeşitli yerlerinden topladığı "Gülen Buda" objeleri. Eşi ve kızı tarafından belli bir süre sergilenmek üzere müzeye verilmiş;





Küçüklü büyüklü yüzlerce obje arasında herhalde en ilginci Zeki Alasya'nın "Buda" olarak tasvir edildiği bu minik heykel olsa gerek. 

Müze gez gez bitecek gibi değildi, daimi sergilenen ve daha önce gördüğümüz şeyleri es geçerek yeni eklenen parçaların arasında dolaştık ki bunlardan biri de "Minyatür Bebek Evleri" idi. İçim gitti, ben çocukken bunlardan birine sahip olabilsem dünyanın en mutlu çocuğu olurdum herhalde. 






Bu evlerin önünde bütün bir günümü geçirebilirdim aslında ama hem yorulmuştuk, hem de yapılacak işler vardı. Son bir selam da Abdülcanbaz'a çakıp ayrıldık müzeden:


Geçen haftaki bir başka etkinliğimiz ise Fade Sahne'de izlediğimiz "Dikkat Köpek Var" isimli oyundu. Melih Cevdet Anday'ın yazdığı oyun günümüze uyarlanarak sahneye konmuştu:


Ve sonra işte bayram-seyran derken bugünü bulduk. Birazdan Bilge'nin annesi ile buluşup kahve içeceğiz, eh biraz da gıybet yaparız artık :)))

Umarım bir dahaki yazıyı bu kadar geciktirmem. Seçim nedeniyle hom svit hom'a döneceğiz bir süreliğine. İyi vatandaşım ben, oyumu kullanmadan asla :) Şimdilik kalın sağlıcakla...

8 Haziran 2018 Cuma

MAYIS OKUMALARI

Evet geciktim farkındayım ama Mayıs ayı ve Haziran başı öylesine yoğundu ki ne yazmaya, ne okumaya çok fazla zaman ayırabildim. Kitaplar elimde benimle birlikte gezip durdu. Önce Marmaris yolculuğu, ardından Ankara öncesi hazırlıklar, sonra Ankara'ya geliş, ardından İstanbul, İstanbul'un insanı tüketen karmaşası, dönüşte çıkan pestil derken ancak bugüneymiş kısmet. Zaten okuma sayımda da belirgin bir düşüş oldu bunca yoğunluk arasında. Ne yapalım her zaman aynı performansı gösteremiyoruz. Az olsun, bizim olsun :)


-Mayıs ayının ilk kitabı "Doppler" isimli romanıyla tanınan Edland Loe'nin "Naif.Süper"i oldu. Tıpkı adı gibi naif bir kitaptı. Yetişkin denebilecek yaşa gelmesine rağmen bir ergenin özelliklerini gösteren kahramanın gündelik yaşamının anlatıldığı kitap ilginç ve keyifli. 


-Per Petterson'un "At Çalmaya Gidiyoruz" isimli kitabı pek çok kişinin elinde, sayfasında gördüğüm, merak ettiğim ama okumakta geciktiğim bir kitaptı. Keşke bu kadar gecikmeseymişim dedim okuduktan sonra. Norveç edebiyatının nefis bir örneği olan kitap durgun akan bir su gibi, tıpkı romanın kıyısında geçtiği ırmak benzeri. Baş kahraman Trond'un çocukluktan başlayarak geri dönüşlerle bir nevi inzivaya çekildiği kulübede yaşadıklarının anlatıldığı kitabı çok sevdim. Bu aralar Norveç edebiyatı yüzümü güldürüyor. 


-Gerçek adıyla Sule Emmanuelle Egya Nijeryalı bir yazar ve ben ilk kez Nijeryalı bir yazarın kitabını okudum. "Kıraç Gökyüzü" yaşadığı ülkedeki dinsel çatışmalar ve ailesinde gerek maddi, gerek bireysel sorunlar yüzünden sıkıntılı zamanlar yaşayan ergenlik çağındaki Murtala'nın öyküsü. Nijerya'nın sosyal yapısını anlatması açısından etkileyici kitaptı, çok beğendim diyemem ama bu anlamda okunası...


 -İlk Bulgakov okuyuşumdu ve bunca zaman atladığıma hayıflandım. Sade ama şahane bir edebi dil-çevirmenin marifetini de unutmamak gerek-ile yazılmış, geçen yüzyılın başında geçmesine rağmen güncelliğini yitirmemiş öyküler okudum "Genç Bir Doktorun Anıları"nda. Öncelikle "Usta ile Margarita" olmak üzere gelsin diğer kitapları...
"Akıllı insanlar mutluluğun sağlığa benzediğini çok önceden fark etmiştir: Mutluyken fark etmezsiniz; ama yıllar geçtikçe, geçmişte kalan mutluluğunuza ilişkin anılar, ah, anılar!.."
Kesinlikle tavsiyemdir...


-Tarryn Fisher'in daha önce bir gerilim romanını okumuştum, ondaki heyecana kapılıp "Tehlikeli Kızıl"ı ısmarladım ama neredeyse bir yıldır okunmayı bekliyordu. Sonunda elime alabildim ama beklediğimin çok dışında bir konu ile karşılaştım. Sevimsiz ötesi bir kızılın ne pahasına olursa olsun sevdiği adamı(!) yani kocasını elinde tutma çabalarından nefret ettim. Okumasam da olurmuş, bence siz de okumayın... 


-İncecik bir kitaptı aslında ama elimde öyle çok oyalandı ki. Bu oyalanmadan mı kaynaklı bilemedim ama konunun ilgi çekiciliğine rağmen tökezledim durdum ve masalsı anlatıma, çevreci yaklaşımlara rağmen sevemedim. "Cümbüşçü Karıncalar" tohum mafyasına ve köpeklerin şehirlerde yaşamasını engellemek isteyen insanlara karşı mücadele eden bir grup insanın öyküsü. Pınar Selek'in yaşadığı Lyon'da geçiyor, övgüye değer bir konusu var ama işte belki de uygun zaman değildi, bilemedim...

Evet, mayıs okumaları bu kadar, umarım Haziran'da eksik kalanları telafi ederim. Kalın sağlıcakla, okumalarınız bol olsun... 

5 Haziran 2018 Salı

GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ-İSTANBUL 4

İstanbul'daki son günümüz, saat 16.00'da trenimiz kalkacak ama bizde bu yarım günü bile boş geçirecek göz yok. Erkenden kalk, giyin, valizleri toparla, tabanvay, metro, vapur, hop Karaköy'deyiz. Hop dediysem de hop diye olmadı tabii ki ama artık yavaştan İstanbul düzenine ayak uydurduk. Karaköy'de bir süre ne yapsak diye düşünüyoruz, sonra Bankalar Caddesi'ne sapıp hem Salt Galata'yı, hem Osmanlı Bankası Müzesi'ni deniyoruz ama kader utansın, günlerden pazartesi ve müzeler kapalı. Aslında aklımızdaki belli, YKY'nin yeni binasını ve Akdeniz Heykeli'ni görmek önceliğimiz. Biz de bir kez daha Cevriye'yi kızdırmak pahasına Camondo merdivenlerini ve takip eden yokuşları tırmanıp Galata'ya ulaşıyoruz. İstanbul'a kadar gelmişken en sevdiğim kuleyle halleşmeden olmazdı. Fazla vaktimiz yok, uzaktan birbirimize göz kırpıyor ve İstiklal'e çıkıp devam ediyoruz. İstiklal içler acısı, söylüyorlardı da inanmıyordum, bu kadarını tahmin etmiyordum. Nasıl diyeyim ruhu gitmiş, büyüsü bozulmuş sanki. Yıllar sonra ilk kez İstanbul'a geldiğimde gözlerim yukarıda, binalara hayran hayran bakarak yürüyüşümü, senelerdir değişmeyen mağazalara bakışımı, Markiz'de "Mevsimler" panoları eşliğinde çay içişimi, kendimi Füruzan öykülerinde gibi hissedişimi hatırlıyorum, neredeyse ağlamaklı oluyorum. Geçtiğim cadde ruhsuz, pastaneden yemekçiye, oradan da hiçbir şeye evrilen Markiz ise ışığı sönmüş, kör kör bakıyor:


Neyse ki betona kesmiş, ağaçsız, çiçeksiz caddede tramvay bir renk olarak tekrar sefere başlamış, ona olsun seviniyoruz:


YKY binasına ulaşıyoruz sonunda, o da devasa bir hayal kırıklığı, çirkin, kocaman, beton bir bina. Yine de çöle dönmüş caddede bir sanat vahası diyerek giriyoruz içeriye. Güvenlik görevlisi genç çok kibar, merdiven görünce değişen yüzüme bakıp "Rahatsızsanız diğer girişte asansör var" diyor. Teşekkür edip o kapıya geçiyoruz ama buradaki görevliler aynı kibarlıkta değil, neredeyse dizimin röntgenini isteyecek arka desteki görevli genç kadın. Aldırmıyoruz, sonuçta derdimiz üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil. Sonunda şahane Akdeniz heykeli karşımızda, bu gerçekten olağanüstü bir sanat yapıtı:


Bir arkadaşım şöyle demişti: "Bunu Antalya'ya getirip Varyant'ın tepesine yerleştirsek ve Akdeniz'i kucaklasa". Aslında ne kadar doğru, tam oraya yakışan bir heykel ama bizim memlekette vandal çok, açıktan durunca neler olabilir tahmin etmek zor değil. En azından yeni mekanında korumalı, Akdeniz'i değilse de İstiklal'i kucaklıyor. Zaten İlhan Koman da heykel hakkında şunları söylemiş: "İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi. Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi, kucak açmayı bu adla anlatmak istedim". Ne iyi etmiş de istemiş.

Akdeniz heykeliyle kucaklaştıktan ve mekandaki sergileri gezdikten sonra anı kabilinden bir kitap alıp ayrılıyoruz YKY binasından. Bu defa ters yöne yürüyoruz. Yol üstünde St. Antuan Kilisesi'ne uğruyoruz hatırı kalmasın diye. Bu muhteşem yapının mimarisine hayranım, geçen yıl okuduğum kitabın kahramanlarından biri kilisenin iki yanındaki dairelerden birinde kirada oturuyordu. Aslında çok merak ediyorum o dairelerin içlerini, görmek isterdim. Sonuçta ben Doğan Apartmanı'nda bile kiralık daire gezmiş insanım :)



Sondan bir önceki kat hiç fena değil, kirası ne kadar acaba 😀

Kendim değil ama Cevriye biraz yorulup mızırdanmaya başlayınca hem yokuş inmemek, hem de nostalji olsun diye Tünel'e binmeye karar verdik. Canım Tünel, çok komik ve çok sevimli geliyor bana, bin ve 5 dakika sonra in 😀


Aslında niyetlerimizden biri de geçici binasındaki İstanbul Modern'e uğramaktı ama ne yazık ki zamanımız kısıtlıydı, işin ucunda treni kaçırıp İstanbul'da mahsur kalmak da vardı, caydık. Karaköy'de Gümrük Lokantası'na ayırdık son kalan vaktimizi. Şahane bir taş binadaki, çok güzel dekorasyonlu lokantada gayet lezzetli ve keyifli bir yemek yedik. Görevli genç kızla biraz Ara Güler'den bahsettik, Ara Cafe ile Gümrük Lokantasının işletmesi aynı kişideymiş, konu oradan açıldı.



Yemek sonrası Avrupa yakası ile vedalaşıp kendimizi vapura yerleştirdik. Gelirken iç salonda oturmuştuk ama bu artık İstanbullu olduğumuzdan değil rüzgardan ve serinlikten korunmak adına idi, dönüşte yabancı kimliğimiz ortaya çıktı ve güverteye yerleşip Tarihi Yarımada ile vedalaştık.


Canım İstanbul, bu gelişimde iyice çirkinleşmiş, betona kesmiş bulsam da seni yine de güzelsin, yine de efsunlusun, yine de çarpıcısın. Tekrar görüşmek dileğiyle hoşçakal. Burada olduğum sürece ilgilerini, dostluklarını eksik etmeyen tüm arkadaşlarıma bir kez daha teşekkür ederim...

4 Haziran 2018 Pazartesi

GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ-İSTANBUL 3

Peşinen söyleyeyim, bir sürü fotoğrafa maruz kalacaksınız :)
İstanbul'daki 3. günümüz en cıvıldak günlerimizden biriydi. Sabahın köründe kalkıp hazırlandık, bu defa metro yerine minibüs kullanmaya karar verdik, zira çok yürüyecektik, ne kadar eksik adım atarsak o kadar kârdı. Bize tarif edildiği üzere minibüs caddesine çıktık ve gelen minibüslerden birine el ettik. İlk günkü vapur yanlışlığından ağzımız yandığı için işi garantiye alalım diye düşündük ve açılan kapıdan şoföre hitaben: "Kadıköy değil mi? Yabancıyız da biz" dedim. Şoförün gözlerinde hayret ve takdir ifadeleri birlikte belirdi ve şöyle cevap verdi: "Yabancıyım diyorsunuz ama Türkçe'yi çok güzel konuşuyorsunuz". Off, kara kafamızla turist sanılmak bir yana, sürücü kardeşimizin izanı öbür yana, adamın suratına gülmemek için arkadaki koltuklardan birine geçtim ve açıkladım: "İstanbulun yabancısıyız". 

İki yabancı sonunda Kadıköy'e vardık ve orada bir yerliye rastladık. Bizimle aynı Balat yürüyüşüne katılacak olan blog arkadaşım Qunegond Eminönü İskelesi'nin önünde karşımıza çıktı, şahane tesadüf. Ne de olsa yabancıyız, bir bilenin eşliği paha biçilmez. Atladık vapura, Eminönü'nden de otobüse, çok geçmedi Balat'ta idik. İstanbul'da kaldığımız sürece uçak hariç denemediğimiz taşıt kalmadı, bu karmaşa aklımızı başımızdan alsa da bir süre daha kalsak alışacaktık el mahkum. İstanbullular kızmasın ama sık sık "Ah Antalya!" dedim, evet dedim. Yanlış anlamayın İstanbul'u çok seviyorum ama biz rahatlığa fena alışmışız. Her neyse Balat'ta otobüsten inip koştura koştura "Sveti Stefan Bulgar Kilisesi"ne yöneldik, nam-ı diğer "Demir Kilise"ye. Hafiften de bir ahmak ıslatan başlamıştı ama biz ahmak olmadığımız için etkilenmedik. 



500 ton ağırlığında ve Viyana'da hazırlanan tüm parçaları dökme demirden olan kilise demonte bir şekilde Tuna nehri ve Karadeniz üzerinden gemilerle İstanbul'a getirilmiş ve denizin üstünde monte edilerek yerine yerleştirilmiş, açılışı 1898 yılında yapılmış. Mimari projesi Ermeni mimar Hovsep Aznavour'a ait olan ve korozyon nedeniyle aşındığından 7 yıldır bakım ve yenileme nedeniyle kapalı olan kilisenin restorasyonu bu yılın başında bitmiş ve ibadete açılmış. Geçen gelişimizde bu nedenle gezememiştik, hayli merak ediyorduk, o yüzden araya sıkıştırıverdik. Oldukça kalabalıktı ve biz ayrılırken bile akın akın ziyaretçi grupları geliyordu. 





İçerisi hayli görkemli, vitraylı pencereler de çok güzeldi, keza kapıdaki kabartmalar da...


Kiliseden çıktığımızda yağmur dinmişti ama gün boyu ara ara serpti durdu, yağsam-yağmasam kararsızlığı yaşadı, neyse ki gezimizi engelleyecek bir yoğunluk olmadı.

Gezi yine Balat'taki Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin önünden başlayacaktı. Çok güzel ve tarihi taş bir binada yer alan kütüphane 1990 yılında bir grup kadının (Şirin Tekeli, Füsun Akatlı, Jale Baysal, Füsun Ertuğ Yaraş ve Aslı Davaz) öncülüğü ile açılmış. Kuruluş amacı kadınların geçmişini iyi tanımak, bu bilgileri araştırmacılara sunmak ve yazılı belgeleri gelecek nesillere saklamak. Kişisel düşünceme göre de şahane bir amaç. Kızkardeş öğleden sonra orada bir sertifika programı için ders verecekti, gezi öncesi içeri girip biraz dolaştık ve saat 10.00'da Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi'nin düzenlediği "Cins Adımlar Toplumsal Cinsiyet ve Hafıza Yürüyüşleri"nin Balat ayağına katılmak üzere binanın önünde yerimizi aldık. 


Yürüyüşün amacı sadece semti tanıtmak değil, burada yaşayan ya da bir şekilde semtle bağlantısı olan kadınları, olayları ve sivil toplum örgütlerini de anlatmak. Zaten ilk olarak merkezi önünde iki görevlinin anlattığı  karikatürist Selma Emiroğlu ve yazar Leyla Erbil hakkında detaylı bilgiler aldık.

İkinci mekan 2000 yılından bu yana insan, çocuk ve LGBT hakları, kadın sağlığı ve ayrımcılığın önlenmesi konusunda çalışmalar yapan "Mavi Kalem Derneği" oldu.  Fotoğraflar o civardan:






Daha sonra rotamızı "Moğolların Meryemi Kilisesi"ne kırdık. "Kanlı Meryem Kilisesi" de denilen Bizans'tan günümüze ulaşan ve camiye çevrilmeden Rum Cemaati tarafından kullanılan tek kilise imiş. 


13.yüzyılda Bizans hükümranlığının sürdüğü topraklara sık sık Moğol akını yapılmakta imiş. Bunun önünü almak amacıyla Bizans İmparatoru VIII. Mihail ile Moğol İmparatoru Abak Han arasında bir anlaşma yapılır ve Mihail'in kızı Maria'nın isteğine bakılmaksızın Abak Han'la evlendirilmesi kararlaştırılır. Ancak Abak Han o kadar yaşlıdır ki daha gelin alayı Moğol illerine ulaşmadan yolda ölür. Anlaşma bozulmasın diye bu kez Maria Abak Han'ın oğluna gelin edilir. Ancak damat taht kavgaları yüzünden 1 sene sonra kardeşi tarafından öldürülür, Maria yine dul kalır. Dul kalmakla kalmaz, evlendiği erkeklere uğursuzluk getirdiğine inanılır ve "Kanlı Maria" olarak anılmaya başlar. Bu baskıya dayanamayan Maria tüm haklarından vazgeçip İstanbul'a döner ve bu kiliseyi inşa ettirip kendisi de içinde rahibe olarak yaşamaya başlar. İçinde önemli tarihi belgelerin saklandığı söylenen kilisenin zamanında aç ve yoksullara da hizmet verdiği bilinmekte. Aşağıdaki fotoğrafı çektikten sonra içeride fotoğraf çekmenin yasak olduğunu öğrendim ama çekmiş bulundum bir kere, siz de görün madem:


Kanlı Meryem'e veda edip hepinizin bildiği şahane yapı "Fener Rum Lisesi"nin önünden geçerek "Yuvakimyon Kız Lisesi"ne geldik. Aşağıda Fener Rum Lisesi:



 
Yuvakimyon Kız Lisesi bu görkemli binanın arkasında ve gölgesinde kalmış. Balat'taki azınlık kız çocukların Pera'daki liseye uzaklığı nedeniyle gitmeleri mümkün olmayınca 1880 yılında Patrik 2. Yoakim'in önderliğinde bu okul açılmış. Kaliteli eğitimiyle ün salmış ama zamanla öğrenci sayısı azalmış ve 1988'de eğitim sona ermiş, mevcut kız öğrenciler de Fener Rum Lisesi'nde eğitimlerine devam etmiş, bina şu anda metruk durumda. Bu liseden yetişen önemli öğrencilerden biri Türkiye'nin ilk kadın foto muhabiri olan Eleni Küreman imiş ama genellikle görmezden gelinmiş.

 



Dar, yokuşlu inişli, kimi zaman merdivenli sokaklardan geçerek şimdi "Balat Kültür Evi" olarak hizmet veren "Vodina Cafe"yi geçiyoruz. Geçtiğimiz her sokak film platosu gibi, gördüğümüz her binanın fotoğrafını çekmek, önünde durup dakikalarca incelemek istiyoruz.



Sırada "Agora Meyhanesi" var. Şarkılara konu olmuş, ünlü Agora Meyhanesi:
"Burası Agora Meyhanesi/Burda yaşar aşkların en divanesi/En şahanesi/Cama vuran her damlada/Seni hatırlıyorum/Ve sana susuzluğumu".





Agora Meyhanesi'ni 1890'da aşkı uğruna denizlerden vazgeçen Rum Kaptan Asteri açar, kendinden sonra da oğlu Stelyo ve torunu Hristo ayakta tutar. 1950'de bir yangına yenik düşen meyhaneyi Hristo müdavimlerinin yardımıyla yeniden ayağa kaldırır. Yeşilçam filmlerindeki pek çok meyhane sahnesi Agora'da çekilmiş. 1990'larda Balat'taki Rum ve Yahudi nüfusu azalınca Hristo da Yunanistan'a göçer ve meyhane kapanır. Zamanında Hristo'nun yanında çalışan Ersin Kalkan, yönetmen Ezel Akay ve birkaç kişinin daha ortaklığıyla 124 yıllık meyhaneyi restore eder ve 2014 yılında tekrar hizmete sunarlar. Cins Adımlar ekibi meyhane hakkında bilgi verirken şarkıyı ünlendiren Müzeyyen Senar'ı, ömrünün bir kısmını Balat'taki meyhanelerde geçirmiş şair Enderunlu Fazıl'ı ve bir zamanlar Balat'taki meyhaneleri danslarıyla şenlendiren Çingene İsmail'i de anmadan geçmediler. Daha detaylı bilgi isterseniz önümüzdeki günlerde tekrarlanacak yürüyüşe katılın, yoksa bu post metrelerce uzayacak. 

Agora Meyhanesi'nden ayrılınca Çıfıt Çarşısı'na yollandık. Çıfıt Çarşısı karşılıklı küçük dükkanların sıralandığı Leblebiciler Sokağı'na verilen isim. 


Günümüzde "karmakarışık" sözcüğüne karşılık gelen "çıfıt" aslında Yahudilere verilen bir isim ve bu bölgede yoğun olarak yaşamış Yahudilerden alıyor bu adı. Hem Bizans, hem de engizisyondan kaçan İspanyol Yahudilerinin yoğun olarak yaşadığı Balat 20. yüzyıl başlarına kadar dünyanın en önemli Yahudi yerleşim yerlerinden biri imiş. Ne yazık ki günümüz için bunu söyleyemeyeceğiz. 

Son olarak Khorenyan Mektebi'ni ve Surp Hreşdagabed Kilisesi'ni de görüp Balat gezimizi sonlandırıyoruz.





  

Her biri ayrı ilginç binaları, cafeleri seyrederek Fener Köftecisi'ne yöneliyoruz ve hoş dekorasyonuna bakarak karnımızı doyuruyoruz:


Yemek sonrası kızkardeş ders vermek üzere Kadın Eserleri Kütüphanesi'ne, Qunegond'la ikimiz de Balat cafelerine doğru yola düşüyoruz. 

Gözüme kestirdiğim kedili cafe Naftalin tıklım tıklım dolu, hemen karşısındaki küçük ama sevimli Maide'ye giriyoruz biz de, meğer başımıza eğlenceli bir şey gelecekmiş :)


Birer fincan kahvenin başında Qunegond'la sıkı bir sohbete dalmışken içeriye yaşlıca bir kadın giriyor, doğrudan bizim masaya ve bana yöneliyor. Konuşması biraz peltek, anlamakta güçlük çekiyoruz önce. "Kedilere" diyor, "kedilere yardım lazım". Bir an meczup olduğunu düşünüyor ve anlamaz bakışlarla kadını süzmeye devam ediyoruz. "Kedilere yemek yapacağız" diyor, "yardım edin". Hala algılama güçlüğü mü çekiyoruz, basiretimiz mi bağlandı meçhul, biz boş boş bakıyoruz, kadın konuşuyor. Sonunda bizden "tık" çıkmayınca "Haa" diyor, "anladım, yabancı bunlar, yabancı, dilimizi bilmiyor". O anda ayılıyor ve kadının cafeden çıkmasıyla birlikte senkronize olarak gülmeye başlıyoruz. O kadar çok ve kahkahayla gülüyoruz ki diğer masalar bize bakıyor. Zor bela kendimizi susturuyoruz ama nasıl gülmeyelim. Bugün ikinci yabancı zannedilişim. Gerçi daha gün uzun, Tanrı'nın hakkı da üçtür 😀

Bu kadar çok gülünce Maide'den kaçıyoruz ve bu defa başka bir cafeye yerleşip sohbete kaldığımız yerden devam ediyoruz. Burası daha modern ve şık bir cafe, adı da Balatkapı. Bu gidişle Balat cafeleri üzerine tez yazacağım. 


Balatkapı'daki sohbetimiz sona erince Qunegond beni yanımıza gelen iki lise arkadaşıma emanet edip ayrılıyor. Blogda tanıştığımız günden bu yana birkaç sefer biraraya geldik ama sanırım en verimlisi ve en keyiflisi bu oldu. Teşekkürler Qunegond eşliğin ve attığımız kahkahalar için. 

Naftalin Cafe'de aklım kaldı ya, lise kızlarımla birlikte oraya yöneliyoruz ve pek hoş, pek nostaljik dekorasyonlu bir duvar dibindeki dantel örtülü masaya yerleşiyoruz. Diğer birkaç masada gençler kahvelerinin ya da içeceklerinin arasında uyuklayan kedilerle birlikte sohbetteler. 


Kızkardeşin dersi bitene kadar sohbete burada devam ediyoruz ve işi bitince onu da alarak Balat'a veda edip Samatya'ya doğru yola koyuluyoruz.


Ama önce Küçük Ayasofya Camii'ni görmeye gidiyoruz. Küçük Ayasofya Camii Kadırga ile Samatya semtleri arasında. Mimarisi Ayasofya ile çok benzerlik gösterdiği için camie çevrildiğinde bu adı alsa da Ayasofya'dan çok daha önce inşa edilmiş. İmparator Justinien tarafından Sergius ve Bacchus Kilisesi adıyla yaptırılmış, Fatih döneminde kilise olarak kullanılmaya devam edilmiş, 2. Bayezid döneminde camiye çevrilmiş. Camii şöyle bir dolaşıyoruz, Ramazan nedeniyle içeride namaz kılanlar var, rahatsız etmemek için fazla oyalanmıyoruz, Kadırga'ya geçiyoruz, sokak aralarında birkaç fotoğraf çekip Samatya'ya yollanıyoruz. 
(Foto internetten)


Samatya'yı "İkinci Bahar" dizisini izlediğimden bu yana merak ederdim, kısmet bu zamana imiş. Sağolsun gerçek bir İstanbul rehberi olan lise arkadaşım Sema hem gezdirip hem bilgilendirdi bizi. 



Samatya'nın ara sokakları hayli renkli, sanki başka bir hayatı yaşıyor gibiler. Bolca çocuk ve kedi vardı girdiğimiz ilk sokakta. Sonra meydana yöneldik ve diziden çok tanıdık gelen o restoranlar çıktı karşımıza; Ali Haydar ve Develi :)




Bir an Şener Şen çıkıverecek bir yerlerden gibi geldi ama onun yerine istediğimiz her şeye "yok" diyen bir garson denk geldi. Biz de Ali Haydar'ı terkedip rakibine yöneldik ama hiç pişman olmadık.


Aslında niyetimiz yemek sonrası Matya Cafe'de kahve içmekti ama zaman hayli ilerlemişti, üstelik daha karşıya geçecektik, caydık. Şöyle bir uğrayıp Samatya ile vedalaştık. Yoğun, koşturmalı, biraz yorucu ama cıvıl cıvıl ve renkli bir gündü, gayet keyifli geçti. Bunda payı olan sevgili dostlara buradan bir kez daha teşekkürler...

Not: Balat yürüyüşü benzeri yürüyüşler "Cins Adımlar" adıyla Kadıköy ve Beyoğlu'nda da yapılmakta. Katılmak isterseniz aşağıdaki linki takibe alınız: