.

.
.

30 Ekim 2018 Salı

GÜNLER SONRA

Dün Macera Kitabım son blog yazısında demiş ki: "Blogdan bu kadar kopmak istemediğim için yazıyorum". bunu okuyunca kendi bloguma girip baktım, 15 gün olmuş neredeyse yeni bir yazı girmeyeli. Oysa hala en sevdiğim, ilk göz ağrım, tüm sanal medya türleri içinde tercih ettiğim ama nedense son zamanlarda ben de zorlanıyorum yazmakta. Kolaya kaçıyorum, kaçıyoruz, Instagram'a bir fotoğraf, altına iki satır yazı, işlem tamam. Ruhumuz da yorgun sanırım, eski heves yok yazanda da, okuyanda da.Yorumların, tıklanma sayısının azalmasından anlaşılıyor. Oysa herkesten önce kendim için, kişisel tarihime not düşmek için yazıyorum ama gündemle öylesine meşguluz ki kişisel tarih bile ikinci sıraya düşüyor. Her şeye rağmen yazalım, Özlem'in dediği gibi kopmayalım bloglarımızdan. Onlar bizim sevip görüşemediklerimizle aramızdaki köprü, yıkmayalım.

Neyse bunca acıklı kelamdan sonra bakalım neler yapmışız buralara gelmeyeli. Antalya'ya gelip oryantasyon(!) çalışmalarımızı tamamladıktan sonra Ankara havasını attık üzerimizden. Şimdi henüz bitmeyen yazı yaşamaya devam ediyoruz. Hava mis, güneş parlak, nem en az düzeyde, deniz cıva dökülmüş gibi parlıyor, henüz yapraklar bile dallarda. Sonbaharın ayak sesleri hafif, lakin hiç belli olmaz, biz sonbahar beklerken pat diye kış geliverir, o yüzden tadını çıkarmakta fayda var bu günlerin. Parklarda, cafelerde dolaşma, denize karşı çay-kahve içme zamanı. Tabii sinemayı, tiyatroyu, konseri de ihmal etmeden. 

Geçen cumartesi Antalya Devlet Tiyatrosu'nda sezonun ikinci oyununu izledim: "Godot'u Beklerkeni Beklerken". Bilet alırken dikkat etmemişim, oyunun Samuel Beckett'n ünlü "Godot'u Beklerken"i sanıyordum. Kontrol için Biletiva'ya girdiğimde farkettim ikinci "Beklerken"i. Meğer "Godot'u Beklerken" oyununda yedek olarak kuliste bekleyen ve oyuncu olmaya çabalayan iki adamın öyküsüymüş. "İki kişilik bir oyun olarak sıkıcı olabilir mi?" endişesiyle gitmiştim ama son derece memnun ayrıldım gösterimin bitiminde salondan. Hem oyunculuk, hem de eserin verdiği mesajlar açısından çok iyiydi. 



Opera Sahnesi'nde ise daha önce farklı versiyonlarını izlediğim "Türküyem" isimli müzikli oyun vardı. Yerel türkülerin ve oyunların şan ve bale tekniği ile sahnelendiği keyifli bir gösteri olarak izlemiştim öncesinde, buna da hevesle gittim ama sanki üzerinde biraz daha çalışılması gerekiyormuş gibi geldi. Gerçi sahneye konduktan sonraki ikinci gösterime gitmiştim ben, zamanla daha da oturacağına inanıyorum. 



Yaz boyu mahrum kaldığım sinemaya ise balıklama daldım. Bir haftada üç film izledim, ilki bu haftanın hiti ve uzun süre vizyonda kalacağına inandığım "Müslüm" idi. Açıkcası Müslüm Gürses'e öyle özel bir ilgim olmadı, oturup da herhangi bir şarkısını dinlemişliğim yoktu, orada burada duyduklarımla haberdardım. Bir de videoların moda ve kahvehanelerin başlıca numarası olduğu yıllarda 15 gün boyunca "İsyankar" filmine maruz kalınca temelli bezmiştim. Yaz tatiliydi, kayınvalidemi ziyarete gitmiştik, evin altı kahvehane idi ve her akşam videoda "İsyankar" filmi oynatılıyordu. Filmi görmüyordum haliyle ama açık pencereden içeriye tüm replikler dolduğu için konuya iyice aşına olmuş, 15 gün boyunca dinlediğim Müslüm Gürses şarkılarından da bıkmış usanmıştım. Müslüm Gürses ilgimi ancak son yıllarında, farklı yorumlarla söylediği hit şarkılarla dikkatimi çekmeye başlamıştı ki vefat etti. Geçen yıl Muhterem Nur'un yaşamını anlattığı bir kitabını okumuştum. Haliyle Müslüm Gürses de çokca yer alıyordu bu anılarda ve o zaman ne kadar zor bir hayatı olduğunu farketmiştim. Filmi ilk gün izledim ve salondan karışık duygularla çıktım. Herkesin göğüsleyeceği şeyler değildi yaşadıkları, söylediği şarkılar kadar dramatik ve arabeskti hayatı da. Üstelik Timuçin Esen öyle ustalıkla canlandırmıştı ki sanki perdede O değil de Müslüm Gürses'in bizzat kendisi vardı. Üstelik şarkıları da Timuçin Esen söylemişti. Hasılı çok beğendim ve çok duygulandım, beni sadece Muhterem Nur rolünde Zerrin Tekindor rahatsız etti. Sanat yönünden değil ama sanki çok Avrupai kalmıştı o rolde. Benim bildiğim ve 5 yaşında Ayşecik filmiyle tanıyıp avaz avaz ağlayarak tüm sinema salonunu kendime baktırdığım Muhterem Nur, çok farklı tipte bir kadındı, daha yumuşak, daha yuvarlak (sanki uygun kelimeler bunlar), Zerrin Tekindor tüm güzelliğine ve yeteneğine rağmen fazla keskin geldi bana. Yine de filmde aksayan başka bir yön yoktu, herkes üzerine düşeni layığıyla yerine getirmişti. 



Dün ise kendime sinema günü ilan ettiğim bir gün oldu. Benim çocukluğumda sinemalar çoğunlukla iki filmi arka arkaya oynatırdı. Ben de o hesapla nostalji yaptım. Hazır gitmişken görmek istediğim iki filmi arka arkaya izleyiverdim. Nasılsa festival günlerinden alışkınım. İlk film Sundance Film Festivalinde "En İyi Yönetmen Ödülü" almış "Anaokulu Öğretmeni" idi. Ailesinden ve kendine dönük ergen çocuklarından beklediği ilgiyi göremeyen ve kendini sanata adayıp şiir kurslarına devam eden ama vasatın üstüne çıkamayan anaokulu öğretmeni Lisa ve küçücük yaşına rağmen durup dururken inanılmaz şiirler söyleyen öğrencisi Jimmy'nin öyküsünü anlatıyor film. Her bakımdan verdiği mesajlarla çarpıcı bir filmdi, çok beğendim. Ne yazık ki festival filmlerine tahsis edilmiş küçük bir salonda 4 kişi olarak izledik. 



Kısa bir aradan sonra Ferzan Özpeteğin son filmi "Napoli Sırrı"na geldi sıra, Napoli hakikaten bir sırdı, film bitti ama sırrı çözmeyi biz izleyicilere bırakmıştı Özpetek. Orta yaşlara dayanmış bir adli tıp doktoru kadın ile genç bir adam arasında bir gecelik tutkulu bir ilişki ile başlıyor film. Hayli uzun tutulmuş, cüretkar sahnelerden (+18 idi zaten) sonra tipik Ferzan Özpetek tarzına geçiyor ve çok kadrolu, neşeli, renkli bir tempo içerisinde bir cinayetin ve çocukluk travmasının izlerini sürmeye başlıyorduk. Açıkcası bayılmadım ama izlenebilir nitelikte idi, filmin konusundan ziyade yaşattığı renkli dünya ilgimi çekti. Son filmi "İstanbul Kırmızısı" benim için bir fiyasko idi, bu onun yanında çok iyi kalırdı. Bir "Karşı Pencere" ya da "Cahil Periler" değildi elbette ama yine de hoş bir seyirlik oldu. 



Her film izleyişimizde olduğu gibi bu defakilerde de yine cep telefonsuz yaşamayanların beyaz ekran ışıkları gözümüze, yemeden seyredemeyenlerin yağlı mısır kokuları da burnumuza doldu. Hele son filmi izlerken yanıma oturan genç kız hışırtılı cips paketindeki cipsi kutu kolası eşliğinde tıkırtılarla yedikten sonra üstüne tatlı niyetine bir de küçük kaşığıyla puding götürünce kendimi sinemadan ziyade lokantada sandım, neredeyse hesap uzatacaktım :)

Böyleyken böyle, verdiğim arayı telafi etmişimdir umarım, bitirirken sizleri uzun zaman sonra annesine kavuşan Fıstık ve Meksika'dan gelen anası Feride'nin mutluluk tablosuyla başbaşa bırakıyorum :)



17 Ekim 2018 Çarşamba

ANTALYA'DAN SELAMLAR

Yaz sezonunu Ankara'da kapatıp Antalya'ya döneli ve burada ikinci parti yaz sezonuna başlayalı 10 günü geçti. Nihayet klavye başına oturabildim. Bir şehirden diğer bir şehre uzun süreli gidip gelmek yorucu iş. Giderken toparlan, gidince yerleş, gelirken toparlan, gelince yerleş, sıkıcı şeyler. Bir süre adaptasyon güçlüğü çekiliyor zaten, "Ben kimim, burası neresi, buzdolabı ne yandaydı, tabaklar hangi rafta duruyordu, elektrik düğmeleri sağda mıydı, solda mıydı?" gibisinden ufak şapşallıklar da yaşanıyor. Neyse sonuçta hepsini atlattık, valizler açıldı, ilk elden yaşam için gerekli hijyenik faaliyetler yerine getirildi, yardımcı kadın geldi, evi elden geçirdi ve rutine dönüldü. İlk tiyatro oyununu izleyip ilk sergiye bile gittim. Ankara'da izlediğim fecaattan sonra pek umutlu gitmemiştim Antalya Devlet Tiyatrosu'nun sezon açılış oyununa ama umduğumun çok üstünde çıktı oyun da, oyuncuların performansları da, sevindim. Elif Solak'ın yazıp Ezgi Yentürk'ün yönettiği "Zümrüdüanka" beğenerek izlediğimiz bir oyun oldu. Darısı sezonun diğer sergilenecek etkinliklerine diyelim. 

Dün geldiğimden beri ilk kez bazı alışverişler ve zorunlu yapılacak işler için şehir merkezine yollandım. Epeydir kitaplığımda yer sorunu yaşıyordum. Evde rafı olan her mobilyayı kitaplık haline getirmeme, Ankara'da aldığım kitapları orada bırakmama rağmen tek kitap koyacak yerim kalmadı desem yalan olmaz. Aklımda bazı kitapları tasfiye etmek ve yenilerine yer açmak gibi bir düşünce dolanıyordu ama kitap kıymeti bilen birini bulmak meselesi vardı. Sonunda bir arkadaşım bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında, bir dernek yararına kitap satışı yapacaklarını söyleyince kitapların akibeti belli oldu. Fazlalıkları oraya bağışlama kararı aldım ve dün üç koca poşetle kitapları bırakacağım mekanın yolunu tuttum. Kitap nar misali bir şey, "Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane" hesabı rafta üç-beş kitapmış gibi duran şeyleri yere indirince çoğalıveriyor. Ağırlığı da cabası. Elimde iki koca poşet, sırtımda zebellah gibi bir sırt çantası oflaya puflaya teslimatımı yaptım. olsun varsın, ne saçma sapan nedenlerle ne yükler taşıyoruz, en azından güzel bir amaca hizmet edecek. Yüklerimden kurtulunca epeydir özlemini çektiğim Kaleiçi yollarına vurdum kendimi. Senelerdir bu şehirde yaşarım, defalarca Kaleiçi'ne gittim ama hala keşfetmediğim, bilmediğim sokaklar olduğunu görüp şaşıyorum. Önce labirent gibi dar sokaklarda kayboldum, iyi de oldu, şahane detaylar gördüm, aşağıdaki bir sahafa ait pencere gibi:


Eski mi eski, harap mı harap bir binanın alt katında, kitapların rastgele yığıldığı bir dükkan. Şu pencerenin fotoğraftan çok tabloyu andıran görüntüsüne şiir yazası geliyor insanın ama bizim yerimize Orhan Veli yazmış zaten:

"Pencere, en iyisi pencere,
Geçen kuyları görürsün hiç olmazsa
Dört duvarı göreceğine"

Pencereye, kapıya, tavana, kapı tokmağına bakayım derken yolumu kaybettim. Gideceğim sokağı bir türlü bulamadım, küçük bir ötelin önündeki taşlığı sulayan orta yaşlı adama sordum, ince ince anlattı, gereğinden fazla anlattı, o kadar çok anlattı ki, hiçbir şey anlamadım :) Yine el ve cep yordamıyla kendim buldum sonuçta. Lakin işimi bitirince bu defa yine yönümü şaşırdım Kapının önündeki güvenlik görevlisine danıştım. Kısaca "Sola dön" dedi. Daha anlamlı oldu :) Kayınvalidem "Kıvrak aramaktansa yavşak sormak iyidir" derdi, ben de öyle yaptım ama pek de faydası olmadı, yine iş başa düştü. Neyse kaybolmadım, hatta dönerken yol sorduğu adama tekrar rastladım, hala hortum elindeydi, "Buldun mu?" diye sorguladı beni, evetleyip devam ettim :)

Kaleiçi'ndeki girift sokaklardan anacaddeye çıkınca kahve zamanımın geldiğine hükmettim ve önüme ilk çıkan cafeye yerleştim. Kahvem yanında Eti puf ile birlikte geldi, kahveyi içtim, Eti pufu yan masada oturan kadınların masa aralarında dört dönen iki çocuğundan birine pasladım ve çıktım mekandan. Şimdi sırada Antalya Kültür-Sanat'ta yeni açılan sergi vardı: "Zamanın Sessiz Tanıkları". Sergilenen portre ve otoportreleri görmek için yola koyuldum ama öncesinde bir mağazaya uğrayıp bozulmak için gelişimizi bekleyen mutfak saatinin yerine daha fiyakalı başka bir saat aldım, böylece her sabah uyanır uyanmaz boş duvardaki çiviye bakmaktan kurtuldum. 

Elimde koca bir poşetle sergi mekanına girdim, neyse ki X-ray bozukmuş, bir de onu sığdırmakla uğraşmadım. Görevliler yardımcı olup poşetimi bir dolaba yerleştirdiler, biletimi aldım ve asansöre binip sergi salonuna yollandım. Ahmet Merey isimli koleksiyoncunun ailesinden başlayan dört nesillik koleksiyonunun portre ve otoportreleri sergileniyordu, hepsi de harikaydı, fena halde imrendim. Çook zengin olsam para harcayacağım şeylerden biri olurdu tablo koleksiyonu yapmak. Beğendiğim birkaçını aşağıya ekliyorum, yanıma fotoğraf makinesi almamışım, hepsi cep telefonuyla çekildi, o yüzden çok net değiller, idare ediniz :) Ressamların adını da kaydetmeyi unutmuşum, kusuruma bakmasınlar artık :)








Bu ressamı bildiniz değil mi? Zerrin Tekindor tabii ki :)





En sevdiğim ressam, Nuri İyem


Hamit Görele'nin bu portresi Jacqueline Kennedy imiş, ne kadar benziyor değil mi :)



Birkaç tane de Nazım tablosu vardı, bunu çok beğendim

Antalya'da havalar hala sıcak ama insanı rahatsız etmiyor, tam güzel mevsim, tadını çıkarmak lazım. Yeni etkinliklerde görüşmek üzere hoşçakalınız...

6 Ekim 2018 Cumartesi

SERGİLERDEN

Yarın sabah yolculuk var memlekete, memleket diyorum ama hakkım var sanırım, 40 yıla yakın süredir  yaşıyorsa insan, memleket olmuştur orası. Laf aramızda evimi de fena halde özledim. Şimdi oralar yazdan kalma pek güzel günler yaşıyordur, koşup ucundan yakalamak lazım.

Giderayak Cermodern'deki Eren Eyüboğlu sergisini kaçıramazdım doğrusu, 2 gün boyunca tüm toparlanma işlemlerimi neredeyse tamamlayıp kendimi Cermodern'e attım. Tesadüf bu ya Tasarım Pazarı da varmış bahçesinde, katmerli gezi oldu, biraz da masraflı :) Uzun uzun anlatacağım sergiyi ama önce biraz dedikodu.

Geçen hafta sezonun ilk tiyatro oyununa gittik, sağolsun Bilge'nin Annesi sevgili Sevda aldı biletleri. Gitmeden bir oyun izleyeceğim için mutlu oldum, hele de oyunun Füruzan'ın şahane öyküsü "Sevda Dolu Bir Yaz"dan uyarlandığını görünce mutluluğum ikiye katlandı. Füruzan sevgimi biliyorsunuz, bir kez daha tekrarlamama gerek yok diyeceğim ama tekrarladım bile :) En az üç kere okuduğum bu uzun öykünün tiyatroya uyarlandığını biliyordum, bir an "Vacide Öksüzcü mü oynuyor acaba?" diye heyecanlandım, zira uzun süre gişe yapmıştı onun oynadığı oyun. Fakat kadro değişmiş, tiyatroda program dergisini karıştırınca da Vacide Öksüzcü'nün bu yıl vefat ettiğini okuyup üzüldüm. Huzurla uyusun. Neyse salona girdik ve oyun başladı. Keşke başlamasaydı :) Zaten açılışta fondan verilen Melihat Gülses'in seslendirdiği şarkı o kadar uzadı ve eşliğinde oyuncuların ne yaptıklarını anlamadığımız sahneler o kadar uzun tekrarlandı ki perşembenin gelişi çarşambadan belli imiş aslında. Tam bayılmak üzereyken nihayet oyun hareketlendi. Tiyatroya büyük saygım ve sevgim vardır, verilen emeği en kötü oyun için bile çok önemli bulurum ama inanın bu tahammül ötesiydi. Oyuncular role asla oturmamıştı, anne-kızı canlandırıyorlardı ama makyajla bile yaşlandırılma gereği duyulmamış birbiriyle yaşıt iki kadın vardı sahnede. Oyunculuklar acemi, oyun müsamereden hallice idi. Üstelik o güzelim öyküye son derece alakasız eklemeler ve saçma sapan bir final uygun görülmüştü. İlk kez bir tiyatro oyununa bu kadar eleştirel yaklaştım ama gerçekten biraz daha uzasa "İmdat!" diye bağıracaktım. Sıra başında da değildik ki çıkıp gitmek mümkün olsun. Hasılı sezonun ilk tiyatro izleği tam bir fiyasko oldu. Umudumuz diğerlerinde...

Cermodern'e ve sergiye gelirsek, Romanya doğumlu ve eğitimini orada almış olan Ernestine Leibovici Bedri Rahmi ile tanıştıktan sonra Eren ismini alıp Türkiye'de sürdürür yaşamını 1988'de 81 yaşında ölene kadar. Çapkın Bedros Usta Eren'i "Karadut" adını verdiği "Mari Gerekmezyan" ile aldatsa da evlilikleri ölene kadar sürer. Şimdi "Yaşadım yaşayacağım kadar, çokça da resim yaptım" diyen Eren Eyüboğlu'nun sergilenen eserlerinden bazılarını görelim:




 Çalışma araçlarının sergilendiği alanın duvarında "Ressamın üzerine gün çalışırken doğmalı" yazıyor















Bedri Rahmi portresi


Oğul Hamdi Eyüboğlu 


Gelin Hughette Eyüboğlu


Ve torun Eyüboğlu



İki fotoğraf da Tasarım Pazarı'ndan ve bahçede sergilenen Jorge Marin'in heykellerinden:



Bugünlük bu kadar, Antalya'da görüşmek üzere...

1 Ekim 2018 Pazartesi

EYLÜL OKUMALARI

Antalya'ya dönmeye günler kala bir kitap fuarına katılmak kısmet oldu. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki fuar çok kapsamlı olmamakla birlikte yine de İletişim, Metis, Can, Sel, Ayrıntı, İthaki, T. İş Bankası Kültür gibi önemli yayınevlerine evsahipliği yapıyor. Elbette ki ilk gün damladım. Niyetim sadece bakmaktı ama niyetle akibet birbirini tutmadı, nasıl olduğunu anlamadan 6 adet kitap torbama girivermiş, hayret :) Fuar 5 Ekim'de sona eriyor, kaçırmayın derim:




Buna bayıldım, kitapların üstüne tünemiş okuryazar karga

Okuyacağım kitaplardan okuduğum kitaplara geçecek olursam; bu ayı 10 kitapla bitirmişim, lakin o kitaplardan biri öylesine bir tuğla idi ki 5 kitaba bedeldi. Şimdi görelim bakalım neler okumuşum:


-Norveçli yazar Dag Solstad'ın "Mahcubiyet ve Haysiyet"i Eylül ayının ilk kitabı oldu. Çok fazla methini duyduğum 110 sayfalık bir roman, lakin YKY dışında başka bir yayınevi bassa 110 sayfa olur muydu emin değilim. O minnacık puntoları takip edeceğim diye gözlerimden olacaktım :) Son zamanlarda enfes kitaplar basıyor YKY, gelgelelim puntolar, ah o puntolar...

Kitaba gelince, beklentim epey yüksekti umduğumu fazla bulamadım ama yine de iyi bir okumaydı. Meslek yaşamının sonuna yaklaşmış, kendi halindeki edebiyat öğretmeni Elias Rukla sıradan bir okul gününde, Ibsen'in "Yaban Ördeği" isimli eserini yorumladığı bir dersten çıkınca yaşadığı, görünüşte basit bir olayla hayatını sorgulamaya başlayacaktır. Merak ediyorsanız okuyun :)


-"Yeniden Doğmak İçin Bir Bitki Çayı Alır mıydınız?", ismi cafe menüsünü hatırlatan kitabı Donatella Rizzati yazmış. Eğer natüropatiye, aromaterapiye, reikiye, çakraları açmaya meraklıysanız bu kitap tam anlamıyla sizin için. Bu konular benim hiç ilgimi çekmediğinden kitabı sıradan bir aşk romanı gibi okudum. Bir nevi pembe dizi:) Biraz  da kitapta adı geçen çok sevdiğim yazarların ve kitapların (Isabel Allende, Daniel Pennac, Buddenbrook Ailesi vs) hatrına sonuna kadar geldim ve de güzel tercümesinin. Yazdığım gibi, yukarıdaki konular ilgi alanınıza giriyorsa hiç durmayın, okuyun bu kitabı...


-"Gülsün, Agavni, Zilha", Tomris Alpay'ın kaleme aldığı kitap Ayizi Yayınevi'nin son kitaplarından biri. 1950'li yılların İstanbul'undan kadın hikayeleri anlatıyor. Acılar, aşklar, sürgünler, yangınlar ve daha neler yaşamış çeşitli ırk ve dinlerden kadınların öyküleri. İdare eder kategorisinden...


-Bir Ayizi kitabı daha. Sevgili arkadaşım Sevgi Can Yağcı Aksel'in  kimi kısacık, kimi uzun ama hepsi de birbirinden çarpıcı öykülerinden oluşan "Kapıya Not Bıraktım" şahane bir kitap olmuş. Hüzünle yoğrulmuş bir humor, çok sevdim. Kesinlikle tavsiyemdir...



-60'lı yılların sonu ve 70'li yılların başında Türkiye ve Fransa'da çok tanınan bir şarkıcı olan Tülay German çocukluğundan başlayarak şarkıcılık yaşamına adım atışını, karşılaştığı güçlükleri, yaşamına girenleri, Erdem Buri ile tanışmasını, kariyerindeki yükselişi, Burçak Tarlası'nı, Fransa'da geçen günlerini ve hayat arkadaşı Erdem Buri'yi içtenlikle anlatmış "Düşmemiş Bir Uçağın Kara Kutusu"nda. Okunası bir yaşamöyküsü olmuş, "Burçak Tarlası", "Kumbaya", "Ave Maria" ve diğer şarkıları eşliğinde okunması önerilir :)


-Thames nehri üzerindeki tekne evlerde yaşayan bir grup insanı anlatan-ki yazarın kendisi de bir süre bu teknelerde yaşamış-"Salapurya Mahallesi"ni ilginç olduğunu düşünerek almıştım ama beklediğimi bulamadım. Ben tavsiye etmiyorum ama siz bilirsiniz :)


-790 sayfalık, küçücük puntolu, neredeyse alt-üst, sağ-sol marj payı bile bırakılmadan tıkış tıkış yazıyla dolu kitabı, okunmasındaki tüm teknik zorluklara karşın her sayfasından zevk alarak, kendime belirlediğim süreden önce bitirdim. Fonunda Gürcistan ve Sovyetler Birliği'nin gayrıresmi tarihinin yazıldığı 6 kuşaklık 8 hayatın destansı öyküsüydü okuduğum, müthişti. Bu kadar kocaman bir kitabı, bu derece rahat okunacak biçimde çevirdiği için Etem Levent Bakaç'a ayrıca teşekkürler. "Sekizinci Hayat" bu ayın, belki de bu yılın en iyi kitabıydı diyebilirim. Sayfa sayısı gözünüzü korkutmasın, mutlaka okuyun. Nino Haratischwili'nin diğer kitaplarının da Türkçe'ye çevrilmesini sabırsızlıkla bekleyeceğim... 


-Telif hakkı zamanaşımına uğradığından beri neredeyse her yayınevi Stefan Zweig'in kitaplarını basmaya başladı. En güzel kapakları ise T. İş Bankası Kültür Yayınları yapıyor, "Mürebbiye" de oradan alınmış bir kitaptı. Bana son Eskişehir yolculuğumda trende eşlik etti. İçinde yer alan 4 öykünün ikisi gidişte, ikisi dönüşte okunup bitti. Stefan Zweig'i eleştirmek elbette ki haddime düşmez, hepsi güzeldi öykülerin ama özellikle 1. ve 3. öyküler favorim oldu.  


-John Berger'in zaman konusundaki alıntılarından hareketle Selçuk Demirel'in resimlediği ve Maria Nadotti'nin yayına hazırladığı "Saat Kaç?" bir nevi koleksiyon kitabı.  Özellikle Selçuk Demirel'in desenleri harika, benim alış sebebim biraz da o desenlerdi. Bu tarz kitapları seviyorsanız kaçırmayın derim. 


-Ve geldik ayın son kitabına, az sayfalı ama ünlü bir kitap bu, Marguerite Duras'tan okumakta biraz geciktiğim "Moderato Cantabile".  Bir cinayet, bir kadın, bir erkek, cinayetin sebep olduğu diyaloğlar, ruh çözümlemeleri. İlginç bir okuma, aynı adlı bir de filmi var...

Sonbahara yavaştan girerken yeni kitaplarda buluşmak üzere diyorum, kalın sağlıcakla...