.

.
.

27 Mart 2023 Pazartesi

DAVUL, ÇOCUK SAATİ, BAHAR / 27 MART

Bu gece yine hiç uyuyamadım. Beynimin gizli kıvrımlarına yerleşmiş hangi haddini bilmez takıntı dürttüyse döndüm durdum gecenin bir yarısına kadar. Sonunda pencerenin tam altından gelen çalmayı bilmez davulcunun gümgümleriyle kalktım yataktan. Uyuyamıyorsan yatakta kalmanın bir anlamı yok. Zaten davulcuların da eski tadı yok. Giderek suyu çıkan bu Ramazan geleneği amacını iyice yitirdi. Tokmağı davulun derisinde gümbürdetmekle davul çaldığını sananlar, yürümeye üşenip kamyonet üstünde tangırdayarak sokakları dolananlar, 30 gün boyunca ortalıkta ne kendileri, ne davul sesleri görülüp işitilmeyen ama bayram sabahı kargalar kahvaltı etmeden bahşiş toplamaya gelenler iyice bezdirdi. "Nerede o eski davulcular?" diyeceğim güleceksiniz. Antalya'daki ilk evimizde, Ramazan'ın ve yazın tam ortasında doğan kolik bebeğimizi zor bela uyutmuşken, balkonun altına gelip bir yandan mani söyleyip bir yandan usulüyle davula vuran, bebek uyanacak korkusuyla gitsin diye attığımız bahşişi alkış sanıp daha da coşan davulcumuzu bile özledim.

"Ne uyursun, ne uyursun
Uykunda neler bulursun
Kalksana, lambayı yaksana
Belki Cennetlik olursun"

"Huma kuşlar, huma kuşlar
Deniz kenarında kışlar
Hanım abla pilav haşlar
Bey abim yemeye başlar"

11 yıl boyunca dinleye dinleye ezberime almışım mânileri, ihaleye girip kazansam bunlardan âlâ davulcu olurum 😀

Gecenin köründe sersem sepelek kalkınca telefonu elime aldım ve ilk gözüme çarpan Köksal Engür'ün vefatı oldu. İçimde bir yer sızladı, çocukluğumdan bir parça daha gitti. O bizim kuşağın Köksal Abi'si idi. Her Cumartesi, saat 5'de, önceleri tepesine vurunca çalışan siyah radyonun, sonraları fildişi rengi tuşları olan Siera'nın başına konuşlanıp "Çocuk Saati"ni dinlerdim. Radyo biraz erken açılmışsa bitmek bilmeyen Klasik Batı Müziği istek programı olan "Dilek Kutusu"nun sona ermesini sabırsızlıkla beklerdim. Nevin Uluçam isimli, gevrek sesli bir kadın ciddi ciddi sunardı istek parçalarını. O zamanlar sıkıcı gelse de "opus"ları, "köhel sayıları"nı, "minor"leri, "majör"leri ve pek çok besteciyi kulak dolgunluğuyla kattık bilgi heybemize. Sonunda son klasik parça çalar ve "Çocuk Saati"nin neşeli müziği duyulurdu. "Günaydın kardeşler selam selam size/Koşun koşun radyo başına, Çocuk Saati'ne". Köksal abimiz ve Rüştü (Asyalı) abimiz bu programda yayınlanın oyunların en önemli erkek sesleri idi. Köksal abimiz daha ince, Rüştü abimiz daha kalın seslendirirlerdi kahramanları. Ayrıca bir sürü de ablamız vardı; Bengi (Hitay), Ayten (Uncuoğlu), Mehpare (Çelik), Nurzen (Güngör) ablalar. Nasıl keyifle dinlerdik seslendirdikleri oyunları. Sonra Tuna (Ötenel) abimiz piyano çalar, çocuk korosu da şarkılar söylerdi. Ne kaliteli programlardı. Zihinsel gelişimimize katkıları inkar edilmez. Köksal Abi'mizi de bu vesileyle anıp şükranlarımızı iletelim. Huzurla uyusun... 

Geçen hafta biraz nefes kattım günler süren sıkıntılı, üzüntülü günlere. Önce arkadaşlarımla, sonra eski yıllardan bir öğrencimle buluştum, dün de uzun bir park yürüyüşü yaptım. Doğa canlanmış ben evde pineklerken, iyi geldi ağaç, çiçek görmek, iki lafın belini kırmak. Haydi biraz Antalya baharı sunayım size, bahar güzelliğinde geçsin haftanız:






Ve kaldırımlar, turunç çiçeği kokusundan esrikleşiyor insan, keşke kokuyu da ekleyebilsem:

 
Yola düşeyim, gidemediğim seyahatlerin süresi dolan pasaportunu teslim edip, gidebilmeyi umduğum seyahatler için yenisine kullanmak üzere "Wanted" modunda biometrik fotoğraf çektireyim, bakıp bakıp kendimden nefret edeyim 😃


20 Mart 2023 Pazartesi

BAZEN / 20 MART

Hayatımın kitap okuma anlamında en verimsiz günlerini yaşıyorum. Ki kitaplar benim için her türlü sevinçte, üzüntüde, keyifte, keyifsizlikte yanımdan yöremden eksik olmaz, okuyarak kendimi var ederim. Ne onlar bensiz, ne ben onlarsız olmuşumdur ama bu ay aramız biraz limonî. Odaklanamıyorum bir türlü okuduğum şeye. Aksi gibi elime aldığım her kitap da çetrefilli çıktı, ağır okumalar, akmayan cümleler. Daha sakin kafayla okunabilecek kitaplar, o yüzden süründüler durdular elimde. En sonunda bu kafayı açmak lazım dedim ve polisiyeye geçiş yaptım. Polisiye böyle durumlarda can simidi, yormaz insanı, katili senin adına başkası bulur, sana da oturduğun yerden takip etmek kalır. 

Ne zamandır alıp rafta beklettiğim iki kitaba el attım, Sevgili kraliçem Mari Antrikot önermişti. Üstelik katili bulan başkomiser de kadındı ki tadından yenmez. Her zamanki gibi kahvemi yaptım, kanepeye yayıldım, ilk sayfayı açtım ve kaldım. O sayfadaki ithaf beni aldı, yıllar öncesine götürdü. Çünkü ithafta adı geçen kişi yıllar önce kaybettiğim çok sevdiğim arkadaşımın hiç göremediği torunu idi. Gözümden istemsizce yaşlar süzüldü, kitabı kapatıp geçmişe döndüm. 

Benden bir sınıf üstte idi Lerzan. Öyle güzeldi ki kantine girince bütün başlar ona dönerdi. Ama o ne güzelliğinin farkındaydı, ne de herkesi kucaklayan iyilikle dolu kalbinin. Öylesine doğallıkla taşırdı ki endamını da, sevgi dolu yüreğini de. Okulun son zamanlarında daha yakın arkadaş olmuştuk. Koleji bitirdiğinden beri çalıştığı seyahat acentasında yapmıştım işyeri stajımı. Sanıldığından daha karışık işlerdi o zamanlar uçak bileti kesmek, seyahat planları yapmak. Hele bir dünya seyahatiyse sözkonusu olan bu iş için hazırlanmış kılavuzları açıp ince ince hesap yapmak, uçuşları, otel gecelemelerini birbirine denkleştirmek gerekirdi. Staj sürem o kadar detaylı işleri öğrenmeme elvermemişti ama uçak şirketleriyle bağlantı kurup uçak bileti kesmeyi öğrenmiştim. Günün birinde uygulamayı bana yaptırmaya karar verdiler. Telefon edip filanca yere uçak bileti isteyen kişiyle ilgili notları alıp bürodaki direkt THY'ye bağlı telefondan rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Bilgisayarın daha esamisi okunmuyordu. Bilet talebi gelince bana "Hadi bakalım" dediler. THY'nin telefonunu kaldırdım, gidilecek yeri, gününü, saatini, kişinin ismini söyleyip rezervasyon istedim. Karşımdaki hoş sesli kadın bir iki dakika bekletti ve "Konfirme" dedi. Konfirme? Ne demek konfirme, ne diyeceğim ben şimdi? Panikledim, telefon almacını elimle kapatmayı bile düşünmeden, "Lerzaan, bu kadın konfirme diyor, ben ne diyeceğim?" diye bağırdım. Canım benim, telaşla "Teşekkür et, kapat" derken tüm çalışanlar kahkahaya boğulmuştu. Ne bileyim ben teyit etmek için konfirme dediklerini, o konuya çalışmamışım demek ki 😃

12 Eylül öncesi zor zamanlardı, okulda işler çok sıkıntılıydı. Birbirimize destek oluyorduk, Lerzan herkese yetişiyordu, kimine harçlık veriyor, kiminin sağlık sorununu çözüyor, kimine moral veriyordu. Böyle böyle o zor zamanlarda bir şekilde okulu bitirmeyi başardık. O kolej yıllarından beri arkadaşlık ettiği gençle evlendi, benim başka bir şehre tayinin çıktı. Mesafeler ve cep telefonlarının eksikliği yüzünden bağlantımız koptu. O'nu en son bir kış günü Ankara'ya geldiğimde Olgunlar Yokuşu'nda tesadüfen gördüm. Biraz konuştuk, ayrıldık. Bir süre sonra hastalığını öğrendim. Ölümünü ise askerlik nedeniyle Antalya'ya gelen ve bizi ziyaret eden bir arkadaş tam yemek esnasında pat diye söyleyiverdi. O sofradan ağlayarak kalktım ve günlerce gözyaşım dinmedi. Her aklıma geldiğinde de kalbime sivri uçlu bir bıçak saplandı. 

Bir süre önce uykudan onu düşünerek uyandım ve nasıl bir itkiyse Google'a adını yazdım. Karşıma gençlik yıllarımızdan bir siyah-beyaz vesikalıkta gülümseyen yüzü çıktı. Tüylerim diken diken sözkonusu sayfaya girdiğimde kızının hesabına ulaştım. Küçücükken geride bıraktığı kızının ve sayfada başka fotoğraflar da vardı. O yıllara dönmüş, hiç gitmemiş gibi sevinirken, daha yeni kaybetmişiz gibi kederlendim. Ve dün de açtığım kitapta adını taşıyan torununa yapılmış ithaf çıktı karşıma. Sanırım bir şekilde ulaşıyoruz birbirimize. Umarım tüm gençliği ve güzelliğiyle gittiği alemde mutludur, O'na da öylesi yakışır. 

Polisiye deyip geçmeyeceksiniz işte insanı nasıl ruh hallerine sokuyor, ummadığı yerlere götürüyor. Bugün içimde biriken sıkıntıları biraz dağıtmak için kuaföre gittim durmadan uzayan saçlarımın (Saç sefadan, tırnak cefadan derler ya, aman ne sefalardayız) beyazlarını boyatmaya. Karşıma şunlar çıktı, saçımla birlikte yüzüm de güldü:

Kapkara annelerinin beş yavrusu. Üçü anneye benzerken ikisi farklı olmuş. Şu beyazın yanında yatan kara şeyin genlerinde biraz maymun karışıklığı da var gibi geldi bana, çok benziyordu zira 😂 üstelik ne kadar uğraştıysam yüzlerini dönmediler, bu da bir nevi protesto sanırım...


13 Mart 2023 Pazartesi

AND OSCAR GOES TO DELİLER EVİ / 13 MART

Malumunuz üzere her yıl olduğu gibi bu yıl da Oscar ödül töreninin protokol davetlisiydim. Davetiyem, uçak biletim, otel ve limuzin rezervasyonum günler önce kurye ile teslim edilmişti. Gelgelelim tadım yoktu ülke gündemi nedeniyle, gitsem mi gitmesem mi kararsızlığında ikirciklenirken son gün uyuyakalmışım iyi mi? Bir uyandım uçak kaçmış. Taksiye atladım belki yetişirim diye, lakin Lizbon'a gelince farkettim ki Amerika'ya köprü yok. Üzerinize afiyet şu yaşa geldim yüzmeyi de hâlâ öğrenemedim, hem bilsem de yüzerek okyanus mu geçilir, köpek balıkları ham yapar evlerden ırak. Çaresiz geri döndüm. Aman, iyi etmişim, hem halı şampanya rengiymiş, hem de bu seneki kostümler pek dedikoduluk değilmiş. Üstelik cümle ödüller de hiç sevmediğim filme gitmiş, şeye, ııımmm "Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi"ne. Yok yav, o kitaptı, bunun neydi adı? "Çarşıya vardım erikten aldım/Yarin haberini Everek'ten aldım" benzeri bir şeydi. "Everi, Meveri" gibi, neyse siz bildiniz onu. O pek sevdiğimiz Inısherin Adası'na geçtim Oscar'ı, Colm'un kestiği parmaklarını yerine diksin diye bedava bir mikro cerrah muayenesi bile vermediler. Şiddetle kınıyorum Akademi camiasını.  

Los Encılıs'a gidemeyince Internet'e gittim ben de, malzeme bol orada. Tek tek inceledim kostümleri, saçları, makyajları. Geçmiş senelere göre daha insanî boyutlarda idi. Bakındım bakındım, gözüme takılanlardan siz değerli takipçilerimin ısrarlı ve umumi arzusu üzerine bir kolaj yaptım. Oscar'lı şarkı "Naatu Naatu" eşliğinde bakınız lütfen 😊

Efenim, Halle Berry ve Nicole Kidman'ın sunduğu kolajımızın adı "Güllü Bacak". Biraraya gelip Beşiktaşlı olmuşlar.  Berry beyaz seçerken, objektiflere "Na'ber tebaalarım" ifadesiyle bakan Nicole Hanım siyaha bürünmüş. Bilmedikleri bir şey var ki o yırtmaç arasından bacak uzatmayla 2012 yılı Oscar töreninde Angelina Jolie tarih yazmıştı. Hem o yakanıza, omzunuza dizdiğiniz gülleri taa 2007 yılında bizim Nur Sürer'imiz "Asi" dizisinde giydiği elbisesinde kullanmıştı. Demodesiniz demode...

"Askısını İçinde Unutanlar" isimli kolajımızın kahramanları Oscar'dan eli boş, hüsranla dönen Cate Blanchett ile zevci İdris Emmi ile objektiflere gülümseyen Sabrina Dhowre Elba. Cate kendini bizzat Oscar heykelciğine dönüştürürken Sabrina'yı 3. sınıf konfeksiyon mağazalarında neredeyse beleşe bulacağı kurbağa yeşili kıyafete saçtığı paralar için kınıyorum. İdris eniştemiz esasen Sabrina'dan ziyade Cate ile poz verseymiş daha uyumlu bir görüntü sergileyeceklermiş.

Bu kalabalık kolajın adı "Çadırıyla Gelenler". Sanırım konsepti kamp olarak algılamışlar. Onca kumaştan tüm sülaleleri giyinirdi üstelik. Baştaki yeşilli Çinli celebrity Fan Bingbing imiş, öyle ismim olsa ben sokağa çıkmam, arkadaş Oscar törenine katılmış. Angelina bacak modeli ikinci kızımız Küçük Kadınlar'ın Amy'si Florence Pugh. Altı kaval, üstü şişhane. Komşusu Allison Williams. "Gilmore Girls"den tanıdığımız Melissa Mc Carthy vakt-i zamanında Samanpazarı'ndan aldığı nişanlığını giyip gelmiş mesarif olmasın diye. Beyaz çadırlı Sofia Carson, cart pembe çadırlı ise Everi Meveri'nin asi kızı Stephanie Hsu. 

Üstteki iç çamaşırlarının üstüne balık ağı sarınmış hanım kızımız balık etli model Ashley Graham imiş, şimdiye kadar adını duyup kendini gördüysem namerdim. Dedikodu odur ki, kırmızı halı sohbetinde Ugh Grant kasıntısının aşağılayıcı bakış ve cevaplarına maruz kalmış. Otomobilde yediğin naneleri unutmadık Hugh Efendi, sayıyla kendine gel bakalım. Mindy Kaling üstünü giymeyi unutup gelmiş, Leydimiz Gaga ise bu sefer aşırı giyinmiş sanki 😃

Ortadaki madalyalımız Elvis filminin yönetmeni Baz Luhrmann, törenden önce balığa çıkmış ve gecikmeyim diye eve uğramadan gelince tuttuğu balıkları da yanında getirmiş.

Janet Yang emekli olunca paramedik olarak çalışmaya başlamış, törene davet edilince de masraf etmemek için ambulanstaki termal battaniyelerden birine bürünüp gelmiş. Dikkat ederseniz elindeki paket bizim Hacı Bekir'den, jüriye şeker yaptırmış. 

İki "Oh"un (Michelle Yeoh ve Sandra Oh) yer aldığı bu kolajın adı "Kaymaklı Balkabağı". İlki Everi Meveri ile En İyi Kadın Oyuncu seçildi. Sonuçlar açıklanınca Cate Blanchett de bir "Oh!" çekmiştir ki salondaki Oscar'lar yıkılmıştır. 

Pişmaniye imalathanesinde çalışırken  ürünlere bulanmış kılıklı bu hanımefendinin ismi Tems imiş, şarkıcılıkla iştigal etmekte imiş.

Oscar'ın hakkı Oscar'a, Sezar'ın hakkı Sezar'a ise Jessica'nın hakkı da Jessica'ya, bu yıl en beğendiğim kostutüm Jessica Chestain'inki oldu. Arkadaki kuyruk olmasa da olurmuş ama kadı kızında bile vardır o kuyruk...

Ve bitirirken Padraic'i unuttum sanmayım. Hem kendine, hem kaşlarına gönlümün Oscar'ını takdim ediyorum. 

Sevgili dostlar, farkındayım, beklediğiniz kadar eğlenceli bir post yapamadım bu yıl. Bir kere gönlümüz kırık malum, üstüne töreni izleyemedim ve ne hikmetse bu yıl daha eli yüzü düzgün kostümler giyilmiş. Hatırınızı kırmamak adına, kendi çapımda bir geleneği sürdürmek amaçlı hazırladım bu yazıyı. Sürç-ü lisan ettimse affola...





12 Mart 2023 Pazar

OSCAR PAZARI / 12 MART

Blogumun takipçileri Oscar merakımı bilirler, yakalayabildiğim bütün aday filmleri izlemeye çalışırım, kimin kazanacağı çok da umurumda olmaz. Benim derdim üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değil. Asıl ilgi alanım ise ödül töreninin kırmızı halısında boy gösteren oyuncuların kostümleridir. Rüküşlük katsayısı her geçen yıl biraz daha artan kostümlerle ilgili yazım da sanırım blogumun en rağbet gören yazıları arasında yer alır. Filmleri izlemeye Aralık ayında başlamıştım, arka arkaya izledim bulabildiklerimi, internete düşmeyen ya da belirli mecralarda yayınlanmayan birkaç tanesini bırakmıştım elbet düşer sanal aleme diyerek ama deprem felaketi heves koymadı, izlemediklerim o şekilde kaldı, çok da önemli değil. 

Başlangıçta ödül törenini TRT'nin naklen yayınlayacağı söylenmişti ama deprem nedeniyle vaz geçilmiş yayından. Eğer uykuma mağlup olmaz, niyet edersem internette bulacağım bir siteden izlemeye çalışacağım. Çok da arzulu değilim açıkcası deprem nedeniyle, bakalım. Belki akabinde fotoğraflardan hareketle bir yazı yazarım, biraz gülümseriz. 

Onca film izledikten sonra kendimce bir tahmin yapmadan geçemeyeceğim. "En İyi Film" dalında "Avatar" hariç hepsini izledim, onu da izleyebilirdim ama ilgi alanıma girmediği için gözümü yormadım açıkcası. Ayrıca Uluslararası Film, oyunculuk, kostüm, animasyon dallarında da izlediklerim oldu. Aşağıdakiler izlediğim filmler (Avatar hariç):

 En İyi Film adayları:

-All Quiet On The Western Front (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok): Bu filmin önceki yıllarda çevrilmiş olanlarını da izlemiştim, onları daha çok sevdiğimi söylemeden geçemeyeceğim. 1. Dünya Savaşı'nda aylarca aynı cephede kalıp da savaşın bittiğinde komutanın kaprisi uğruna hayatını kaybedenleri izlemeye ne gücüm, ne yüreğim elverdi esasen. 1. ve 2. Dünya Savaşı ile ilgili o kadar çok film izledik ki şahsen ben doyma noktasındayım artık, yüreğim savaşı filmde bile kaldırmıyor. Oyunculuklara da, filmin teknik yapısına da diyeceğim yok. 

-The Banshees of Inısherin: Bu filmle ilgili o kadar çok şey yazılıp çizildi ki daha fazla bir şey ilave etmeyeceğim. Filmin konusu, sakin temposu içindeki dramatik yapı, oyunculuklar, görüntüler hepsi harikaydı. En beğenerek izlediklerim arasında ilk sırada.

-Elvis: Elvis Presley'in yaşam öyküsünü konu alan film tuhaf menajeri-şişko menajer rolünde Tom Hanks'i tanıyamadığımı itiraf edeyim-baz alınarak işlenmişti. Şarkılarla, renkli görüntülerle, başarılı oyunculuklarla, zamanını yansıtan giysi ve görüntüleriyle sıkmadan izlenen bir film olmakla birlikte Oscar'a aday olacak nesi vardı diye düşünmedim değil.

-Everything Evereywhere All At Once: Ödül üstüne ödül toplayan ve muhtemel ki Oscar'da da toplayacak olan, pek çok kişinin düşüp bayıldığı bu filmden ben nefret ettim. Deliler evi çorbasına benzeyen, içinde benden başka her şeyin yer aldığı bu aşureden hiç zevk almadım arkadaşlar, linçleyebilirsiniz. Tamam, iyi filmden anlamıyorum. Peki, Dilber Ay'ın dediği gibi "Zorunda mıyım?". Ben izleyiciyim jüri değil ve sevmedim, otur sıfır!

-The Fabelmans: Hah işte, bana bunlarla gelin. Steven Spielberg'in kendi çocukluğundan yola çıkarak, sinema aşkını anlattığı tatliş bir film. 

-Tar: Oldukça ağır tempolu, bol dialoglu bu filmi Kate Blanchett'in egosu tavan yapmış, bencil orkestra şefini canlandırdığı muhteşem oyunculuğu ve çalan klasik müzik parçaları olmasa izler miydim, hiç sanmıyorum...

-Top Gun: Maverick: İlgim dışındaki konuları içeren bir film de buydu. İlk Top Gun"u da izlememiştim zaten. Yine de zorlanmadan getirdim sonunu, android gibi hiç yaşlanmayan Tom Cruise aşkına çiğ tavuk yedik anlayacağınız :)

-Triangle of Sandness: Zenginlik hoş bişi kardeşim ama keşke felaket anında birbirinizi yemeseniz, ne gadan yivrenççç yaratıklar olduğunuzu göstermeseniz eyiydi. Topunuzdan tiskindim 😃Lüküs kamarada hava atarken aşağıladığınız kamarot kadının eline kalırsınız böyle işte, hehehe...

-Women Talking: Anladık çok âlâ bir konuya parmak basmışsınız, dayanışma yaşatır demişsiniz ama filmin ismindeki gibi çok konuşmuşsunuz be bacılar, bayılayazdım film bitene kadar...

Şimdi gelelim tahminlere:

En İyi Film dalında benim birincim: The Banshees Of Inısherin
Akademi'nin birincisi: EEAAO (Alamaz olasıca)
Belki: All Quiet On The Western Front
En İyi Yönetmen sıralamam da aynıdır. 

En İyi Kadın Oyuncu ile devam edersek:

-Cate Blanchett (Tar): Sen aslında Cate olmasan var ya o şef çubuğu tutan barnaklarını çıt çıt kırar, sarı saçlarını yolardım yelloz, bencil, narsist orkestra şefi Lydia Tar.

-Ana De Armas (Blonde): Marylin Monroe'yi Norma Jean halinden alıp psikolojik sıkıntıları olan ünlü bir yıldız haline kadar getiren bir film. Sürekli seks sembolü halinde görülmenin Norma'da yarattığı hezeyanları ve baba arayışını izliyoruz film boyunca. Çok çiğnenmiş bir sakız aslında ve oyunculuk da, film de biraz karton geldi şahsıma 😃

-Andrea Riseborough (To Leslie): Sen kazandığın büyük ikramiyeyi har vur harman savur, bebeni at yakınlarının başına, kendini alkol denizinde boğ, sonra da herkes beni affedip bağrına bassın, ben yine bildiğimi işleyeyim de. Yok öyle Leslie Hanım, sayıyla kendine gel 😄 Üstün bir performans göremediğimi belirteyim, yapması gerekeni yapmış Andrea hanım kızımız.

-Michelle Williams (The Fabelmans): Sinema delisi oğlanın besleme saçlı, kahküllü, şirinlik numunesi çılgın anası pek tatlıydın ama etmeyeceedin bunu Fabelman'lara. Yazık değil miydi o kuzu gibi kocana 😀

-Michelle Yeah (EEAAO): Seni Allah affetsin deli kadın, yok benden oy moy 😃

Benim birincim: Cate Blanchett
Akademi birincisi: Cate Blanchett
Belki: Michelle Yeah 
 
En İyi Erkek Oyuncu:
 
-Austin Butler (Elvis): Bence orijinal Elvis'ten daha zarif, daha yakışıklı bir Elvis olmuş ama dönem filmi oluşundan mıdır nedir "Blonde" gibi karton geldi. 

-Colin Farrell (Banshees Of Inısherin): Hem kendi oynadı, hem kaşları, canını sevdiğim Padriac, bizimlasın...

-Brendan Fraser (Whale): İzlemediğim bir film, fikir yürütemiyorum.

-Bill Nighby (Living): Bu da aynı şekilde, dereceye girerse izlerim belki.

-Paul Mescal (After Sun): Dillerden düşmeyen filmin genç, yakışıklı ve kızını çok seven babası, sevdik seni.  

Benim birincim: Colin Farrell
Akademi birincisi: Colin Farrell
Belki: ?
 
Yardımcı Kadın Oyuncu:
 
-Angela Bassett (Wakanda): Ben biraz ürktüm bu yengeden, uzak duracağım o nedenle. Kraliçeyi yardımcı kadına koyup nedime yaptınız ya alır sizden intikamını o, saygıdeğer Akademi jüri üyeleri.

-Hong Chau (The Whale): Soru izlemediğim yerden geldi, üzgünüm.

-Kerry Condon (Banshees Of Inısherin): O ıssız, Allah'ın unuttuğu adada kendini böyle doğaçlama filozof gibi yetiştirmiş, kitap okuyan, şefkatli, akıllı Siobhan'a can mı dayanır?

-Jamie Lee Curtis (EEAAO): Cadaloz vergi memuru yok oy moy sana. 

-Stephanie Hsu EEAAO): Valla senden de hiç hoşlanmadım bujiteri dükkanı gibi gezen asi kız evlat 😃 Esasen filme gıcığım derdim sizle değil vallah...

Benim birincim: Kerry Condon
Akademi birincisi: Kerry Condon-Stephanie Hsu
Belki: Jamie Lee Curtis
 
Yardımcı Erkek Oyuncu:
 
-Brendan Gleeson (Banshees Of Inısherin): Kese kese adamda parmak kalmadı, verin heykeli diyeceğim ama hangi elle tutacak 😃

-Brian Tyre Henry (Causeway): Tombul kamyoncu abimiz iyi oyuncuydu, Lynsey'i de iyi idare etti ama Oscar'a yeter mi bilemedim.

-Judd Hirsch (The Fabelmans): Oldukça iyi bir oyunculuk ve sevimli bir karakter ama Oscar'ı kucaklar mı bilemedim.

-Barry Keoghan (Banshees Of Inısherin): Gülüşünü ve Siobhan'a yönelik özgüvenini sevdiğim Dominic, Colm'dan izin alırsan Oscar'ı sana verebilirim 😃

-Ke Huy Quan (EEAAO): Yav bi açılın be, korktular da mı verdiler size bu adaylıkları, hangi kapağı kaldırsam altından "EEAAO" çıkıyor. Pistt, pissstt!

 Benim birincimi: Brendan Gleeson
Akademi birincisi: Brendan Gleeson
Belki: Barry Keoghan-Ke Huy Quan
 
Yabancı Dilde Filmler:
 
- All Quiet On The Western Front

-Argentina 1985: Arjantin'de askeri diktötörlük zamanında işlenen suçları askeri mahkemeler reddedince sivil mahkemelerce yürütülür davalar. Başsavcı Julia Stressera ve ekibi kendilerine yönelik tehditlere rağmen işin üstüne giderler. Belgesel tadı veren bir filmdi. 

-Close: Leo ve Remi'nin masum dostluğu gittikleri okulda sorgulanmaya başlayınca Leo Remi'den uzaklaşır ve bu da trajik bir sona neden olur. Naif ve hüzünlü bir filmdi, sevdim.

-EO: Sanırım sinema tarihinde ilk kez başrolünü bir eşeğin oynadığı film izledik. Değişik konusu, muhteşem renkleri ve görüntüleri ile sinema perdesinde izlenmesi gereken filmi küçük ekranda izleyince beklenen keyfi alamadım haliyle...

-The Quiet Girl: Claire Keegan'ın Emanet Çocuk novellasından uyarlanan film çok çocuklu yoksul bir ailede büyüyen içine kapanık, ihmal edilmiş Cait'in tatil nedeniyle gittiği akrabasındaki değişimini konu etmiş. 

Benim birincim: Quiet Girl
Akademi birincisi: EO
Belki: All Quiet On The Western Front (Mümkünse olmasın, bütün mamalar ona mı?)

Diğer dallara değinmeyeceğim, bu haliyle bile yeterince uzun oldu, yarın sonuçları çarpıştıralım, bakalım ne kadarını tutturmuşum 😄

 Not: Çok ısrar ederseniz kırmızı halı yazısı yazarım belki 😉


7 Mart 2023 Salı

GÜNDELİK / 7 MART

Dün gece siyaset gündemini takip edeceğim diye geç girdiğim yatakta yarıladığım kitap bile uykumu getirmeyince kalkıp biraz dolandım, Netflix'de film izleyen Kocam Bey'e takıldım, bir mide ilacı aldım, mutfak camından karşı apartmanın benim gibi uykusuz elemanlarından birinin balkonda sigara içişini izledim, sonunda çaresiz döndüm yatağa, az debelenip sızmışım.

Yetersiz uykuma rağmen erken uyandım ve oyalanmadan kalktım. Makineye bir tur çamaşır attım, dündenberi ipte kurumaya bıraktığım banyo paspaslarını ve mutfak halısını toparladım, serebilmek için ıslak zeminleri sildim. Kuşlara tam buğdaylı iki dilim ekmek ikram ettim. Kendime kahvaltı hazırladım ve geçtim bilgisayar başına. Üye olduğum mecraların sayfalarında dolanırken kahvaltımı ettim, bir bölüm "Asi" izledim, 16 yıl önce Antakya'nın ara sokakları epey bakımsızmış, benim gittiğimde şıkır şıkırdılar, her göründüklerinde ahlayıp ofladım. Asi ile Demir Samandağ sahilinde atla gezerken kumsala yazdığımız isimlerimiz geldi aklıma, şükür ki o isimlerden ortadaki evi yıkılsa da sapasağlam çıktı enkazdan. 

Kocam Bey güne başladığında bölümü yarılamıştım. Hazırlanıp çıktık. Dişçide randevumuz vardı, ona kaplaması takıldı, ben de ön dişlerimin köprüsünde atan minik parçayı gösterdim. Yamansa da kısa sürede yine düşeceği söylendi, öyle olunca işleme geçilmedi. Galoşlarımızı kirli kovasına atıp çıktık muayenehaneden.

Kocam Bey arkadaşıyla buluşmak için ayrıldı, ben de epeydir evden çıkmadığım için kendime uzun bir yürüyüş armağan ettim. Bahar geliyorum diyordu, zaten pek de gitmemişti bu yıl. Civardaki tüm ana caddelerin kaldırımlarını Storytel'den kulaklıkla dinlediğim "Çatıkatı Aşıkları" ile arşınladım ama mühendislik diploması için birkaç kaldırıma daha ihtiyaç varmış, alamadım. Şehrin en iyi kuruyemişçisine girip günkurusu kayısı istedim, sonra kulağımda kulaklık olduğunu farkedip satıcıya "Bağırdıysam özür dilerim" dedim, bağırmamışım ya da kibarlık edip öyle dedi. Çocukluğumda annem ve arkadaşları kuaföre mizampli yaptırmaya giderlerdi. Annemin kuaförünün adı "Çinçi" idi, çocuklukta takılan bir lakapmış kendisine. Gelgelelim tüm kadınlar arasında "Çınçın" olarak anılırdı. Saçları kocaman bigudilerle sarılıp kulaklarına midye kabuğu şeklinde kulaklıklar yerleştirilir, saçlar fileyle sarılır ve kurutma makinesinin koca kaskına sokulurdu kafaları. Fön makineleri ne gezsin o zamanlar. Pek de uzun sürerdi o saçların kuruması, o süreçte ya dergi bakılır ya da yan makinedeki ile sohbet edilirdi. Tabii kendi sesleri kulaklıktan dolayı net duyulmadığından bangır bangır bağırarak yapılırdı o sohbetler. Hatta bazen sesin ne kadar yüksek olduğunu farketmediklerinden orada bulunan birinin dedikodusu da alçak sesle yapıldığı sanılarak sözkonusu kişiye duyuruluverirdi. 

Nereden aklıma geldiyse şimdi bu, "Çinçi Kuaför Salonu" gözümde canlanıverdi. Yanında da Aile Kasabı Ahmet vardı, kasaptan ziyade kalem efendisine benzerdi. Pek kibar, pek saygılı genç bir adamdı, sürekli alışveriş edildiğinden annem ve babamla ahbap olmuşlardı. Kardeşim bebekti o zamanlar ve eti çok severdi, onun için en yumuşak, en güzel etleri seçip verirdi. Bir seferinde annem kendi gidememiş, komşulara bebek için et almalarını rica etmişti. Kardeşimi çok seven komşu teyzeleri ete olan merakından "Nermin'in minik köpeği" takmışlardı adını. Kasaba gidip "Nermin'in köpeğine et istiyoruz" demişler. Kasap ne bilsin, arka tezgahta birşeyler paketleyip vermiş. Evde paket açılınca ortaya çıkan manzaraya bakakalmıştık. Koca koca kemikler vardı içinde. Bizim ufaklığın takma adını bilmeyince gerçek köpeğe istendiğini sanıp kemikleri paketlemişti adamcağız 😃

Ben evin civarında yürüyüşe çıkmıştım esasen Yenimahalle'ye ne ara gittiysem 😊 Kuruyemişçiden sonra bir Bankamatik ziyareti yapıp evin yoluna vurdum kendimi. Üst geçitin yürüyen merdiveni her zamanki gibi arızalıydı, bereket asansör çalışıyordu da geri dönmekten kurtuldum. Bir zamanlar en sevdiğim sokağa sapınca ağlamaklı oldum. 3-4 yıllık kentsel ya da rantsal dönüşümle bulutları yakalamaya çalışan 8 katlı kazulet binaların arasında sokağın en güzel üç katlı evi inatla direniyordu. Eskiden bu zamanlarda o sokak limon çiçeği kokardı, esriyerek yürürdünüz kokunun yoğunluğundan. Şimdi sadece o üç katlı evin bahçesinde kaldı narenciye ağaçları. Bahçe duvarının dibindeki biberiye çalısı inşaat tozundan sararmış, ağaçların yaprakları bozarmış ama bina inatla dönüşüme direnmekte. Aklıma Tahsin Yücel'in "Gökdelen" romanı geldi. Gökdelenlerin Tanrı katına ulaşmaya çalıştığı distopik bir devirde, zeminde gidecek yollar kalmayıp insanlar ulaşımı gökyüzünden sağlarken bahçe içinde, minicik, tek katlı bir ev tüm müteahhitlerin ısrarlarına direnerek ranta ve kata teslim olmaz. İş öyle büyür ki devrin politikacıları, yöneticileri girer devreye, yine de vermez sahibi. İş büyür, iddialaşmaya döner, sahibi asla razı olmayınca hukuk özelleştirilir ve evin mülkiyetinin böylece alınması sağlanır. Geçmiş zaman epey oldu okuyalı, bu minvalde bir öyküydü ve Tahsin Yücel'in okumalara doyamadığım dili ve öngörüsüyle yazılmıştı. O üç katlı evin önünden her geçişte kitabı anıp evin bu şekliyle sahibinde kalması için dilekte bulunuyorum. 

Sokağın sonundaki bakkala daldım sonra-evet hâlâ bakkal var tüm o kazuletlerin arasında-niyetim Isparta ekmeği almaktı. Bakkalı göremedim, bakınırken arkada, elindeki bağlamayı dımbırtattığını farkettim. Ekmeği alıp parasını ödemek için tezgaha yanaşınca sazı bırakıp geldi. "Çalıyor musunuz, yoksa öğrenmeye mi çalışıyorsunuz?" dedim. Öğreniyormuş  ama "Zor" dedi, "bir yaştan sonra kafa tam basmıyor". Yine de yılmamasını dileyerek ayrıldım bağlamacı bakkaldan. Evin yakınındaki marketten alışveriş yapıp yaya geçidine adımımı atmıştım ki motorsikletin biri ramak kala durdu. Tam çemkirmek için kafamı kaldırmıştım, üstündeki Eşref Kolçak bıyıklı ve toz pembe takım elbiseli adamı görünce çemkirmekten cayıp kahkahalarımı zaptetmeye çalışarak kendimi karşıya attım. 

Eve geldiğimde dişçi-market-kuruyemişçi derken maaşımın neredeyse üçte birini sokakta bıraktığımı farkettim, "Kader, kime şikayet edeyim seni" şarkısını mırıldanarak ellerimi yıkamaya gittim...


2 Mart 2023 Perşembe

ŞUBAT OKUMALARI / 2 MART

 "Yavaş atın çiftesi pek olur" demiş ya atalarımız, cüce dediğimiz o Şubat da cüssesinden beklenmeyecek öyle bir yumruk indirdi ki milletçe tepemize, kolay kolay iflah olmayız. Hoş kendi günahlarımızı ayların, yılların üstüne yıkmaya da ezelden beri hevesliyiz ya, bunca ihmale ne etsin Şubat, ne etsin Haziran...

İşte o kısacık ama bitmek bilmeyen Şubat'ın üstümüze yıktığı acılardan şu aşağıda anlatacağım kitaplara sığınarak biraz nefes alabildim. 

Evin içi buram buram sarmısak kokuyor, yine komşularımızdan biri tarhana çorbası pişiriyor anlaşılan ama bunca sarmısak yüzünden tansiyonları yerlerde sürünmezse iyidir. Tuhaf olansa kokunun sadece mutfakta duyulmaması. Mutfak dışında salondan banyoya, banyodan yatak odasına kadar işkembeci dükkanı gibiyiz. Nasıl bir baca sistemimiz var taşındığımızdan beri çözemedim, üstelik evdeki tüm baca delikleri kartonpiyerle tıkalı. Koku duvarlardan sızıyor olsa gerek. 

Epeydir batıya bakan pencereden dışarıya bakmıyordum tam karşıda kale gibi yükselen sevimsiz inşaat yüzünden. Sabah ortalığı toparlarken dikildim camın önüne uzun uzun baktım. Çınarda tek yaprak kalmamış, cadı ağacı gibi safi kuru dal. Üstüne muhtemel ki bizim Moklukuyruk'la partneri tünemiş tüylerini kabartıyorlar. Üç katlıyken yedi kata yükselen çirkin inşaat depremden bu yana gözüme daha da kötü görünüyor. Her gün çimento dökme, tuğla yükleme, kepçe sesleri dinlemekten bezdik derken sokağın sonunda yeni bir çukur kazılıyor. Böylece ucundan kıyısından görebildiğim Bey Dağları tamamen kapanmış olcak, sebep olanlara sonsuz teşekkürler. Ağaç yerine bina dikiyoruz şükürler olsun...

Kitaplara gelecek olursam:


-Daha önce "Mavi Tarlalardan Yürü" ve "Emanet Çocuk" kitaplarıyla tanıdığım Claire Keegan'ın "Böyle Küçük Şeyler" isimli novellası da en az diğerleri kadar güzel. Odun kömür tüccarı evli ve beş kız çocuk sahibi Bill Furlong hayatını borçsuz sürdürme derdindedir. Noel zamanı düzenli müşterisi Manastır'a odun götürdüğünde rastladığı gencecik bir kız Furlong'u çok etkileyecektir. İrlanda'da zamanında yaygın olan, manastırlarda faaliyet gösteren, genç kadınların kötü şartlarda çalıştırıldığı Magdalen Çamaşırhaneleri'ne de dokundurmalar var kitapta. Okuyunuz derim...

-"Görünmeyenler", "Beyaz Deniz" ve "Rigel'in Gözleri" üçlemesiyle benim yazarlarım kategorisine dahil ettiğim Roy Jacobsen'in ilk kitabı olan "Harika Çocuk" uzun süredir baskısı olmayan kitaplardandı. YKY'de yeniden basıldığını duyunca hemen sipariş ettim. Kitap bir büyüme hikayesi. Anne-babası küçükken boşanmış, babası başka bir evlilik yapıp bir kız çocuğu sahibi daha olduktan sonra ölmüş olan Finn annesiyle yaşayın 9 yaşında bir çocuktur. Geçim sıkıntısı nedeniyle evlerindeki bir odaya Kristian adında ilginç bir kiracı alırlar. Bir süre sonra ev halkına Finn'in üvey kardeşi Linda da eklenecektir. İki kardeş arasındaki, ev halkı arasındaki ilişkiler, değişimler, büyüme sancıları kitabın konusunu oluşturuyor. "Üçleme"yi de çok sevmiştim ama "Harika Çocuk" sanırım favorim olacak...

-Gassan Kanafani ilk kez okuduğum Filistin'li bir yazar, "Güneşteki Adamlar" da bir mülteci öyküsü. Bir kamyon kasasında Kuveyt'e kaçmaya çalışan farklı yaşlardan üç Filistinli'nin ve onları taşıyan kamyon şoförünün tüm mülteci öykülerindeki gibi hüzünlü macerasını anlatıyor bu ince kitap. İnceliği içeriğinin yoğunluğunu etkilemiyor haliyle. Okuyunuz...

-Hikmet Hükümenoğlu'nun şimdi adını anımsayamadığım ilk kitabını okuyamamış yarım bırakmıştım. Niyetlendiğim ikinci kitabı "Körburun" başkaları tarafından çok sevilse de anlatılan yılları bizzat yaşayan bana biraz gerçek dışı, biraz hayalci gelmişti. Son kitabı "Harika Bir Hayat"ı itiraf edeyim ki kapağına vurularak aldım ve bingo! Bu sefer hedefi buldu. Kurmaca ve gerçek karakterler eşliğinde Osmanlı'dan 40'lı yılların sonuna devam eden bir süreçte Türkiye tarihini fon almış yazar. Severek okudum bu ilginç romanı ve baş kahramanı Harika Hanım'ın öyküsünü...

-Sosyal medyada Füruzan'ın yeni kitabının tanıtımı dönmeye başlayınca gözlerime inanamadım, hemen siparişi verip sabırsızlıkla bekledim. Gelir gelmez de elimdeki kitabı bırakıp okumaya başladım ismini son derece anlamsız bulduğum "Akim Sevgilim"i. Meğerse ilk öyküdeki göçmen bahçıvanın ismi imiş. Büyük puntolarla basılmış üç öykü ne yalan söyleyeyim beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazara olan sevgimi bilenler bilir ama bu kitap olmamıştı dostlar, heyecanlanmayın görünce derim...

-"Nefeshane" Nihan Eren'in son kitabı, çıkar çıkmaz okudum. Yazarın tarzını bilenler tahmin etmiştir. Yine biribirini tamamlayan güzel öyküler var kitapta...

-Ömer F. Oyal ilk kez okuduğum bir yazar. Açıkçası YKY siparişimi tamamlarken kargo ücreti ödemek yerine kitap alırım düşüncesiyle atmıştım sepete "Bahara Bir Hediye"yi. Bıraktığı bir mesajla ülkeyi terk eden kız kardeşinin ardından kalakalan ağabeyin yaşadıklarını anlatıyor kitap. Patolojik bir sevgi bu, kız kardeş-ağabey sevgisinin ötesinde, tek taraflı bir şey. Ömer Oyal'ın bir kitabını daha okur muyum bilmiyorum ama bunu okuduğuma pişman değilim. Değişik bir konu ve değişik bir yazım tarzı deneyimlemiş oldum...

-"Bologna'nın Kırmızı Tenteleri" minicik ve çok hoş bir John Berger anlatısı. Çok sevdiği dayısının izini O'nun çok sevdiği Bologna'da arayan birinin ağzından yazılmış az sayfalı bir kitap ama bitirince dimağınızda güzel bir tat kalıyor. Bu ay YKY Yayınları'na ağırlık vermişim tesadüfen. Bu sonuncusuydu. 

-Ve bir çocuk kitabı, "Kimse Bakmazken Duygular Ne Yapar?" sevgili Lokum Çocuk Kütüphanesi Esra'nın yeni yıl armağanı idi bana. Esra ile biz "Bibliyomanyaklar" kitap blogu zamanlarında tanışmıştık. Bizimle okuduğu ve sevdiği çocuk kitaplarını paylaşırdı. Blogu kapattıktan sonra da sürdü dostluğumuz, O Ankara'dan gidene kadar da ara ara görüştük. O bana çocuk kitaplarını, ben O'na erişkin kitaplarını sevdirdik. Bu uzun isimli kitap çocuk kitabı denemeyecek kadar anlamlı, müthiş bir şey. Şahane illustrasyonlarla donanmış, duyguları tek cümle ile ifade eden sayfalarını şaşkınlıkla okuyorsunuz. Bence hem siz okuyunuz, hem de çocuklarınıza okutunuz...

-Ve ayın son kitabı gecikmeli bir okuma olan "Geri Döndüğüm Yerler" oldu. Hem Instagram ve Twitter'de, hem de yazdığı digital platformlarda takip ettiğim "Banushka" Banu Yıldıran Genç'in kitap tanıtımlarını topladığı nefis bir kitap. Her bir kitap öykü tadı veriyor ve insanda okuduklarını yeniden okumak, okumadıklarını hemen satın almak duygusu uyandırıyor. Kitaplar hakkında okumayı kitaplar kadar seviyorsanız kaçırmayın derim...

Malum okuduklarımın yanısıra Storytel'de dinlediklerimi de paylaşıyorum buradan. Bu ay dört kitap dinledim iş yaparken, yemek pişirirken, yürürken. Kafamı dağıtmak anlamında iyi geldi:

-"Havaalanında Satılmayan Kitaplar" Başar Başarır'ın öykülerinden oluşan bir dinleme idi. Eşi Deniz Yüce Başarır her zamanki gibi çok güzel seslendirmiş. Lakin depremin ilk zamanlarında dinlediğimden midir nedendir pek keyif alamadığım gibi tek bir öykü bile aklımda değil şimdi. Kısacası anlık bir dinleme oldu. 

-Ergenlik yıllarımda "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu", "Cumbadan Rumbaya", "Yalnızız" gibi kitaplarını okuduğum Peyami Safa'nın olgunluk çağımda okumadığım kitaplarından birini dinleyeyim istedim: "Fatih Harbiye". Mazlum Kiper'in seslendirdiği kitap edebi anlamda iyi olsa da muhafazakarlığın tavan yaptığı, yine kadınların günah keçisi ilan edildiği bir kitap olduğu için pek de açmadı açıkcası. 

-"Kumpanya" ve canım Sait Faik Abasıyanık. Yıllar sonra bile böyle sevilerek okunması, dinlenmesi ne kadar iyi bir yazar olduğunun kanıtı. Ahmet Mümtaz Taylan'ın seslendirdiği öyküler arasında en güzeli kitaba adını veren "Kumpanya" idi haliyle. Yazarın okumadığım kitabı olduğu için dinlemeye başlamıştım ama ilerledikçe yıllar önce TRT'de TV filmi olarak izlediğimi hatırladım. Hangi adla yayınlandı bilmiyorum ama oyunlarını sergileyecekleri taşra şehrine trenle giderlerken geçen bir dialog diziyi gözümün önüne getirdi. Abasıyanık'ın her öyküsü ayrı bir dünya, dinlemelere, okumalara doyamıyorum...

-Ve "Ankara Mon Amour". Aslında kitabı ilk baskısından okumuştum. İçinden Ankara geçen bir kitabı okumamam düşünülemez zaten. Depremin acılarıyla allak bullak olan kafamı biraz dağıtıp tasasız çocukluk günlerime ışınlanmak için Ankara'ya ve çocukluğumun geçtiği Yenimahalle'ye dönmek istedim. Bunun için en güzel seçenek "Ankara Mon Amour"du tabii ki. Yazarla aşağı yukarı aynı yıllarda Yenimahalle'de yaşamışız, hem de iki sokak arayla. Haliyle kitabın ilk bölümünde geçen mekanlar o kadar tanıdık ki. Özlem Zeynep Dinsel'in çok iyi bir seslendirmeyle okuduğu kitap beni çok mutlu etti...

Acıların avuntusu kitaplar hiç eksik olmasın hayatımızdan...