.

.
.

26 Ekim 2020 Pazartesi

26 EKİM (TATİL TATİL 4)

Klavyem bozuldu dostlar, şu an ıstırap çekmekteyim yazarken. Yıllardan beri 10 parmak daktilo kullanan biri olarak Q klavye ile boğuşuyorum. Rahmetli F klavyemle ne güzel yaşayıp giderdik ama ömrü vefa etmedi. Antalya'ya dönmeme sayılı günler kalınca da yeni bir F klavye almayayım dedim ama inanın çok zorlanıyorum, parmaklarım istemsizce F'deki tuşlara yöneliyor. Ofş Fllfotk, ya işte "Hay Allahım" yazacaktım, ne çıktı. Virgülün yeri de değişik, noktaya basıyor, onun için peşinen yazım hatalarım için özür diliyorum.

Çanakkale Kampı'ndan sonra ikinci kamp deneyimimiz için rotayı Antalya'ya çevirdik. Yine aynı ekiple. maalesef sevgili Şef Şef Şef Amcamız rahmetli olduğu için eksikliğini haliyle çok hissettik. Şeflik yine babama kaldı ve bir gece doluştuk otobüse.  O zamana kadarki deniz tatillerimizi soğuk ve dalgalı Karadeniz ile rüzgarlı Çanakkale'de geçirmiştik, ilk kez güneye iniyorduk. Mekanımız yine Sağlık Koleji idi. Sabaha karşı uykulu gözlerle otobüsün camından Antalya'nın pek döküntü görünen girişine bakarken "Burası nasıl turistik şehir" diye geçirmiştim aklımdan. Şimdi yerinde kocaman bir AVM yükselen çirkin mi çirkin, sıcak ve nemle sabahın köründe bile bunaltıcı hale gelmiş egzoz kokulu garaja indiğimizde ise iyice şaşırmıştım, bu nasıl Antalya'ydı? Ama şehrin göbeğine ve en güzel manzaralı yerine konuşlanmış, çiçekler içindeki bahçesinde ilk kez gördüğüm keçiboynuzu ağaçları olan okula geldiğimizde fikrim değişmeye başlamıştı. Birkaç gün içinde falezlerden denize inen merdivenleri ve minik minik şelaleleri de keşfedecektik.

Odalarımıza yerleştikten sonra kamp programı sunuldu. Aynı Çanakkale'deki gibi her sabah okulun otobüsüyle Lara'daki İl Özel İdare Plajı'na götürülecektik deniz için. Öğleden sonralar serbestti, kamp süresince ara ara tarihi ve turistik yerlere geziler düzenlenecekti. Otobüsün sabah 8'de hareket edeceği, kahvaltının da 7,5'da verileceği söylenince bazılarından "Askere mi geldik, kampa mı?" sesleri yükselse de çaresiz "Peki" dedik, itiraz şansımız yoktu zaten. İlk gün şehri keşfe çıktık. Caddeler boyu palmiye ve hurma ağaçları, Ankara'da saksılarda yetiştirmeyi başarınca gurur duyduğumuz hudayinabit zakkumlar, her yerde karşımıza çıkan rengarenk ağaç mineleri hepimizin ama en çok anneannemin gönlünü çelmişti. Ankara'ya dönerken yanına aldığı bir dal ağaç minesini saksıya dikecek, büyüyüp gelişen çiçek yıllar içinde neredeyse ağaç boyuna ulaşacaktı. Şehir merkezinde yaptığımız kısacık gezi bile sabahki olumsuz düşüncelerimi değiştirmeye yetmişti., gördüklerim göreceklerimin teminatıdır fikrindeydim. Zaten o yıllarda Antalya küçücük bir şehirdi.

Ertesi sabah plajla tanıştık. Şehrin çıkışındaki son bina o zamanki adıyla Antalya, şimdiki adıyla, atıl haline çok üzüldüğüm Talya Oteli idi. Sonrasında çayır çimen, kayalıklar, bambular başlıyordu. Bunların arasında tek bir bina daha vardı-ki hala var-Deniz Apartmanı. Otobüsümüz önünde duruyor ve orada oturan okul idarecilerinden birini alıyordu. Lara Plajı'nda bize ayrılan yere genişçe bir çardak kurulmuş, çay-kahve-meşrubat satışı yapılan bir bölüm eklenmişti. Duş ve kabinler de mevcuttu tabii ki. Kendimizi denize attık ve ağzımızdan çıkan ilk söz "Aa, çorba gibi" oldu 😃 Akdeniz sularıyla tanışıyorduk.

Kamp Çanakkale'dekinin aksine çok kalabalıktı ve hayli ilginç şahıslara ev sahipliği yapıyordu. Bunlardan biri bir hemşire hanımla kocası idi. İri yapılı karısının yanında ufak tefek yapısıyla dikkat çeken adam otobüsten iner imez mayosunu giyip denize atlıyor, aşırı çırptığı ayaklarıyla arkasında köpükten koca bir yol oluşturuyor, kıyıda günlük giysileriyle telaş içinde bir o yana bir bu yana koşturan karısı da "Aaaameeet, gitmeee, sen denizde yüzemezsin, kaplıcada yüzersin, boğulacan geri dööön" diye çırpınıyordu. 15 günlük kamp süresince kadın parmağının ucunu bile denize sokmadı, adam da karısının tüm korkularına rağmen boğulmadı 😃

İkindi üstleri hava biraz serinleyince dolaşmaya çıkıyorduk. İstikamet çoğunlukla o zamana kadar bozkırda bir benzerini görmediğimiz ve hayran kaldığımız Karaalioğlu Parkı oluyordu, kimi zaman da Yat Limanı ve Kaleiçi. Menzile ulaşana kadar etrafı en yoğun biçimde anneannem kolaçan ediyor ve kaldığımız yere yakın olan Orduevi'nin önünden her geçişimizde subay olan dayımdan hareketle "Ben istesem burada kalırım" diyerek babamı sinir ediyordu. Ne yani damat, senin kampına mecbur değiliz icabında 😃 Aşağıda o yıllarda gerçekten bir Cennet görünümündeki parkta bizim ekürinin kadınlarının birkaçı cigara tüttürürken ben de Antalyalı arkadaşımla muhabbete dalmışım, sol başta annem:


Birkaç gün sonra Perge, Aspendos, Side, Manavgat, Alanya gezisi düzenlendi, bol eğlenceli, şarkılı türkülü bir gezi oldu, kamp sakinlerinin çoğu neşeli insanlardı zaten, yol boyu herkes repertuarını sergiledi. Ekibin kantocusu bendenizdim, o yıllarda Nurhan Damcıoğlu'nun tek rakibi bendim zaten...dermişim 😃


Fotoğrafta ailecek Side'de poz vermekteyiz. Side henüz çok bakir, sokak boyu iki taraflı çarşı ve metrelerce gitsen insanın dizlerine ulaşan bir deniz, kalıntılar ve henüz devam eden arkeolojik kazılar. İlginçtir Çanakkale'de alerjiden perişan olan kardeşim onca sıcak ve nemden hiç etkilenmedi bu kez.

Alanya'ya kadar gayet güzel geçen gezi şehre iner inmez canımızı sıktı. Hala var mı bilmiyorum, Alanya'da "Bamyacı" denen ünlü bir dondurmacı vardı. Tur dondurma yememiz için orada mola verdi. Minnacık bir dükkan, bir dondurma dolabı ve üç kişinin ancak sığacağı daracık bir tezgahtan ibaret. Kalabalık bir grubuz, dondurmalar kalın, beyaz porselen tabaklara konarak veriliyor. Kapıda bir yazı: "Tabakları dışarı çıkarmayınız". Lakin dükkan üç kişilik ve içerde istiap haddini aşmış bir kalabalık var, sığmak mümkün değil ve vaktimiz kısıtlı. Ayrıca çok sıcak. Tabakları alıp Kapının hemen önüne çıkmıştık ki sahibi olduğunu düşündüğüm öfkeli bir şahıs dışarı fırladı, en yakındaki kişinin elindeki tabağı kapıp yere çaldı. "Bu tabak dışarı çıkmayacak demedik mi?" diye mosmor olmuş bir suratla bağırdı. Neye uğradığımızı şaşırdık, parasını ödediğimiz dondurmaları yemeden bırakıp ayrıldık oradan, böyle tok esnaf görülmüş şey değildi doğrusu. Çilemiz henüz dolmamıştı, çay içmek için oturduğumuz sahildeki çay bahçesinin garsonu da çayının biraz koyu olmasını rica eden arkadaşımıza kızıp masa örtüsünü fırlatıp attı. oradan da uğratıldık. Çaydan, çorbadan vazgeçip Kale'ye çıktık. Kale bekçisi kendine küçük bir bahçe yapıp süs kabakları ekmiş, bilen bilir, meşhurdur Alanya'nın süs kabakları. Bozkır insanıyız ya, ilginç geldi. Ekürimizdeki ahbaplardan biri iki eline iki kabak alıp "Kaça bunlar?" diye sordu. "5 lira" cevabını aldı ve parayı ödeyip kabakları çantasına koydu. İşimiz bitti, otobüse yerleştik, yokuş aşağı iniyoruz Kale'den, "O da ne?", önümüzü  bir jandarma minibüsü kesti, içinden pat pat tüfekli askerler inip otobüse girdiler. Biz şaşkın, "Ne oluyor?" demeye kalmadan "Arama yapacağız" dediler, "Kabak çalmışsınız". Kale bekçisini o sırada gördük. Meğer kabağın tanesi 5 liraymış, bizimkiler ikisi 5 lira anlamış. Bu büyük soygunu(!) fark eden bekçi hemmen jandarmayı arayıp "Tiz hırkızlar yakalana" demiş. Diğer kabağın parası da ödenip mesele halledildi ya da biz öyle sanmışız. 2 gün sonra önümüze konan Alanya yerel gazetesinde şöyle bir başlık vardı: "Antalya Sağlık Koleji kampçıları Kale'de kabak hırsızlığı yaptılar". Alanya üçlemeyi tamamlayıp hafızamıza pek de hoş olmayan anılar bırakmış oldu ama babam o kadar kızgındı ki "Antalyalı'ya, hele de Alanyalı'ya kız vermem" diye günlerce söylendi. Hahaha, çok büyük konuşmuş 😃


Annem Alanya dönüşü Ulaş'ta verilen molada. Ya çok yorgun ya da Alanya esnafına kızgınlığı devam ediyor 😃

Bir başka gün Düden Şelalesi'ni görmeye gittik. Yine bol su görmüş bozkırlılar olarak şaşıp şaşıp kaldık, en çok da anneannem, "Oh zümrüt gibi, nasıl güzel sular" diye diye dolaştı. Yıllar sonra bunların benim için sıradan şeyler haline geleceğini bilemeden ben de hayran hayran bakınıp durdum.



Bu fotoğrafları şelale arazisinde dolaşan seyyar bir fotoğrafçı çekti. Söylediği zamanda teslim almak için gittiğimiz yer ilginçtir ki benim Antalya'daki ilk evimin neredeyse tam karşısıydı.

Plajdı, turdu, şehir gezileriydi derken kampın son günü geldi çattı. Gece otobüsü ile dönecektik. Kamp süresince arkadaşlık ettiğimiz kızlı-erkekli çok sayıda genç vardı. Okulun kapısının önünde toplanmış son geyikleri yapıyorduk. Pirinç çerçeveli, çok kalın camlı ağır bir kapıydı, tam kapının önundeki sandalyede oturuyordum. Karşımda da hareketleri biraz dengesiz, hafif kompleksli bir genç yanındakiyle sohbetteydi. Bir ara bir şeye bakmak için ayağa kalktım, tekrar oturmaya niyet ettiğimde ise kendim yerde, kafam da kapının kalın camının içindeydi. Sersem yaratık ben kalkınca altımdan sandalyeyi çekmiş. Çığlığıma başta anneannem olmak üzere içerde kim varsa koştu. İlk gelen her sabah plaja bizimle gelen idareciydi, yerden kalkmama yardım bile etmeden şöyle buyurdu: "Geçmiş olsun, caddenin karşısında camcı var, bir zahmet taktırıverin gitmeden". Anneannem çılgına dönmüş bir şekilde önce "Seni p.z.ve.k" diyerek adama, ardından düşmeme sebep olan gence saldırdı 😜 Annemler koşturup sakinleştirdi, adam özür diledi, gençse kayıplara karıştı. Anneannemin gazabı yakar adamı vallahi 😃

O gece yola çıktık ama Ankara'ya iner inmez eve gitmek yerine acile gidip beyin röntgeni çektirdik. Neyse ki ucuz atlatmıştım ama ayağımı sürümüşüm sanırım, 5 yıl sonra temelli yaşamak üzere dönecektim şehre. Kapısının camını kafamla kırdığım Sağlık Koleji'nin yerinde güzel bir park var şimdi, kamp arkadaşlarımızın çoğu da başka bir alemde. Antalya ise her daim güzel...



20 Ekim 2020 Salı

19 EKİM (TATİL TATİL 3)

Amasra, Amasra, biraz ara dendi ve ilk kez bir kurumun kampına gitmeye karar verildi. Verildi diyorum, bildiğiniz gibi bizim tatiller komünal oluyor. Bu işe en çok hanımlar sevindi, zira bu defa yemek pişirip, bulaşık yıkamadan tatil yapacaklardı. Babam Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir kurumda yöneticiydi, bizi ve tatil eşlikçisi komşumuzu kampa yazdırdı, aynı kurumdan iki arkadaşı da bizimle aynı devreye başvurdular. İstikamet Çanakkale Sağlık Koleji oldu böylece. Kamp deyince kocaman bir tesis düşündünüz değil mi, yok efendim, Sağlık Bakanlığı'nın o yıllardaki kampları sahil şehirlerinde konuşlanmış sağlık kolejlerinin kampa çevrilmesiyle oluşuyordu. Zaten yatılı okul oldukları için ekstra bir sıkıntı yaratmıyordu, yatakhaneler yine yatakhane, yemekhane yine yemekhane, maalesef tuvaletler ortak. Banyo için de plajdaki duşları kullanınız lütfen 😃 Ha bir kere hamamı yaktırmaya muvaffak olunmuştu diye hatırlıyorum. Haliyle okul deniz kenarında olmadığından plaja okulun otobüsüyle gidiliyor ve yine onunla dönülüyordu. 

Kamp başlamadan bir gün önce otobüs terminalinde buluştuk yine cümbür cemaat, doluştuk otobüse ve bitmek bilmeyen bir yolculuk başladı. Aman Tanrım, biz gittikçe Çanakkale kaçtı, biz gittikçe Çanakkale kaçtı. Yaklaşık 12 saat süren bir yolculuk sonrası şehrin Otogarı'na vasıl olduk, öyle perişandık ki kalacağımız okula ulaşmak için hiç soruşturmadan otogarda bekleyen taksileri paylaştık. Ama o da ne? Binmemizle inmemiz bir oldu 😀Meğer otogar kolejin dibindeymiş, çakal sürücü de bu konuda tek laf etmedi haliyle. Sonrasında ne yaptık, nasıl pay edildik odalara, yatıp dinlendik mi, ne ettik pek hatırlamıyorum. Ertesi gün ilk işimiz yine bir şef seçmek oldu, bu defa babam değil, işyerinden arkadaşı, sempatik, komik, eğlenceli Doğan Amca uygun görüldü şefliğe ve o andan itibaren ona hitabımız katmerli olarak "Şef Şef Şef Amca" oldu. Çok neşeliydi Doğan amca, tombul vücudu ve şişe dibi gözlükleri ayrı bir neşe katıyordu görünüşüne. O gözlüklerin de ilginç bir öyküsü vardı. İlkokul çağına kadar doğup büyüdüğü kasabada farkına varmadan adeta kör gibi yaşamış Doğan amca. Sonra bu durum fark edilmiş ve bir akrabası alıp İstanbul'a götürmüş. Galata Köprüsü'nün üstündeki bir seyyar gözlükçüden bir gözlük almış buna. Doğan amcadan dinlemek lazımdı bu öyküyü aslında, "gözlüğü taktım ve dünya renklendi, meğer ben bulanık gölgeler görüyormuşum" derdi. Doğan Amca'yı bu tatilden 2 yıl sonra inanılmaz bir şekilde kaybettik. Kendi aracıyla memleketine giderken araba su kaynatmış, Yolun kenarına çekip radyatöre bakmak için inmiş. Yol bozuk ve park ettiği yerin yanında derin bir uçurum var. Kaputu kaldırıyor, radyatör kapağını açar açmaz yoğun ve kaynar bir buhar yüzüne fışkırıyor. Can havliyle kendini geriye atınca uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Haberi aldığımızda inanamamıştık, o düzenli, hayat dolu, kahkahası dinmeyen adamın bu şekilde ölümü olur şey değildi. Dilerim yattığı yerde huzurla uyuyordur. 

Şef seçimi tamamlanınca okulun otobüsüne doluştuk ve bizim için uygun görülen plaja doğru yola çıktık. Kamp çok kalabalık değildi, konuklara ilaveten okulun idarecileri, bazı öğretmenleri de bizimle birlikte plaja geliyorlardı. Orta yaşlı, sempatik görünümlü, efendiden bir şoförümüz vardı, okulun kadrolu sürücüsüydü sanırım. Orada kaldığımız 15 gün süresince bizi plaja taşımakla kalmadı, Şehitlikler'den Gelibolu'ya, Kilitbahir'den Conkbayırı'na, Truva'dan şehir merkezindeki gezilecek noktalara kadar götürmediği yer kalmadı sağ olsun. Sanırım Truva dönüşüydü, tam hatırlayamıyorum şimdi, gece vakti patlayıp tarlaya fırlayan lastiğe rağmen otobüsü soğukkanlılıkla idare edip durdurmayı başarmış, önemli bir kazayı önlemişti. 

Bize uygun görünen plaj Kepez Plajı'ydı. Kumsalın yukarısına doğru iki çadır kurulmuş, biri kadınlara, biri erkeklere soyunma kabini olarak işlev görmekteydi, yanısıra tuvalet ve duş vardı. Kaldığımız sürece her gün gittik plaja ama çok verimli olduğunu söyleyemeyeceğim, tıpkı Amasra gibi burada da deniz suyu serindi ve mıntıka hayli rüzgarlıydı. İki yaşındaki kardeşim hayatının ilk ve son alerjisiyle Çanakkale'de tanıştı ve hem kendine, hem bize zor zamanlar yaşattı. Kıpkırmızı kabarcıklar çıkarıyor ve sürekli kaşınıyordu. Hem Çanakkale'nin, hem de Çanakkale sonrası fuar için gittiğimiz İzmir'in hastaneleri ve çocuk doktorları da tatilimize dahil oldu ama bir çözüm bulunmadı. Sebebini bilemediğimiz ve Ankara'ya döner dönmez kaybolan bu alerji hala bizim ailede çözülmeyen bir bilmece olarak durur. 

Sürekli kaşınan bir çocukla her gün denize gitmeye devam ettik, kampın düzenlediği ve çok iyi gezdirilip bilgilendirildiğimiz turlara katıldık. Her tur dönüşü "Şoför amca yavaş, Kordon'u dolaş" tezahüratları yaptık, o da sağolsun kırmadı bizi. Ayrıca otobüse biner binmez ve şehre döner dönmez söylemeyi gelenekselleştirdiğimiz bir de türkümüz vardı: "Dane dane benleri var yüzünde". Çanakkale Kampı'na damga vurdu denebilir. 

Bunun dışında şehir turları yaptık, Çanakkale Türküsü'nden kulağımızda kalan Aynalı Çarşı'yı gezip hayal kırıklığına uğradık 😃 Tabii bu dediğim yıllar öncesi, şu fotoğrafı internetten buldum, bizim gördüğümüzle alakası yok. Çok tuhaftır Çanakkale tatilimizden tek bir fotoğrafımız yok, babam niyeyse meşhur Lubitel'ini yanına almamış, başka kimsede makine yoktu, fotoğraf çekildiyse de elimize geçmedi. 


Plajın üst tarafındaki sırtlarda Seyit Onbaşı'nın sırtında mermi ile bir heykeli vardı, internette arattım ama bulamadım. Muhtemelen yeri değiştirilmiş olabilir. Her yanına gidişimizde babam tarih bilgimizi pekiştiriyordu 😃 Zaten Çanakkale'ye gidip, tabyaları, şehitlikleri, anıtları gezdikçe tarihin içine girmemek, ürpermemek, etkilenmemek mümkün değil. 


Gündüzlerimiz plaj dışında şehirde gezmekle, eşe dosta Çanakkale işi seramik objeler almakla, çay bahçelerinde oturup muhabbet etmekle geçiyordu. Kimi zaman okulun mutfağında kendi aldığımız malzemelerle çay demleyip sohbet ediliyordu. Çay demleme işini her gün bir başkası üstleniyordu. Bir akşam da görev benimle Doğan amcanın kızkardeşine düştü. Bizim komünün hepsi çay tiryakisi ve oldukça demli içiyorlar. Biz de boca ettik koca paketin yarısını demliğin için, sonra da ikram ettik tavşan kanı çayları, müthiş övgü aldık. Lakin ertesi gün çay paketini görünce foyamız ortaya çıktı. Çay demleme metodumuz yıllarca unutulmadı, dillendirildi. 

Bir sabah babam nereden hatırladıysa Eceabat'taki eski iş arkadaşını hatırladı, Komşumuzu da alıp vapura atladık, telefon etmek, haber vermek falan yok, bulursak misafir olacağız, bulamazsak Eceabat'ta dolaşıp geleceğiz. Bulduk valla, pek de mutlu ettik. 

Pek konforlu olmasa da dolu dolu geçen bir kampı sona erdirip aynı ekip İzmir'e yollandık, yine Sağlık Koleji'nde ayrılan yerlerimize yerleştik ama kardeşimin alerjisi çocuğu o kadar zorlamaya başlamıştı ki, İzmir planını uzatmadan geri döndük. Daha Ankara'ya yaklaşırken de alerjiler köreldi, hava mı dokundu, deniz suyu mu hala meçhul...

Bir dahaki sefere daha da kalabalık bir Antalya var...

14 Ekim 2020 Çarşamba

14 EKİM (TATİL TATİL 2)

Klavyenin başına oturduğumdan beri mini boy bir karasineğin sürekli tacizindeyim. Hâlâ ağzımın içine girmeyi başaramadıysa da yüzüme, gözüme, elime, koluma bir konup bir kalkıyor. "Küçük ama üç buçuk" ile "Sinek küçük ama mide bulandırır" atalarımın sözleri arasında gidip gelmekteyim. İkide bir kış kış yapmaktan kelimeleri yanlış yazıyor, harflerin yerini sapıtıyor ve disleksik olmaktan şüpheye düşüyorum. Bu yaz sinek açısından bereketli niyeyse, hatta Ankara'da çok ender rastladığım sivrisinekler bizi yalnız bırakmadı sezon boyunca.

Tatil serisine başlamıştım devam edeyim, yazmazsam kafayı sıyıracağım zira. Instagram'ı açıyorum, günlük güneşlik, insanlar cafelerde, restoranlarda, arkadaşlarıyla sarmaş dolaş, seyahatlerde, sahillerde. Kendimi hani şu 2. Dünya Savaşı'nın bittiğinden haberi olmayıp da ormanda yıllardır gizlenen insanlar vardır ya, onlara benzetip "Aaa pandemi bitmiş galiba, benim haberim yok" diye şaşırıyorum, sonra Twitter'e geçiş yapıyorum, off felaket tellalı gibi, "Amanın" diyorum, "hepimiz öleceğiz". Bu işin bir ortası yok, yine en sakin liman bloglar, kaçıp buraya sığınıyorum. Lakin sayın ve sevgili Blogspot ne yaptın ya sen bu blog düzenini, her yerleştirme omuz zoruyla, niye kurcalarsın ki düzgün giden bir akışı. Fotoğraf eklemek sıkıntı, marj ayarı kendiliğinden zıplama yapıyor, düzeltemiyorsun. Duy sesimizi, dön eskiye 😉

İlk tatil yazımı Amasra'ya ayırmıştım, ilk deniz tatilimiz ve ikincisi. Sonraları yıllar yılı her yaz gittik Amasra'ya. Ailemle en son gittiğimde ya lise sonda ya üniversitedeydim. Sonra rotayı Ege'ye, Akdeniz'e, Marmara'ya kırdık. Hep cümbür cemaat oldu Amasra tatillerimiz, komşularla oluşturduğumuz bir ekürimiz vardı. Her bir aile bir pansiyona yerleşir, en büyük olanını ortak kullanım mekanı olarak belirlerdik. Yemekler orada yapılıp yenir, sohbet-muhabbet orada eda edilir, herkes yatmadan yatmaya kendi pansiyonuna dönerdi. Bir kişi şef tayin edilir-ki genellikle bu babam olurdu-ne pişirileceğini, hangi alışverişlerin yapılacağını, gün içinde nerelere gidileceğini belirler, masrafları not edip herkesin payına düşeni tahsil ederdi. Bir seferinde toplam 20 kişilik 5 aile gitmiştik. Sahile yakın pansiyon merkez üs seçilmişti. Aslında pansiyondan ziyade insanların normalde kullandıkları evlerdi bunlar, yaz sezonunda kendileri ya bir odaya, ya bir yakınlarının yanına geçiyor, evlerini gelen yazlıkçılara kiraya veriyorlardı. Bu söz ettiğim evin asıl sahipleri de-galiba lojmandı burası-bahçede köpek kulübesinden hallice bir baraka yapmış, tüm yazı orada geçirmekteydiler. Orta yaşlarının başındaki adamı, kuşkucu bakışlı sarışın karısını ve tüm gün mayoyla güneşte dolaşmaktan teni kahverengiye, sarı saçları da saman rengine dönmüş  kızlarını her gün görüyorduk, hatta kız çocuğu sürekli bizimle birlikteydi. Bizim gruptaki çocuklar arasında yaşıtları vardı, arkadaşlık ediyorlardı. Bir süre sonra adam da dadandı ekürimize. Babamın arkadaşlarından biri güzel saz çalardı, yemek sonrası sazlı-sözlü muhabbet başlıyordu. Müzik sesini duyan adam bir-iki derken her akşam meclise iştirak eder oldu, bet sesiyle türkü söylediği de oluyordu. Bu durumdan pek memnun kalmasak da sonuçta ev sahibimizdi, gelme diyemiyorduk. Zaten Amasra'da tatil için çok ters bir zaman seçmiştik, Ağustosun son yarısıydı ve Amasra soğumaya başlamış, zaten serin olan deniz üşütecek duruma gelmişti. Ona da razıydık ama bir hafta boyunca kesilmeden yağan yağmur deniz keyfimizin içine etmiş, bizi eve mahkum etmişti. Annemin itirazlarına aldırmayıp iznini Ağustos'un sonuna ayarlayan babam hava durumunun müsebbibi haline gelmiş, "ben sana demedim mi?"lerden öyle bezmişti ki, balkondaki tahta masaya bir dörtlük kazıdı: "Geldik Amasra denen kente/Denize girip güneşlenelim diye/ Yağmur, rüzgar elvermedi/İşiniz mi yoktu enayiler diye".  Yine de üç-beş güneşli günde denize koşuyor, Bakacak Tepesi'nden Amasra'ı seyredip böğürtlen yiyerek dönüyor, Mendirek'te yürüyüşler, Çekiciler Çarşısı'nda alışverişler yapıyor, Sefa Park'ta (sonraları Sev Kardeşim oldu) çay içerek güzelim gün batımlarını izliyor, akşamları da kendi muhabbetimize dalıyorduk. Ne sandalla geziye çıktığımızda kırılan ıskarmozla denizin ortasında mahsur kalmamız, ne pansiyonlardan birinin duvarında gördüğümüz akrep, ne üşüyüp üstüste giydiğimiz hırkalar neşemizi bozuyordu. Plajdaki gazinolardan bangır bangır yayılan o yılın moda şarkıları eşliğinde sahil yürüyüşleri yapıyor, bazı ılık akşamlarda açıkhava sinemasına gidiyorduk. 



Nedendir bilmem, çok fazla fotoğraf yok o yıllardan, belki de Antalya'da benim albümlerdedir. Bunları annemlerin albümünden buldum, kalabalığımıza fikir versin diye. Bir piknikteyiz. Pide mi yaptırılmış, gözleme mi bilemedim, ayran eşliğinde bir şeyler yeniyor. Kimi artık bu dünyada değil, çocukların çocukları, hatta torunları olmuş, herkes bir yana savrulmuş. Üstteki fotoğrafta sadece erkeklerin ikisi ve çocuklar çekim yapıldığının farkında, ben de tam saçımı düzeltecekmişim, babam basmış deklanşöre. Geri kalanlar yiyip içme derdinde 😃 İkincide Türkan teyze bir şeyin tekmilini veriyor ama neyin? Anneannemse biraz sinirli, muhtemelen çocukların gürültüsüne kızmış 😃 Ben de sonunda saçımı düzeltebilmişim galiba...

Son gidişimiz Kıbrıs Barış Harekatı sonrasıydı. Dayımın nakliye uçağı pilotu olarak katıldığı çıkartma endişeli günler yaşatmış, tatile çıkma konusunda kararsız kalmıştık. Sonra ortalık yatışınca babam "Haydin gidiyoruz" demişti, bu defa ekürisiz, tek eşlikçimiz anneannemdi. Lakin gidişimizin 5. günüydü sanırım 2. Barış Harekatı başlamış ve apar topar valizleri toplayıp geri dönmüştük. O dönüşün üstünden yıllar geçecek Amasra'ya bir sonraki ve son gidişim bir Karadeniz turu nedeniyle bir gecelik olacaktı. Benim bıraktığım Amasra çok değişmişti ama yine de eski günleri anmış ve çok mutlu olmuştum. 

Bir sonraki yazıda yine cümbür cemaat Çanakkale'ye gideceğiz 😃

9 Ekim 2020 Cuma

9 EKİM (AYLAR SONRA)

Öyle yorgunum ki, pandemi başladığından beri çok az sokağa çıktığımı takip edenler bilir. O çıkışlar da kendi arabamızla çocuklara gitmek, en fazla arabayı park edip parkta piknik yapmak ya da kız kardeşle ikimize de yakın bir noktada buluşup biraz yürüyüş yapmaktan ibaretti. Geçen gün interneti kurcalarken bir sergi duyurusu gördüm, şimdi adına "Doğan Taşdelen" ibaresi de eklenen Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde "Leonardo Da Vinci'ye Saygı Sergisi" açılacaktı. Şöyle bir düşündüm, eve yakın sayılır, yürüyerek gidebilirim, mekan çok geniş ve daha geçenlerde bir enfeksiyon profesörü inceleyip sağlık açısından sorun teşkil etmediğini belirtti, üstelik hafta içi tenha olduğunu daha önceki ziyaretlerimden biliyorum. "Neden olmasın?" dedim. Öyle susadım ki sanatsal bir etkinliğe, risk varsa da göze aldım. Konuyu kardeşe açtım, ondan da olur alınca dün için sözleştik. Sergi sonrası da yine o civarda bir arkadaşa uğrayıp bahçesinde maskeli ve mesafeli küçük bir buluşma yapmaya karar verdik. Verdik vermesine de beni bu kadar yoracağını hiç düşünmemiştim. Hesaba katmadığım şey neredeyse bir aydır bırak yürümeyi, evden bile çıkmamış olduğum, vücudun tüm antrenmanını yitirmiş, hamlamış olması ki hem de nasıl. 

Sergi salonuna gidene kadar birkaç yokuş tırmanıp indim, az daha yürümem gerekse oturup ağlayacaktım. Neyse ki gücümün sonuyla kapının önü aynı ana denk geldi. Kız kardeş beni bekliyordu, girdik içeri. Gerçekten bomboştu koskoca sanat merkezi. Bizim dışımızda iki kişi ya gördük ya görmedik. Hijyen nedeniyle asansör kullanmadık, bilenler bilir orası 4 katlı bir yer ve her katta sergi salonu var, mecburen merdivenlere yöneldik. Her basamakta tabanımdan kasığıma yükselen bir ağrıyla çıktım katları. Fakat sergi güzeldi, değdi ağrılarıma ve yorgunluğuma. Serginin küratörlüğünü İbrahim Karaoğlu yapmış. Bir grup sanatçı Da Vinci'nin ömrünün son üç yılını geçirdiği İtalya'nın Amboise şehrine giderek incelemeler yapmış ve dönüşte orada yaşadıklarının etkisiyle Leonardo'ya gönderme yaptıkları resim ve heykeller oluşturmuşlar. Ayrıca video-art odasında bir "Leonardo Da Vinci Belgeseli" de izlenebiliyor. Birkaç yıl önce yine aynı mekanda Van Gogh için yapılan bu tarz bir çalışmanın da sergisini izlemiştim. 

Serginin yorgunluğunu atamadan arkadaşın evine yürüyüp, dönüşte aynı yolu eve dönmek için yokuşlu inişli kat edince son mesafeleri adeta sürünerek aldım. Her şeye rağmen güzel bir gündü, hele de aylar sonra sanatla buluşmak tüm ağrılara ve yorgunluğa değdi, niyetim ayaklarımı uzatıp serilmekti ama dün de pek dinlenemedim. Yapmam gereken yemekler vardı, sabahtan mutfakta aldım soluğu. Canım nostalji istedi, "Yeni Türkü"nün en sevilenlerini açtım ve başladım börek yapıp, köfte yoğurmaya. Artık ne "Yeni Türkü" eski "Yeni Türkü", ne ben eski ben değiliz ama şarkılara iştirak etmek hoşuma gitti. Grubun satın aldığım ilk kasedi "Yeşilmişik" idi. Kendi aracımızla bir Karadeniz gezisi planlamıştık ve kaseti de yolda dinlemek için almıştım. Nitekim yola çıkar çıkmaz iteledim teybe. Tesadüfe bakın ki tam da Samsun Asfaltı'nda seyrederken başladı "Mamak Türküsü". Derya Köroğlu'nun yer yer detone olan ama tam da o nedenle insanın içine işleyen sesiyle; "Güneş altında tutsaklar/Geçen sonbahara bakıyorlar/Şirin mi şirin gecekondu evleri/Samsun Asfaltı'nda otomobiller/Ne güzeldir yollarda olmak şimdi". Birdenbire suçlanıvermiştim, birileri tutsakken onların imrendiği bir şeyi gerçekleştiriyor olmak vicdanımı sızlatmıştı. Hoş şimdi de biz evimizde tutsak bakıyoruz geçen sonbahara. Derken "Fırtına" başladı da "Geçse de yolumuz bozkırlardan/Denizlere çıkar sokaklar" diye avaz avaz bağırarak kendime bir nebze umut aşıladım. Kısacası arkadaşlar dün şarkılardan fal tutarak ve yorgunluğa yorgunluk ekleyerek son buldu. "Dinlenince geçer" diyeyim ve sergiden karelerle veda edeyim:





Onay Akbaş


Bedri Baykam


Devrim Erbil


Mercan Dede


Cem Sağbil



Yalçın Gökçebağ



Bahar Oganer


Tülin Onat


Fevzi Karakoç


Ergin İnan


Burçin Erdi

Bitirirken önünden geçtiğim şu binanın fotoğrafını da eklemeden geçemeyeceğim. Sevgi Soysal bir zamanlar Bilir Sokak'taki bu binada oturmuş ve "Yürümek" romanını burada yazmış:






7 Ekim 2020 Çarşamba

7 EYLÜL (TATİL TATİL 1)

"Müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış" diye bir atasözü var, pandemi bizi tüm sosyal etkinliklerden, sokaktaki hayattan, gezmeden tozmadan iflas ettirdi, yakında konkordato ilan edeceğiz. Evin içinde kapanıp kaldıkça müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırıyorum ben de, evler bitti sıra tatillere geldi. Sonuçta burası bir nevi günlüğüm benim, ister eskiyi yazarım, ister yeniyi değil mi? Arzu eden, seven gelip okur, arzu etmeyene sözümüz yok, sağolsun varolsun. Bugün bir tatil dizisine başlamak istiyorum, en çok da Lalenin Bahçesi arkadaşımın böyle bir isteği vardı, hatırını mı kırayım 😃

İlkokul dördüncü sınıfa kadar yaz tatillerimizi ya babaannemle dedemin Ulukışla'daki ya da büyük teyzemin Niğde'deki bahçelerinde geçirmiştik. Hakkını yemeyeyim çok keyifli tatillerdi bunlar, ağaçlar altında, yeşillikler arasında, kuzenlerle geçen güzel zamanlardı. Ama babam bir akşam iş dönüşü "Hazırlanmaya başlayın bakalım, iznimi alınca denize gidiyoruz, bu sene tatili Amasra'da geçireceğiz" deyince pek heyecanlanmıştım. Amasra 60'lı yılların sonuyla 70'li yılların başında özellikle Ankaralılar için çok cazip bir tatil merkeziydi. Bir kere yakındı, hesaplıydı, pansiyonda kalır, kendi yemeğinizi yaparsanız tatilinizi çok ucuza getirebilirdiniz. Ve ayrıca çok güzeldi, henüz kömür işletmeleri açılmamıştı, bakir, doğal bir güzelliğe sahipti. Bütün bunları ilk seyahatten sonra gözlemleyecektim aslında, o ana kadar Amasra'nın adını bile duymamıştım ama deniz lafı mutluluk için yeterliydi. Çok küçük yaşlarımdan kalan bir travmanın denizle aramdaki ilişkiyi nasıl olumsuz etkileyeceğinin henüz farkında değildim. Amasra tatiline karar verilmesinin sebebi doktor olan halamın bir hasta yakınının şehri övmesi ve oraya gitmemiz halinde pansiyon vs için yardımcı olacağını söylemesiydi. Ertesi gün acilen hazırlıklara başladık, önce Sümerbank'a gidildi, plaj elbiseleri için basmalar, havlu kumaşlar alındı. Annem dikiş makinesinin başına oturdu, bana, kendine, halama önden düğmeli, mayo üstüne giyilebilecek giysiler dikti. Hala hatırlıyorum, benimki yeşil üstüne koyu pembe çiçekli bir kumaştı, yaka ve cep kenarlarında fırfırlar ve çiçeklerin pembesinden biyeler vardı. Birer tane de havlu elbise eklendi bunlara, ardından beyaz havlu kumaştan kocaman kenarlı şapkalar da dikildi. Şapkadan, daha doğrusu kafamda bir şeyin bulunmasından çocukluğumdan beri nefret ettiğim için bir kere bile giymedim, tadını annem çıkardı. Sonra bir kere daha çarşıya çıkıp bu defa mayolar ve parmak arası tokyo terlikler aldık. Etekleri fırfırlı, üst bedeni lastikli, koyu mavi bir mayom vardı artık. Plaj kostümlerim tamamdı ama benim aklım bir eczanenin vitrininde gördüğüm şişme plastikten zenci bebekte kalmıştı. Annem mızıldanmalarıma hiç yüz vermedi, almadan döndük. 

Amasra öncesi kuzenlerden birinin düğünü için Niğde'ye gitmemiz gerekti. Düğün sonrası bir başka kuzeni de yanımıza alarak döndük, o da bizimle Amasra'ya gelecekti ve bu duruma en çok ben sevinmiştim, yaşı benden büyük olsa da çok iyi anlaşırdık çünkü. Nihayet büyük gün geldi ve hayli kalabalık bir grup olarak bizi götürecek otobüs şirketinin Yenimahalle'deki yazıhanesinin önünde toplandık. Yazıhane ile gözümün kaldığı şişme bebeğin olduğu eczane neredeyse karşı karşıyaydı ve benim heves tekrar canlandı. Bu defa vızıltılarım karşılık buldu, anneannem bebeği almaya gönüllü oldu, kuzenle birlikte koştura koştura gittik. "Cambi" adını verdiğim koca gözlü zenci bebişkom benimle birlikte otobüse binmek üzere kucağıma yerleşmişti. 

Öyle kalabalıktık ki otobüsün neredeyse dörtte biri bizimle dolmuştu. İki halam, anneannem ve annem, kuzenle ben ikili koltukları paylaştık, babam yalnız kaldı. O yıllarda otobüs tutardı beni, kısa süre sonra başımı kuzenin kucağına koydum ve uyudum, Amasra'ya yaklaşırken uyandım. Otobüsten inince bizi halamın hasta yakını karşıladı ve ayarladığı pansiyona götürdü. Pansiyon hemen plajın karşısında, denize nazır, ahşap, iki katlı eski tip bir binaydı, giriş katı bize ayrılmıştı. Birkaç yıl sonra bir kış günü ani bir kararla Amasra'ya gitmeye karar verecektik dayımla birlikte ve bu defa aynı binanın üst katında bir gece kalacaktık. Pansiyona geçtik, odaları paylaştık, kuzen, ben ve anneannem aynı odada kalacaktık, geniş pencereler denize bakıyordu. Eşyaları bıraktık ve "Hadi denize denize" ısrarlarım üstüne anneannem ve kuzenle (Cambi de bizimle geldi tabii ki) sahile yollandık. Vakit akşama yaklaşmıştı, rüzgar çıkmıştı, fazla duramadık, döndük eve.

Ertesi sabah kuzenimin dürtmesiyle uyandım, beni pencerenin önüne çağırdı. Güneş doğuyordu, deniz kıpkızıldı ve manzara çok güzeldi. Kahvaltı sonrası herkes plaja gitmek üzere hazırlandı. Ben fırfırlı mayomu, anneannem de bunu takibeden deniz tatillerinin geleneksel plaj giysisi olacak kombinini kuşandı. Uzun pazen don üstüne pembe dikolta ve minik çiçekli pazen gecelik. Ağarmış saçlarını sarmak için de beyaz tülbent. Hazırlanınca halalarımın odasına daldım, doktor olan kolay ve düzgün bronzlaşmak için tarifini aldığı bir terkip hazırlıyordu. Küçük olan da ona istediği malzemeleri uzatıyordu. Eline aldığı kahverengi şişesin ağzını açar açmaz "Öf, bu çok kötü kokuyor" diyerek atar gibi bıraktı aldığı yere. Meraklı Melahatim ya, "bakayım bakayım, nasıl kokuyor" diyerek şişeyi burnuma götürüp derin bir nefes çektim. Akciğerlerime kadar tüm solunum yollarım, ilaveten idrak yollarım da açıldı. Sözkonusu kahverengi şişede amonyak vardı zira. Plaja gitme işimiz amonyak etkisi geçene kadar ertelendi, ben bu arada sürekli "Yanıyom, yanıyom" diye zıpladım. Sonunda konvoyumuz harekete geçti ve sahilin yolunu tuttuk. Şimdiki gibi şezlong-şemsiye olayı yok, seriyordunuz hasırınızı, havlunuzu uzanıyordunuz sıcak kumlara, oradan da serin sulara. Kumun sıcaklığına indirim, suyun serinliğine zam yapabilirsiniz. Zira burası Karadeniz, öyle çorba gibi deniz, ana kucağı gibi kum biraz zor bulunur, zamanla deneyerek öğrenecektik. Konvoyumuzun çoğunun deniz tecrübesi ya kıt ya da hiç yoktu. Halalarım yüzüyordu, annem ayaklarını sokarak başladı, anneannem düzbastı yürüdü gitti, babamsa sahilden koşar adım gelip kendini foşşadak suya attı, dibe daldı, daha ben "Vay canına babam ne güzel yüzüyormuş, dibe de dalıyormuş" düşünce balonumu söndürmeden babam yüzeye çıktı, kafasını sallayarak bir balina gibi sular fışkırttı ve yürüyerek geri döndü. Toplam 5 metre kadar gitmişti sanırsam 😃 Orada kaldığımız sürece annem yüzmeyi öğrendi, babam denizaltı pozisyonunu devam ettirdi, kuzen denizde çok kalmaktan kıpkırmızı oldu, anneannemse dikoltası, uzun donu ve pazen geceliğiyle denizin tadını hepimizden çok çıkardı. Bana gelince 5 yaşındayken geçirdiğim boğulma korkusu nüksetti, su balesi yapmakta iktifa ettim. 

Plaja gitmediğimiz zamanlarda Amasra'da gezdik, ıssız yollarda böğürtlenler toplayıp yedik, piknikler yaptık. Ahşap ürünlerin ve mısır kabuklarından dekoratif eşyalar ve çantaların yapıldığı Çekiciler Çarşısı'nda turladık. Ağaçtan yapılma bir vazo, kuyruğu kürdandan fare şeklinde minik biblolar, silindir formlu sigaralıklar, renkli ahşap halkalardan küpeler, mısır kabuğundan çantalar aldık. Aynı arastadaki tozlu, minik bir kitapçıdan kuzenim bana bir kitap aldı, o kitap yıllarca benim başucu kitabım oldu: "Leylek Dede". Çoğunlukla kadınların tezgah açtığı pazara gittik, tabak tabak böğürtlen, torba torba taze fındık yedik. Balığa doyduk. Karabük Demir Çelik Tesisleri'nde çalışan annemin amcasının bizimle aynı dönemde kaldığı Demir Çelik Kampı'na gittik sık sık. Amca nev-i şahsına münhasır, esprili, alem bir adamdı. Son derece sevimli, iri yarı bir tipti. "Altı cıvık" diye ne denize girer, ne sandala, tekneye binerdi. Bütün gün mendirekte oturur, oltasını denize sarkıtır, balık beklerdi. Coca Cola'ya Kola Koko der, bir şeyi alkışlaması gerekirse iki elinin işaret parmağını birbirine vurarak ağzıyla "lok lok" diye bir ses çıkarırdı. O tüm gün mendirekte balık avlarken ufacık tefecik karısı kampta bungalovda oturup onu beklerdi. Amca ve karısı hakkında bir rivayet vardı, dedem amcanın hanımını o zamanların eşrafından dini bütün bir ailenin kızı diye amcaya uygun görmüş. İşin tuhafı dedem çapkın, akşamcı, zevkine keyfine düşkün bir adam, anneannemi de 15 yaşında dini bütün eşraf kızı diye alıp sonra akşam rakı sofrasında eşlik etmesini beklemiş, anneannem bunu reddedince de üstüne kuma getirmiş. Yani kendi evliliği malum, aynı kendi gibi dünya görüşü geniş, keyifli, zevkli bir adama niye böyle bir kadını uygun gördü bilinmez. Üstelik kadın oldukça çirkin, haydi anneannemin güzelliğine vuruldun, bunda ne buldun da adamın başını yakacaksın. Amcanın kendine uygun görülen kızı gözü hiç tutmamış ama o zamanın terbiyesi abisine de karşı çıkamamış. Ne yapsın, nikah günü kaçmış damatlıklarıyla. Dedem delirmiş, aileye karşı mahcup durumda kalmış, ara tara adamcağızı tam trene binerken istasyonda yakalamış. Yaka paça getirip nikah masasına oturtmuş. Zoraki bir evlilik yani. Soğuk, yeniliklere kapalı ve aksi bir kadındı yenge. O hayat dolu adama uymazdı hiç ama bir şekilde sürdü evlilikleri, amca da genç denebilecek bir yaşta rahmetli oldu. Nerden nereye geldik yahu, tatil anlatıyordum ben 😃 Aşağıdaki fotoğraf Demir Çelik Kampı'nda annemle:



Amasra'yı çok sevdik, tatilin sonuna doğru iki halayı iskele olmadığı için kıyıya yanaşamayan, açıkta demirleyen bir vapura sandalla gönderip diğer halanın yaşadığı İnebolu'ya yolcu ettik. Biz de evimize döndük, Amasra'yı çok sevmiştik, ertesi yaz yine geldik. Bu defa anneannem yoktu, komşularımız Şefika abla, İhsan amca ve çocukları eşlik etti bize. Arka sokakta yine ahşap bir ev bulduk. İkinci katta iki odaya yerleştik. Karşı odadaki komşumuz Karadenizli bir aile idi. O sene Erkin Koray'ın "Kızları da Alın Askere" şarkısı ünlü olmuştu, gün boyu plajda, sokakta, çay bahçelerinde bangır bangır çalıyordu. Karadenizli komşunun annesi komik bir kadındı, şarkıyı Karadeniz şivesiyle türkü formunda söylerdi: Kizlaru da alun artik askeeree". Aynı yaz bir de deprem yaşadık o ahşap evin ikinci katında fırtınada kalmış kayık gibi fena halde sallanarak, Karadenizli teyzenin "Uy uşağım uyyy, sallaniyruz!" feryatları eşliğinde 😃


Bu fotoğraf o tatilden. Arka tarafta görülen askeri gemileri ve denizaltıları gezmek için gitmiş, dönüşte de sandala binmiştik. Fotoğraf çekildikten az sonra yanımızdan Deniz Kuvvetlerine'ne ait bir motor geçecek ve yarattığı dalgayla alabora olmaktan kılpayı kurtulup baştan aşağı ıslanacaktık. Ben yine bir Mavi Kırlangıç dergisi bulup kendimden geçmişim, annemle Şefika abla da havalı gözlükler takıp sigara tüttürmekteler. 


Ve Amasra'ya kuşbakışı bakan bir tepede piknik yapmışız, Ersin'le poz veriyoruz ama Ersin'in pek umuru değil, biraz üşümüş sanırsam. Benimse havamdan geçilmiyor 😃 Tatilin sonunda bu defa biz vapurla İnebolu'ya, büyük halamı ziyarete gitmeye niyet ediyoruz. "Tırhan" isimli eski bir vapur gidiyor İnebolu'ya. Bir sandala binip açıktaki gemiye ulaşıyor, ip merdivenden tırmanarak güverteye çıkıyoruz. Vakit akşam, restoranda masalar hazır, yemeğe geçiyoruz hemen. Hayatımda bu kadar lezzetlisini içmediğim bir mercimek çorbası var menüde. Diğer yemekleri hatırlamıyorum ama çorbanın tadı hala damağımda. Yemek sonrası annemi de, beni de deniz tutuyor. Kamaraya iniyor, ranzalara kendimizi atıyor, uyumak da değil, adeta bayılıyoruz. Babam sabaha kadar güvertede oturup geminin yaşlı makinistiyle sohbet ediyor, sabaha karşı, İnebolu'ya yaklaşmışken gelip beni uyandırıyor. Sanırım Cide falan olsa gerek, net hatırlayamıyorum, yolcular indiriliyor o ip merdivenden, bir de inek var yolcular arasında, onun da inmesi gerek. Hayvanı kuşaklarla karnının altından bağlayıp bir çeşit manivelayla aşağıda bekleyen tekneye sallandırıyorlar. İneğin ayaklarını çırpıp böğürerek inişi gözümün önünde. Hava aydınlanırken İnebolu görünüyor. Enişte bizi alması için bir motor yollamış, "Vedat Beyin misafirleri" diye sesleniyorlar, yine ip merdivenden iniyoruz sakına sakına, motora yerleşip kıyıya doğru patpatlıyoruz. Kuzenlerle geçecek keyifli bir üç-beş gün bekliyor beni.

Amasra tatillerimiz bu kadarla kalmadı yıllar içinde defalarca gittik, sonraki yazılarda yine değinirim. Bu yazı çok uzadı zira, buraya kadar ulaşabildiyseniz sabrınız için kutluyorum, kalın sağlıcakla...


1 Ekim 2020 Perşembe

1 EKİM (EYLÜL OKUMALARI)


Eylül ayını 10 kitapla bitirmiş bulunuyorum, bu benim yıllardır normal aylık okuma sayım, bu sayının altında kalırsam yetersiz, aşarsam ekstra okumuş kabul ederim kendimi. Aslında ay bitmeden 11. kitabıma da başlamıştım ama hayli kalın olduğu için Ekim'e sarktı. Eski Yeşilçam filmlerinin ünlü senaristi Safa Önal ile yapılmış kapsamlı bir nehir söyleşi bu, T. İş Bankası Yayınları'ndan çıkmış, bilenler bilir, yayınevinin böyle bir nehir söyleşi serisi vardır. Kitabın adı: "Ne Kadar Gamlı Bir Akşam Vakti". Okudukça Safa Önal'ın kültür ve duygu düzeyine, birikimine şaşıp şaşıp kalıyorum. Kitap beni ne kadar etkilemiş ki dün gece sabaha kadar rüyamda Safa Önal ile uğraştım. Birlikte film çekmek için köylere gidiyoruz, köy kahvesinde oturuyoruz, köylüler illa bizi de filmde oynat diye ısrar ediyorlar. Ben hemen devreye girip "Bu profesyonel bir çalışma, amatörlerin, halktan insanların rol alabileceği bir yapım değil" diyorum, sanki menajerim. Uyuyup uyanıp rüyanın devamını görüyorum, hep Safa Önal. Sonra Ahmet Hamdi Tanpınar. Safa Önal kitapta sık sık en sevdiği yazarın Tanpınar olduğunu yineliyor, eh dostumun dostu dostumdur değil mi? Rüyadan eksik kalmasın. Tanpınar bize yemeğe geliyor ve ben ona mücver yapıyorum. Mücver ki bütün mutfak ömrümce toplasan 5 kere bile yaptığım bir yemek değildir. Ama Tanpınar'a son derece düzgün yuvarlaklar halinde, iri iri mücverler ikram ediyorum. Hatta aklımdan bir dahaki sefere fırına bütün olarak vermeyi ve o şekilde ikram etmeyi geçiriyorum. Sahi, Tanpınar mücver sever miydi ki? O zaman bunca rüyanın üstüne kitaplara geçmeden Tanpınar'ın en sevdiğim şiirlerinden birini bırakayım şuraya:

"Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak,
Rüyalarım kadar sade, güzeldin,
Başbaşa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerine yaz bahçelerinin.
Ömrün gecesinde sükun, aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından,
Bir masal meyvası gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından"



-"Evvel Bahar" İrem Uzunhasanoğlu'ndan okuduğum ilk kitap. Yıllar sonra karşılaşan iki kız arkadaşın öyküsü. Kolay okunan, akıcı bir kitap, hakkını yemeyim seveni de çok olacaktır ama bana edebi anlamda fazla bir tat verdiğini söyleyemeyeceğim. Yolu açık olsun...



-Marian Izaguirre İspanyol bir yazar, "Bir Zamanlar Hayat Bizimdi"de benim ilk okuduğum kitabı. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan, İkinci Dünya Savaşı'na uzanan ve İspanya'da General Franco dönemi'nden izler taşıyan bir öykü, daha doğrusu öykü içinde öykü. İngiltere-Fransa-İspanya üçgeninde geçiyor ve baş rolde bir kitabevi ile kitaplar var. Bir de onca kahramanın arasında hemen kalbinize girecek iki kadın: Lola ile Rose. Kitapçıda geçen bir öyküyü-hatta iki öyküyü-okumak zaten güzeldi de içinde okuyup sevdiğim kitaplardan bahis açılınca daha da güzel oldu. Carmen Laforet'in "Hiç"i, Katherine Mansfield'in "Bahçe Partisi", Jack London'un "Beyaz Diş" vs. Zaman zaman Debussy'nin "Lepiska Saçlı Kız"ı eşliğinde okumak da ayrıca keyifliydi...




-Uzun zamandır beklediğim bir Ayfer Tunç kitabı idi "Osman", daha ön siparişe girer girmez aldım ve hemen başladım ve 500 sayfa boyunca Osman'ın salaklığını ve çevresindeki çoğu kişinin ikiyüzlülüğünü-ya da olaylara bakış açısının farklılığını-okudum, "geri zekalı" diye haykırmamak için kendimi zor tuttum. Yine de içimde bir yer sarıp sarmaladı bu kişiliği oturmamış, dünyaya yeni gelmiş bebek öngörüsüzlüğündeki adamı. İyi niyetini enayiliğe, boşvermişliğini, umursamazlığını kötücüllüğe döndürebilen bir adam, bence bir asalak ama başkasına yapışmıyor, kendi maddi varlığına yapışıyor ileriyi düşünmeden. Hani derler ya, "Hesapsız kasabın....." öyle işte. Normalde sıkıntıdan patlatması gereken günce okumaları Ayfer Tunç farkıyla su gibi akıp gitti. "Yeşil Peri Gecesi"ni yıllar önce okumuş, Osman'ın varlığını bile unutmuştum, oradaki asıl kişi Şebnem idi çünkü. Kitabı al baştan yapmamak için bir özet bulup üstünden geçince taşlar yerine oturdu ama okurken verilen ipuçlarıyla olay çözülüyor zaten. Ve hala Ayfer Tunç ne yazarsa okurum diyorum...



-Ian McEwan kitaplarında en sevdiğim şey her kitabın farklı bir konuyu içermesi ve farklı bir yazım tarzıyla karşımıza çıkması. Birbiri ardına aynı tarz romanları kurgulayan yazarlardan çok farklı biri McEwan, okuduğum her kitapta sahip olduğu engin bilgiye şapka çıkarıyorum.  Üç değişik ağızdan üç farklı bölüm kurgulamış "Kefaret"de yazar; Cecilia, Robbie ve Briony'nin yaşadıklarını, olaylara bakışlarını, bir başkasının kaleminden çıksa sıradan bir roman haline gelebilecek konunun ince ince, duygu dolu ayrıntılarla işlenişini büyük bir keyifle okudum. Ardından da filmini izledim, kitapla aynı duyguyu vermese de güzeldi diyebilirim...



-Natalia Ginzburg yıllar önce okuduğum ve okuduğumu bile unuttuğum bir yazardı. Kitap sitelerinde dolaşırken "Bütün Dünlerimiz"e rastlayınca hatırlamak amaçlı aldım. 2. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında İtalyan bir ailenin ve karşı komşularından bazı bireylerin yaşadıklarını konu almış. Konu güzel, yaşananlar ve kahramanlar ilginç ama dialogsuz, düz yazım biçimi okumayı biraz zorlaştırıyor.

 


-Genelde bu ay okuduğum kitapların hepsini sevdim ama "Birlikte Yaşamanın Yolları" en sevdiğim oldu diyebilirim. Fransız bir yazar, Camille Bordas yazmış Mazal ailesinin ilginç bireylerinin romanını. 6 çocuklu ailenin çocuklarının her biri son derece zeki, kendine yetebilen, asosyal ve dobra bireyler. Sadece en küçükleri, Dory-ki kitabın anlatıcısı da o-biraz daha normale yakın. Tüm bu tuhaf ağabey ve ablaların arasında bir kişilik arayışında, büyüme çabasında. Kitaba konu olan tüm karakterler çok farklı, çok ilgi çekici, mutlaka okuyun derim...



-Biraz tereddütle başladığım "Alman Koleksiyoncu"nun son sayfasını memnuniyetle kapattım. Fakat herkesin aynı memnuniyeti hissedebilmesi için resim sanatına biraz derin bir ilgi ve sevgi duyması gerek. Zira genel akışın içinde çeşitli tablolar hakkında ilgi duymayanı sıkabilecek fazlasıyla ayrıntı var. YKY'nin insanı zorlayan minik puntoları da cabası. Askerlikten ziyade resim sanatına gönül vermiş Ludwig 2. Dünya savaşı sırasında Alman ordusunda görev yapar ve kendini en azından ilgi duyabileceği bir alanda istihdam ettirmeyi başarır: ERR yani Hitler için sanat eserleri toplayan bir kuruluş. İşgal altındaki Paris'te gizlenmiş eserleri bulup çıkarmak ve Hitler adına sevketmek görevidir ve bu süreçte kendi kadar resme düşkün Luftwaffe komutanı Mareşal Göring ile de istişareye girer. Sürpriz bir sonla biten bu ilginç kitabı ben severek okudum ama resme ilginiz yoksa hiç niyet etmeyin derim... 





-"Evelyn Hugo'nun Yedi Kocası"
edebi okumalar arasında verdiğim bir nevi teneffüstü. Ünlü bir Hollywood yıldızı olan Evelyn Hugo ani bir kararla hayat hikayesini tüm gerçekleriyle yazdırmaya karar verir ve bunun için bir magazin dergisinin pek de tanınmamış bir yazarını tercih eder, tercih sebebini kitabın sonunda anlayacağız ama öncesinde Hollywood'da yaşanan parlak yaşamların aslında ne kadar sahte, kariyerlerin nasıl zorlu bir yoldan geçerek inşa edilmiş ve en ufak bir falsoda alaşağı olduğunu öğreniyoruz. Kısacası edebi anlamda çok bir beklentiniz yoksa vakit geçirmek için ideal...




-"Jilet Sinan"
Gönül Kıvılcım'ın okumadığım tek kitabı idi, böylece külliyatını tamamlamış oldum. Aslında epey eski bir kitap, ben yazarın kitaplarına sondan başlayınca böyle oldu. Sokak çocuklarını anlatan, hüzünlü bir kitap Jilet Sinan ve hayli ciddi araştırmalar sonunda yazılmış olduğu belli. İçiniz acıyarak okuyor ve aynı acıyla kapatıyorsunuz. 





-Doğan Yarıcı'yı bugüne kadar okumamış olmanın pişmanlığı ile okudum "Hodan"ı. Babadan, anneden yoksun, oradan oraya savrulmuş bir çocukluk geçirir Hodan (Hasan), doğanın kucağında gelişir. Papakçı'yı babası bilir, Nazmiye'yi annesi. Asker olur, 6-7 Eylül olaylarına şahit olmanın bile utancını yıllarca taşır. Pastacı olmak isterken askerde odacılığını yaptığı Paşa'sı onu bir hastaneye temizlikçi olarak yerleştirir, "Hayır" diyemez. Neden sonra aşçılık yeteneği farkedilir ve "Sede"yi, karısını bulur. Bir masal gibi başlayan roman insanı içine çeken olaylar dizisiyle devam eder. Çok beğenerek okudum, eğer Doğan Yarıcı ile hala tanışmadıysanız siz de benim gibi geç kalmayın, "Hodan"ı mutlaka okuyun...

Yeni kitaplarda buluşmak ve pandemi günlerini sağlıkla atlatmak dileğiyle...

Not: Blogspot'un yeni düzeninden siz de benim kadar şikayetçi misiniz? Şu fotoğrafları hizalayana, yazı stilini ve marjı düzenleyene kadar çileden çıktım...