.

.
.

30 Eylül 2010 Perşembe

BİR KİTABIN HATIRLATTIKLARI

Aslında neredeyse bir yıl olmuştu alalı, okunmamış kitap yığınlarının altında tutsak kalmış, unutturmuş kendini. Ne zamanki şu yemekle ilgili anılarımı anlattığım blogu açtım, o zaman hatırladım "Sofranız Şen Olsun"u. Başlamamla bir solukta yarısına gelmem bir oldu. Mutfak kültürüne özel bir ilgi duyan benim için yazılmıştı sanki, hem değişik yemekler, hem değişik bir kültür, hem de doyumsuz anılar.

Kitabın yazarı Takuhi Tovmasyan Ermeni bir ailenin torunu olarak ninelerinin mutfağını ve mutfak kültürünü anlatıyor "Sofranız Şen Olsun"da. Birkaçı dışında tanıdık bir yemek çıkmadı karşıma, bu merakımı ve ilgimi iyice kamçıladı. Ama yakaladığım bazı ipuçları beni çocukluğuma, hiç unutamadığım Ermeni komşularımıza götürdü. Çocukluğumun en eski ve en sevgili arkadaşlarından, saçlı ve gözleri açılıp kapanan bebeğini içten içe kıskandığım Elizabet'i, ağabeyi Noman'ı, annesi yardımsever ve iyi yürekli Valentin teyzeyi andım özlemle. O Valentin teyze ki annemin uzun süre yatmak zorunda kaldığı bir hastalık sırasında o yıllarda pek az ailede bulunan merdaneli çamaşır makinesini ortak balkondan sürükleyerek bizim eve taşımış ve çamaşırlarımızı yıkamıştı. İki yılımız canciğer bir komşuluk ilişkisiyle birlikte geçmişti Valentin teyzelerle, sonra mücevher ustası olan kocasının işleri bozulunca İstanbul'a göç etmişler, bir daha da haber alamamıştık.

Kitabın yazarı Takuhi hanımın da babası mıhlama ustası, takılara taş yerleştiriyor. Yani aynı meslekten. İsmine gelince o da bir komşumuzla ortak; çocuk aklımızla "Takunya" olarak dillendirdiğimiz ve böyle bir ismin neden konduğuna akıl erdiremediğimiz Takuhi teyze ve zarif kızı Olga abla alt katımızda otururdu. Beş yaşımın hamhalatlığıyla bir türlü beceremediğim ip atlamayı bana beş dakika içinde öğretip gönlüme taht kuran Olga abla, Valentin teyzelerden de erken terketti apartmanımızı. Hayalime incecik vücudu, selvi boyuyla yerleşen Olga ablayla 2 yıl evvel bir vesilyle tekrar karşılaştım. Birileri söylemese tanımam mümkün değildi. Hatırladığım kadar uzun boylu olmadığı gibi inanılmaz derecede kilo almıştı. Herşeye rağmen eskilerden uzun uzun söyleştik.

Apartmanımızda en uzun süre oturan, anneannemin bitişik komşusu Madam Ağavni ise apayrı bir alemdi. Ağavni ismi yalnızca kendi ailesinde kullanılırdı, yıllarca komşularının Avniyanım'ı, biz çocukların da Avniyanım teyzesi olarak anıldı. Ufak-tefek sessiz kocası Ohannes ve üç yetişkin oğlu ile o küçücük, sosyal konut tipi daireye nasıl sığarlardı şimdi hafsalam almıyor, üstelik kısa süre sonra büyük oğul evlenecek, gelin de aynı eve gelecek, çok geçmeden iki de torun eklenecekti bu kalabalığa. Nice bayramları, nice yılbaşlarını birlikte geçirdik onlarla. Doğumgünümü kutladıklarında neden "İsim günü" olarak adlandırdıklarını ise bu kitaptan ancak öğrendim. Hediye olarak getirdikleri, 7 yaşımın parmağına bol gelen, ucundan burcumun simgesinin oyulduğu minik bir paranın sarktığı altın yüzük ise zamanın kuyusuna düşüp yitti gitti. Keşke kalabilseydi de bu kitabı okurken serçe parmağıma geçiriverseydim, keşke Valentin teyzeninkini hayal ederek bir kadeh vişne likörü içseydim yanında.

Bu kitapta sözü geçen yemeklerin hiçbirini yemedim onların elinden, bir tek Valentin teyzenin vişne liköründen artan alkollü vişneler düştü payıma Elizabet ile birlikte. Muhtemel ki kendi aile sofralarında benzer yemekler tükettiler ama onun dışında herşeyleri bizimle aynıydı sanki. Tek ayrıksı şey balkona bakan mutfak penceresinin kıyısına dizilen boş şarap şişeleri idi. Çoğunluğunu muhafazakar insanların oluşturduğu apartman halkının kadınları fısıldaşırlardı aralarında "onlar yemekte hep şarap içerlermiş". Ama ne beis, bayram ziyaretlerinde de ağırladık onları, çay sofralarında da. Derin bir komşuluk ilişkisi farklı dinsel inançların ötesine geçmişti. Madam Ağavni'nin ortanca oğlu Civan'ın nikahında kilise sıralarına dizilmiş bir grup başörtülü komşuyu hiç unutamam.

Pişirme ve yiyip içme ritüelleriyle anlatılmış yemeklerin çoğu o cemaate özgü yemekler ama içlerinde tanıdıklarımız da var, bizim aşureye benzer bir tatlıyı onlar yılbaşlarında "Anuşabur" adıyla pişirmekte ve bereket getirdiğine inanmakta, biz de aynı amaçla yapmaz mıyız? Bildiğimiz pilav ve zerde, patlıcan kızartması, isimleri değişik olsa da yapılışları benzer daha nice yemek. Ve hepsinden ilginci, ölüleri anmak için pişirilen hep aynı: İrmik helvası.

Not: Keyifsiz bir günümdeydim, bu nedenle kitabıma bu kez kahve değil, sevgili Yurdanur'un önerisiyle ballı, limonlu adaçayı eşlik etti.

29 Eylül 2010 Çarşamba

TATSIZ


Şiddetle başım ağrıyor, ağzımın içinde her nokta yara, hasılı bugün keyfim yok, yazamıyacağım. Ama ille de beni okumak istiyorsanız buyrun aşağıda linkini verdiğim öbür bloguma:

anilarlakarisantatlar.blogspot.com

28 Eylül 2010 Salı

KÜRKÇÜ DÜKKANINDA İLK GÜN

-Bu benim en sevdiğim kitapçı. Haftada bir uğramazsam içim rahat etmez. Bugünlerde bulunduğu sokakta düzenleme çalışmaları olduğu için etraf biraz pasaklı, kusura bakmayın artık. Kızkardeşle bir proje başlattık: Kitapçı fotoğrafları. Detaylandırıp geliştirmeyi düşünüyoruz. Bulunduğunuz şehirden bize katılmak isterseniz yan tarafa bir mail adresi ekledim, çektiğiniz fotoğrafları yollayabilirsiniz.

-Sabahtan çamaşır, ortalık toparlama, valiz yerleştirme gibi domestik işleri tamamladıktan sonra Ankara ile merhabalaşmaya çıktım. Uzun zamandır ilk defa ter dökmeden dolaştım sokaklarda. Burası hala sıcak sayılır ama ısı artık dayanılabilir düzeyde. Antalya'nın nemli sıcağından sonra iyi geldi doğrusu.

-Henüz sonbahar belirtisi yok diyordum ki karşıma alıç satıcıları çıktı, hem de üç yerde birden. Ekip olarak mı çalışıyorlar bilmem, hepsi de T şeklindeki sopalara taktıkları kırmızı-sarı alıçları satıyorlardı.

-Yüksel Caddesi'nde Bulguroğlu Simit Sarayı'nın önünden geçerken midem sinyal verdi, kaptım bir simit, yanına da bir küçük şişe sıkma portakal suyu, işte ziyafet.

-O civarda çok fazla yiyecek-içecek satan mekan var, kokular birbirine karışıyor. Balık, pide, kebap, simit, çay, her türden koku. Karşımdan gelen çiftin kız olanı "Öff" dedi, "burası Çin Mahallesi gibi kokuyor". Çin Mahallesi'ni gördüğü için mi söyledi, salladı mı bilemeyeceğim.

-Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz kitapçıya girdim elbette ve yine dayanamadım. Mine Söğüt'ün "Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey" adlı son romanı ile Isabel Allende'nin "Denizin Altındaki Ada"sını aldım. Bu ikincisi evde hala okunmayı bekleyen diğer iki Isabel Allende'nin yanına gidecek. Ne yapayım, seviyorum bu kadını.

-Kitapçıda hanım hanımcık, başı örtülü, yaşlı bir teyze Elif Şafak'ın pembe kapaklı "Aşk" kitabını satın alıyordu. Merak ettim, kendi mi okuyacak acaba?

- Yeni bir blog açmak niyetindeyim. Bir kitap yapmak amacıyla yazıp biriktirdiğim, aklımda, gönlümde yer etmiş yemekleri anılarımla birlikte vermek istiyorum ama bu bir yemek blogu olmayacak. Takip edeceğinizi umuyorum:)

- Çok yorgunum çok, cümleten iyi geceler diyerek ayrılıyorum sahneden...

Ek: Yeni blogumu "ANILARLA KARIŞAN TATLAR" adıyla açtım ve ilk postu girdim. İzlemek isteyenler için linki yan tarafta.

27 Eylül 2010 Pazartesi

YOLLARDA

Kürkçü dükkanına döndük sonunda. Bu yıl ömrüm yollarda geçti, mümkünse bir süre yerimden kalkmamak istiyorum, bakalım kısmet...

Ankara'ya gelirken yolüstünde olan bahçemize uğradık. Laf aramızda ben bir yıldır görmemiştim, bademler epey büyümüş lakin kuşlardan rahat yok. Yerdeki ağaçkakan Woody Woodpecker artığı, delinip içleri boşaltılmış badem ve cevizler "ben yiyemedim sen ye" örneği olarak serilmiş yatıyordu. Bu yıl bahçenin kralı geniş bir alana saçak atmış balkabakları oldular. Geçen yıl tadı hoşumuza giden bir kabaktan ayırdığımız tohumları serpmiştik, inanılmayacak şekilde ürün verdiler, bir kış yetecek kadar kabağımız olmuş, dağıttık ona buna.

Balkabakları bahçenin kralı ise kraliçesi de leylak ağacıydı. Henüz bel hizama gelen iki mor, iki de Mine Hanımın hatırası beyaz leylağımız var. Mor olanın bir tanesi bakmış havalar hala sıcak, açayım bir çiçek de sevindireyim Leylak ablamı demiş ve olmayanı oldurup Eylül ayında yukarıda gördüğünüz çiçeği açıp mutlu etmiştir beni. Tomurcukların dert görmesin leylağım benim.

Bahçedeki teftişi bitirince düştük yollara. Hava sıcak, ben herzamanki gibi uykusuz, klima serinliğinde yarı uyur yarı uyanık durumlardayken baktım konvoy yapmış iki kamyonun arkasına takılmış ağır aheste gideriz. Tam önümüzdekinin üstünde bir yazı: "Benim yaşam tarzım senin hayalin bile olamaz." Vay, büyüksün şoför abi, nedir bu tarz, hayal bile edilemeyecek? Şahsen pek merak ettim, neden sonra sollarken kafayı çevirip tarz sahibi şahsa baktım. İri göbeği direksiyonla koltuk arasına zar zor sığmış, yağlı saçlı, kirli gömlekli bir adamcağızdı gördüğüm. O zaman karar verdim ki bu lafı söylemiyor, işitmiş :))

Tarz sahibi kamyoncuyu solladıktan sonra diğerinin ardına takıldık, bunda yazı yoktu, onun yerine kasaya cep telefonu numarasını kazıtmış. Bir an telefonumu alıp tam önümüzde gözüme gözüme giren bu numarayı tuşlamak geldi içimden:
-Zırrrr!..
-Alo, buyrun
-İyi günler, siz filanca plakalı kamyonun sahibisiniz değil mi?
-Evet, siz kimsiniz bacım?
-Ben arkanızda seyreden özel araçtan arıyorum.
-Pardon, ne vardı?
-Kardeşim azıcık yol versen de biz de sollayıp geçsek, helak olduk arkanızda, babanızın yolu mu yahu, bla bla bla.....
-Hönk!..
Hayaldi tabii ki ama eğlendim valla düşünürken bile.

Derken sabit yerimiz İkbal'de mola verdik. Ismarladığımız yemekleri beklerken arkamızdaki masaya 9-10 yaşlarında biri kız, biri erkek 2 obez çocukları olan kendi halinde bir aile oturdu. Oğlan kızdan biraz daha obezdi. Daha poposunu sandalyeye yerleştirmeden atlayıp menüyü ele geçirdi ve ilk sıradaki kahvaltı tabağından başlayarak son sıradaki içeceğe kadar yüksek sesle ve adeta sürükleyici bir roman okurmuş gibi büyük bir zevkle okudu, sonra da şöyle buyurdu: "Geçen sefer geldiğimizden beri bu menü değişmiş." Bak sen, ezberlemiş kerata. Sıra yiyecek seçimine gelince de sucuk döner, kaymaklı kadayıf ve Rus salatası diye çığrınmaya başladı. Rus salatası üzerinde özellikle durdu, ben deyim beş, siz deyin on kere "Rus salatası, Rus salatası" diye tezahürat yaptı. Sanırsın 10 yaşındaki veledin ömrü Moskova'da geçmiş. Ismarladıkları önüne gelene kadar Rus salatası diye inledi, gelir gelmez de hapur hupur yuttu ne varsa:)

Devam ettik yola, daldığım uykudan bir diğer uğrak yerimize, söğütlü lokantaya girerken uyandım. Ankara'ya giderken çay içmek için buraya uğrarız, arabamız yıkanırken çaylarımızı içer ve sahibinin her seferinde önümüze getirip zorla yedirdiği ballı gözlemeyi didikleriz. Üstelik para da kabul ettiremeyiz, ellerimizi sıkarak karşılar, ellerimizi sıkarak uğurlar, valla bir tanışlığımız yok, bu molalarla hasıl oldu ahbaplık. Bugün de ellerimizi sıkarak buyur etti ve tüm red ısrarlarımıza rağmen bu defa ballı-kaymaklı gözlemeyi dayadı. Hatır için yarısını götürdük, kalanı paketlemeyi önerdi ama istemedik:) Bugün nedense çok kalabalıktı mekan ve dişi nüfusun %80 i (ben de dahil) levrekten balinaya değişen balıkların etinde hatunlardı. Hep merak ederim, ortalık bu kadar iri balık eti kaynarken giyim mağazalarındaki kıyafetler neden hamsiler, hadi bilemedin istavritler içindir ki?

Yolculuk çeneme vurdu, sonunda geldik Ankara'ya, muhtemelen bahara kadar buradayız, bekleriz. Hepinize sevgiler, selamlar, iyi geceler...

26 Eylül 2010 Pazar

BU İNCECİK BİR VEDA HAVASIDIR...

Yol göründü. Tüm bu güzellikleri ardımda bırakıp bozkıra doğru gidiyorum Haksızlık etmeyim, güzeldir Ankara'nın sonbaharı, binbir renge bürünür. Lakin bu işin bir de kışı var, o biraz zor işte. Ne yapalım sağlığımız yerinde olsun da buluruz gönlümüzü avutacak birşeyler.

Dün fotoğrafları sildim ya yanlışlıkla tekrar çekmesem çatlardım, hem Ankara'da neye bakıp özlem gidereceğim? Dünkü ışığı tutturamasam da vedalaşmış oldum giderayak Antalya ve park ile.



Antalya'ya sonbaharın yaklaştığını ilk Kır Kahvesi'nde hissederim ben. Çınarların yaprakları sararıp dökülür ve şehirde sıcak bunaltsa da burası hep eser. Bir bardak çayın başında, rüzgarın ferahlattığı ortamda, denize karşı hem arkadaşlarla hem Antalya ile vedalaştık.



"Akşam yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam"
dizeleri dilimde son hazırlıkları tamamlamak için ayrıldık parktan.

Geride ayak izimi bırakmayı unutmadım tabii ki...

25 Eylül 2010 Cumartesi

HAFTANIN SONU GELDİĞİNDE...



Bu postu misss gibi fotoğraflar süsleyecekti aslında, öğlen zaman doldurmak için girdiğimiz parkta cillop gibi görüntüler almıştım. Evde bilgisayara aktarırken yanlış bir tıklama ile hepsini sildim, üzgünüm hakim bey, taammüt yoktu, anlık bir gelişme oldu:)

Günlerdir tamamlanmasını beklediğimiz evraktan nihayet bu sabah ses geldi. "Haydi buyrun, paranızı yatırın, belgenizi alın" dediler mesajla. Koştuk gittik bankaya, sonra da vakit doldurmak için eski okulumuza uğradık. Herşey o kadar yabancı geldi ki; duvarların rengi, kantin, bahçe, öğrenciler ve hatta öğretmenler. O okulda 25 yıl bir başkası çalışmış sanki. Artık birkaç tane kalan eski arkadaşlardan biriyle 5-10 dakika sohbet edip ayrıldık, attık kendimizi parka. Park süperdi, park harikaydı, park hala yazı yaşıyordu, çınarlar hariç. Koca parkta bütün ağaçlar yemyeşilken çınarlar yapraklarını çimenlerin üstüne serpmeye başlamışlar. Ne yapsınlar Akdeniz iklimine dayanamıyor garibanlar. Ha bir de ilginç birşey vardı, çiçek açtıklarına ilk kez şahit olduğum "Maymun tırmanmaz" ağaçları. Gövdeleri sivri sivri dikenli bu ağaçları ne zaman görsem kuru daldan ibarettiler ama bugün biri pembe, diğeri beyaz muhteşem çiçeklerle donanmıştı. Ah ah nasıl yanmayım fotoğraflarıma, nasıl da güzel çekmiştim, gitti şahane tasvirler:)

Park sonrası evrağımızı tamamlatıp eve döndük ama sormayın nasıl, sıcak ve nemden bütün giysiler üstümüze yapışmış olarak. Yorgunluktan ve sıcaktan perişan aldım elime "Yeşil Peri Gecesi"ni ve uzandığım yerden bitirene kadar kalkmadım. Kitap bitti, yorgunluk gitti. Soracak olursanız "güzeldi" diyeceğim, kendine has bir kitap. Anlatmak istemiyorum zira çok kişi okumak niyetinde, keyiflerine limon sıkmayım. Bilmiyorum Ayfer Tunç'un ilk kitabı "Kapak Kızı"nı okudunuz mu? Hakettiği ilgiyi görememiş bir kitap olduğunu düşünürüm, ben çok sevmiştim. İşte bu kitabın onunla uzaktan akrabalığı var diyeyim.

Pazar günü Antalya'ya uzunca bir süre için veda ediyoruz. Denizi, güneşi, enfes bir sonbaharı ve film festivalini arkamızda bırakarak. Evimi özleyeceğim ama meşhur deyimi değiştirirsek "Mevzubahis evlatsa gerisi teferruattır".

Şimdi kaybolan o nazenim (bu sıfat anneanneme ait, bir kez daha anayım) fotoğrafların yerine netten indirilmiş çiçek açmış bir "Maymun tırmanmaz ağacı" (diğer ismi floş ağacı) görüntüsü ekleyim de görün bakın ne hoş şeymiş. Çiçek gibi olsun sizin de hafta sonunuz...

Görsel: Buradan

24 Eylül 2010 Cuma

BİR ALIŞVERİŞ ÖYKÜSÜ

Anneannem geldi bugün aklıma, birdenbire öyle özleyiverdim ki burnumun direği sızladı. Böyle bir zamanda geri gitme yaşadım, sanki ne o, ne annem ölmüş, anneannem bize gelmiş, pencerenin önündeki koltukta oturmuş, dalgın, tesbih çekiyor. Dalgınlığının sebebi büyük ihtimal dayım, yine onunla ilgili senaryolar yazıp duruyor olmalı kafasının içinde. Birazdan komşular gelirse sohbete dalar, açılır, neşesi yerine geliverir. Bunları düşündüm durdum, oysa öleli 16 sene oldu, dile kolay.

Keyfi yerinde olduğunda tadına doyulmaz bir kadındı; eğlenceli, toksözlü ve son derece zeki hatta cin. Bir yüzük hikayesi vardır her hatırladığımda güldüğüm. Oldum olası mekik yüzüklere meraklıydı. Onun bu merakını bilen yengem sevdiği gibi bir yüzük alıp takmış parmağına, öyle değerli birşey değil ama hoşuna gitmiş olmalı ki anneannemin hiç çıkarmaz olmuş. Gece, gündüz, gezmede, iş yaparken, abdest alırken, temizlik yaparken, yemek pişirirken yüzük hep parmakta. Hamur da yoğurmuş onunla, köfte de. Bu denli çok dış etkenle karşı karşıya kalan yüzük zamanla kararmış, taşları parlaklığını yitirmiş, girintilerine birtakım maddeler dolmuş, hasılı eski bir görünüm almış, lakin hala parmaktan çıkmıyor. Neyse anneannem birgün pazara gitmiş, tezgahın birine yanaşmış, sebze seçmeye başlamış. Tezgahın sahibi uyanık bir pazarcı, hemen farketmiş anneannemin parmağındaki yüzüğü. Şimdi yüzük aşırı kullanımdan eskimiş, sahibi de yaşlı ya, kendini akıllı sanan adamcağız yüzüğün antika olduğunu düşünüp bir punduna getirerek ucuza kapatmayı planlamış. "Ana" demiş anneanneme, "ne güzel yüzüğün varmış." Bizimki ossaat çakmış pazarcının niyetini, kaçın kurrası o. "He" demiş, "güzel değil mi, bizim rahmetli taktıydı evlenirken." Pazarcının iyice ağzı sulanmış, "satmayı düşünmez misin, ben alırım niyetin varsa" diye girizgaha başlamış. "Bilmem ki" demiş anneannem bıyık altından gülerek, "kaç para verirsin?" Pazarcı bir fiyat söylemiş, o "olmaz" demiş, pazarlık uzamış ve anneannem yüzüğü yıllar önce aldıkları fiyatın neredeyse beş katına satmış. Adamcağız yaşlı kadını kandırıp yüzüğü ucuza aldığını sanarak sevinirken anneannem pazardan keyifle dönmüş, tombul göbeğini hoplatan gülüşüyle olayı anlatıp bizleri de gülmekten kırıp geçirmişti. Eee, boşa dememişler, "Ava giden avlanır".

Nur içinde yat anneanne...

23 Eylül 2010 Perşembe

ANTALYA GÜZELDİR

Bugün Antalya'nın tadını çıkardım sonunda. Günlerdir sıcak ve nem nedeniyle kapandığım inimden uzun süreli ayrılabildim. Karaalioğlu Parkı, Kaleiçi ve Yat Limanı rotasını izleyerek akşamı ettim. Dışarıda bol miktarda kedi eşliğinde yediğimiz bir akşam yemeğinden sonra da arkadaşlarımızı ziyaret ederek günü sonlandırdık.

Bu kahve sevgili Kaymaklı Kadayıf için. Geçenlerde yazdığı bir yorumda benden Kaleiçi'ne gidip bir fincan kahve içmemi istemişti. O ister de ben yapmaz mıyım? Yat Limanı'nın olağanüstü manzarasına karşı onun kulaklarını çınlatarak içtim kahvemi.

Palmiye ağaçları meyveye durmuş.

Nazım Hikmet Anıtı Karaalioğlu Parkı'nda, 1.Mirador'da, baharda açılmıştı ama gidip görememiştim. Kısmet bugüneymiş.

"O gemide ah ben de olsaydım" diyeceğim ama bu da gemi değil ki.

Canım Beydağları, seyrine doyum olmaz.

Bu genç denizin ortasındaki kayaya tünemiş ne düşünürdü ki acep?

Falezlerden minik şelaleler dökülür denize.

Ne demiş Ahmet Haşim:
"Sular sarardı, yüzün perde perde solmakta"

"Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta."

Son olarak bu yıl benden mahrum kalacak 47.Altın Portakal Film Festivali'nin afişi. E.bru Akel ne alaka ki?

Not: Fotoğraflara tıklayın büyüsün, daha iyi olmaz mı?

21 Eylül 2010 Salı

PERİLER, YIRTILAN PABUÇLAR, PATLICAN BEĞENDİLER, MELİSALAR, ARKADAŞLAR, DİZİLER. E, DAHA NE OLSUN?

Bu aralar böyle, sıcaktan ve rutubetten dışarı çıkamayınca ev içi fotoğraflarıyla idare edeceksiniz artık. Görsel eklemeyince gözüme hoş gelmiyor yazılar. Şikayeti olan parmak kaldırsın:) Görüldüğü üzere Ayfer Tunç'un yeni kitabını okumaktayım: "Yeşil Peri Gecesi". Fiyakalı bir ismi var değil mi? Kendisi de pek sürükleyici, sular seller gibi okunuyor. Henüz başlardayım, okudukça daha detaylı bilgi veririm.

Akşamüstü Antalyalı blogger arkadaşım Özlem ile buluştum bir kahve içimi. Gerçi kahve değil soda içtik ama olsun, maksat görüşmekti. Bugün havadaki nem berbat boyutlardaydı, ne giysem üstüme yapıştı, ter tepemden aşağı yağmur gibi boşaldı sokağa çıkınca. Üstüne üstlük hayatımda giydiğim en rahat ayakkabı olan kırmızı pabucumun teki 50 metre gitmeden tamiri mümkün olmayacak şekilde yırtılmaz mı? Oracığa çöküp avaz avaz ağlamak istedim. Yırtılan ayakkabı olsun diyeceksiniz, olsun tabii ama problemli ayaklarımı bu kadar rahat ettirecek bir yenisini bulmak kolay değil. Kendisini mumyalatıp "Bende Emeği Büyük Olanlar Müzesi"ne koymak niyetindeyim:))

Özlemcimle kitaplar, bloglar, Antalya'nın sıcağı ve nemi üzerine sohbet edip özlem giderdik ve bir dahaki Antalya'ya gelişime kadar vedalaştık. Eve gelince Ekmekçimin aklıma getirdiği beğendiyi pişirdim ama tüyo aldığım için kendilerini bıçakla deşmemden dolayı patlıcanlar patlıycan olmadı. Sağsalim közlenip hazır hale geldiler.

Bu sezonun izlenebilir dizilerinden biri, "Öyle Bir Geçer Zaman ki" bitti az evvel. Evin babaannesi Hasefe Hanım'ın ettiği lafı pek sevdim. Diyor ki: "Acele etme oğlum, biraz düşün. Fare bile üfleye üfleye yer adamın kulağını." Hahayt, zaten Hasefe Hanım bu dizinin yıldızı bence, anneanneme benziyor huyu suyu.

Geçen gün parkta şu bitkiyi gördüm. Bildiğimiz melisa çalısı, hani şu geceleri baygın koku verenlerden, buraya kadar tamam da üzerlerindeki beyaz topçukların ne olduğuna akıl erdiremedim. Çiçeği desem değil, zira o saman rengi, saçaklı birşey. Meyvesi ya da tohumu olsa gerek. Belki Mine Hanım beni bu konuda aydınlatır görürse fotoğrafı.

Haydi, ben gittim artık, şu Yeşil Peri'nin biraz daha ifadesini alayım. İyi geceler efendim...

OKULLAR AÇILDI


Malum, bugün okullar açıldı. Ben de Milattan Önce öğretmendim ya şuraya okul ve öğrencilerle ilgili birşeyler karalamak geldi içimden. Bu Eylül ortasında okul açılma durumu bizim gibi Akdeniz ikliminde yaşayanlar için tam bir cehennem azabıdır. Ter sizi saç telinizden ayak tırnağınıza kadar sırılsıklam etmişken, elalem hala plaj modunda askılı penye-şort kombiniyle dolaşırken, ortalıkta grand tuvalet salınan birilerini görürseniz bilin ki öğretmendir. Erkeklere ceket serbest olsa da kravat zorunludur mesela, hanımlara da çorap. İnanın öğrenciler bizden daha sereserpe gelirlerdi okula. Hele ilk gün bikinisinin altına şortunu çekip gelmiş olana bile rastlanabilirdi son sınıflar arasında. Kurala sadece Lise 1 e başlamış olanlar uyar, o da birkaç aylığına. Çok geçmez onlar da dağılır gider, sonrasında "saçını topla kızım", "kravatını tak oğlum" benzerinde uyarılar havada uçar dururdu. O cehennem sıcağında naylon çoraptan isilik olmuş bacaklarımın kaşıntısı bir yandan, alnımdan gözlerime doğru süzülüp cayır cayır yakan ter bir yandan sınıfın pencereleri, kapısı açık güya ders yapıyormuş gibi geçen ilk günleri hiç unutmuyorum.

Haydi söz açılmışken bir-iki öğrenci anısı da anlatıp ayrılayım huzurdan. Yine böyle okulun ilk günlerinden birinde ilk kez girdiğim bir sınıfta en önde oturan kız öğrenci, benden bir ders önce o sınıfa gelen eşimle soyadlarımız arasında bağlantı kurarak akraba olup olmadığımızı sordu. Sıcaktan bunalmışım zaten haydi espri yapayım da ortam gevşesin düşüncesiyle "Ben onun annesiyim" diye cevap verdim. Kızcağızın gözleri hayretle açıldı ve yanındaki arkadaşına eğilerek sessizce: "Yaşını hiç göstermiyor değil mi?" dedi.

Bir Ticaret hukuku dersinde "Konişmento(Konşimento)" konusunu işliyoruz. Söz verdiğim öğrenci sürekli yanlış telaffuz ediyor. "Koşmento", "Komentı", "Koşulento" gibi uyduruk şeyler söylüyor. Bir, üç, beş bir türlü düzelttiremiyorum ikazlarıma rağmen. Sonunda kızdım "Evladım, şunu doğru söyle artık" deyince ne cevap verse beğenirsiniz: "Hocam ne yapayım ben "r" leri söyleyemiyorum."

Yeni öğretim yılı tüm öğretmenlere, öğrencilere, velilere ve okul çalışanlarına hayırlı, uğurlu olsun.

20 Eylül 2010 Pazartesi

PAZAR BİTTİ, YENİ HAFTAYA SELAM OLSUN...

Öff, "Behzat Ç." yi izledim, final berbattı, çok etkilendim. Halbuki biliyordum sonunu, kitabı okumuştum. Bundan sonra olacakları da biliyorum aslında. Emrah Serbes'in Ankara polisiyelerinin sıkı takipçisiyim. Şu kadarını söyleyebilirim kitabın orijinaline sadık kalarak birebir çekim yapmışlar, çok beğendim, tipler de cuk oturmuş. Emrah Serbes iyi bir genç yazardır. Polisiye sevmiyorsanız bile "Erken Kaybedenler" isimli kitabını öneririm, sıkı öyküler vardır içinde.

Bu sabah çayıma 16 yaşındaki dadı Katya Spivak ile 68 yaşındaki ressam ve çocuk kitapları yazarı Marcus Kidder eşlik etti. Amerikalı yazar Joyce Carol Oates'i "Amerikan Damak Zevki" adlı romanı ile keşfetmiştim. Yazım tarzı hoşuma gittiği için çıkan diğer yapıtlarını da takip etmeye çalıştım. "Güzel Bir Kız"ı yaz başında almıştım, okuma sırası ancak geldi. Üçte birini okumama rağmen sevdim, genç bir kızla yaşlı bir adam arasındaki ilişki konu ediliyor, bakalım sonu nereye varacak.


Sıkıcı Pazar'ın öğleden sonraki bölümündeyse epeydir bekleyen bir film vardı: "ADAM". Yönetmenliğini Max Mayer'in yaptığı filmde Asperger Sendromlu genç bir elektronik mühendisi ile komşusu genç kız arasındaki inişli çıkışlı ilişki konu edilmiş. Zaman zaman eğlenceli, zaman zaman düşündürücü, ilginç bir yapımdı.

Sıcak bir Eylül Pazar'ı da geçmişe karıştı, şimdi önümüzdeki haftaya bakma zamanıdır. Rastgele...

19 Eylül 2010 Pazar

SICAK, SIKICI, UZUN HAFTA SONU

Bugünkü konumuz "Sıcak, sıkıcı ve uzun bir Cumartesi günü nasıl geçirilir?" üzerine olacak sevgili kârîlerim. Böyle yazınca kendimi çocukken dinlediğim "40 Yıl Geçti Aradan" isimli sohbet programını sunan Refik Ahmet Sevengil gibi hissettim. Bizim zamanımızda İlber Ortaylı, Murat Bardakçı mı vardı, Refik Ahmet Sevengil, Burhan Felek dinleyerek öğrenirdik geçmişimizi, muhtemelen bu adını andıklarım da onları dinleyerek büyümüştür. "40 Yıl Geçti Aradan" program cıngılı başlarken bir eski zaman kantocusunun, muhtemelen Peruz Hanımın şarkısı yankılanırdı:

"Ateş gibi yanmıştı avuçlarında elim
Göğsüme dayanmıştı benim güzel sevgilim"

Bunu takiben de dâvudî bir ses "40 Yıl Geçti Aradan" anonsunu yapardı.

Konuyu dağıttım yahu, sıkıntımı nasıl dağıttığımı anlatacaktım aslında. Hava öyle sıcak öyle sıcaktı ki kafanızı balkona değil de alev alev yanan bir fırına uzatıyordunuz sanki. Antalya'nın ünlü poyrazı huzurlarımızdaydı yani. Şehrin "Caretta Caretta" cinsinden olan ahalisi bir şekilde denize ulaşmış, çorba kıvamındaki sularda cıpcıplayıp serinlemeye çalışadursun biz kara tosbağaları kabuğumuzun içinde sıcağa ve sıkıntıya çözüm aramaktaydık.

Klima açmadım, poyraz adamı kavursa da en iyi tarafı nemi yoketmesidir. Bu da ter dökmeyi bir ölçüde azaltır. Vantilatörün çaprazdan sağladığı sunî rüzgar eşliğinde film izledim bugün: "Vicky Christina Barcelona". Evvelki yıl festivalde oynadığı seans vizyon şansı olmayan bir Avrasya filmiyle çakışınca diğerini tercih etmiştik. Ne zamandır DVD si bir kenarda izlenmeyi bekliyordu, bu sıcak ve sıkıcı haftasonuna kısmetmiş. Yönetmenliğini Woody Allen'in yaptığı film harika manzaralar, enfes güzellikte kadınlar ve yakışıklı erkekler resmigeçidi gibiydi. Barselona görüntüleri eşliğinde karmaşık ilişkilerin konu edildiği filmin baş erkek oyuncusu Javier Bardem'i nedense fena halde Emre Kınay'a benzettim. Eski eşi ve sevgilisi rolündeki Penelope Cruz ve Scarlett Johansonn ise arkadaşlarımın kızlarının kopyası gibiydiler. Yani filmin oyuncularına karşı hiç yabancılık hissetmedim:) Sonuç itibarıyla hoşça vakit geçirten eğlenceli bir filmdi. Bence tek eksik Christina'nın Gaudi'ye olan tutkusundan dolayı Barselona'ya gitmesine rağmen ne Park Guel'in, ne Sagrada Familia'nın, ne de Casa Mila'nın şöyle göz-gönül doyuracak uzunlukta gösterilmemesi idi.

Eh, bir film öyle boş boş izlenmez değil mi, yenmeli, içilmeli bu esnada. Kahve, soda, limonata gibi sıvılar mideye yollanırken şu yukarıdaki garabet meyve "hünnap" da ihmal edilmedi. Kekremsi etli kısmı yendikten sonra sivri çekirdeği de kemirilerek dolaşıldı Barselona sokaklarında. Güya çok faydalıymış, eh yedik işte görelim faydasını.

Elimdeki Mark Levy kitabı "Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey" bitti bugün, ahım şahım birşey değildi ama Mark Levy'yi tanımış oldum. Yanımda 3 kitap getirdim Ankara'dan; bu, "Manzaradan Parçalar" ve Joyce Carol Oates'in "Güzel Bir Kız" adlı romanı. Şimdi "Güzel Bir Kız"a başlayacağım. Orhan Pamuk ara sıra okunur yine bölüm bölüm.

Ovvv, bu post çok uzamış. Sıkıntı anlatan yazıyı sıkılmadan okuyup buraya kadar gelebildiyseniz tebrikler. Haydi ben kaçar, sıcak ve sıkıcı bir de Pazar günü var önümüzde, kolay gelsin...

18 Eylül 2010 Cumartesi

BAHÇELERDE BÖRÜLCE


"Bahçelerde börülce
Oynar gelin, görümce"

Böyle diyor türkü. Biz oynamadık ama bir güzel mideye indirdik. Taze börülceye bayılırım. Hazır Akdeniz'deyken ve böyle şeyleri bulmak kolayken yapıverdim bir salata pazardan gelen çıtır börülcelerden. Eh, afiyet olsun bana değil mi?

Yine bütün gün evdeydim, gerçi bugünkü zorunlu oldu, iki arkadaşımı ağırladım. Bütün öğleden sonra çalışan klimaya öksürüğümle kafiye yaptım. Ne zaman ki klima sustu, öksürük dindi. Nedir bu yahu, açsan öksürürsün, açmasan terlersin. Canıma yetti. Üstüne üstlük pedikür yaptırdığım kuaför tırnak diplerimde petrol bulmayı ummuş olmalı ki derin bir sondaj yapmış. Her adımda ulaşılamayan rezervlerin acısını çekmekteyim.

Akşam bir heves "Deli Saraylı"yı seyretmek için yerleştim TV başına. Perran Kutman'ın varlığı bile 10 dakikadan fazla tahammül etmemi sağlayamadı. Mecbur kanal değiştirdim, "Hanımın Çiftliği"ne ziyarete gittim. Gerçi ordakilerin de hepsi kafayı yemiş ama ne de olsa eski tanıdıklar, geçmişin hatırı var:)

En iyisi ben çayımı alıp kitabımın başına döneyim. Bir Fas atasözündeki gibi: "Kitabın görüntüsü bile yürekten üzüntüyü kovmaya yeter."

17 Eylül 2010 Cuma

EV PANSİYON

Kısa süreliğine geldik ya kendi evimizde pansiyoner gibiyiz. Çoğu eşyanın üzerindeki örtüleri bile açmadım. Öyle göçebe gibi yaşayıp gideriz. Takvim bile Haziran'da kalmış. Olmayanı oldurup zamanı durdurmuşuz yani.

Pansiyoner gibi yaşasak da evde olmak, tanıdık eşyaları görmek güzel. Üstteki yuvarlak ebruyu Ormancılık kongresi nedeniyle düzenlenen fuarda açılmış ebru standında doğaçlama ebru yapan bir delikanlı, kendisini kedinin ciğere baktığı gibi izlediğimi görünce hediye etmişti. O ve bir yakınımın yaptığı alttaki cıvıl cıvıl renkleriyle içimi açarlar her baktığımda.

En miniğini temizlikçimin hallettiği tombul matruşkalarım yokluğumuzda kitaplarıma bekçilik yapıyor.




Hava öyle sıcak ki, nem oranı da çok yüksek. Sürekli klima çalıştırmaktan çok rahatsızım, alerjik öksürüğümü azdırıyor. Kapılar, pencereler sürekli açık, arada tül perdeyi uçuşturan rüzgara çiçek sunasım geliyor. Rüzgarın doğalını bulamazsam vantilatörle yapayını oluşturuyorum ve tıpkı B.ülent Ersoy gibi yelpaze elimden düşmüyor.


Bazen duvardaki kediyle mırmırlaşıp bazen de lavanta kurutuyorum.

Sezon açıldı, zeytin kurma zamanıdır. Henüz vakit vardı ama gideceğimiz için çizdik ve sularını değiştirmeye başladık bile.

Hava sıcak, sokağa çıkmak işkence, en iyisi film izlemek. Günün filmi: "Madame Sousatzka". Deli-dolu, hırslı piyano öğretmenini canlandıran Shirley Mc Laine'nin oyunu muhteşem. Jenny rolünde gençlik yıllarımızın sıskalığıyla meşhur ünlü mankeni Twiggy'yi biraz yaş ve kilo almış olarak görmekse sürpriz oldu. Geçen yıl kitabını okumuştum. Ana tema aynı olsa da tiplerden bazıları farklılaştırılmış. Yine de eğlenceli bir filmdi.

Eh, bu kadar gevezelik yeter. Şu yeni başlayan dizilere bir göz atmaya gidiyorum. İzninizle...

16 Eylül 2010 Perşembe

ANLADIM, BU ŞEHİR BAŞKADIR

Ben bugün bu semaverin başında dostlarımla birlikte şehrimle özlem giderdim...