.

.
.

29 Şubat 2016 Pazartesi

AND OSCAR GOES TO LEYLAK DALI...

Gününüz aydın, yeni haftanız keyifli olsun sevgili kârilerim. Bu sayfada saçını ağartmış takipçilerim bilirler, her yıl sizin için hiçbir güçlükten kaçınmayarak Oscar törenini izlemeye giderim Los Encılıs'a. Haliyle bu yıl da gereğini yerine getirdim, hem artık davetiyeler evime geliyor, öyle kaçak-göçek, pencere kenarlarından, kapı aralıklarından, kırmızı halı yırtıklarından izlemiyorum. Yayılıyorum koltuğuma seyreyliyorum Holivut yavrularını. Öncesinde bir hazırlık süreci var tabii, ne de olsa ülkemizi ve blog alemini temsil ediyoruz, dersimize çalışmamız lazım. Allah sizi inandırsın bütün aday filmleri seyrettim, Mad Max Fury Road hariç, 10. dakikada hafakanlar bastı, kalktım ekran başından. Aksi gibi soruların çoğu da oradan geldi ya, neyse.

Bir de giysi seçimi var tabii, onca kokoşun arasında mahcup olmamak lazım. Resmi bir şeyler giyeyim istemiştim, aklımda lacivert eşofman takımım vardı ama aksiliğe bakın ki sabahtan yıkamıştım, kurumamış. Ben de grileri giydim. Pek soluk göründüm kendi gözüme, kırmızı terliklerimi geçirdim ayağıma, biraz parladım. Yanıma yolluk olarak sabah yoğurduğum mercimekli köftelerden almaya karar verdim. Belli mi olur, o yıl boyu beden ölçülerini korumak için aç gezen artistcikler "senede bir defa Oscar'da yenen kilo yapmaz, üstelik de beleş, yumulun" diyerek After Party'de yığılırlar açık büfenin önüne, ben elin gurbetlerinde aç kalırım. Doldurdum sefertasına köfteleri, yanına da üç-beş marul, bir limon, oh mis. Sefertasını da çanta sanır bunlar nasılsa, sorana "klaç" derim. Hem Yekta Kopan bile öğrendi programa katılan modacılar sayesinde "klaç" neymiş, ha bir de tek omuzlu kıyafetle kolye takılmazmış, onu da öğrettiler, takmaz artık Yekta Kopan. Zinhar siz de takmayın, karizmanız yerle bir olur. 

Böylece hazırlıklar tamamlandı ya ışınlandım "red carpet"e. Kimin yanına yanaşsam diye bakınırken ne göreyim bizim Vupi, ay pek severim, ne "Mor Yıllar"ımız geçti birlikte. 



O da beni görünce pek sevindi, gözü sefertası klaça takıldı, yavaşça kulağına eğildim, "Mercimekli köfte var ayol, bir ara yeriz" dedim, çak yaptık, girdim koluna, başladık kırmızı halı gıybetine.


Ötelerde paraşüt benzeri sarı bir kumaş görünce yanaştık, meğer bizim "Danimarkalı Kız"ın Alicia'sı imiş, kumrala dönüşmüş taze, neredeyse tanımayacaktım. Paraşüt eteğiyle mahcup mahcup salınıyordu ortalıkta, pek sevimli, pek mahcuptu, yanağından bir öpücük alıp devam ettik. 


Brie Larson'u Vupi farketti, "Gel kız gel" dedi, "ne giymiş bu yavrucak böyle abuk sabuk, yakından bakalım". Gittik yanına, sorduk "Ne iş?". Meğer aceleye gelmiş, kostümü yetişmemiş, annesi koşmuş imdadına, Brie'nin doğumunda aldığı lohusalık gecelik-sabahlık takımını çıkarmış sandıktan, sabahlığı koymuş kenara, geceliği giydirmiş kıza, "Valla yıkamadım bile, bir tek doğum yaptığım gün giydiydim, yepyeni duruyor. Zaten yatabildim mi ki, kolikli, ağlak bir bebektin zır zır, seninle uğraşırken lohusalık mı bildim" diye lafı da geçirmiş giydirirken. Hazır sandık açılmışken anneannenin annesinden kalma gümüş kemer de çıkmış ortaya, takıvermişler beline. Rahmetli Barış olsaydı "Aynalı kemer ince bele/Bu can kurban tatlı dile/Seher vakti ben Brie'ye vuruldum" diye şarkı bile söylerdi. "Hayırlısı yavrum" dedi Vupi kıs kıs gülerek, "Oscar"ı alınca eteğine bohçalarsın artık, dikkat et de topuklarına takılmasın". Kaçtık oradan acele. 


Vupi'ye bir ara TV muhabirleri el etti, "Müsaadenle" diyerek söyleşmeye gitti, ben de gözümü alan kırmızılının yanına yanaştım, aman da aman bir afet-i suzan ki yanaşanı yakıyor. "Af buyur tanıyamadım" dedim, "Aaa aşkolsun, ben Çarliz, teyzecim" dedi. Densize bak, teyze ne be, "teyze yok, teyze yok" diye atarlandım biraz, kendine geldi, "Hangi filmde oynadın sen bakayım" dedim, "Mad Max" demesin mi? "Ay sen yoksa o kara suratlı, kel kafalı Furiosa'mıydın" dedim, "Ta kendisi" dedi. "İlahi yavrum, şu güzellikle bir Sindirella, bir Anastasya falan olaydın, ne o kömüre bulamışlar kafanı gözünü" diye vahlanırken cevap vermeye tenezzül bile etmeyip hamburger tezgahına doğru yürüdü gitti, "teyze" demesinden belliydi zaten ne saygısız olduğu, Allah güzellik vermiş ama zerre nezaket vermemiş. Neyse Vupi geldi o arada, çekti götürdü beni. 


Jennifer'e rastladık yürürken, bişiler olmuş ayol  kıza, botoks mu yaptırmış ne, gülümsemesi bile değişmiş. Hep kırmızı giyerdi bu, kilo mu aldı ki siyahlara bürünmüş. Pek de sakardır, düşmeden şaşmadan getirse bari törenin sonunu. 

Vupi yine mikrofonlu birine takıldı, ben kırmızı terliklerimle uyumlu kırmızı halıda sağa sola bakınırken iki balmumu heykel gördüm.


Ay bir mutlu olayım ben, Yılmaz Büyükerşen Oscarlara bile el attı canını sevdiğim, bak yapmış heykelleri yollamış Los Encılıs'a diyerekten. Kadını balmumundan dökerken de birkaç yıl öncenin Oscar'ındaki Ancelina Coli'den ilham almış, "yırtmaç açılsın, bacak görülsün" hesabı. Yanaştım şöyle kıyın kıyın, uzattım parmağımı, dokundum yanağına, amanın canlandı: "Hanım hanım, noluyoruz, yaş kemale erdi diye dövüşmeyi unuttum mu sandın çıkarırım bir sağ kroşe, uçarsın Dolby Theatre'ın çatısına". Ossaat İngilizce'yi falan unuttum, döndüm anadilime: "Aboovv, heykel canlandı dostlaaar, yok mu bir Allah kulu, yetişin" diye çığrınırken Vupi koştu geldi. "Görgüsüz müsün nesin ayol, hiç mi ömründe "Rocky, Rambo" seyretmedin. Bildiğimiz Silvestır o, Stallone olanından. Yalnız araziye biraz fazla dolgu yaptırmış, suni duruyor. Ondan şaşırdın sen" dedi aldı götürdü beni oradan. Vupi olmasa halim harap, pot üstüne pot kıracağım, yine de sevindim, "teyze" demedi en azından.


Heykellerin, pardon Rambo Raki'nin az gerisinde şu mahcup oğlan duruyordu karısıyla, hani geçen yıl Stephen Hawking, bu yıl Trans Elbe olan yetenekli şey. 2015'de kaptıydı Oscar'ı, gönlüm bu yıl da onun almasından yana ama kazara verirlerse Leo hem jürinin, hem bunun gözünü oyar. Adam alıştı ayılarla güreşmeye, şuncacık Eddie'den mi korkacak. Vupi'ye "Van münit" deyip gittim yanına, yanağından bir makas aldım, "gönlümün Oscar'ını sana takdim ediyorum çocuuum" dedim. Baktım karısı da hamileymiş, "Bir avazda inşallah, hayırlısıya alın kucağınıza, haber ederseniz bir çeyrek yollarım" diyerek veda ediyordum ki "Sağol teyze" dedi arkamdan, bak şimdi merhametten maraz doğar. "Teyze yok, teyze yok" diye parmak sallayıp yürüdüm Vupi'nin yanına. 


Ve derken ilahe göründü, Keytimiz, Blancetimiz çiçek bahçesinden çıkmış da gelivermiş gibi süzülüp geçti yanımızdan, dilim lâl oldu, bir kelime edemedim. Hoş o çiçekler biraz fazla olmuş ya neyse (fesatlık no:1). Böyle kasılırsan Oscar'ı da sana değil gecelikli Brie'ye verirler işte. (fesatlık no:2)


Bir ara WC'ye gitmem gerekti, eh ortamın yabancısıyım ya, kafamı çevirdim sorayım diye, Vupi yine bir yerlere kaybolmuş. Baktım karşıda hanım hanımcık bir hatun, eh yaşını başını da almış, alışkındır buralara ona sorayım bari dedim. "Teyzecim pardon WC nerde acaba?". Oy, kadın bir kükredi, "Teyze sensin densiz" dedi bana, "tuvalet bekçisi miyim ben, filmin adı "45 Yıl" diye teyze mi olduk, yıkıl karşımdan". Amaan, nasıl kaçtım oradan bilemedim, meğer kadın Şarlot'muş. Her gördüğün Şarlot pasta, her Rampling teyze değilmiş işte Leylak hanım, Vupi'nin elini tut bırakma sen, bu bile teyzeyi bana iade etti ya ona yanarım. 


Aman da aman, kimleri görüyorum "Hateful Eight"in Daisy Domergue'su değil mi bu, gönlümün Oscarının sahibi Cenifır. Lavrıns değil Ceysin Liyh olanından. Biraz yaşlanmış ama yine de zarif ve o ne rol kesmekti öyle. Yediler koçumun hakkını diyeceğim ama Alicia'yı da hor görmeyelim yani. 


Bu Roni Mara kızımız filmde daha güzeldi yahu. O ne öyle, kafasında Gülürüz Sururi topuzu, göbeğinde pencere. Sanırsın Çıkrıkçılar Yokuşu'ndaki perdeciler giydirmiş.


Vupi'yi aranırken Rachel Mc Adams'a rastladım. Sade her zaman güzel derim de daha da bir şey demem. Yeşiller pek yakışmış haspaya ama bir yeşilli daha vardı ki evlere şenlik:


Şu kızcağız, adını bir türlü kimseler doğru söyleyemiyor: "Saoirse". Kimi Serse diyor, kimi Sorşe, az sıksan Porşe. Kim giydirmiş bu garibanı böyle bilmem, yoldan geçerken görsem kek çırpıp dantel ören komşu kızı sanırım, o giysi öyle emanet üstünde. Daha dünkü çocuk ayol, o kadar dekolteye ne hacetti ki, saçlar dersen ayrı bir facia, kuaför en sona bırakmış galiba bunu, fönü şöyle bir tutup yollamış. Küpesinin tekini de bulamamış zaten aceleyle, biri yeşil biri beyaz :)


Dekolte dedim de, işte bu. Bunu da Nükdet Duru giydirmiş galiba, tam onun tarzı. Ama Allah için yakışmış hasbaya, hele sırt dekoltesinde bir kanatlar vardı ki sanırsın melek. Klaça gelince, keşke benim sefertasını alsaydı, daha havalı dururdu. 


Aa kimleri görüyorum, 6. Haçlı-pardon-Oscar seferine çıkmış aslan yürekli, ayı bilekli Leo abimiz. "Ayıyla dövüş dediniz dövüştük, atın karnına gir dediniz girdik, karda buzda telef ol dediniz olduk. Bu sefer de alamazsak seneye benden paso, gidip figüranlığa yazılıcam. İyisi mi şu Oscar'ın önünde bir foto çektireyim de hatıra olsun" diye düşünüyor burada, siz görmüyorsunuz ama ben konuşma balonunu okudum. 

Ben Leo'nun balonunu okurken Vupi nefes nefese geldi, "Neredesin ayol, haydi tören başlıyor içeri girelim" dedi, çekti kolumdan götürdü. "Girmeden köftelerden biraz atıştırsaydık, içim kıyılır şimdi benim" dedimse de dinlemedi. Girdik oturduk, yorgunluktan içim geçmiş, gözümü açtığımda ortalık alkıştan yıkılıyordu:


Leomuz canımız, feda olsan kanımız-yok be niye feda olacakmış, olmasın. Kafiye olsun diye söyledim-sonunda Oscar'ı kucaklamış, tamam artık emekliliğini isteyebilir bence. Muradına erdi. Aslında Nürgül Yeşilçay gibi eline ödülü alıp "Bu muymuş?" diyebilirdi  demedi, firaklı iki çift laf etti ama ben uyku sersemi anlamadım. O ödülüyle gurur duyarkene çöp poşeti giyip gelmiş Keyt Vinslet'in gözyaşları da elbisenin plastiğinden kayıp yerde bir göl oluşturuyordu:


"Hadi" dedi Vupi, "bitti tören çıkıyoruz salondan, gidip bir şeyler yiyelim, açık büfeye yanaşamazsak senin klaçtaki köfteleri götürürüz". "Van münit" dedim Vupi'ye, "çıkmadan söylenecek iki çift sözüm var birine".


Gittim İnarritu'nun yanına, "Alehandıro birader" dedim, sen ve başoyuncun Oscar neyin aldı diye havalara girme, bize yutturamazsın. Bu "Revenant" dediğin insanın içini üşüten filmi saymayoruz. Ne "Amores Perres"in, ne "21 Gram"ın, ne "Biutiful"un, ne de "Babel"in yanına yanaşamaz. Bu sana son ikazım, onlara benzer film yaptın yaptın, yapmadın izlemem o filmi" dedim ve cevabını bile beklemeden sırtımı dönüp çıktım. Vupi'ye yavaşca dedim ki, "Bak bakalım kız çok etkilenmiş mi?". "He" dedi Vupi, "ağlıyor hıçkıra hıçkıra, yürü çatlak yürü, açık büfenin önü doldu, aç kalacağız".

26 Şubat 2016 Cuma

ESKİLERDEN-YENİLERDEN



Bu aralar pek dışarı çıkmıyorum, kendimi koruma moduna aldım. Evde bir şeylerle oyalanıyor, kitap okuyor, bilgisayar başında vakit öldürüyor, bol bol da düşünüyorum. Ev işi falan hakgetire, bazen yerde yuvarlanan pamukcuklar Nevada çöllerinde western çeviriyormuş gibi hissetmeme sebep oluyor. Şaka maka en kısa zamanda birisini bulup temizlik yaptırmam lazım, yoksa kendi tozumda boğulacağım :) 

Dedim ya en çok eskilere dalıp gidiyorum, vakit çok nasılsa. Anıları kategorize etmek de bir boş zaman geçirme yöntemidir. Bu aralar Feray abla takıldı kafama, düşündükçe aslında ilk gençliğimi ne kadar absürd bir ortamda geçirdiğimi farkediyorum, insan yaşarken anlamıyormuş. Feray abla ve ailesi yanımızdaki apartmanın tam göz hizamızdaki dairesine taşındığında annem gibi perde çekmekten hoşlanmayan bir komşuya kavuşmuştuk. Her gece TV izlemiyorsak pencereden birbirimizi izliyorduk. Mim yöntemiyle bayağı bayağı sohbet ediyorduk :) Feray abla bazen eliyle balkonu işaret ediyordu, çıkıyorduk balkona ve "pat" önümüze bir şey düşüyordu. Bazen bir kalıp peynir, bazen 3-5 muz, bazen çikolata, bazen kurabiye. Bu işte o kadar uzmanlaşmıştı ki asla ıskalamıyordu, basketbol milli takımına alsalar en az 10 basketi garantiydi. Annem onun kadar becerikli değildi, onların balkonu kod olarak biraz yukarıda olduğundan kimi zaman atarken yere düşürdüğü ıvır zıvırı almak için 3 kat merdiveni inmek bana düşüyordu. Birer yaş arayla 2 kızı vardı Feray ablanın, büyüğü kızkardeşle yaşıttı, haliyle arkadaş oldular. Aynı ilkokulun, aynı sınıfına birlikte başladılar. Okul şehrin en merkezi yerinde ve ulaşıncaya kadar bir kaç trafiği yoğun cadde geçileceği için-Feray abla çok evhamlı olduğu için-bir taksiyle anlaştı. Taksi öğlen oldu mu apartmanın önüne geliyor, "zart zart" kornaya basıyor, akabinde Feray abla ellerinden tutup sürüklediği büyük ve küçük kızlarıyla paldır küldür merdivenlerden inerken avazı çıktığı kadar da kardeşimin ismini bağırıyordu. Beşinci sınıfa kadar böyle devam etti, 3 kız çocuğu ve Feray abla bir gün bile fire vermeden taksiyle okula gidip geldiler. 

Bir akşam, epeyce ilerlemiş bir saatte Feray ablanın sesiyle cümleten balkonlara koştuk. Balkon demirlerine yapışmış Feray abla "Ayhaaaan, Ayhaaaan" diye deliler gibi bağırmakta idi. Aileden birine bir şey oldu diye düşündük ama bildiğimiz kadarıyla  Ayhan adında bir yakınları yoktu. Meğer Ayhan Işık ölmüş, o kadar çok severmiş ki rahmetliyi dayanamamış kendini balkonlara atmış. Yıllarca güldük bu olaya. 

Zorla evine davet ederdi konu komşuyu, evde ne varsa sunar, yemeyeni neredeyse yere yatırıp zorla boğazına tıkardı. Gelgelelim kendi birini ziyarete gittiğinde ikram edileni elinin tersiyle iter, "yemeeem hayatta yemem" derdi, ısrar edilirse "ben dilenci miyim ayol" deyip evsahibini zor durumda bırakırdı. Alışmıştık onun bu hallerine, ciddiye almazdık. Hayata tanıdığım en eli açık-savurgan daha mı doğru tabir acaba-insandı. Bir defasında anlatmıştı, ucuz olduğunu duyduğu bir toptancıya gidip 12 tane kaşar peyniri almış. Eve gelene kadar yolda görüp fakir olduğunu düşündüğü ya da tanıdığı herkese birer tane dağıtmış. Eve geldiğinde torbaya bir bakmış ki tek bir peynir kalmamış. Annem "kız sen deli misin, derdin neydi?" dediğinde, "Sürünesice ne olacak, alırım yine" deyip basmıştı kahkahayı. En favori lafıydı "sürünesice", kadın, erkek, genç, yaşlı, tanıdık, tanımadık herkese söyleyebilirdi. 

Şimdi düşündüğümde o en genç haliyle, sarıya boyalı saçları, rimelli kirpikleri ve beğendiği zaman aynısının her renginden aldığı giysileriyle gözümün önünde. Uzun zamandır görmüyorum, umarım sağ ve esendir. Bizim komşular Feray ablayla bitmez, ara ara bahsetmek iyi olacak, hazır koruma modundayken, vakit bolken. Şimdilik kalın sağlıcakla, güzel geçsin hafta sonunuz.

22 Şubat 2016 Pazartesi

BİR HAFTANIN ARDINDAN

Beni yatağa mecbur edip eve hapseden üç haftalık hastalık illetini galiba yolcu etmeyi başardım. Giderken öksürük, ter gibi birtakım hatıralar bıraktıysa da benim onu hatırlamak ve tekrar misafir etmek gibi bir niyetim yok ama bu işler niyete bakmıyor, o yüzden tedbirliyim. 

Hafta sonu etkinlik açısından verimli geçti, evde kaldığım günlerin acısını çıkardım. Cumartesi akşamı 80'li yıllarda mezun ettiğimiz öğrencilerin düzenlediği bir okul yemeğine katıldım. Eski öğrencilerimi ve uzun zamandır görmediğim öğretmen arkadaşlarımı görmek harika oldu. Annem sokağa çıkartılınca gülüp sevinen küçük çocukları görünce "bahara çıkmış kırılar gibi" derdi. "Kırı" burada "sıpa" anlamına geliyor. İşte ben aynı o moddaydım, bir coşku, bir sevinç :) Ne yedim ne içtim pek farkında değilim, ayrıca o kadar önemli değil. Bir içli köfte hatırlıyorum, bir de yarısı yenmiş Adana kebap, masalar arasında dolaşmaktan ve her gördüğümle kucaklaşmaktan yemekle ilgilenecek pek vaktim olmadı. Herkes birbirine hiç değişmediği yalanını söyledi, inanmış gibi yaptık, bolca güldük, eski günleri andık ve döndük evlerimize.

Pazar sabahı bir haftadır bahar gibi geçen günlerin intikamını alırcasına deli gibi yağan bir yağmura uyandık. Bulanık ve kapkara bir hava, tepemize çökecek gibi duran bulutlar ruhumu daraltmışken öğleye doğru güneş çıktı. Havayla birlikte ruhum da açıldı, ardından arkadaşlarım arayıp geleceklerini söylediler, daha da açıldı. Çok geçmeden pastalı hediyeli geldiler ve 21 günlük gecikmeli bir sembolik doğumgünü kutlaması yapıverdik. Eh benim gibi bir kadın kutlamasız büyümezdi elbet, geç olsun güç olmasın :)

Hastalığın tek avantajlı yönü bol bol okuma fırsatı bulmam oldu, yattığım yerde birbiri arkasına devirdim kitapları, pek çoğu tuğla boyutluydu. Hemen hemen hepsini de çok sevdim. Yattığım yerde başladığım son kitap Bask bir yazar olan Bernardo Atxaga'ya ait "Akordeoncunun Oğlu" idi. Bask kültürünü tanıtması ve değişik hikayesi yönünden ilgi çekici bir kitaptı, sevdim. "Obaba" isimli bir kasabada yaşayan David'in büyüme sürecini ve Baskların özgürlüğü için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Kitabın bir bölümünde "Obaba"nın doğası ve faunası-bilhassa kelebekleri-konu ediliyor. Esasen kelebeklerin önemli bir yeri var kitapta, zaman zaman metafor olarak kullanılmış. Merak edip sordum gugıl amcaya sözü edilen kelebekleri, bana vesikalık fotoğraflarını yolladı, sizlerle paylaşayım istedim, pek güzeller:


Gonepteryx rhammi 


Leptidea sinapis

Lymantria dispar

Mariposa monarca

Pararge maira

Parnassius apollo

Plebejus ikarus

Colias creceus

Eudia pavonia

Euproctis chysorrhoea

Geçen yaz Konya'da Kelebek Müzesi'ni bulup gezeceğiz diye neredeyse bütün şehri tavaf etmiş bir şahsiyet olarak bu kelebekleri de öğrenmesem çatlardım. Kitap dediğin böyle olacak zaten, okurunu meraklandırıp araştırmaya yöneltecek. Sevdim seni "Akordeoncunun Oğlu", bir de kitapta sözü edilen, gençliğimin dillerden düşmeyen Rus halk şarkısı "Kazaço"yu David'in akordeonundan dinleme şansım olsaydı balından yenmezdi. Ben de Ayferi'nin söylediği Türkçe versiyonunu dinledim, haydi siz de dinleyin:


15 Şubat 2016 Pazartesi

"HİS VAR MI BU ALEMDE NEKAHAT GİBİ TATLI"*



Sabah banyoda yüzümü yıkarken aynada gözüme çarpan kişiden korktum. Avurtları çökmüş bomboz bir surat (taş altında yaşayıp uzun süre güneş görmemiş böcekler olur ya, şeffaf, soluk, onlara benzettim kendimi), 2 parmak boyası gelmiş saçlar, orman görüntüsü almış kaşlar, çarpık çurpuk tırnaklar. "Yeter" dedim, "yeter, 18 gündür kapandın eve, toparlan artık biraz, çık şu hastalık modundan". Kendimi şöyle bir yokladım, hafif bir hırıltı ve arada gelen öksürük dışında iyi gibiydim. "Bugün yatmayayım artık" dedim, "hatta çıkayım önce kargoya sonra kuaföre gidip kendime bir çekidüzen vereyim". Gideceğim yerlerin eve yakın olması da itici fonksiyon görevi yaptı ve ayaklandım. Kargoya vereceğim paketi hazırladım, kuaföre telefon edip randevulaştım ve çıktım evden. Postaneye uğrayıp soluğu kuaförde aldım. Sürekli müşterileri olduğum için kızlar beni şımarttılar, terleyen sırtıma bez koydular, açık duran kapıyı kapattılar, çayımı elime verdiler sonra da saçımı boyamaya başladılar. Ben de o arada eskilere doğru bir uzandım. Uzun zamandır hasta olan değil de hasta bakan kişi pozisyonunu üstlendiğimden bu ani ve uzun hastalık süreci beni epey korkuttu. Bir ara hiç iyi olamayacağımı bile düşünmeye başlamıştım, bunda epeydir bu kadar uzun süren ve ağır geçen bir hastalık yaşamamamın da payı olsa gerek. Hatırladığım ilk hastalık Cengiz sokaktaki o küçücük, bahçeli evde geçirdiğim kabakulaktır. Acı, ağrı ya da benzeri bir sıkıntı kalmamış aklımda, sadece sabahları erken kalkmadığım için mutlu olduğumu ama o çok sevdiğim okula gidemediğim için de üzüntü duyduğumu hatırlıyorum. Sonraları, sanırım ilkokulun 3. sınıfında falandım, "zafiyet başlangıcı" teşhisi kondu bana. Annem, babam, bilhassa anneannem çok telaşlandılar, galiba pek iyi bir şey değildi, fısıltıları arada kulağıma geliyordu "iyi beslemek lazım, Allah korusun vereme çevirirse ne yaparız". Kendimi o sıralar moda olan "Veremli Kız" şarkısının kahramanı imiş gibi hayal etmeye başladım. Belki de "Nalan" filmindeki Hülya Koçyiğit gibi dantelli mendillere kan tükürüp ölecektim, ayyyy yazık ama bana. Daha önce doktor, sonra gelin olacaktım, Allahtan reva mıydı bu? O yüzden her gün popoma sapladıkları Penisilin iğnelerine ve sabah akşam pekmez ve dalakla beslemelerine nefret etsem de ses çıkaramadım. İğneleri sağlık memuru olan babam yapıyordu. Babamın işten çıkma saatinde apartmanın önüne iniyor, merdivenlere oturuyor ve korkulu gözlerle ufukta belirmesini bekliyordum. O gelince de kurbanlık koyun gibi ardına düşüyor, eve çıkıyor, divana uzanıp pis kokulu şırınganın kaynamasını ve iğnenin yapılmasını kalbim gümbürdeyerek bekliyordum. Eziyet iğneyle bitmiyordu ki, akşam yemeği vakti geliyor, anneannemin özel olarak hazırladığı ve özel olarak kanlı bıraktığı ızgara dalağı lokmalar ağzımda büyüye büyüye, kusmamak için aşırı gayret sarfederek yutmaya çalışıyordum. İşkencenin akşam seansı bitince sabah yeni bir seans başlıyordu: pekmez. Aç karnına ağzıma tutulan fincandaki koyu kırmızı, kıvamlı ve çok şekerli sıvıyı öğüre öğüre içiyordum. Sonuçta bu eziyet 10 gün kadar sürdü ve bitti, verem olmadım, doktor da ama gelin oldum, yaşasın :) Lakin o günden bu yana ağzıma dalak koymak bir yana, dalak gördüğüm yerden burnumu tutarak kaçtım, pekmezi de ancak zorunlu hallerde ve bir şeyin içine katılmışsa yiyebiliyorum. 

Yine ilkokuldayken geçirdiğim bir de bayram hastalığım var, bayramın birinci günü gezip tozmuş, eğlenmiş, yemiş içmiş, ikinci gün 39 derece ateşle yatağa düşmüştüm. Halam o sıralar çocuk hastalıkları ihtisası yapıyordu, tedavimi üstlendi. Allahtan reçeteye dalak ve pekmez yazmadı, iğne de :) Rengini bugün bile hatırladığım çingene pembesi Eritrosin tabletleri yutarak iyi oldum. Ben içerde yatarken bayram ziyaretine gelen giden oluyordu, biri de yengemin anneannesiydi ve o tipik Rumeli şivesiyle yanıma gelip "Geçmiş olsun kızcağızım, sana bir çıkolatacık getirmişim, yersin onu" demiş çikolatayı başucuma bırakıp çıkmıştı. Daha ben elimi çikolataya uzatırken halam bileğimi tutmuş ve "ateşin düşene kadar yasak, iyi olunca yiyeceksin" demişti. Sanırım çikolata aşkına iki günde dirilivermiştim. 

En son beni korkutan hastalığımsa üniversitedeyken ziyaretime gelmişti. Vücudumda oluşan minik bir kitlenin alınması için yattığım ameliyat esnasında oda arkadaşım öğretmen bir kızla arkadaş olup uzun süre mektuplaşmıştım, şimdi nerelerdedir acaba? Kitlenin zararsız olduğu haberiyle sevinip eşin dostun geçmiş olsun ziyaretinde taşıdığı kitapları duvarda asılı Van Gogh'un "Arles'teki Yatak Odası" tablosunun reprodüksiyonuna bakarak okumuş, bir yandan da annemin getirdiği şamfıstıklarını lüpletmiştim. Taburcu olacağım gün babamın işlemleri yaptırmasını beklerken kapı açılmış, çılgın dayım bir kucak dolusu mor sümbülle beni görmeye gelmişti. Şimdi ne zaman sümbül görsem, kokusunu duysam o hastane odası ve dayım gelir aklıma. 

Ben eskilere dalmış düşünürken kızlar "hocam yıkayalım saçınızı" dediler. Silkinip yeryüzüne indim. Saçım yıkandı, şekil verildi, kaşlarım alınırken yanımda oturan genç kadın hafta sonu gittiği oteli anlatıyordu ve 3 kelimede bir "ama çok iyiydi" diyordu. Onuncu "ama çok iyiydi"ye sıra geldiğinde benim işim bitti, onu ve dinleyen kızları oteliyle başbaşa bırakıp ayrıldım kuaförden. Eh bir yerden başlamak lazımdı, bu hafta da tedbiri elden bırakmadan hafif sokak alıştırmaları yapayım diyorum, önümüzdeki hafta için planlarım var, galiba iyileşeceğim dostlar, haydi kalın sağlıcakla...

*Ses/Yahya Kemal Beyatlı

10 Şubat 2016 Çarşamba

HASTAYIM HASTA, ÇORBAM TASTA


Her şey doğum günümden iki gün önce başladı. Klasik laftır ya "insanlar plan yaparken Tanrı yukarıdan gülermiş", bana epeyce kahkaha atmış olmalı. Niyetimde doğumgünümün akşamında çok yakın bir arkadaşımı ve ailesini yemeğe çağırıp ufak bir kutlama yapmak vardı. Menümü bile hazırlamıştım, yemek yapmayı ertesi güne bırakıp hafiften bir ev temizliği yaptıktan sonra kahvemi elime alıp oturmuştum ki öksürmeye başladım. Çok sürmedi eklem ağrılarım başladı. "Eyvahlar olsun" dedim, "galiba domuz sürüsü bizim eve de dalmak üzere". İlaç aldım, üzerime bir battaniye çekip kanepeye uzandım, yatış o yatış. 

Cumartesi ve pazar boyunca kendimi Hint fakiri gibi hissettim, iğneli bir yatakta yatıyordum adeta, ağrımayan tek bir noktam olmadığı gibi boğulurcasına öksürüyordum, zaten 24 saat geçmeden göğsümde hırıltılar başladı. Akciğerlerim aşina olmadığım bir dilde sürekli söylenip durmaktaydılar. O kadar gürültü yapıyorlardı ki ne gece uyumak ne gündüz huzur bulmak mümkündü. Yattığım yere yapışmış, yemek bile yiyemeden 2 gün boyunca serilip kaldım. Sonunda pazartesi günü geldi ve bir gayret ayağa kalkıp sağlık ocağına gittim. Bağlı olduğum ocak eve hayli uzak, aile hekimim de dünyanın en nursuz yaratıklarından biri olduğu için daha yakındaki merkeze başvurdum. Niyetim doktorumu da değiştirmekti. İlgili hekimden onay istendi, o da kontenjanının çok dolu olduğunu, kabul edemeyeceğini ama bir seferlik muayene edebileceğini söyledi. Ne tartışacak, ne de uğraşacak halim vardı. Bekledim sıramı, girdim muayeneye. Doktor akciğerlerimden gelen sese kulak pardon steteskop verdi, tercüme edebildi mi bilmiyorum. Ateşime baktı ve şaşırdı. Zira 36'yı gösteriyordu. Tabii bilmiyordu ki ben içten yanmalı bir motorum, dışarıya hararet yapmıyorum. Sonra biraz da benim ricamla antibiyotik vermeye niyet etti, mide koruyucu da rica ettim, "olur" dedi. Sonra reçeteyi düzenledi, "iyi bir antibiyotik yazdım, pahalı" dedi. Ben bir sevindim, "yaşasın" dedim, "midemde zengin duracak". O sevinçle eczaneye nasıl vardım bilmiyorum, lakin doktorum pahalı antibiyotiği yazarken mide koruyucuyu unutmuş. "Olsun" dedim eczacıya, "paramla alırım, eczanedeki en pahalı mide koruyucuyu ver ki hem antibiyotiğin yanında kendini eksikli hissetmesin, hem de benim şanım yürüsün". Poşetimde iki tane pahalı ilaç taşımanın esrikliğiyle eve geldim, lakin parayla saadet olmadığı gibi, pahalı ilaçla da sağlık olmuyor. Serildim yine kanepeye, en ufak bir iyileşme olmadan iki gün aç-susuz, uykusuz leş gibi yattım.  Bunca yıllık hayatımda bu kadar sıkıntılı bir hastalık süreci geçirmemiştim. Tabii bu arada kutlu doğum haftası falah hikaye oldu. Doğumgünümün her saniyesi yatakta geçti, bırak pastayı, mumu çorba bile içemedim. Hafta ortası ağrılara, hırıltılara, öksürüklere ve kızkardeşin telefon aracılığıyla yaptığı yoğun baskılara dayanamayarak soluğu hastanede aldım. Akciğe röntgeni, kan tahlili falan derken takke düştü kel göründü. Hem alerjik astım atağı, hem hafif tertip zatürre. Buyur buradan yak dedik, yüklü miktarda bir reçete yüklenip döndük kürkçü dükkanı pardon kanepesine. O günden beri-ki bir hafta oluyor-ilk kez bugün kendimde ayağa kalkabilecek gücü bulabildim. Arada yediğim serumu da sayarsak şık bir hastalık tablosu sergiledim. Bir ara hiç iyi olamayacağımı falan kurmaya başlamıştım, vasiyet yazacak aşamaya gelmesem de "Abbas yolcu" galiba diye düşünmedim değil. Bugün kontrol için tekrar hastaneye gittiğimde sedimantasyonumun düşmeye başladığı müjdesini verdi doktor ve antibiyotiği kesti. Alerjik astım ilaçlarına ise devam. Bir süre daha hafiften de olsa hırlamaya devam edecekmişim. Geçen hafta ile kıyas edildiğinde epey toparladım gibi, artık Abbas'a "otur oturduğun yerde, nereye gidiyorsun, daha karpuz kesip doğum günü yapacağız" diyebiliyorum. Kendime ve hırıltılarıma da "hoşt" deyip önümüzdeki hafta sonuna kadar izin verdim, ondan sonrası iyilik, sağlık olsun. 

İşte böyle dostlar, insanın aklına gelmeyen başına geliyormuş. Şimdilik bu kadar olsun, zira kanepem beni bekliyor. Daha sağlıklı günlerde görüşmek üzere, aman kendinize dikkat edin...