.

.
.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

KAFA DAĞITICI BİR KARNIYARIK ÖYKÜSÜ

Kişisel gündemimin yarattığı keyifsizliğin üstüne ülke gündemi de eklenince tatsızlık dibe vurdu. Ülke gündemi için üzülmekten başka birşey gelmiyor elimden ama en azından kendi gündemimi değiştirmek için mutfağa yollandım ve bir karnıyarık etkinliği kurgulamaya başladım.


Buzdolabının alt katında ikamet eden bir grup Zenci kiracı dündenberi huysuzluğa tavan yaptırdılar. Neymiş; hayatları çok tekdüzeymiş, değişiklik istiyorlarmış. Mecburen uyduk isteklerine, çıkardık evlerinden yolladık banyoya, aldılar duşlarını yerleştiler hamağa keyfetmeye.

Zenciler isyan eder de Kızılderililer durur mu? "İsteriz, isteriz" diye bağrıştılar orta kattan, onları da duşa yolladık. Çok geçmedi 7 Cüceler de katıldı aralarına, Kızılderililerin yanında saf tuttular.

Karnıyarık etkinliğinin olmazsa olmazı Kokulu Beyaz Adamlar ayak dirediler. "Önce Atlı Karınca'ya bineceğiz, aksi takdirde bizden size fayda yoktur" diye. Çaresiz bindirdik Atlı Karınca'ya, çevirdik son hızla, yeter ki gönülleri olsun.

Beyaz Adamlar Atlı Karınca'ya biner de Kızılderililer durur mu: "Ellere var da bize yoh mi?" diye tezahürat yaptılar, indirdik beyazları yerleştirdik kırmızıları, döndürdük onları da bir fasıl.

Sonra her ikisini de yolladık tencerede halay çeken kıymaların yanına; karışıp kaynaşsınlar, dost olsunlar diye.

Onlar halay çekedursun Zenciler tekrar huysuzlandı. "Aynalı körük olmazsa ben gelin gitmem" diyen nişanlı kız gibi "Beşiktaş forması olmazsa biz tavaya girmeyiz" diye eyleme başladılar. El mahkum giydirdik hepsine birer forma.

Bu arada halay çekenlerin üstüne çiçek, yaprak yağdırdık gayrete gelsinler, neşeleri artsın diye.

Sonra formalı Zencileri yağlayıp solaryuma yolladık iyice esmerleşmeleri için.

Etkinliğin sonuna doğru "Greenpeace" üyesi iki yeşil eleman ve Atlı Karınca'ya binmeyen bir Kızılderili yardıma geldi. Halay çekmekten yorulmuş karışım aygın baygın solaryumdan çıkan Zencilerin gövdelerine yerleştirilip üstlerine "Greenpeace"li ve Kızılderili aksesuarlar iliştirildi. Hep birlikte uzay mekiğine bindiler.

Kutsal görevini tamamlayan mekik mutfak tezgahına iniş yaptığında içinden çıkan güzeli tanıyamadım neredeyse. Uzay havası bizim Zencilere pek yaramış.

Afiyet olsun...

KALP AĞRISI

İç acıtıcı gündem, tatsız gündem.
Yine filler tepişiyor çimenler eziliyor.

Bugün gittiğim cafede bahçedeki çiçekleri sulayan kominin giydiği tişörtün üstünde şöyle yazıyordu: "HAYAT BUYSA ÜSTÜ KALSIN"

Ne demeli?

30 Mayıs 2010 Pazar

CUMARTESİ'YE SIĞANLAR

Dolu dolu bir gündü Cumartesi, etkinlik üstüne etkinlik. Uluslararası Antalya Tiyatro Festivali'nin son gösterimine gittik ve bu yılki festivali başarıyla sonlandırdık. Darısı önümüzdeki seneye. "Vahşet Tanrısı"nı çok beğendiğimi yazmıştım ama "Profesyonel" onu da koyup geçti. "Tiyatro işte böyle yapılır" diyerek çıktı herkes salondan. Temsilin iki ana oyuncusu Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler muhteşemdiler. Zaten yönetmeni Işıl Kasapoğlu olan bir oyunun başarısı da tartışılmaz oluyor. Tam anlamıyla tatmin olmuş bir biçimde çıktık tiyatrodan ve bir başka etkinliği izlemek için Kalekapısı'na doğru düştük yollara.

Çiçek Festivali ve onun kapsamında Çiçek Korteji vardı bugün. Kortejin geçişini beklerken dinlenmek için oturduğumuz bankın hemen yanına sokak müzisyenleri gelip yerleşti. Santur, ney, daire ve darbukadan oluşan çalgılarıyla muhteşem bir müzik ziyafeti çektiler, kulaklarımızın pası silindi.

Bu şirin yaratık bile mestoldu müziğin tınısından, gölgelik çimenlere yayılıp keyifle dinledi. Bunlar Belediyemizin kulakları numaralı kadrolu köpekleri.

Bu rengarenk ağaçcık Güzel Sanatlar Galerisi'nin bahçesinden. Çok güzel bir fotoğraf sergisi vardı, kelebekler ve yusufçuklar konulu. Meraklısı için buraya bir tık.

Derken Çiçek Festivali'nin korteji göründü. Sizleri görüntülerle başbaşa bırakıyor ve ben Eurovision oylamalarını takibe gidiyorum Haydi MANGA!..





29 Mayıs 2010 Cumartesi

MAHİNUR VE MAHMUT BÜYÜRKEN...

Yiyos, içiyos, büyüyos.

Leylak Hanım tiyatroya gitti yine, kadın evde oturmuyor ki. İçine sanat kaçmış, dolanıp duruyor. O dönene kadar siz bizimle ve Ezginin Günlüğü ile idare ediverin bir zahmet...

Kumrulu Şiir/Ezginin Günlüğü

28 Mayıs 2010 Cuma

FOTOROMAN YILLARI

Geçenlerde Lale "Fotoroman" adını verdiği bol fotoğraflı bir post yazmıştı. O gün düştü aklıma yeni yetmeliğimin tutkusu fotoromanlar. Ortaokulun ilk yıllarındaydım, hem mahalle hem sınıf arkadaşım olan, seneler sonra izini bulup kendiyle hala görüşemediğim sevgili Neru'nun hoş annesi, hem "Fotoroman" hem de "Hayat Resimli Roman" dergisi alırdı. Yanılmıyorsam Perşembe günleri çıkardı incecik, kenarları tırtıklı bir kağıda basılı, yalnızca kapağı renkli, diğer sayfaları siyah-beyaz "Resimli Roman" dergisi. Öğle saatine kadar zor sabreder soluğu Neru'ların kapısında alırdım. Bir bekle değil mi, evdekiler okusun hiç olmazsa ertesi gün iste. Olur mu, çatlayıveririm sonra meraktan. O zavallıcıklar da "daha biz okumadık" bile demeden (eminim ki Neru o saate kadar çoktan hatmetmiştir ama annesi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim) elime tutuştururlardı henüz sayfaları örselenmemiş dergiyi. Sonra başlasın şenlik.

Aslında sanırım "Hayat Resimli Roman" dan önce yayına "Fotoroman" dergisi başlamıştı. O da siyah-beyazdı, hatta kapağı da. Daha kalın saman kağıda basılırdı ve boyut olarak da biraz büyüktü diğerinden. Dergide ilk yayınlanan fotoromanlardan birini hiç unutmadım Kahramanının adı "Çeçilya"-hatta soyadını bile hatırlıyorum: Çeçilya Arnaldi-idi ve şizofrenik bir tipti. Zaman zaman krizlere giriyor etrafındakilere zarar veriyordu. Bu tefrika fotoromanı ilkokuldayken yaz tatilinde gittiğimiz Niğde'de, annemin teyzesinin kocaman meyve bahçesinin ortasındaki küçük bağevinde okumuştuk merak ve heyecanla. Çeçilya'nın hezeyanları hepimizi etkilemiş olacak ki bu isim aile terminolojimize girdi. Deli dolu davranışlar gösteren herkese "Deli Çeçilya" denmeye başlandı. Büyük teyzem arada yaptığım çocuksu zıpırlıklar karşısında yüzünde hoşgörülü bir gülümsemeyle "Deli Çeçilya" diyerek sözde azarlardı beni. Yine ilk sayılarda tefrika olarak yayınlanan bir de roman vardı, bu resimsizdi. İsmini hatırlamıyorum ama kahramanları aklımda. Zengin, asil ve çok yakışıklı Rik Korderas (aynen böyle, okunduğu gibi yazılırdı), onun gelgeç bir ilişkiden doğan gayrımeşru kızı Leoni ve Leoni'ye mürebbiye olarak eve giren yoksul ama çok güzel Linn. Tefrikanın sonunu tahmin etmişsinizdir, fırtınalı bir ilişkinin sonunda Rik ve Linn evlenirler. Muhtemelen Barbara Cartland'ın Türkiye'de yayına giren ilk romanlarından biriydi ve ben hiç unutmadım.

Çok sonraları Cep Fotoromanlar çıktı, İtalyan işi. Off, ne yakışıklı, ne güzel tipler vardı o fotoromanlarda. Bu alemin olmazsa olmazı, yakışıklılar yakışıklısı Franco Gasparri ve upuzun düz saçlarıyla güzeller güzeli Paola Pitti. Michela Roc, Claudia ve Francesca Rivelli, duru güzelliğine hayran olduğum Katiuscia aklımda kalanlar. Neredeyse hepsi benzer konular işlerdi fotoromanların ama yine de her sayısına atlardık.

Bir de gazetelerin ekleri olurdu, onlarda genellikle Türk işi acemi fotoromanlar yayınlanırdı. Sabahları kapımıza Cumhuriyet gazetesi bırakan bir dağıtıcımız vardı, sonra işleri büyütüp gazete bayii açtı ve köyden erkek kardeşini de getirdi kendine yardım etmesi için. Ben yaşlarda, kavruk bir ergen olan delikanlının sanırım tam hayalindeki tiptim ki bir süre sonra kapıya atılan Cumhuriyet'in yanına, Hürriyet'in Kelebek'i, Tercüman'ın İnci'si gibi renkli ilaveler eklenmeye başladı isteğimiz olmadığı halde. Çocukcağız hayranlığına karşılık bulamadı ama ben hergün okuyacak birsürü gazete buldum sayesinde:)


Bu fotoraman mevzusu bitmez. Sizin sabrınızı zorlamadan ben bitireyim. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz beyaz leylak fidelerini bana Mine Hanım yolladı, yanında harika kokulu, doğal ipek sabunu ile birlikte. Dün günüm sayesinde ışıl ışıl oldu, mis gibi koktu. Buradan Mine Hanım'a nazik jesti için tekrar teşekkür ederken sizlere de Mineflora'nın sabunlarına ve bitkilerine bir göz atın derim. Kalın sağlıcakla...

"www.mineflora.com"


Üstteki görsel: Buradan

27 Mayıs 2010 Perşembe

KAHVELİ KİTAP DURUMLARI BİLMEMKAÇ

Bugün çok erken ve uykulu kalktım yataktan. Ne kafamı suyun altına sokmak, ne sabahın köründe mutfakta gösterdiğim yemek pişirme hamaratlığı, ne nescafe-tost ikilisinden oluşan kahvaltım uykumu açmadı. İki adet tombul adam gözkapaklarımın üstünde oturup onları aşağıya doğru çekiyor, biri elindeki biberliği gözlerime doğru sallarken diğeri sıktığı yapışkanı kirpik diplerime doğru yayıyor. Diyeceksiniz ki ne işin var, git yat. Öyle değil işte çıkmam ve bir arkadaşımla buluşmam gerekiyor o nedenle biber ve zamk taşıyıcısı adamlarla mücadele etmeli, uykumu açmalıyım. Çözüm nescafenin yetmediği bünyeye kafein takviyesi yapmakta bulundu. Böylece bir "Kahveli kitap" klasiği daha yaratmış olduk. Kahve sade, kitapsa Nazlı Eray'ın kendisi kadar şekerli. Üstelik Prag'da geçiyor konu ki bu kitabı daha da okunur kılıyor. Henüz çok başlardayım, ilerledikçe bilgilendiririm sizi. Şimdilik kulağımda Nazlı Eray'ın sesiyle onun fantastik dünyasında yuvarlanmaktayım. Bu bana bir tek Nazlı Eray kitaplarında oluyor, kitabı kendim değil Nazlı Eray okuyor sanki, bendeki bütün kitaplarını onun sesinden dinledim pardon okudum ve bu işi çok sevdim. Zira onu radyo programlarında dinlemek de büyük zevk verir bana.

Kitabım geçen yıldan kalma ve imzalı. Nazlı Eray'ı ilk Ankara Kalesi etkinlikleri sırasında bir imza gününde tanıdım ve sıcaklığına, güler yüzüne, samimi sohbetine vuruldum. Ara sıra mailler attık birbirimize. Sonra bir kış günü Akman'da oturmuş boza yuvarlarken içeriye alev rengi aslan yelesi saçlarıyla ve bütün haşmetiyle Nazlı Eray girdi, pastanenin bütün boşlukları onun görünmez enerjisiyle doldu. Ayaküstü kısa bir sohbette birkaç gün sonra gerçekleşecek bir etkinlik için davet aldım ve tabii ki hemen katıldım etkinliğe. Bu yazarla hayatı ve hayata bakışı hakkında bir sohbetti ve çok doyurucu ve hoş bir deneyimdi. Yalnızca sohbet değil, fotoğrafları, bazı eşyaları ve belgeleri de sergilenmişti, onları da gördük, izledik. Bu kitap bu etkinliğin anısıdır, okumak bugüne kısmetmiş.

Evet, daha fazla açıklamayı kitap ilerledikçe alacaksınız, şimdi gecikmeyim ben, hazırlanıp çıkayım. İçtiğiniz, içirdiğiniz kahvelerin 40 yıl hatırı olması dileğiyle...

26 Mayıs 2010 Çarşamba

SİNEKLEME, HEM DE SİVRİSİNDEN

Korku filmi Part 1:

Gece karanlık, el ayak çekilmiş, çıt yok. Uykuyla uyanıklık arası belirsiz çizgide yuvarlanıp dururken başımın etrafında hissettiğim o iğrenç sesle irkiliyorum: Vızzzz, vızzz, vızzz...
Ses bazen sağ, bazen sol kulağımın dibinde şiddetleniyor; kimi zaman si bemolden, kimi zaman la majörden: Vızzzz, vız da vız...
İstemdışı bir şekilde elim sesin geldiği yöne doğru savruluyor, havayı yelpazeliyorum, sesin ritmi değişiyor: Vıııııııııııııııııııız, vız,vızzzzzzzz...
Derken bilincim bulanıklaşıyor, rüyadayım galiba. Çocuksu bir ses şarkı söylemeye başlıyor:

"Of aman aman bıktım, of aman aman bıktım
Of aman aman bıktım, bu pis sinekten
Of aman yeter artık,
Yok mu bir saniye rahatlık
Çikolatamı çöpe attık
Onun yüzünden"

Ah kıyamam uzun saçlı minik bir çocuk bu, o da ben gibi vızıltıdan muzdarip galiba, yanına gidip elini tutuyorum şefkatle, sinek kovalaya kovalaya kırlarda koşmaya başlıyoruz. Derken çocuk elime daha sıkı yapışıyor, şarkı değişiyor:

"Okumayı öğrensem
Anneme mektup yazsam
Evimize dön desem, dönmez mi?
Trenimi de versem, gelmez mi?
Oy anam, oy anam anam oy, oy anam oy"

Çocuk beni anası mı sandı ne? O "Oy anam oy" diye inlerken arkada bir sivrisinek korosu "Vız vızvız vız, vız vızvız vız" diye vokal yapıyor. Bir yandan vızıltıyla cebelleşip neden olduğunu anlamadığım bir şekilde orama burama tokatlar indirirken bir yandan da bu sesi nereden hatırladığımı düşünüyorum. Uzunca bir vızıltılı düşünme seansı devam ederken çocuk kah "Of aman aman bıktım", kah "Oy anam oy" sesleri arasında etrafımda döneniyor. "Tabii, Arda Kardeş bu yahu, 70'lerin başında mecbur bırakıldığımız çocuk sesli işkence" diye cevabı bilip büyük ikramiye olan Shelltox sinekkovucuyu kazanacakken telefonun alarmıyla gözlerimi açıyorum. Şükür Arda Kardeş kabusu bitti.

Korku Filmi Part 2:

Yüzümü yıkamak için banyoya gittiğimde aynadan bana bakan diken saçlı, şiş yüzlü hatunu tanımakta zorlanıyorum. Eh, kolay mı, Arda kardeşli, sivrisinekli bir gece, metamorfoza uğramam normaldir. Ama o da ne? Ben kızamık olmuşum; yanaklarım, çenem, burnum kırmızı beneklerle kaplı. Ateşim de var mı diye panikle elimi alnıma götürürken ayılıyorum, bu yaşta kızamık olmam imkansız, hem annemin söylediğine göre küçük yaşta, hem de oldukça ağır atlatmışım kızamığı. E, bunlar ne o zaman? Derken zihnim berraklaşıyor, bütün gece rüyamda gördüğüm sivrisinekler meğer dünyamdaymış. Ben Arda Kardeş'le elele kırlarda koşarken onlar benim yüzümde kendilerine ziyafet çekmektelermiş. "Gözün aydın" diyorum kendi kendime "Sivrisinek sezonu açıldı". Müsebbibi karşı apartmanın sahibi Almanyalı'nın karısıdır. Günaşarı yıkadığı apartman bahçesi ve araba sayesinde sokağı sele verip suların gölcükler oluşturmasına neden olursa bütün yaz vızıltılı bir ısırık seansı bizi bekler. Bütün enerjimi toplayıp tüm sivrisineklerin onların apartmana gitmesi için düşüncemi yoğunlaştırıyorum. Dilerim faydası olur.

Konuyu herşeyi bilen atalarımızdan özlü bir söz ile bitireyim: "Anlayana sivrisinek saz, anlamıyana davul zurna az".
Pek uymadı gerçi ama en azından sivrisineği cümle içinde kullanmış oldum. Kalın sağlıcakla.

Görsel: Buradan

25 Mayıs 2010 Salı

GEZELİM, GÜLELİM, EĞLENELİM

Eh bir günlük sakinlik yeter de artar. Sardunya'mdan gelen telefonla hazırlanıp fırladım evden. Mayıs ayı bereketli geldi, sevgili blog dostlarımın yolu düşüyor Antalya'ya, bana da onlarla beraber olmanın zevkini yaşamak kalıyor. İlk durağımız Kaleiçi oldu, Yat Limanı'na bakan bir çay bahçesine oturup güzel sohbetler ettik.



Mendirekte kısa bir yürüyüş, Marina'da küçük bir tur, sonra tekrar Kaleiçi'nin dar sokakları.

Her renk dansöz kostümümüz bulunur, seçin beğendiğinizi:))


Sonra bu dükkanı keşfettik: "Pikamo Deri". Ünlü ressamların eserlerinden hareketle renkli deri çanta ve cüzdanların üstüne yapılmış desenlerle çok özgün ürünler çıkmış ortaya. Picasso, Candinsky, Miro ve diğer bazı ressamların eserlerinin resmedildiği çanta ve cüzdanlar gerçekten gözalıcıydı. Sizler için fotoğrafladım sevgili blogdaşlarım, hani olur da Antalya'ya yolunuz düşerse bir uğrayın derim. "pikamo.com.tr" adresinden daha fazla bilgi alabilirsiniz.

Sardunya'mı yolcu ettikten sonra ben gezmelere doyamadığım için önce denize karşı bir çay içip sonra da yenilenen Işıklar Caddesi'ne yerleştirilen kurbağa dostları ziyarete gittim. Keyifleri yerindeydi maşaallah. Kimi çello, kimi gitar, kimi yan flüt, kimi keman çalıyor, ikisi yan gelip yatarak hüşû içinde dinlerken diğer ikisi de biraları götürüyordu. Bana da bu mutlu tabloyu fotoğraflamak düştü.

Kendimi yeterince yorduğum için bir de yemek yapıp yorulmayım dedim ve mahallemizin muhteşem pidecisinde akşam yemeği işini de hallediverdim. Sefam olsun mu?

24 Mayıs 2010 Pazartesi

SAKİN BİR SABAH

Bu sabah itibarıyla hayatım normal rutinine döndü. İki haftadır haldur-huldur, süratli bir süreç yaşamaktaydım. Yatılı, yemekli, çaylı-pastalı misafirler, günübirlik geziler, sürpriz yapıp geceyarısı gelen oğlum, araya sıkıştırılan tiyatrolar, konserler derken günlük yaşam herzamanki düzeninden kaymıştı. Ama yorucu olsa da güzeldi, sıradan günler anlam kazanmış oldu.

Nihayet Selami beyin ve tuhaf kitabı "Serencam"ın öyküsünün anlatıldığı "Sonuncu" bitti. Güzeldi, ilginçti ama Tahsin Yücel'in daha güzel kitaplarını okumuştum. Şimdi sıra biraz mizahta diyerek bana çok anlamlı bir hediye olarak gelen Ephraim Kishon'un "Katilini Seveceksin" isimli kitabındaki öykülere başladım. Yüzümde bir gülümseme ile okuduğum öykülere kokoş fincanımdaki nescafe ve ayraç olarak da kokoş bebeğim Zilli eşlik ediyor (Kahveli kitap durumları diye bir fotoğraf serisi mi başlatsam acaba:)). Kishon'un neredeyse bütün kitapları bana sevgili arkadaşım Asuman'ın Antalya gezisi sırasındaki buluşmamızda, onun tarafından hediye edildi. Üstelik kendi kitapları olması da değerini birkaç kat arttırdı. Buradan tekrar ona ve onu tanımama vesile olduğu için bloguma çok teşekkür ediyorum.

Hafta sonuna kadar yeni oyun yok ama başka etkinlikler buluruz elbet. Hava birkaç gündür çok güzel burada, geçtiğimiz haftalardaki deli sıcaklar ve rutubet yağan yağmurla dindi, otlar, çiçekler, ağaçlar yıkandı. Gökyüzü berraklaştı, dağlar zaman zaman üzerlerine kara bulutlar çökse de tüm ihtişamıyla görüş açımızda. Dışarısı günlük güneşlik ama ilerleyen saatlerde yağış olur mu bilemem.Yağar ya da yağmaz, ben postumu Ahmet Muhip Dıranas'tan yağmur kokulu bir dörtlükle bitirmek istiyorum:

"İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar birgün camı açtığını
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı"

İyi haftalar...

23 Mayıs 2010 Pazar

GÖZLERİNDEN BELLİDİR CEVRİYEM/SENDE DE KARA SEVDA VAR

Dün sıra uzun süredir izlemeyi istediğim bir oyunda, "Fosforlu Cevriye"de idi. 2008 sonundan beri Ankara sahnelerinde kapalı gişe oynayan oyuna bir türlü bilet bulamamıştım. Sonunda ayağıma geldi, üstelik en sevdiğim salonda ve oldukça iyi bir koltukta. "Fosforlu Cevriye" bilindik bir öykü; defalarca filme çekilmiş, şarkısı dillerde dolaşmış. Aşkı uğruna ölüme gidebilecek kadar büyük yürekli Galatalı ünlü fahişe Fosforlu Cevriye'nin hikayesini Gülriz Sururi aktarmış tiyatro sahnesine. Yıllar önce yazarı Suat Derviş tarafından adına imzalanan kitapla adeta bu işe tayin edilmiş zaten. Aradan 40 yıl geçse de sonunda gerçekleştirmiş Suat Derviş'in isteğini Sururi. Sahneye uyarlanması, yönetimi, şarkı sözleri hep ona ait. Müzikleri Atila Özdemiroğlu yapmış, 41 kişilik genç bir sanatçı kadrosu da canlandırmış bu müzikal oyunu.

3 saatlik yoğun bir performans izledik genç oyunculardan. Şarkı söylediler, dansettiler, oynadılar. Cevriye rolünde genç oyuncu Feray Darıcı güzel sesi ve oyunu ile dikkati çekse de benim ve sonradan okuduğum eleştirilerdeki birçok izleyicinin favorisi Güllü'yü oynayan Kader ilhan idi. Müzikal kadrosunun belki de en tanınmış ve tecrübeli ismi Uğur Çavuşoğlu'nu ise tok sesine rağmen çok tutuk buldum, belki de gününde değildi. Hasılı hüzünlü bir öykünün eğlenceli sunumunu izledik. Bunca yıldır kapalı gişe oynayan bir oyuna geldiğim için beklentimi hayli yüksek tutmuşum, hafif bir hayal kırıklığı yaşasam da yoğun bir emek ve çaba içeren gösterimi beğendim diyebilirim.

Oyunun bitiminde oyuncular kısa sürede sahne kostümlerinden sıyrılıp Kültür Merkezi'nin dışına attılar kendilerini. 3 saatlik performans onları yormamış olacak ki izleyicilerle sıcak sohbetler geliştirip bütün fotoğraf çektirme isteklerine cevap verdiler. Yukarıda, oyunun afişi önünde poz veren genç kızlar da Fosforlu'nun rol arkadaşları.

Gösterimden sonra Kültür Merkezi'nin yer aldığı parkta dolaştık. Çocuklar uçurtma uçuruyorlardı, yukarıdaki şirin velet de bana modellik yapıp poz verdi.

Günboyu ara ara yağan yağmur dinmiş yerini uçurtmaların dansetiği mavi bir gökyüzüne bırakmıştı ve mis gibi toprak kokuyordu.


Jakarandalar ise en keyifli dönemlerine girmişler, gökyüzünün mavisine mor çiçekleriyle renk katmaktaydılar. Velhasıl yaşasın doğa, yaşasın sanat...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

"VAHŞET TANRISI"/ZERRİN TEKİNDOR

Antalya Tiyatro Festivali'nde bilet aldığım ilk oyunu izledim dün: "Vahşet Tanrısı". Uzun zamandır ilk defa "İşte budur!" diyebileceğim bir oyundu, gerçek tiyatro nasıl yapılırmış gördüm, gördük ve müthiş bir doygunluk hissiyle çıktım salondan. En arka sıradaki koltuktan izledim sahneyi (bilet almakta biraz gecikmişim), daha önlerde olup oyuncuların mimiklerini yakından görebilmeyi çok isterdim, öylesine müthiş bir oyunculuk sergilediler çünkü.

İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun bir oyunu "Vahşet Tanrısı", oyuncuları da çok tanınmış; Zerrin Tekindor, Ülkü Duru, İştar Gökseven ve Zafer Algöz. Hepsi harika oynadılar ama Zerrin Tekindor olağanüstüydü. "Aşk-ı Memnu" daki o durgun mürebbiye rolüyle hiç alakası olmayan bir karakter canlandırmaktaydı ve o kadar iyiydi ki defalarca izleyebilirim. Diğerlerinin de hakkını yemeyim, hepsi dört dörtlük oyunlar sergilediler.

"Vahşet Tanrısı" gibi dehşet uyandıran bir adı olsa da oyun komediydi aslında. Çocukları kavga eden iki ailenin uzlaşma sağlamak için kibarca başlayan konuşmaları sonunda şiddetli bir tartışmaya dönüşür. İşin içine paylaşılan bir şişe içki de karışınca gerçek karakterler gün yüzüne çıkar, kibar görüntülerin foyaları dökülür, her biri ayrı ayrı sinir krizleri geçirir. İnsanın karakterinin kaderi olduğu gerçeğini anlamalarıyla da oyun sona erer. Müthiş zevk aldığım 1,5 saatlik sürenin tek aksayan yönü arkamdaki ilave koltuklarda oturan bir grup izleyici idi. Fasılasız her repliğe güldüler, oyunda sıkça geçen "b.k" sözcüğünde ise gülmelerin tonu yükselip bir de alkışlar eşlik etti. Anladım ki "Ota b.ka gülmek" olayı budur...

Bugün sırada "Fosforlu Cevriye" var. Ankara'da yıllardır kapalı gişe oynadığı için bir türlü izleme fırsatı bulamadığım oyunu nihayet festival kapsamında göreceğim. Kendime iyi seyirler, sizlere iyi hafta sonları dileyerek huzurlarınızdan çekiliyorum...

21 Mayıs 2010 Cuma

DUYURU

Kızımız Mahinur ile oğlumuz Mahmut dünyaya gözlerini açmış bulunmaktadırlar. Her iki yavrunun ve anneleri Mahpeyker hanımın sağlığı yerindedir. Yavruları görmek ve annelerine "Güle güle büyüt" deyip lohusa şerbetimizden içmek isterseniz birer çeyrek altınla ziyaretinizi yapabilirsiniz. Bu altın işinden menfaatim varsa namerdim. Toplanan altınlar KEV (Kumru Eğitim Vakfı) hesabına aktarılacak, sizlere de birer takdir belgesi sunulacaktır:))

Fotoğrafta kocaman göründüklerine bakmayın, herbiri 5 santim ya var ya yok...

20 Mayıs 2010 Perşembe

YİYELİM, İÇELİM, GÜZELLEŞELİM...

Yorgun ama keyifliyim. Arkadaşlarımla bizim evde bir "Yaza Girerken" toplantısı yaptık. Ülkedeki bütün can sıkıcı olayları zihnimin bir tarafına itip bugün çakma yemek blogu konumuna geçmek istiyorum. Dün olaylar plandığımın dışında gelişince bütün işler bu sabaha sarktı. Aniden davet edilmesi gereken bir yemekli misafiri gecenin geç vaktinde yolcu ettikten sonra hazırlıkların bir kısmı için mutfağa girdim. Aşağıda görülen portakallı keki bir güzel hazırlayıp kalıba döktüm, tam fırına veriyordum ki elime bulaşan bir parça hamuru yaladığımda zehir gibi acı olduğunu farkettim. Tabii, yılın yarısından çoğunu Ankara'da geçirirsen evde bulunan herşey bayatlar, tıpkı kullandığım un gibi. Hamurun tamamı çöpe gitti. Gecenin 12 sinden sonra un bulma imkanı olmayınca çilekli pasta yapımına geçtim. Orada da fiyasko, daha öğlen alınan çilekler kullanılamayacak biçimde eriyip çürümüşlerdi. Bu çilekler büyürken ne koyuyorlar da yemeden bozuluyorlar anlamadım. Böylece o da ertesi güne kaldı ve yapabildiğim yegane şey yukarıdaki güler yüzlü kurabiyeler oldu.

Sabahın köründe yapılan market ziyaretiyle un tedarik edildi ve kışın denediğimiz portakallı kek portakallar bitmeden bir kez daha yapılıp üzerine portakallı bitter çikolata rendelendi.

Çöp şişe dizilmiş ıspanaklı, salamlı ve kaşarlı milföy börekler. Tarifini sevgili Acemi Aşçı'nın blogundan aldım. Yalnız ben farklı olarak kaşar ekledim, pek de iyi yapmamışım eriyip dağıldı biraz. Yine de lezzzeti yerindeydi.

Yemyeşil kanapelerim tost ekmeği üstüne sürülmüş ballı avokado ezmesiyle oluşturuldu. Üzerleri de birer dilim kivi ile süslendi. Ballı avokado ezmesi harika bir tad, söylenmese asla ana malzemenin avokado olduğu anlaşılmaz.

Sonunda tamamlanan çilekli ve çikolata ganajlı yaş pastam.

Bu kısır-batırık-dolma içi benzeri karışım tamamen benim doğaçlama oluşturduğum birşey. İçinde bulgur, kuru börülce, yeşil mercimek, kırık mısır, ceviz, tahin, yeşil soğan, maydanoz, nane ve nar ekşisi var.

Ayçekirdekli, unlu börek. Nunucuğumun kulakları çınlasın. Tarifi onun blogundan.

Eh bu kadar yiyeceğin üstüne bir sade kahve gider değil mi?

Eee, sevdim ben bu işi, bundan sonra yemek blogu olarak mı faaliyet göstersem acaba?