.

.
.

28 Haziran 2022 Salı

FİZİK 12 / 28 HAZİRAN

Bugün pek keyfim yoktu ve üstelik yağmur yağdım yağacağım diyordu, şemsiyesiz çıktığım için en kısa rotadan ulaştım hastaneye. Hastane tenhaydı yine, badana sonrası ayrıca soğuk görünüyor gözüme, afişimi de hala asmamışlar 😀 İri adam ve annesi sanırım temelli veda etmişler seanslara, ben de kısmetse cuma günü diplomamı alıp kep atmayı düşünüyorum. 

Çıkışta baktım bulutlar biraz dağılmış birkaç yere uğramak için Konur Sokak üzerinden Meşrutiyet Caddesi'ne yürüdüm. Bir zamanlar Ankara'nın en sevdiğim sokaklarından biri olan Konur artık tam bir keşmekeş. Konur'u seven bir yönetmen olsam belgeselini çekerdim. Zamanında Ankara'nın en çok kitapçıya ev sahipliği yapan sokağıydı, şimdiyse cafeler Cenneti. Üzerini de gökten gelecek tehlikelere karşı rengarenk şemsiyelerle kaplamışlar, oysa gelen gelmiş zaten sokağa, şemsiyeler de solmuş üstelik. 


Eskiden, kafelerin değil de kitapçıların sokağı olduğu zamanlarda sokağın girişinde büyükbaba misali "Turhan Kitabevi" karşılardı bizi, ne mutlu ki hâlâ karşılıyor. Sokağın diğer girişinde Mülkiyeliler. Eskilerden bir ikisi  kaldı zaten. Birkaç adım atınca "Dost Kitabevi"ne ulaşırdık. Girişinde gençler kalabalığı ile. Henüz Karanfil'deki Dost açılmamıştı. Konur Dost kitapsever parasızların mabediydi. Bir senet imzalardınız 6 taksit yaparlardı size, daha ortalıkta kredi kartları falan yokken. Kapanmasına rağmen en sevdiğim kitapçılar listesinde ilk sıradaki yerini korumakta. Sağdan "Yeni Çıkanlar" standından başlayıp dört duvarı turlar ve kasada son verirdik tura. Ahbabımız olmuştu zaten kasa görevlileri. Sonradan Karanfil Sokak'da yeni ve büyük bir şube açıldı, aslında merkez olmuştu orası. Tunalı Dost ve Konur Dost ardarda kapandı, gerçekten dost kaybı gibiydi o küçük Dost'ların kapanması. Şimdi çekilmiş bir diş gibi karanlık kitapçının olduğu mağaza. Ankara'da en çok gittiğim kitapçı olmasına rağmen Karanfil'deki Dost'u asla Konur'daki kadar sevemedim. 

Dost'un karşısında "bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk" misali küçük İmge vardı, minnak bir dükkan. Tıka basa kitap dolu. İlk gidenlerden oldu, yerinde Mülkiyelilerin kuruluş tarihini isim edinmiş bir cafe var. D&R'nin ilk açıldığı yıllarda Dost'un az ilerisinde bir dükkan kısa süre bir D&R şubesi oldu, loş, sevimsiz bir mekandı, çabuk kapandı ya da taşındı. Karşı sırada "Bilim ve Sanat Kitabevi", önündeki cafesi ile pek güzeldi. Ayfer Tunç "Bir Maniniz Yoksa..." kitabı çıktığında imza gününe gelmişti oraya. Henüz pek tanınmıyordu, tenhaydı ve pek hoş bir sohbet gerçekleştirmiştik kitabımı imzalattıktan sonra. Fotoğrafımız bile var, "Bilim ve Sanat Kitabevi"nden anı kaldı. Tabii ki orası da kapandı. 

Ve sokağın sonunda "İmge", beton yığını bir sokakta, arka tarafında insanı hayrete düşürecek bahçesiyle apaydınlık bir kitabevi. Artık bahçe yok, kitabevinin de eski tadı yok zaten. Neyin tadı var ki? Dipdibe sıralanmış cafe, restoran, pub (gülesim geliyor pub levhalarına, bildiğin sıradan içkili mekan, Dublin'deyiz sanki), bir gürültü, karmaşa, kakafoni, her yerden yükselen müzikler, kokular. Run Forrest Run 😀 Kaç Leylak Kaç, bugünlük de bu kadar, kaçtım ben...


27 Haziran 2022 Pazartesi

FİZİK 11 / 27 HAZİRAN

Sabah kendini kış mevsiminde sanan ve yağdım yağacağım diyen bir havada fizik tedavi seansına giderken 17 yaşımdan beri ayak izlerimi bıraktığım bu mahallenin ne çok değiştiğini düşündüm. Genelde apartmandan çıkınca sağa, aşağı döneriz-eğer semtin yukarılarına bir eş-dost ziyareti yapmıyorsak-bizi şehrin merkezine o yön bağlar. Apartmanın altında iki dükkan var, bizden sonra dükkanlar biter, sola, yukarı doğru bahçeli apartmanlar başlar. Baharda beton duvarlarından leylaklar sarkan küçük bahçelerdir bunlar. Bizimki bahçeden nasiplenmemiş dükkanlar nedeniyle, arka tarafta ise eskiden kömürlükler, şimdiyse kömürlüklerin yıkılmasıyla genişlemiş bir otopark var. Buraya taşındığımızda taşlık topraklık zeminli arka bahçede-ya da park yeri mi demeliyim-kavruk bir dut ağacı vardı. Kimsenin de arabası yoktu, o yüzden çocukların oyun alanı idi, o gariban dut da büyümelere ermeden kurudu gitti. Öyle ağaçtan nasipsiz bir binaydı ki bizimki, cadde boyunca evlerin üst katlarına yükselen akasya ağaçları sırası bizim kaldırıma gelince kör bir boşluğa dönüşürdü. Sonra apartmanımızın bakkalı, kızınca bordoya dönen kırmızı suratlı Ahmet abi oraya fidan dikip kuru bir dalla da desteklemişti. Allahın işine bak, fidan kurumuş, kuru dal yeşermiş, hatta ufak çaplı bir ağaca dönüşmüştü ki onu da yoldan geçen bir araç çarpıp halletti. 

Semte taşındığımız yıllarda kırmızı Ahmet Abi'nin bakkal dükkanının yanında bir matbaa vardı. Kağıt kesen giyotinin sesi zaman zaman apartmanı gümbürdetse de kibar bir sahibi vardı, şikayetimiz olmazdı. Zaman içinde Ahmet Abi kendini emekli edip dükkanı kapattı, matbaa başka bir yere taşındı. Bakkalımız önce spotçu, sonra erkek berberi, ardından köfteci, sonra tostçu ve şu an da tavuk dönerciye dönüştü. Matbaanın talihi ise otomotiv sektöründen açılmıştı, önce oto kılıfı satan bir imalathaneye, sonra da şimdilerde yeri göğü işgal eden benzerleri gibi rent a car ofisine evrildi. Yanımızdaki bina ilk geldiğimizde bizimkine benzer, 5 katlı sıradan bir apartmandı, merdivenle inilen zemin katı bitişik komşumuzun işlettiği kebapçı-baklavacı dükkanı idi. Her bahar sonu yineleyen ve caddeye sel getiren çılgın yağmurda su basar, komşumuz dede, oğulları ve garsonları paçaları sıvayıp kova kova su atarlardı. Derken dükkan kapandı, bina yıkıldı, yerine her yerde görülecek türden 8 katlı çirkin bir kazulet dikildi. Altına da en güzel yanı önünden geçerken hoş bir yumuşatıcı kokusu yayan bir laundry açıldı. Bir sonraki binanın altında yer alan 3 dükkanın ikisi yine komşularımıza aitti, bir terzi, bir erkek berberi ve yanında bakkal. Berberin sahibi değişse de terzi ve bakkal ezelden ebede hizmete devam etmekteler. Ben 17 yaşındayken de kocaman bir adam olan ve pasaklı bulduğumuz için alışveriş etmediğimiz bakkalsa geçen gün önünden geçerken fizik tedaviye gittiğimi öğrenince "Yaşlandık" dedi, kendisi neredeyse babamla yaşıt ama gönlü olsun diye onaylayıp kendimi de ortak ettim 😀

Bakkaldan sonra 17 yaşımdan beri varlığını inatla sürdüren bir başka matbaa var, yanındaki küçük dükkanlar yıllar içinde o kadar çok el değiştirdi ki hatırlamıyorum bile ne işle uğraştıklarını. Bir sonraki büyük apartmanın altı bir zamanlar ünlü sanatçıların bile fotoğraflarını çeken bir fotoğraf stüdyosu idi, hatta Selanik Caddesi'ndeki şubesinin vitrininde Ayşegül-Ali Atik çiftinin düğün fotoğrafları dururdu. Benim nişan ve düğün fotoğraflarımı çekme şerefini de onlara bahşetmiştim 😀 Şimdi yerinde kebapçı var, ne değişim ama. Sık sık uğradığımız mahallemizin tatlı eczacı ablasının dükkanı da kapandı artık, yerine önce sahaf, şimdilerde de emlakçı açılmış. Takiben birkaç rent a car ofisinden sonra güvercinli yamaca geliyoruz, sonrası üst geçit. Güvercinli yamaç çok keyifli, çok gürültülü, çok pis ve bazen de hüzünlü. Yüzlerce güvercin yaşıyor orada, her birinin tüyleri farklı nüanslarda, renkleri değişik, kimi toraman, kimi eneze. Sabahları gelip doyuran bir yaşlılar grubu var, bu sabah birini fotoğrafladım:


Bu kanatlı arkadaşlar biraz saf oluyorlar, arada bir haftalık alışverişlerini yapmak için caddenin karşısındaki markete gitmeye niyet ediyorlar galiba ama ne hikmetse uçmak yerine yürümeye karar veriyorlar. Kardeşim sen kuşsun, uçsana, sonra ne oluyor hop hızla gelen arabanın bizi çarpıyor, güvercinimiz mefta. İki üç güne bir yamaçta bir ölü kuşcağız, insanın içi acıyor. 

Evet caddemizin yıllar içindeki envanterini çıkara çıkara yürüdüm bugün hastaneye. Fizik Tedavi ünitesinde pazartesinin ve hafta sonu yapılmış badana sonrası teftişin telaşı vardı. Duvarlar çok uçuk, grimsi bir eflatuna boyanmış ya da floresan ışığı öyle bir intiba uyandırıyor. Yeni hastalar vardı hafta başı oluşundan kaynaklı. İri adam ve annesi yine yoktu, işin kötüsü badana sonrası iri adamın altında oturduğu "Ameliyatsız Topuk Dikeni Tedavisi" afişi de kaldırılmıştı, müthiş bir eksiklik duygusuyla tamamladım seansı 😀 Diğer ana oğul mevcuttu, onlara "Selamsız Bandosu" adını taktım, zira kaçıncı kez "Günaydın" dediğim halde cevap alamadım. 

Tedavim bitince YKY Kitapçısına uğrayıp iki kitap aldım, evdeki yığınlara kat çıkmış oldum. Sonra da yağmura yakalanmadan eve döndüm. Bugünlük de bu kadar olsun bakalım, fazla uzadı zira bu yazı. Kalın sağlıcakla...

25 Haziran 2022 Cumartesi

HEPPİ PÖRTLEK / 25 HAZİRAN


İkiz protezlerim bugün 1 yaşına bastı, her birine bir mum 😃 Nice yıllara şekerler, metalinize, plastiğinize kuvvet...


24 Haziran 2022 Cuma

FİZİK 10 / 24 HAZİRAN

 Dün koşturmalı bir gündü yazmaya fırsat bulamadım, zaten yorgunluk dışında yazacak bir Umut vardı 😃 Fizik Tedavi ünitesi sakindi, işlemimi bitirip döndüm eve.

Bugünse dünün aksine biri gitti biri geldi hastaların, ilk kez bu kadar yoğun gördüm üniteyi. Benim de 10. gün kontrolüm vardı doktorda. Hoş kontrol olacak bir şey de yoktu, parmak hala uyuşuk, gittim göründüm, 5 gün daha uzattı, hikaye devam ediyor dostlar. Yeni bir ana-oğul belirdi, iri adamlı eskisi de faaliyette. Egzersizci teyzemiz keyifsizdi bugün, ağrısı çokmuş, kısacası olaysız bir gündü. 

Bugünün asıl özelliği (Cuma olması hasebiyle) geçen yıl bu vakitler ameliyatta olduğum için bir yılı devirmiş protezlerimdi. Gün olarak alırsak doğum günlerini yarın kutlayacağız ama ameliyatı cuma günü olduğum için bugünü milat olarak alıyorum. Tesadüfen bugün blog ve Instagram aracılığı ile tanışıp birbirimizi pek sevdiğimiz, ilk kez yüzyüze görüşeceğim Rakıda Balık ve üçüncü görüşmemizi, ikinci buluşmamızı yaptığımız Kitapçı Kedisi ile buluşacaktık, hem de nerede, ameliyat olduğum hastanenin dibindeki bir cafede. Fizik çıkışı bindiğim taksiden hastanenin köşesinde inip hem binaya, hem de kaldığım odanın pencerelerine bir bakış attım. "1 yıl önce şu an ben ameliyatta, kız kardeş odada ter döküyorduk" diye düşündüm. Hastanenin önündeki çiçekler bile aynıydı. Sonra nostaljiyi bırakıp kızların yanına koştum. Oturur oturmaz da sohbete başladık, tabii her zamanki gibi en çok ben konuştum 😀 Epey zaman geçmişti ki önümüze bir menü kondu, öğlen vakti, karnımız aç, yiyecek bir şey istedik, "Mutfak açılmadı" dediler. Haydaa! Tok satıcı, o zaman "iki şekerli. bir sade, haydi bize müsaade" diyerek kalktık. Dört güzel bağyana oturacak cafe mi yok, geçtik başka bir mekana. 


Sonrası bol muhabbet, hava sonbahara dönüp bizi üşütmese daha oturacaktık ama güneşli bir sabaha uyandığımız Ankara yaptı yapacağını yine, Temmuz gelmeden yaz geldi sanmayın dedi. Üç tatlı kadınla geçirdiğim zaman beni onlarla yaşıt yaptı adeta, iyi ki buluştuk, en kısa zamanda yeniden...


22 Haziran 2022 Çarşamba

FİZİK 8 /22 HAZİRAN

Bugün fizik tedavi çıkışı tuhaf bir şey geldi başıma. Kız kardeşle buluşacaktım ama vakit biraz erken olunca alacağım bir-iki şey için Karanfil Sokak'ta yürümeye başladım. Nasıl daldıysam bir anda böğrüme dayanan sert bir cisim ve "ta ta ta ta" sesleriyle yerimden sıçradım. Yanı başımda 8-9 yaşlarında kavruk bir oğlan çocuğu, elinde uzun bir tahta sopa. "Şu kadını tarayım makineli tüfeğimle" dedi zahir, yalnız inanılmaz korktum boş bulunup. "Ülen velet ödümü kopardın, deli misin sen?" dedim, sonra "adın ne bakayım?" diye sordum. "Törörüst" dedi manyak 😃 Sonra fikir değiştirdi, "askerim ben asker" dedi yüzüme bile bakmadan, ardından da tahta makinelisiyle Karanfil Sokak ahalisini sağlı sollu tarayarak uzaklaştı. Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Esasen çok tatsız bir durum olduğu da aşikar. Bilmiyorum, takip edeceğim bakalım, devamlı o sokakta "törörüstlük"le "askerlik" arasında gidip gelen yerleşik bir eleman mı, yoksa ara sıra benim gibileri yerinden hoplatmak için mi uğruyor.

Bugün hastaneye ulaşabileceğim en kısa yoldan gittim, zira öğleden sonrası için uzun yürümeli bir programım vardı. Laser, tens, sıcak ped ve parafin biter bitmez fırladım. Bu arada iri adam ve annesi tekrar göründü, "Ameliyatsız Topuk Dikeni Tedavisi" afişinin yüzü güldü 😀

Hastane çıkışı tahta makineli ile tarandıktan sonra kız kardeşle buluştum, kuzenlerle randevumuza yetişmek için yürümeye başladık. Epey uzun bir rota çizdik kendimize, Kızılay'dan Mebusevleri'ne uzanan bir rota. Yolun başında öğretmenliğe başlamadan önce kısa bir süre çalıştığım kuruma bir selam çaktım, kız kardeş beni önünde fotoğrafladı. Kurum Eskişehir Yolu'na taşınalı yıllar geçti, bina da başka bir yere tahsislendi ama olsun varsın, çalışma hayatına ilk o binada başladığım için benim için çok özel. 1,5 yılımı geçirdiğim pencereleri fon alarak verdim pozumu da. 

En son 3 yıl önce geçmiştim bu yoldan, pandemi yaşadığımız şehirleri de unutturdu. Tandoğan'a gelince Mebusevleri'ne giden yola saptık ve sokakların güzelliğini görünce ağzımız açık kaldı. Neredeyse doğduğum günden beri Ankara'da yaşarım ama bu sokakları ilk kez gördüğümü itiraf edeyim, hiç yolum düşmemiş. Sokakların sakinliği ve yeşilliğine, evlerin, bahçelerin güzelliğine, ağaçların ululuğuna baktık kaldık.





Semt adını 1930 yılında milletvekilleri için yapılan evlerden alıyor. O iki katlı bahçeli evlerin neredeyse tamamı yıkılıp yerlerine yenileri yapılmış ama aralarda yine tek tük iki katlı, bahçe içinde, o devirden kalma binalara rastlanıyor. Sokaklar arasında uzun uzun gezindik. Park halindeki araçlara bakmayın, biz gezdiğimiz sürece toplasan 10 araç ancak geçti.

Semte geliş nedenimiz genç kuşak kuzenlerimizden birini ziyaret etmek ve vegan yemekler yapıp evlere servis etmek için açtığı dükkanını kutlamaktı. Bize şahane vegan ve glutensiz yemekler, tatlılar ikram etti, vegan olmasak da çok beğenerek afiyetle yedik. Vegansanız ve sipariş vermek isterseniz "Deliorman" isimli mekanın sitesi için buraya bir tık

Sonrasında eve yine yürüyerek dönmeye niyet ettik ama mecalimiz ancak Demirtepe'ye kadar yetti, sonrasında "Taksi!". Eve gelip telefona baktığımda 15.500 adım attığımızı gördüm, kendimi ve protezlerimi kutluyorum 😃🧿


21 Haziran 2022 Salı

FİZİK 7 / 21 HAZİRAN

Bugün gerçekten de en uzun günmüş, bitmek bilmedi. Babam son yılları hariç 21 Haziran'larda  "The Longest Day" filmini hatırlar ve ıslıkla soundtrackını çalmaya başlardı. Konusu 2. Dünya Savaşı'ndaki Normandiya Çıkartması, oyuncularının her biri de birer kuyrukluyıldız olan bir film "The Longest Day", yıllar önce TV'de izlemiştim. Sinemada izlemeye yaşım yetmemiş anlayacağınız. Unutmuşum geçen yıllarda, filmin oyuncularını künyede okuyunca dudağım uçukladı, John Wayne, Robert Mitchum (bayılırdım kendisine), Sean Connery, Richard Burton, Curt Jurgens, Robert Wagner, Henry Fonda, vay vay vay, ne bütçe be yav 😀 Şuracığa da soundtrackını bırakayım da babamı da anmış olalım, bestecisi de Maurice Jarre imiş, belirteyim. 


Fizik tedaviye değişik sokaklardan gitmeye devam, yıllarca yaşadığım semtin ara sokaklarına girmeyip hep aynı rotayı takip ettiğim için kendimi kınaya kınaya arşınlıyorum sokakları. Öyle de güzeller ki çoğu, yemyeşil bahçeler, ağaçlar, çiçekler, eski ama karakterli apartmanlar arasında keyifle geziniyorum. Merdivenli sokaklardan çıkıyorum, üst katlara bakacağım diye tökezliyorum, bazen de hoş sürprizler denk geliyor:


Neredeyse tamamı merdivenlerden oluşan bu sokağın adı da pek güzel: "Cemre".


Şuna çok güldüm, burası bir cafe ve bu çam (ya da benzeri bir şey) dikilmiş saksılar da bahçeyi çevreliyor. Gel gör ki çamlar kurumuş, işletmeci de tabanca boyasıyla yeşile boyamaya karar vermiş. Sonucu görüyorsunuz 😀


Ziya Gökalp Caddesi'ndeki bu otel eskiden Ajans Türk binası idi, eve giderken çoğunlukla önünden geçerdim ve mutlaka cephesindeki rölyefe bir göz atardım. 1964 yılında Neşet Günal tarafından yapılmış. Aslında şehirde gözümüzden kaçan o kadar önemli sanat eserleri var ki, Anafartalar Çarşısı'ndaki seramikleri bile yıllar sonra keşfettik. Oysa çocukluğumda ve ilk gençliğimde ne kadar sık gittiğim (daha doğrusu götürüldüğüm) bir mekandı, seramiklere dikkat bile etmemişiz. Hele çocukken şehir dışından konuk gelen herkesi yürüyen merdivenleri göstermek için mutlaka götürürdük, onlar korka korka ilk adımlarını atarken de bıyık altından pis pis gülerdik. Her şey ne kadar sıradanlaştı yıllar içinde.

Bugün artık iyice tanışıklık geliştirdiğiniz Fizik Tedavi teyzemiz yine formunda idi. Makara ve merdiven egzersizleri yaparken anlatıyordu. Pazara gittiğini söyleyince fizyoterapist "Poşetleri sen mi taşıdın yoksa?" diye sordu, kolundan ameliyat olmuş çünkü. "Yook, nerde, ben daşır mıın hiç, gocam daşıdı. Çay bile goymuyom, gocam doldurup getiriyor. Pek iyidir gocam sağolsun" dedi. Allah herkese böyle koca nasip etsin 😀 Ayrıca bayramda dana keseceklermiş köye gidip. Kocası kesemezmiş emme çok güzel yüzer, parçalarmış. Maşallah enişteye 🧿

Önce adından ürkmüştüm ama Netflix'de "Mezarlık" isimli diziyi izlemeye başladım ve izlediğime pek memnun oldum. Kadın cinayetleri üstüne kurgulanmış bir polisiye ve Birce Akalay da başkomiser rolünün hakkından pek güzel gelmiş. 4 bölümlük bir dizi ama her bölüm bir film kadar sürse de sıkmıyor. Umarım ikinci sezonu da çekilir. 

Evet bugünlük haberler bu kadar, bir sonraki postta görüşmek dileğiyle...


20 Haziran 2022 Pazartesi

FİZİK 6 / 20 HAZİRAN

Şayet doktor uzatmazsa üç hafta sürecek tedavinin ilk haftasını bitirip ikinci haftadan gün aldım.  Bugün farklı bir rota çizemedim, zira almam gereken bir şey vardı. Antalya'dan gelirken yaz mevsiminde olduğumuzu düşünüp, fizik tedavi ve klima altı masa hesaplamadığım için yanıma ne fular, ne şal almışım. Annemden kalma eşyaların arasında da uygun bir şey bulamayınca satın almak farz oldu, zira elleri düzeltirken tepemden üfleyen klima sayesinde boyun ve omuz problemi yaşayacağım. Bir fizik tedavi merkezinde klimanın tam altına neden tedavi masası koyarlar, üstelik henüz tam anlamıyla ısınmamış Ankara'da neden klima çalıştırırlar onu da anlamış değilim. Geçen hafta yağmur, rüzgar nedeniyle hırka, mont taşıdım yanımda ama artık gerek kalmadı onlara, elimde de yük etmek istemediğim için şal gereklilik oldu. Yüksel Caddesi'nde bu tarz şeyler satan bir sürü mağaza var, birinde aradığımı bulamadım, ikincisinde ise fiyatları görünce dudağım uçukladı. En son 20 liraya aldığım şal 40, 40 liraya aldığımsa 100 lira olmuş. Evdeki bir çekmece dolusu fular ve şaldan birini valize atmadığım için kendime söylenerek her ikisinden de birer tane edindim. Mor olanı boynuma doladım ve girdim hastaneden içeri.

"Günaydın" dediğim fizyoterapist arkadaş selamıma cevap verdi ve daha ben söylemeden klimanın kanatlarını yukarı kaldırdı, lakin kanatlar özgür, bildiği biçimde salınmaya devam etti. Omuzlarıma omuzlarıma esen soğuk rüzgarın başıma ne işler açacağını bildiğim için egzersiz odasındaki oklavalardan birini kaptım ve mantı açtım, yok canım ne mantısı, onu orada tedavi görenler açsın. Ben klimanın kanatlarını dürttüm. Bu defa yukarı üfleseler de aradaki boşluktan tepeme selam göndermeyi de ihmal etmediler. Elektrik prizleri klimanın olduğu duvarda olduğu için mecburen katlanacağım bu "Rüzgarlı Bayır" hallerine, şallarım sağ olsun. Birisi de siyah, üzerinde renkli pullarla çiçek işlemeleri var. Onu Fizik Tedavi'den mezun olup diplomamı alırken takmayı düşünüyorum 😃 Kep yerine de huni fırlatırım artık.

Huni yazınca aklıma geldi, bizim meşhur ameliyata giderken "tansiyonu fıllayan" teyzemizin maceraları devam ediyor. Cuma günü tedavinin ortasında birden bağırmaya başladı: "Aboo nerelere gidem, yimeği ocakta unuttum". İşlemleriyle ilgilenen görevli anlayış gösterdi, "Git evine söndür bari altını, yangın falan çıkar sonra, başka bir gün telafi ederiz eksik kalanı" dedi. Teyze gitmeye hazırlanırken biri öneri getirdi, "Doğalgaz vanası evin dışındaysa ara komşunu kapatıversin" dedi. Fikir kabul gördü, telefonla komşu arandı, vana kapatıldı, sorun çözüldü, tedaviye devam edildi. Ellerim sürekli hapiste olduğu için bir şey okuyamıyorum, podcast dinlemeye niyet ettim ama onda da kulaklık tak, telefonu aç derken görevliyi bekletiyorum, vazgeçtim. Şimdi etrafı dikizleyip konuşulanlara kulak kabartıyorum, vakit geçiyor böylece. Bugün egzersiz odası muhabbetlerinde kedi idi konuşmaların konusu. Sözkonusu teyzemizin de kedisi varmış, gelip koynuna yatıyormuş, çocuk gibi kucaklıyormuş. Lakin bu aralar fazla tüy döküyormuş, yıkamayı düşünüyormuş. "Yıkaacaan ama huysuzlanıyo, ben de gafasına huni takıyom, elimi ısdırmasın diye, öyle yıkıyom" diyor. Huni dediği yaralarını yalamasın diye veterinerlerin taktığı "elizabeth" denen yakalık olsa gerek. Hasılı teyze çok tatlı, maskeden yüzünü hiç görmedim ama gözleri sürekli gülüyor. 

Bugün parafin  hafta başı nedeniyle olsa gerek oldukça sıcaktı, "Yandım" dememek için zor tuttum kendimi. Naylon torbayla paketlenip havluyla sarılarak 10 dakika bekledikten sonra parafinleri söküp çöpe, kendimi de hastaneden dışarı attım. Yürüyerek eve geldim. Yol üstünde şu doğaçlama sanat eserini görüp fotoğrafladım. Birisi yere kırmızı boya sıçratmış, ağaçtan kopan bir dal da üstüne düşüvermiş, sizce de güzel olmamış mı?



16 Haziran 2022 Perşembe

FİZİK 4 / 16 HAZİRAN

Bugün fizik tedavinin dördüncü seansı idi. Biraz erken çıktım evden, önce kuaförüme uğrayıp öğlen için boya randevusu aldım, sonra yola devam ettim. Karşı kaldırımda olduğumdan üst geçide dünyanın en saçmayın yan çıkışından mehter adımlarıyla ileri, geri, ileri yaparak döne döne ulaştım, kim tasarladıysa en berbat mimari ödülünü kesinlikle alır. Dönüp dururken yan komşu çocuk bahçesini fotoğrafladım:


Hastaneye her gün farklı bir sokaktan yürüyerek gitmeye karar verdiğim için üst geçitten sonraki ilk sokağa saptım. Bunca yıl bu civarda oturup da hep aynı güzergahı takip ettiğim için kendimi kınadım. Ankara'da yetiştiğini tahmin bile etmediğim üç tane yeni dünya ağacı gördüm üstünde meyveleriyle. Ankara'nın en merkezi semtlerinin yan sokaklarında, bahçelerde hala meyve ağaçları olması çok şaşırtıcı ve güzel. Yeni dünyanın yanı sıra üç tane kayısı, iki tane vişne, bir tane erik saydım. Hanımellerini, gülleri ve leylakları saymıyorum bile, gerçi artık çiçekleri kalmamış ama baharda sokağı şenlendirdiklerine eminim. Sanırım Nezihe Meriç ile Salim Şengil de bir dönem bu sokakta oturmuşlar ama muhtemel ki o ev yıkılıp yerine yenisi yapılmıştır. 

Tornistan edip caddeye çıktığımda yol üstündeki okulun öğrencileri bahçeye toplanmış, yılsonu vedası yapıyorlardı. Mikrofondaki öğretmen mezun olan çocukları Nazım Hikmet'in "Yaşamaya Dair" şiiriyle uğurlamak istediğini ve şairin affına sığınarak biraz değiştirdiğini söyleyerek şiiri okumaya başladı. Duygulandım itiraf edeyim. 

Hastanenin sokağının başındaki bina ben lisedeyken dershane idi. Üniversiteye Hazırlık Kursu'na gitmiştik orada üç arkadaş. Yenimahalle'den troleybüse biner, Kızılay'da iner, önce Ziya Gökalp Caddesi'ndeki "Sandviç"e uğrayıp formika tezgahlara dayanarak ayakta, genellikle sosisli sandviç, bazen de supangle yerdik. Şimdi yerinde yeller esiyor tabii, hayatımda bir daha o kadar lezzetli sosisli sandviç yemedim. Dershane yine dershane, tabii adı da, sahibi de, niteliği de değişmiş ama bina duruyor. "S"leri "f" olarak telaffuz eden bir matematik öğretmeni vardı, sözgelimi "a üssü b" diyecek, "a üffü b" der, çaktırmadan güleceğiz diye ne yapacağımızı şaşardık. Ah gençlik 😃

İlk günden beri dikkatimi çeken bir başka şey de hastanenin karşı binasındaki küçük gazete bürosunun reklamı oldu, "Zayii ilanı alınır" yazıyor. Yahu şuna "kayıp" desene, "zayi" diyen mi kaldı 😃

Efendim bugün annesini bekleyen iri adam yoktu, sanırım bitti tedavileri, ben de boş boş "Ameliyatsız Topuk Dikeni Tedavisi" afişine baktım. Altında iri adam olmadan çok eksik göründü gözüme, adeta fakirleşmiş, özelliğini kaybetmiş 😃 Dün deli gömleği giydiğimde Ayla Kutlu podcasti dinlemiştim, bugün yan odaya kulak misafiri oldum, egzersiz yaparken söyleşen teyzeler podcastine 😃 Bir tanesi çok sevimli, çok konuşkan. Ameliyatını anlatıyordu: "Sedyeler bi giriyolla, bi çıkıyolla teyzem. Alıp alıp kesiyollaa. Hiç durmaayolla. Ben bakarkene bi fena ol, tansiyonum fılladı. Çok beklettilee beni, tansiyon düştü öyle götüüdülee". Bunları anlatırken bir yandan da sırtını oklavalıyordu ki çok tatlıydı 😃

Laser, tens, sıcak ped, parafin derken işim bitti, attım kendimi dışarı. Bu defa Karanfil Sokağı teftişe gittim ama her zamanki kullandığım kısmına değil, devamına, başım döndü. Sıra sıra lokanta, cafe-bar, telefoncu vs. Fena halde sevimsiz, Olgunlar'a gelince sola dönüp Konur'a girdim, orası daha da beter. Ah Kızılay, vah Kızılay diyerek kuaförün yolunu tuttum. Şu an restoreden geçmiş saçlarımla sesleniyorum size, bir sonraki postta görüşmek dileğiyle...

Not: Blogumun bir hafta önce 13 yaşını doldurduğunu şimdi farkettim. Kendisi bir ergen adayı, alırım bir "Hepi Börtlek"inizi 😃

14 Haziran 2022 Salı

ELLER, ELLER ELLER 2 / 14 HAZİRAN

"Yağmur yağıyor
Seller akıyor
Leylak dalı
Camdan bakıyor"

Ankara fena alıştı dostlar, dışarısı yine berbat, Cumartesi günkü selin bir boy küçüğü şarıl şarıl akmakta caddeden. Irmak mı, cadde mi belli değil. Eğer yarım saat gecikseymişim eve yüzerek gelecekmişim. Oysa gün bulutsuz bir gökyüzü ve pırıl güneş ile başlamıştı. Galiba yağışlı dönemi atlattık demiştim, demez olaymışım. Zaten hazırlanıp aşağı inmemle başladı aksilik. Biraz erken çıktım rahat rahat yürüyeyim diye ama apartman kapısına geldim ki aç açabilirsen. Açma düğmesine basarım açılmaz, kapıyı sarsarım tık yok, kablolarla oynarım ııh! Ee ne olacak, kaldım içeride, tekrar tırmandım merdivenleri, eve girip kapı otomatiğine bastım belki oradan açarım diye, indim yine kapı duvar. Tekrar çıktım yukarı, bu arada dizlerim tıkır tıkır ötüyor (o ses dizlerimin söylenme sesi), yöneticinin kapısını çaldım. Geldi adamcağız benimle aşağı, kapıya güzel bir dayak attı, açıldı. Ne demişler: "Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir/Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir". 

Yukarıdaki paragrafı yazdıktan sonra internet kesildi, o kadar yağışa internet mi dayanır? Baktım gelmiş devam edeyim bari. Bu arada kapı hala düzelmedi, apartman ahalisi epey uğraştı ama çözüm bulamadı, artık tamirci mi gelir, kapı mı yenilenir, kilidi mi değişir bilemiyorum, benim arzum yarın da içerde kilitli kalmamak, zira bugün sınıf başkanından uyarı aldım geciktiğim için. Fizyoterapistim kibar bir şekilde 10 dakika erken gelmemi rica etti, dedim ben aslında 20 dakika erken gelecektim ama kapı utansın. 

Bugün sıkılmamak için kulaklığımı yanımda götürdüm ve deli gömleği giydiğimde podcast dinledim. Bülent Ortaçgil anlattı, yarına kim denk gelecek bakalım. Sonra ne olduysa podcast yarım kaldı, ellerimi kullanamayınca ayarlayamadım, yan taraftaki egzersiz odasını izlemeye aldım. Yavaş yavaş kim kimdir çözmeye başladım. Mesela tam karşımda asılı duran "Ameliyatsız Topuk Dikeni Tedavisi" afişinin altında oturan iri kıyım adam tedavide olan annesini bekliyormuş. Kol ve boyun tedavisi için gelen teyzeler var, oklava ve iplerle hareket yapıyorlar. Oklavayı iki yandan tutup yukarı aşağı, sağa sola hareket ettirirken yufka açtıklarını hayal ediyorum. Onlar kıdemli olmuşlar, birbirleriyle ve görevlilerle muhabbetteler. Bense ısınan ellerim, deli gömleğim ve oturduğum rahatsız sandalyeyle bütünleşmiş olarak "Ameliyatsız topuk dikeni tedavisi" yazısını okuyor, annesini bekleyen iri adamla aynı sıkıntıyı paylaşıyorum. 

Sonunda tedavi bitince ellerimdeki parafinleri torbalayıp çöpe, kendimi de sokağa attım. Bu işin en kötü yanı bir süre ellerin yıkanmaması, Covid'le birlikte her an el yıkayıp, kolonyalanmaya alışınca huzursuz oluyorum. Bugün Bilge'nin Annesi ile sözleşmiştik, buluşup oturduk bir yerde, çaylar, kahveler, muhabbet derken vakit nasıl geçti bilemedik. Sonra sağolsun beni taksiyle eve bırakıp devam etti, iyi ki de öyle yaptı yoksa yağmura yakalanacakmışım. 


Bugün Yüksel Caddesi'nden gelmedim ama taksiden inince hemen yanımdaki ağacın ıhlamur olduğunu fark ettim. Yukarıdakiler de benimle eve geldi...

13 Haziran 2022 Pazartesi

ELLER, ELLER ELLER / 13 HAZİRAN

Geçen hafta Başkent Kültür Yolu Festivali nedeniyle etkinlik peşinde koşmak güzeldi de keşke yol, su, elektrik-pardon bel tutulması-olarak geri dönmeseydi. Bu aralar kendini Antalya sanan yağmurlu, nemli, bunaltıcı Ankara havasında ter içinde kalıp CSO'nun klimalarına muhatap olunca marulun dikeni eline batan narin bünyem etkileniverdi, nohut üstünde prensesim ne de olsa 😋 O günden bu yana bel ağrısı çekiyorum, bugün görece hafifledi ama her an atak yapar korkusundayım. Ertesi gün ağrıyan belimi tuta tuta kız kardeşle son zamanlarda iyice kendini hatırlatan Carpal Tunnel Sendrom'um için EMG çektirmeye gittik hastaneye. Sonuç tahmin ettiğim gibi, sol elde daha yoğun olmak üzere ağır CTS. Doktor baktı ve "Bu ameliyatlık hale gelmiş" dedi. "Almayım" dedim, "her yıl aynı zamanlarda anestezi ve bisturi bünyeye biraz fazla gelecek". "O zaman fizik tedavi yazıyorum" dedi. "Eh ona itiraz etmeyeceğim, sonuçta gerçek anlamıyla el mahkum". İşlemleri halledip hafta başı başlamak üzere ayrıldık hastaneden. Yeni fizik tedavimin şerefine kız kardeşle yemek yiyip kahve içtik, bir arkadaşla kısa bir görüşme yaptık, sonra evlere dağıldık. 

Cumartesi günü çocuklar gelecekti, nitekim geldiler, iyi ki zamanında geldiler, zira 10-15 dakika sonra o malum yağış başladı. Bizim caddenin adetidir, bu eve taşındığımız günden beri biraz yağsa sel olur akar. Son zamanlarda alt yapı çalışmaları sayesinde biraz azalmıştı suyun debisi ama Cumartesi günkü bir afetti. Ortalık gece gibi oluverdi, yağmur kütleler halinde savruluyor, rüzgar camları zangırdatıyordu. Ankara alenen Antalya'ya özenmişti. Sonra sel başladı ama ne sel. Uzun zamandır böylesini görmemiştik. 


Fotoğraf olayın vahametini yeterince vermiyor aslında. Evin altındaki dükkanlara su doldu, saatlerce temizleyip çamur attılar içeriden, fotoğraftaki taksi stop etti, bir süre karşıdaki tamircide bekledi gereken yapıldı. Bizim arkadaki garaja girerek selden kurtulmaya çalışan iki-üç aracın bazı alt parçaları yerinden çıkıp sulara kapıldı. Hasılı çok kötüydü. Elimizden bir şey gelmeden balkondan izledik. çocukların zamanında gelmesine şükrettik. Ne yazık ki can kaybı da var, Ayrancı civarında koca ağaçlar kökünden sökülmüş, araçlar, evler hasar görmüş. Bebekken çok büyük bir sel felaketinden kurtulmuş biri olarak su taşkınlarından çok etkileniyorum. Umarım bu sondur, diyorum ama kendim de inanmıyorum 😞

Bulutlu, sevimsiz bir pazar gününü bel ağrısı eşliğinde sevgili Nurhan Suerdem'in yeni kitabındaki öyküleri okuyarak geçirdim: "Duyuyor musun?". Duymamak mümkün değildi zaten, harika öyküler yazmış yine Nurhan, okumanızı tavsiye ederim, yolu açık, okuru bol olsun dilerim. 

Ve bugün, fizik tedavi seansımın ilkine gitmek üzere yola koyuldum. Hava sabahtan nanemolla idi, kapalı, sevimsiz, yağdı yağacak. Geldiğimin ikinci gününde yağmura yakalanıp Metro çarşıdan aldığım şeffaf beyaz şemsiyem eşliğinde sağa sola bakınarak yürüdüm. Meraklı biriyim ben, çevremi dikizlemekten aşırı zevk alırım. Önüme çıkan arabadaki kahkahayla gülen çiftin niye güldüklerini merak ettim mesela. Az ötedeki otelden çıkan sakallı adamın otelde kalış sebebini merak ettim. Eskiden çok iyi bir pastaneyken kahvehaneye çevrilen erkek yığılı mekandaki adamın niye herkes içeri doluşmuşken dışarı attığı sandalyede oturduğunu merak ettim. Manavın önündeki daracık kaldırımda yayılarak telefonla konuşan ve insanları yola inmek zorunda bırakan adamın nasıl bir hanzo olduğunu merak ettim. Hasılı merak ede ede ulaştım hastaneye. İşlemleri yaptırıp benimle ilgilenecek fizyoterapisti buldum. Lisedeyken fizik derslerinden nefret etmemin intikamını ilahlar bir yılda üçüncü fizik tedaviyle alıyor diye düşündüm. Fizik mi fizik işte, ister ders, ister tedavi 😊Matematiği de hiç sevmezdim, iyi ki onun tedavisi yok 😃 

Ellerime dört çeşit tedavi uygulanıyor. Beni küçük bir masanın yanındaki sandalyeye oturttular. Önce bileklerime laser uygulandı. Sonra akım verildi 20 dakika kadar her iki elime de. Ardından bir alta, bir üste konan mumlu sıcak pedlerle oturdum bir süre, oh ısındım da ısındım. Sonra ellerimi yıkatıp parafine buladılar. Birer naylon torba geçirip havluyla sardılar, resmen abandone oldum. Deli gömleği giymiş gibi 😂 Güya yanıma kitap almıştım, nasıl okuyacaksın, el kol bağlı. Ancak yanında piyanistlerin nota kağıdını çevirenler gibi biri olacak ki ben sayfayı okuyup bitirince "çevir çucuğum" diyeyim 😃 Bu durum çok sıkıcı, bir saat kalıp gibi nasıl oturacağım bilmiyorum. İşlem yapılırken yanımıza gelen bir kadın bu işlemin niye yapıldığını sordu, açıkladık. Sonra fizyoterapist, kadına maske takmasını, kendini korumasını söyledi ama kendi burnu açıktı, bu nasıl iştir bilemedim 😃 Herkes gevşemiş, egzersiz odasındaki görevliler de, hastaların bir kısmı da hep maskesizdi. Umarım en seyrek dönemde covid kapmadan bitiririm şu işi 😃

Bir saat sonra tedavi bitti, bir süre elimi yıkamamam söylendi, piki dedim çıktım hastaneden. Bazı işleri halletmek için Kızılay'a yollandım ki aklıma geldi, şemsiyemi hastanede unuttuğum. Havada yağmur kokusu olmasa ertesi gün alırım diyeceğim ama ıslanma riski de var, geri döndüm, şemsiyemi alıp aynı yolu yürüdüm; para çektim, bir arkadaşa uğradım, bir-iki mağazaya girdim, Dost Kitabevi'nin hatırı kalmasın diye netten daha indirimli alabileceğim 2 kitap alıp kasadaki ahbap kızla iki sohbet ettim. Ardından evin yoluna vurdum. Yüksel Caddesi'ndeki ıhlamurlar salkım salkım açmış, kokularını içime çekerek yürüdüm. Yağmura yakalanmadan eve ulaştım.

Bugün de böyle geçti dostlar, bir süre Mesut Bahtiyar'dan, pardon Fizik Tedavi'den şarkılar dinleyeceksiniz 😀

9 Haziran 2022 Perşembe

ANKARA ETKİNLİKLERİ 1 / 9 HAZİRAN

Neredeyse 2,5 yıl sonra "Yetti gari!" diyerek kapalı mekanda bir etkinliğe katıldım dün. Kız kardeş katkısının da olduğu bir belgesel için davetiyesi olduğunu ve gelip gelmeyeceğimi sorunca kısa bir tereddütten sonra "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" dedim. Zira hem belgesel çocukluğuma damgasını vurmuş Gençlik Parkı'nı anlatıyordu, hem de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın yeni binasında gösterilecekti. Bir taşla iki kuş yani. Çantaya iki maske attım ve kız kardeşle buluşup yola koyulduk. 

CSO'da (ki şimdi tarihi salon olarak isimlendiriliyor o eski bina) ilk konsere gittiğimde ilkokuldaydım. Ankara'nın bir ilçesindeki devlet okulunda herkesin kolayca erişemeyeceği bir müzik lüksüne sahiptik. 4. sınıftaydım sanırım, her cumartesi son ders (o zamanlar cumartesi de yarım gün ders yapılırdı) müzikti ve ünlü müzik yazarı Faruk Yener gelir, müdür odasında bize müzik dersi verir, biz de sınıflarımızdaki hoparlörlerden dinlerdik. O yıl, sanırım Yener'in önayak olmasıyla okul olarak CSO'ya bir senfonik masalı, Prokofiev'in "Peter ve Kurt"unu dinlemeye götürüldük. Çocuk yaşımızda bize kocaman gelen salonun ileri yaşlarda gittiğimde hiç de o kadar kocaman olmadığını görecektim. Koltuklar şahaneydi yalnız, yumuşacık, adeta içinde kaybolmuştuk 😀 "Peter ve Kurt" ise muhteşemdi, ertesi haftaki müzik dersinde mandolin grubu bize Faruk Yener'in yardımıyla gösteriyi gidemeyenler için kendi çaplarında canlandırmışlardı. "Peter ve Kurt" hafızamda o kadar tatlı bir anı olarak kalmıştı ki birkaç yıl önce 23 Nisan nedeniyle Antalya Devlet Senfoni Orkestrası Selim Bayraktar'ın anlatımıyla senfonik masalı çocuklar için sahneye koyunca koşa koşa gidip onca çocuğun arasında keyifle bir kez daha izlemiştim. 

Yeni binanın inşaatı birkaç yıldır devam ediyordu. Cermodern'e her gittiğimizde arka planında uzay üssü gibi yükselen binanın ne olduğunu önce anlamamış, sonra CSO'nun yeni binası olacağını öğrenmiştik. Faaliyete geçtiğinde pandemi başlamıştı ve çok istememe rağmen Ankara'ya gelişlerimde görememiştim. Adeta koşarak gittim (esasen koşamam, yürüyerek gittim:). Bina uzaktan dev bir uzay aracı gibi görünüyor, yakına gelip içine girince de arı kovanına girmiş gibi oluyorsunuz. Zaten "Kovan" da diyorlarmış, cafesinin adı da Kovan Cafe.

Girişte hurdaların heykele dönüştürüldüğü bir açıkhava atölyesi var, kapının önündeki boğa heykeli de o atölyeden çıkma mıydı, bilemedim. 

Yukarıdaki fotoğrafta beni tebaamı selamlarken görmektesiniz 😃

Belgeselin gösterileceği salon iki kat aşağıda "Mavi Salon" adıyla anılmakta idi, henüz kapılar açılmadığı için mekanı kolaçan etmek için epey zaman bulduk ve bol bol fotoğraf çektik. "Başkent Kültür Yolu Festivali" nedeniyle CSO Ada binasında da bazı etkinlikler düzenlenmişti.



Ankaralı yazarların en ünlülerini masa başında görmektesiniz efenim, şunu belirtmeliyim ki Sevgi Soysal'ı hiç benzetememişler. Bir de biraz sinirli gözükmüyorlar mı sizce?

Epeyce oyalandıktan sonra kapılar açıldı ve "Anılardan Günümüze Gençlik Parkı" belgeselini izlemek üzere Mavi Salon'a teşrif ettik, pek hoş bir mekandı:


Gösterim sonrası satış mağazasına uğramayı ihmal etmedik, hoş objeler vardı ama fiyatları cüzdan yakıyordu, elimiz boş çıktık. 


Uzay mekiğinden ayrılınca etkinliklere doyamadığımız için Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamında Büyük Tiyatro'da açılan "Kadın Kostüm Tasarımcıları Sergisi"ne de uğrayıverdik, kostümler çok görkemli ve şıktı:

Ee, daha ne var, hazır çıkmışken birkaç sergi daha görseydik. Belgesel gösterimi sırasında bahsedilmişti 2. Meclis'in Sığınak Binası'ndaki Mirza Kök'ün "Başkent'te Başka Kent" sergisinden, haydi o zaman 2. Meclis'e:


Burası 2. Meclis'in arka tarafındaki Sığınak Binası. Bir süredir sergi salonu olarak kullanılmakta imiş. Yine Başkent Kültür Yolu Festivali nedeniyle açılmış "Başkent'te Başka Kent" Sergisi. Sığınak biraz ürkütücü ve soğuktu ama düzenleme fotoğraflar çok güzeldi:



Gelmişken 2. Meclis'in güzelim yeşil bahçesinde biraz dolaştık ve o kadar yorulmuştuk ki ilk boş taksiyi çevirip eve doğru yol aldık.


Buraya kadar sıkılmadan geldiyseniz kutluyorum efenim, görüşmek dileğiyle...

4 Haziran 2022 Cumartesi

MAYIS OKUMALARI / 4 HAZİRAN

Sabah uyanır uyanmaz makineye çamaşır attım. Program bittiğinde balkona asmaya çıktım, tam bir tanesine mandal takarken gözüm alt kat, yan dairenin balkonuna ilişti. Ev uzun süredir içinde yaşayan ailenin son yaşlı bireyi de vefat edince satılmış, sonrasında kısa süreli kiracılar gelip gelip gitmişti. Hiçbirinin ne yüzü hatırımda, ne adlarını biliyorum, ne de hayatlarını. Genellikle Türkiye'de çalışmaya gelmiş yabancı uyruklu insanlara ara sıra merdivenlerde denk geliyordum, o kadar. Bu gelişimde yine kiracıları değişmiş gördüm, çok da dikkatimi vermedim, sadece iki küçük köpekleri olduğunu fark ettim o kadar. Benim gördüğüm balkon pek kullanılmıyor sanırım ki ev boşaldığından beri ne temizlendi, ne de bir hayat belirtisine rastladım, ta ki çamaşır asarken gözümün iliştiği bu sabaha kadar. Gördüğüm en güzel kedilerden biri gözlerini dikmiş dikkatle bana bakıyordu o kirli balkonda. Gri tüylerini kabartmış, yeşil gözlerini üstüme dikmiş, cevap bekler gibi süzüyordu. Dayanamadım, "Merhaba" dedim, cevap vermedi haliyle. "Sen ne yapıyorsun bakayım o balkonda, tüylerin kirlenecek" dedim, yine ses çıkarmadı, ısrarla bakmaya devam etti. İçeri girip diğer çamaşır sepetini aldım, baktım yine orada. Aynı bakışlarla izlemeye devam. Ben asmayı bitirene kadar o da bakmaya devam etti, el salladım içeri girerken ama aklım kaldı güzelliğinde. Az evvel dayanamadım tekrar çıktım balkona, girmiş içeri, yerinde minnak köpeklerden biri vardı. Onunla bir samimiyetimiz olmadığı için laf atmadım 😃 Kısacası hafta sonuna bir kediyle muhabbet ederek başlamış oldum. 

Dün yoğun bir gündü, hem domestik, hem dışarlıklı. Domestik kısmını boşverelim, çocuklarla vakit geçirdik, kardeşle buluştuk, uzun park yürüyüşleri yaptık, yedik, içtik. Havanın sıcaklığına ve bir gece önce yağan yağmurun araçların üstünde bıraktığı tozlara değinmeyeceğim. "Gökten yağmur değil hep çamur yağsın/Bırakın yıkamacılar müşteriye doysun". Ay gözümün önüne Emel Nayın geldi 😃 Çamuru, sıcağı geçtim ama parkta karşıma çıkan şu heykeli es geçemeyeceğim, çok sevdim zira:



Heykeltraşı kimdir diye araştırdım ama bulamadım, her kim yaptıysa eline sağlık, güvercinlerin katkıları ayrı bir güzellik vermiş. 

Evet, bu kadar girizgah yeter, gelelim Mayıs ayı kitaplarına:


-Ayın ilk kitabı Otessa Moshfegh'in "Dinlenme ve Rahatlama Yılım" isimli kitabı oldu. Bu kadar narko yüklemeyle o kış uykusundan nasıl uyanabildiğine şaştığım, her şeye rağmen sempatik karakterin keyifle akan öyküsü. Arıza tipleriyle Eileen'i de sevmiştim ama daha arızası da varmış. "Dinlenme ve Rahatlama Yılım" onca huzursuzluğuna rağmen rahatlattı ve dinlendirdi beni :)

-"Gizli Bahçe" esasen ergenken okumam gerekip de nasılsa atladığım bir kitap. Güzel kapağına ve ergenlik eksikliğimi tamamlama takıntıma aldanarak aldım. O yaştakiler için çok sevilesi bir kurgu ama belli bir yaştan sonra hafif geliyor. 

-"Yüz Çizgileri" sevgili Füsun Çetinel'in armağanı idi bana, ayrıca bir defter ve bir kahve fincanı ile birlikte. Ek olarak bir de ödevi vardı. Kitabı peşinen okudum ki ödevimi rahat yapayım, ikinci okumada defter ve fincan da yardıma gelecek. Kitaptaki tiplemeler harika, ilham almak için de ideal...

-"Selim İleri/Düşüşten Sonra", yazar Selim İleri'nin geçirdiği felç sonrası iyileşme sürecinde Burcu Aktaş ile yaptığı uzun söyleşinin kitabı. Hastalık sürecini, öncesini, sonrasını, yaptığı hataları, pişmanlıklarını açık sözlülükle dile getirmiş.

-"Gezindim Boş Odalarda", ünlü şairlerin eşleriyle yapılmış söyleşilerin toplamı. Heyecanla başlamıştım kitaba ama biraz yetersiz buldum. Şiirlerine bayıldığımız bazı erkek şairlerin eşlerine neler yaşattıklarını okumak da pek hoş olmadı doğrusu.

-Hüseyin Rahmi Gürpınar ergen günlerimin en sevgili yazarlarından biridir. Yenimahalle İlçe Halk Kütüphanesi'nde yeni basılmış kitaplarını su içer gibi okumuştum zamanında. "Meyhanede Hanımlar" tipik Gürpınar diliyle yazılmış bir novella, keyifli ve ironik .

-Kerem Eksen ilk kez okuduğum bir yazar, son kez olmayacağı da kesin, nitekim daha bugün ilk kitaplarından biri geldi kargo ile. "Ölümden Uzak Bir Yer" baba-oğul-aile ilişkilerini, ölümü, inançları sorgulayan bir kitap ve ben çok beğenerek okudum. 

-"Kovadaki Balıklar" bir adres karışıklığı ile arkadaşım yerine bana gelen ve magazine boğazıma kadar batıran bir kitap. Daha önce de Sacit Aslan'ın "Bir Masalda İki Kral Olmaz" dedikodulu kitabını okumuştum, "Kovadaki Balıklar" ayrıntıları da sundu. Magazin seviyor, gündemden biraz uzaklaşmak ve "vay canına!" demek istiyorsanız buyrun 😃

-"Monako'da Buluşalım" içine aktrist ve prenses Grace Kelly'nin Monaco Prensi ile evlilik öyküsünü de katarak zenginleştirilmiş bir aşk hikayesi. Asrın düğününü takip için İngiltere'den gelen bir gazeteci ile Fransız parfüm üreticisinin kraliyet düğünü gölgesinde gelişen ilişkileri. Eh arada yüksek edebiyat okunmasa da olur diyorsanız tam yaz kitabı...

-"Deli İbram Divanı", Ahmet Büke'nin "Vedat Türkali Roman Ödülü"nü aldığı son kitabı. Daha önce öykülerini severek okumuştum yazarın. Bu romanı da öyküleri kadar güzel ve masalsı. Ödülü hak etmiş. Köstence adası ve İzmir'de geçen, insanoğlunun doymaz hırsı, adaletsizliği, gelir eşitsizliği ile örülmüş ilişkileri de içeren bir doğa öyküsü diyebiliriz. Okunası...

-Selçuk Baran öykülerini de romanlarını da çok severek okurum. "Güz Gelmeden" yazarın ölümünden sonra bulunmuş son romanı. Küçük bir sahil kasabasında, birbirine karışmış hayatları, ideolojik ayrılıkları ve bunların sebep olduğu olumsuzlukları sade bir dille anlatmış Selçuk Baran. Diğer kitapları kadar sevmesem de okuyun derim...

-Ve ayın son kitabı Annie Ernaux'un "Babamın Yeri" oldu. Daha önce çok övülen "Seneler"ini okumuş ve sevememiştim açıkcası ama bu kitap yazarla barıştırdı beni. Kısa ama çarpıcı bir öykü. Yazar ölümünün ardından babasını anlatmış, kurgu gibi görünse de gerçek olduğu aşikar, hüzünle kapatıyorsunuz son sayfayı...

Yeni kitaplarda buluşmak dileğiyle...



2 Haziran 2022 Perşembe

HAFTALIK / 2 HAZİRAN

Hareketli bir hafta geçirdim, aslında daha önce de yazmak istedim ama bu aralar Carpal Tunnel Sendrom'um da atakta, sol elimin parmakları pek uyuşuk, hayata katılmayı reddediyor, klavye kendilerini fazlasıyla zorladığı için biraz bekleyelim dedik. Biraz hafiflemekle birlikte hâlâ yazım dünyasına adapte olmakta çekimser kendisi, örneğin şu an sol el orta parmak tuşlara dokunmamak için ısrarcı 😃 Esasen dün hem CTS, hem de sağ omuzdaki yırtık için doktora gittim. Yırtık konusu bu aralar biraz yatıştı, yoğun ağrı kalmadı, doktor da onayladı, fizik tedaviye de gerek görmedi şimdilik, sevindim inanın, çünkü bıktım, usandım fiziğinden de, kimyasından da. CTS için de pazartesi günü randevu aldım, EMG çekilecek. Bu yıl kollarım bacaklarımı kıskandığı için sürekli sorun çıkarıyor ama şımarıklıklarına prim vermemekte kararlıyım. Ağrılarına isim de vermeyeceğim, zira isim verince evlat edindim sanıp ebediyen yapışıyorlar üstüme. Ağrı, o kadar, başka isim yok 😃

Geçen hafta babamı ve annemi ziyarete gittik mezarlığa. 16 yıl arayla ayrıldıkları için dünyadan aynı mezarlıkta olmalarına rağmen birbirlerinden hayli uzaktalar. Annem anneannemin koynuna konduğu için şehre daha yakın olan bölümde ve oldukça yeşil bir alanda. Başuçlarına anneannemin ölümü sonrası dikilen çam bile devasa boyutlara ulaşmış. Geçen yıl babamı defnettiğimiz bölge ise yeni açılmıştı, beton bloklar dip dibe yerleştirilmiş, cenazeler içlerindeki kazılmış bölüme yerleştirilip kapatılıyordu. Etrafı bomboştu, bu yıl inanamadım, babamın kabri ortalarda bir yerde adeta kaybolmuştu, o kadar çok yeni mezar eklenmiş, ne çok insan ölmüş, ne çok acı var. Haliyle ağaç falan hak getire henüz, zamanla dikilir mi, dikilse de o daracık aralarda büyür mü bilmiyorum. Dikkatimi çeken şeyse mezarların üstlerinde, aralarında hudayinabit biten gelincikler oldu. Bugüne kadar gördüğüm en iri, en kırmızı gelinciklerdi. Bir tuhaf oldum. Başımızın üstünde bir hüzün bulutuyla ayrıldık mezarlıktan.

Bir gün öncesinin efkarını ertesi gün attık. Bir blog buluşmasında aynı masada yarım saat oturduğum, toplasan üç-beş cümle konuştuğum ama nasılsa can-ciğer arkadaş olduğum sevgili Dolu Dolu Mutfak Aslı ile buluştuk sonunda. Birlikte sevimli bir mekanda keyifli bir yemek yiyip bol bol sohbet ettik ama doyamadık. Duy sesimi Aslı, bu böyle yarım kalmayacak 😊 Aslı'yı işine yolcu ettikten sonra kız kardeşle devam ettim güne. Önce sevdiğimiz bir mekanda kahvelerimizi içtik, ardından Ankara'nın güllerle coşmuş ara sokaklarını keşfe çıktık:


Ankara'nın ara sokaklarıçok sürprizli, insanın karşısına şahane mimarili apartmanlar, oya gibi işlenmiş ferforje balkon demirleri, çiçeklerle bezeli balkonlar ve davetkar bahçeler çıkabiliyor. İğdeler, at kestaneleri, çınarlar ve akasyalarsa bu sokakların olmazsa olmazı. Leylakların zamanı ise geçmiş, kendilerine yine de beni bekledikleri için minnettarım 💜 Bir gün bu apartmanlar kentsel (rantsal) dönüşüme yenik düşerse çok üzüleceğim. 

Dün doktor işimiz bitince çocuklarla bir ODTÜ (Umut'un söyleyişiyle ÖTTÜ) seferi yaptık. Ağaçların, çiçeklerin-özellikle iğdelerin ve papatyaların-keyfini çıkardık. Yine Umut'un söyleyişiyle "Dışarda yeme yeme" yedik 😊 Umut yemekten sonra bana koruluktan topladığı şu çiçekleri armağan etti:

Bundan âlâ hediye mi olur 💜

Bir dahaki postu Mayıs kitaplara ayıracağım. Kalın sağlıcakla,,,