.

.
.

30 Eylül 2017 Cumartesi

GÜN 3

Açık pencereden gelen çöp kamyonunun sesiyle uyandığımda ilk anda aklıma gelen şey buzdolabı servisi idi. Nitekim bir saat sonra arayıp geleceklerini bildirdiler. Gördüğümüz üçüncü servis elemanı ve 2. çıraktı :) Genel merkezin bildirdiğine göre daha deneyimli bir eleman yollamışlar, baştan yollasanız olmuyor mu? Neyse deneyimli arkadaş geldi ve buzdolabının herhangi bir arızasının olmadığını iddia etti. Çekiştik, pekiştik, sonunda yine bizim buzdolabı testolandı ve ekip gitti. Ben buzdolabını balkondan mı atsam, hurdacıya mı satsam, kafamı dipfrize mi soksam tereddüdünde kaldım yine. Ooff of!

Sinirlerimi bastırmak için hazırlandım ve Meksika Filmleri Festivali kapsamında AKM'de gösterilecek olan bir Meksika filmini izlemek için yola düştüm. Taksiye bindim gecikmemek için, taksici kah burnunu karıştırarak, kah ensesini kaşıyarak ulaştırdı beni mekana. Gecikmemek için taksiye binince bu defa çok erken gitmiş oldum. Neyse ki fuayede "Yolun Yarısında Bir Tebessüm" adıyla açılmış Frida Kahlo-Diego Rivera fotoğrafları sergisi vardı, film başlayana kadar rahat rahat gezdim. Sizi unutur muyum hiç, en güzellerini fotoğrafladım:


Frida'nın çocukluğu ve öğrenciliği

Diego ile düğün fotoğrafı
(Diego iri boy bir Hacıyatmaz'a benziyor laf aramızda)


Diego'nun elindeki kendi heykelciliği imiş, hediye edilmiş.


2. evlilikleri, Diego üzümtüden biraz zayıflamış mı ne?



 Digo'nun kucağındaki maymunları. Huang Çulang gibi bir ismi vardı sanırım

Frida ve Diego Mavi Ev'de

Frida hastanede, korse ile yatmakta


Diego Rivera'nın atölyesi

Sergiyi gezdikten sonra filmin gösteriminin yapılacağı salona girip en mutena köşeye yerleştim. Toplam 4 kişi vardı salonda, film başlarken 40'a ulaştı. 40 kişinin sadece 3 tanesi erkekti :) Filmin uzunca bir ismi vardı: "En El Ombligo Del Cielo". Galiba "Cennetin Göbeğinde" demekmiş. 

 Bir reklam ajansında çalışan huysuz ve hırslı bir kadın akşam bir arkadaşıyla yemek randevusuna gitmek için hazırlanırken bluzuna damlayan ketçabı farkeder, bluzu yıkar ve kurutmak için işyerinin çatısına çıkar. Gömleğin kurumasını beklerken sabah odasına girdiği için azarladığı temizlik elemanı da çatıya gelir ve o arada kapı kapanır. İkisi çatıda mahsur kalırlar, tüm çabalarına rağmen kapıyı açtırmaları mümkün olmaz, haftasonunu birlikte çatıda geçirmek zorunda kalırlar. Başlangıçta kavga ile başlayan saatler zaman ilerledikçe dostluğa dönüşür. İlginç bir konuydu, keyifle izledim. Film sona erip salondan çıktığımda güneşin bulutların arasına girdiğini farkettim. Ankara'dan döndüğümden beri ilk kez. Önce yürümeyi düşündüm eve kadar ama dizime güvenemedim. Park içinde küçük bir tur yapıp tek tük açmış jakarandalara, karabiber ağaçlarına ve hafiften yaprakları sararmaya başlamış çınarlara selam çaktım. Sonra otobüse bindim. Markete uğrayıp eve geldiğimde fena halde acıkmıştım. Karnımı doyurup kitabımı elime aldım ve son sayfalarını okuyup bitirdim. Neyse ki Olga Mario'ya dönmedi, kitap da ceza almaktan kurtuldu. Yine de her ikisini de sevmemeye devam ediyorum. Henüz yeni bir kitaba başlamadım. Akşam balkonun serinliğinde otururken hafiften gelen uykuya karşı koyamadım. Bu günü de böylece bitirdim işte, bugünün fotoğrafı çınardan gelsin:


29 Eylül 2017 Cuma

GÜN 2

Bazı günler çok dolu, yazmaya sayfalar yetmiyor. Bazılarında ise bir rutinin içinde debelenip duruyorsun. Dün öyle bir gündü. Alışılmış yaz modu olarak elimde kahvaltı tepsimle balkona çıktığımda masanın üzerinde gezinen 4 tane kumru gördüm, ikisi yavruydu belli. Uzun zamandır balkona tenezzül etmiyor, çınarın dallarında oynaşıp duruyorlardı. Beni görünce pırr uçtular ama bu demek değildir ki tekrar gelmeyecekler. Sanırım yumurtlama mevsimi geldi ve yuva yapacak yer arıyorlar ama yağma yok. Ben o konuda sıramı 10 yıl kuş doğumevi işleterek savdım. Son iki yılda bitlenince artık elimden gelen bütün tedbirleri alıyorum yuva yapmamaları için. Haydi canlarım başka kapıya, dünya kadar balkon var etrafta, burası Antalya, balkon Cenneti :)

Akşama kadar tembellik hakkımı kullandım, bu arada buzdolabı servisi ile telefon görüşmeleri yaptım. Meraklısı için bilgi vereyim buzdolabı hala tamir olmadı. Bozulalı 29, servis geleli 25. gün. Biraz daha devam ederse benim ruh sağlığımın servise götürülmesi gerekecek. Her seferinde farklı bir eleman gelip dolabın ısısını ölçmek için testo atıyor ve gidiyor. Sonra o testolar arızalı çıkıyor tekrar atılıyor, alınıp ölçülmesi bir hafta sürüyor. Sonra sonuçlar genel merkeze gidiyor, merkezin keyfinin çatması da bir hafta kadar sürüyor. Sonra gelip bir parçayı değiştiriyorlar, değişen bir şey olmuyor, haydi yine testo, yine bekleme. Bu sefer başka bir eleman gelecek ziyarete, telefonda kararlaştırdık, bakalım ne olur. Siz siz olun Profilo ve Bosch'un yanına yanaşmayın.

Dedim ya, verimsiz bir gündü, kitap okudum, dizi izledim, balkonda oturup horoz, tavuk, köpek ve kuş sesleri dinledim. Akşamüstü bu seslere ağlayan çocuk ve zırlayan annelerinin sesleri de katıldı. Mübarek mahalle değil çiftlik. Apartmanımız köşe başında, bu nedenle batı ve güney tarafta iki sokağa bakıyor. Güney sokaktaki apartmanlar ne kadar sessizse, batıdakiler o denli gürültücü. Güneydeki apartmanlardan tek ses çatı dairesinde oturan tekerlekli sandalyeli kadının kocasına bağırışı: "Leeyyyn Üseeyyynnn aloooo". O kadarını da hoş görüyoruz zaten. Hasılı gün böyle geçti, elimdeki kitabın bitmesine az kala uykuya yenik düştüm. Daha renkli günlerde görüşmek üzere...


Bugünkü çalışmamız: 
Göğe bakalım, komşu çamaşırı görelim :)

28 Eylül 2017 Perşembe

BÖYLE BUYURDU GRALİÇAM-GÜN 1

Blogumun 8. senesi doldu Haziran'da, hiç böyle ıssız bırakmamıştım onu bugüne kadar. Oysa o benim dert ortağım, terapi merkezim, hafıza kaydım, dost ortamımdı. Sadece bana mahsus değil, tüm blog alemi olarak gevşedik, yavaşladık, boş verdik. Ne şenlikli günler yaşadık oysa ki vakt-i zamanında, ne çok güzel insan tanımama vesile oldu, ufkumu açtı, kalemimi güçlendirdi. Kapatmaya gönlüm elvermiyor ama eskisi kadar canla başla da yazamıyorum. Aklım da hep burada oysa. Dün baktım en sevgili kraliçemiz, Marilerin en Antrikotu bir atak yapmış, canıma minnet oldu. Pasladığı topu hemen kaptım, ben de sağa sola paslayayım buradan, belki biraz silkinir, kendimize geliriz.

Der ki Marimiz, graliçamız; başlatayım bir şalanj şöyle 21 bir günlük, üzerinize serpeyim, canlanın, dirilin. "Tam 21 gün boyunca her gününüzü kaydedeceksiniz". İster kısa, ister uzun, ister maceralı, ister sakin, yeter ki yazın bir şeyler. Ben geçtim klavyenin başına, dünü anlatarak başlıyorum. akşam yazmak sıkıntılı oluyor, o yüzden her gün erkenden bir önceki günü anlatacağım. Haydi sizler de geçin bakalım bilgisayar başına, yazın ki bitkisel hayata girmesin bloglarımız. Mari'nin yazısı aşağıda, tıklayın, görün:


Efenim, gelelim dünkü günümüze. Antalya hala çok sıcak, yaz bitmedi buralarda, hiddetle ve şiddetle hükmünü icra ediyor. Şöyle ki, geceleri pencerenizi açık bırakıp nisbeten rahat uyuyabiliyorsunuz. Onun dışında gündüz güneş hala yakıcı ve ortam nemli. Şu anda arkamda vantilatör çalışıyor, kapattığım anda boncuk boncuk terliyorum. Genelde pek sokağa çıkmıyor, evin içinde kitap, dizi, Candy Crush vs oyalanıyorum ama bu da bir yere kadar. Dün mesela, sabah kalkıp çay demlenene kadar günlük rutin işleri hallettim, sonra bir kahvaltı tabağı hazırlayıp kendimi balkona attım. Bizim evde uyuma ve uyanma saatleri bireyler açısından farklı olduğu için ancak akşam yemeklerini birlikte yiyebiliyoruz. Balkon öğleye kadar serin ve güzel oluyor, devasa çınarımızın bunda payı büyük. Kuş sesleri arasında kahvaltıyı tamamlayıp elimdeki kitabı bitirdim oturduğum yerden kalkmadan: "Kuklacı/Talin Azar". Çok sevdim mi, hayır. Hatta yer yer sıkıldım bile ama okunmayacak düzeyde değildi. Cahide Sonku var başrolde ki kendisinden hiç hazzetmem toprağı bol olsun. Ego şişkinliği ve hesapsızlığın nasıl acı sonlar hazırladığının en iyi örneğidir. Kitap bitince Netflix'den iki bölüm "Shameless" izledim, gecikmeli bir izleme benimki ama tüm rezilliğine rağmen keyifle izliyorum, en çok Debbie ve Kev'i seviyorum :) Ve sonra ani bir kararla dışarı çıkmak üzere hazırlandım. Niyetim Cam Piramit'te açılan "Yöresel Ürünler Fuarı"na gitmekti. 15 dakika güneşin altında otobüs bekledim, beklerken söylendim. Beynim erimeye yüz tutmuşken otobüs geldi, şansa bak ki tamamı klimalı olan toplu taşımalardan benim bindiğiminki arızalı çıktı. Biraz daha terleyerek indim durakta, mecburen bir miktar yürüdüm ve hazır gelmişken Senfoni Açılış Konseri'ne bilet sormak üzere AKM'ye girdim. Henüz biletler satışa çıkmamıştı, ne zaman çıkacağı da belli değildi, Pazartesi uğramamı söylediler. Şansıma küsüp Cam Piramit'e yollandım. Neyse ki içerisi klimalıydı. Çeşitli yörelerden muhtelif gıdalar ziyaretçilerin tadımına ve alımına sunulmuştu. İçerisi peynir, bayat yoğurt ve sucuk kokuyordu. Her yerde bulamayacağım bir şeyler bakınarak üç kere tavaf ettim standları. Sonuçta Beypazarı doğumlu kurutulmuş sebze, yaprak sarması, Burdur nüfusuna kayıtlı cevizli haşhaş helvası, Gümüşhaneli kızılcık ve erik marmelatı, Ege kökenli damla sakızı macunu, övünmek gibi olmasın Gayserili sucuk ve Taşköprü dolaylarından sarmısak alarak çıktım mekandan. Cüzdanım boşalırken elim kolum dolmuştu, mecburen taksiye bindim. Eve gelince önce kendimi suya attım, sonra da kitabımı alıp balkona. Yeni bir kitaba başladım, Napoli serisinin yazarı Elena Ferrante'den "Sen Gittin Gideli". Tüm akşam ve gece geç vakte kadar okuyup yarıladım. Kocası tarafından genç bir kızla aldatılıp terkedilen bir kadının hezeyanlarıyla boğuşmaktayım, bakalım işin sonu nereye varacak. Sonunda barışırsa kadına bir şey yapamayacağım için kitabı cezalandıracağım :)
Evet efendim günün biri bitti, kaldı geriye 20. Haydi bakalım, şalanja katılımlarınızı bekliyor, cümlenize selam ediyorum...


Günün yıldızı, Daşköprü'den samırsak :)

20 Eylül 2017 Çarşamba

SICAK VE GÜRÜLTÜ

Yaz bitmiyor, nem gitmiyor bu şehirde. Yaz gitmesin de nem bir zahmet gitsin. Bir süre sonra solungaçlarımız çıkmaya başlayacak zira. Evin içinde, ağzım bir karış açık, buhardan artakalan oksijeni solumaya çalışarak "üff!, üff!" diye dolanıyorum. Duşa girmenin de bir faydası yok, ıslak giriyor, ıslak çıkıyorsunuz, kurumak mümkün değil. Üzerinize geçirdiğiniz her giysi teninize yapışıyor. İğrenç, kelimelerle anlatılmaz. Buzdolabı halen yapılmadı, yapılmayı bırakın teşhis de konulmadı, test atan gidiyor. Sonra gelip test cihazını alıyor ve kayboluyorlar. "Ne oldu?". "Genel merkezden haber bekliyoruz". Sanırsınız buzdolabı arızasını tesbit değil de uzay mekiği projesi yapacaklar. Bugün 16. gün servis çağıralı, sanırım önümüzdeki yaza halledecekler. 

Yaz gelip sıcaklar artınca bizim sokak kamuya açık alana dönüşüyor. Mahremiyet diye bir şey kalmıyor. Herkes balkonlarda, herkesin camı-kapısı açık. Özel hayatlar paparazzilik. Karı-koca kavgasına da şahit oluyorsunuz, çocuğuyla avaz avaz cebelleşen annelere de. Balkondan balkona sohbet eden kadınların günlük hayatları halka açılırken, bazı ailelerin kahvaltı ve akşam yemeği menülerini de öğrenebiliyorsunuz. Kimin hangi TV dizisini sevdiğini ya da okeyde kaybettiğinde nasıl çamurlaştığını da tesbit edebilmek mümkün. Dün gece mesela, tam yatmıştım ki karşı apartmanın balkonuna adamın biri donla çıkıp (balkonun ışıkları açık, saat de gecenin biriydi) avazı çıktığı kadar telefon konuşması yapmaya başladı. Parti meselesiydi sözkonusu olan ve yaklaşık 1,5 saat kadar sürdü. Haliyle camlar açık, uyuyabilirsen uyu, ikaz etsen tartışma çıkacak gece vakti iş büyüyecek, tam bir kaos hali. Bir de kendi sevdikleri müziği tüm mahallenin de sevdiğini düşünenler var ki fedakarlıklarına doyulmuyor, son ses açıp herkese dinletmekten onlar sonsuz mutlu ama ben sinirden yiye yiye tırnak bırakmadım ellerimde. Dün Davut Güloğlu şarkıları dinledik, bugün sırada hangi güzide sanatçımız var meraktayım. Hayırlısıyla şu sıcaklar bitse de insanlar evlerinin içinde yaşamaya başlasa. 

Sıcak ve nem yüzünden eve kapanıp kaldım ve açıkcası bıktım. Bugün radyo müjdeli haber verdi, perşembeden itibaren nem bitiyormuş, umarım öyledir. Ben kitabımı alıp balkona kaçıyorum, biraz mahalle halkını kolaçan edip çınarda "bibip" diye öten ama henüz kendisini göremediğim kuşu dinleyeyim. Kalın sağlıcakla, fotoğraftaki mandalinalar Vakıflı Köyü bahçelerinden...


12 Eylül 2017 Salı

NE VAR, NE YOK?

Eylül başında eve dönerken Ankara'yı sonbahara girme evresinde bırakmıştım. Beni Antalya'da bitmemiş bir yaz, aşırı sıcak ve yoğun nem ile arıza yapmış bir buzdolabı karşıladı. Aradan 12 gün geçti ve durumda hala bir değişiklik yok. Hava şu anda bile çok sıcak (saat 17.18), gökyüzü maviye dönüşmedi, ruh sıkan bir beyazlıkta ve su buharı adeta havada asılı duruyor. 


Güneşin vurmadığı sabah ve akşam saatleri yaprak hışırtıları, kuş cıvıltıları, çocuk sesleri ve karşı binaya yeni taşınan kadının cırlak bağırtıları arasında fotoğraftaki balkonda geçiyor. Pardon bir üst sokaktaki inşaatta toprak kazan makinenin (teknik adı her ne ise) taktaklarını unuttum. Yokluğumda Antalya kentsel dönüşüm ya da müteahhit aşkına tutulmuş, Yakın çevremde en az 10 apartman saydım yıkılmış. Balkonda geçirdiğim saatleri canı isterse bazen güneyden, bazen kuzeyden gelen hafif bir esinti lütfedip onurlandırıyor. Onun dışında evin içinde, kah klima, kah vantilatör eşliğinde suni bir serinlemeyle esasen bunalmaktayım. Klima nefret ettiğim aletlerin başında geliyor ama el mecbur. 

Sıcaktan sonraki ikinci-hatta daha önemli-sıkıntı buzdolabı arızası. Henüz garanti süresini doldurmamış ergenlik çağındaki dolabımız su koyuverdi. Buzluk kısmı gereken ısıya ulaşırken dolap kısmı oda ısısında seyrediyor. Çağırdığımız servis bayramın son günü teşrif etti, dolabın kapağını açıp, "bunun soğutmasında bir sorun yok bence" dedi. 3 gündür evdeki tüm termometrelerin ikametgahını buzdolabına taşımış ve 10 dereceden daha düşük ısı tesbit edememişken bu bilmişliğe diyecek laf bulamadım. Hobilerim arasında ilk sırada yazın en sıcak günlerinde dolabım bozuldu diye servis çağırmak yer alır. Pek ikna edemesek de el mecbur dolabın iki, buzluğun bir rafına testo denilen ölçüm aletini yerleştirip gitti. Biz kaldık teldolap kostümü giymiş buzdolabımızla başbaşa. Testo arkadaşımız da bizim buzdolabını mesken bellemiş termometrelerimizle aynı sonucu verdi doğal olarak ama  karadüzen çalışmayı şiar edinmiş servisimiz 3 gün sonra gelip merkezde deşifre etmek üzere toparlayıp gitti aletleri. Servis elemanı her dediğimize "Haklısınız" cevabını verdi ama kendi bildiğini okudu. Giden geri gelmeyince gerek servisi, gerek markanın genel merkezini mail ve telefon yağmuruna tuttuk. Sonra tam dışarda yemek yediğimiz bir gün telefon edip arızayı bulduklarını, parça değiştirmeye geleceklerini söylediler. Son lokmamız boğazımızda eve koşturduk. Termostatı değiştiren eleman gitmek üzereyken ısrarımız üzerine tekrar testo bıraktı raflara. Akşamına gördük ki teşhis yanlışmış, sağlam termostat değişmiş, hastalık sürüyor. Yine oraya buraya mail, telefon, ertesi gün başka bir ekip buyurdu, bu defaki yedekli, yanında çırağı var :) Eski ekibin koyduğu testoyu beğenmedi, yeni testo koydu. Bu aralar testo ile yatıp testo ile kalkıyoruz maşallah. Dün sabahtan gelmek üzere randevu verip gitti. Bu arada 8 gün geçmişti. Dün öğleden sonraya kadar eve kapanıp bekledik, bakkala ekmek almaya gidemedim, sonunda çırak geldi, testoları toparladı, bunları alete bağlayıp okuyacağız dedi ve attı kendini dışarı. "Bir daha ne zaman geleceksiniz?", "Bana bir cep telefonu verseniz" cümlelerim havada öksüz kalıp kendini yerlere attılar çaresizce. Bu sabah yine "umutsuz ev kadını modunda" saat 13.00'e kadar bekledikten sonra çağrı merkezini arayıp derdimi bir kez daha anlattım. "İlgileniciiiiz efenim" dedi karşımdaki kibar ses. "İlginiz batsın"ı yüksek sesle dile getiremedim, zira hala onlara muhtacım. İlgi bana değil oğluma gitti ne hikmetse, neymiş benim telefonum meşgulmüş, 24 saatimi telefonda konuşarak geçiririm üzerinize afiyet. Oğlumun haber vermesiyle bir telefon numarası ele geçirip kontakt kurdum, şöyle bir mazeret duydum: "Efenim testolarımız arıza yapmış, sonuç alamadık, tekrar yerleştireceğiz". Hay testo kadar başınıza pamuk düşsün e mi! Az evvel çırak yine gelip testoları bıraktı gitti. Buzdolabı yabancı madde girişinden anaflaktik şok geçirecek. Bu iş bir ayı bulur korkarım, ben depresyona girmeden buzdolabı sağlığına kavuşur inşallah...

4 Eylül 2017 Pazartesi

AĞUSTOS OKUMALARI

Ankara günleri bitti, şehir kendini sonbahara hazırlarken ben de Antalya'ya, evime ve yazın devamına döndüm, hem de ne yaz, hala çok sıcak ve çok nemli. Bayram telaşesi de bittiğine (gerçi bayram ve sıcak demeden bozulan buzdolabımız hala tamir olmadı ama) göre Ağustos ayında okuduğum kitaplardan bahsetme zamanı geldi. 9 kitaplık bir rekoltem var Ağustos ayı için, bakalım neler okumuşum (Bu ay bir değişiklik yapıp kitaplara yıldız veriyorum, değerlendirmeniz açısından):


-Ayın ilk kitabı bir çizgi roman idi; "Don Kişot". Bildiğimiz klasik Don Kişot değil tabii, benzer bir maceranın günümüze uyarlanmış hali, 80 yaşındaki Don Kişotvari dede ve torunu maceradan maceraya koşuyorlar. Torun da haliyle Sancho Panza'nın görevini üstleniyor. Eğlenceli bir uyarlama idi, Don Kişot sevenlere önerilir. (***)


-John Roth'un yazdığı "İmparator Mezarlığı" Trotta ailesini son ferdi John Ferdinand'ın 1. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında hem kendisinde hem ülkesinde meydana gelen değişiklikler karşısında yaşadıklarını, bir imparatorluğun çöküşünü anlatmış. İlginç bir okumaydı. (***)

-

-"Kelebekler Zamanı" bu ayın en doyurucu okuması oldu. Kendilerine "Mariposa's (Kelebekler)" denilen Dominikli efsanevi Mirabal kardeşlerin anlatıldığı kitap harika. Doğrudan bir biyoğrafi olmayan, kurmacanın da katıldığı öyküyü okurken hüzünlenmemek elde değil. Yazar Julia Alvarez'in kendisi de Dominikli ve babası direnişçilerden olduğu için o 10 yaşındayken diktatör Trujillo'nun hışmından kaçıp NewYork'a yerleşmiş. Patria, Minerva ve Mate'nin öyküsünü okuyun, 25 Kasım'larda ruhlarına bir selam yollarsınız belki... (*****) 


-Ne diye aldığımı anlamayıp, ne demeye okuduğumu da bilemediğim bir kitap oldu "Hayat Apartmanı", üstü kalsın :) (*) 




-Daha önce ilk kitabı "Kürar"ı okumuştum Melike Uzun'dan, açıkcası "Soğuk ve Temiz"i daha çok beğendim. Biraz tekinsiz ama son derece etkileyici bir öykü idi Defne'nin öyküsü, okuyunuz. (****)




-Normalde Emrah Serbes'in her çıkan kitabını hemen okurdum, "Müptezeller" biraz gecikti, hatta unutmuştum bile ama editör yakiinim olunca kitap kendiliğinden geldi elime. Bir "Erken Kaybedenler"-ki kendisi favori Emrah Serbes kitabımdır-değildi tabii, hatta "Deliduman" bile değildi ama fazla beklentiye girilmezse okutuyor kendini. (***)




-"Gelincikler Açarken", Osmanlı'nın son döneminde Doğu Anadolu'daki köylerde yaşayan Ermenileri anlatan bir kitap. Hüzünlü bir okumaydı. (***)


-"6.27 Treni"; Değişik bir konu, keyifli bir anlatım, çok sevdim...
Bir geri dönüşüm fabrikasında kitapları kağıt hamuruna dönüştüren dev bir makinenin, Zerstor 500'ün kullanıcısı Guylain ne işinden, ne yaşamından hoşnut değildir, kitapları yoketmekten vicdan azabı duymaktadır. Her sabah 6.27 trenine biner ve Zerstor'un dişlerinden kurtardığı sayfaları yüksek sesle okuyarak vicdanını biraz rahatlatır. Ve günlerden bir gün her zaman oturduğu koltukta bulduğu USB bellekte yazanlar onun hayatını değiştirecektir. Okuyun, siz de seveceksiniz... (*****)


-"Büyük Cam/Üç Otobiyografi" için ne desem bilemedim, tuhaf bir kitaptı. Eğer bir şeye benzetecek olsaydım bazı bienallerdeki anlaşılmaz enstelasyonlara benzetirdim. Üç değişik otobiyografi-ki otobiyografi demek ne derece doğru, onu da bilemedim-okuyor ve bir şey anlamıyorsunuz. Öyle yani (**) Not: İkinci yıldız bu derece tuhaf oluşuna :)

Bu aylık bu kadar, Eylül'de daha güzel kitaplar paylaşmak umuduyla...

1 Eylül 2017 Cuma

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN



Kesmesek de beslesek mi acaba? 😊