.

.
.

28 Ağustos 2022 Pazar

SARAYLARA LAYIĞIM :)))) / 28 AĞUSTOS

Bütün geceyi kraliyet ailesiyle geçirdiğim için pek yorgunum dostlar. Oysa çocukları evlerine yolladıktan sonra ortalığı toparlamış kitabımı alıp bir kenara çekilmiş, esnemeye başlayınca da gidip yatmıştım, üstelik uyumuştum da. Normalde çok zor uyuyan ve en ufak uyaran da löp diye gözünü açan biriyim. Bir süredir Magnezyum kompleks kullanıyorum, oldukça iyi geldi, çok derin ve kesintisiz bir uyku olmasa da eskiye kıyasla daha iyiyim. Kafama bir şey takmadıysam idare ediyorum. Daha önce de bahsetmiştim, ev çok gürültülü bir caddenin üstünde, trafik gürültüsü, geç vakte kadar açık dükkanların gürültüsü ve kokusu (maalesef zemindeki dükkanlardan biri tavuk dönerci, geç vakte kadar açık, sanırım şu sıralar en ucuz beslenme kaynağı olduğu için çok müşterisi var, motorlu kuryelerin biri gidiyor, biri geliyor. Kokulu bir gürültü yattığım odanın penceresinden içeriye doluyor.) çekilir nane değil. Neredeyse haftada bir trafik kazası yaşanıyor, daha evvelsi gün koca bir motorsikletle bisiklet çarpıştı geç vakit. Bağırış, çağırış, ambulans sesi, polis sireni, saatlerce süren bir karmaşa. Neyse ki ölen olmadı. Tüm bunların üstüne krema olarak da malum köpekler. 24 saatin 23 saatini havlayarak geçiriyorlar, kalan bir saatte de yemek yedikleri için ağızları meşgul oluyor sanırım, ondan havlayamıyorlar. Haydi gündüz bir şekilde idare ediyorsun, ortam gürültüsü arasında ama gece derdin ne be köpek kardeş, yat uyu yahu, sen uyu ki biz de uyuyalım, horozdan betersin. 

Neyse kraliyet ailesi diyordum. Açıkçası birkaç yıl öncesine kadar hiç ilgi alanıma girmezlerdi, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda marjinal Margaret ve evin yaramaz kızı Anne nedeniyle dergilere sık sık konu olurlardı, oradan bilgilenirdik. Margaret ölüp Anne de uslanınca cazibesini yitirdi indimde. Eurovision yarışmalarında puanlama yapılırken Royamüni ("Royaume-Uni") şeklinde telaffuz edilen ismin "Birleşik Krallık" anlamında İngiltere'ye ait olduğunu da anlayana kadar zaten Eurovision ilgi alanımdan çıkmıştı. Ne zaman ki canımın içi "Hakiki Muhabbet/Real Fiesta/Judy Abbott" Aslı'yı tanıdım, tüm kraliyet üyeleri onun sayesinde aileden biri gibi oluverdiler 😃Tabii "The Crown" dizisinin etkisini de inkar edemem. İşte efendim dün gece rüyamda Sandringham'da kraliyet ailesinin fertleriyle tatil yapmakta idim. Kraliyet ailesinin özel mülkü olan muhteşem yapıya davet edilmişim, aman da ne gadan güzel, rüya bile olsa koltuklarım kabardı 😂 Yalnız ilginç olan yapı muhteşem de ailenin bizim Orta Anadolu'lu sıradan bir aileden zerre farkı yok. Ebedi Prens Çarlıs bile aynı benim küçük dayım. Nenem Kraliçe dersen anneannemden olsa olsa bir tık havalı. Çok samimiyiz sanırım ki bütün gece, uykumun köpek havlamaları ile sekteye uğrayıp ara ara es verdiğinde bile 32 kısım tekmili birden misali devam etti rüya. Ayol sıkıldım, "Başlayacağım Sandringham'ına, uyanayım artık" diye düşündükçe devam etti rüya, bitmeyen tatil yapmışlar. Bu rüyayı Aslı görecekti esasen, yanlışlıkla bana yönlendirmişler 😀

Bu hafta kız kardeş ve bir genç arkadaşla iki buluşma gerçekleştirdim. Çok fazla genç arkadaşım var benim, sayelerinde ben de gençleşiyorum 😀 Mekanı kardeşim önerdi, o gün hoşumuza gidince ertesi günkü buluşmayı da orada gerçekleştirdik. Kennedy Caddesi'nde şirin bir yer, bahçesi özellikle bu pandemi döneminde çok uygun. 


Mekana gitmek için Kennedy Caddesi'ne yürürken iki ilginç binaya denk geldim. Biri duvar resminden dolayı ilgimi çekti, diğeri ise yıkılmak üzereydi, terkedilmiş. İlkini tuval, ikinciyi ise karalama kağıdı gibi kullanmışlar:



😂😂😂
Sokaklar sürprizlerle dolu, iş görmesini bilmekte...


24 Ağustos 2022 Çarşamba

İNTERNETİN VAR MI DERDİN VAR / 24 AĞUSTOS

Cinim tepeme çıkmışken derdimi nereye dökeceğim, elbette buraya, hem de siz siz olun benim yaptığımı yapmayın. Hoş okuduktan sonra beni "enayi" bulacak mısınız merak ediyorum. İnternet için Antalya'da ev telefonundan bağlanan Superonline kullanıyorum. Birkaç gündür kampanya süremin dolduğuna, kampanyamı yenilememe dair mesajlar geliyordu, gerçekten de 15 gün sonra dolacak, derken iki gün önce arandım. Ekranda "Superonline" ibaresi çıkınca tereddütsüz açtım. Klasik kampanyanız bitti, yeni kampanya yapalım vs vs. Sonrasında 140 liralık bir kampanyadan bahsedildi. Fazla bulunca, o zaman bir yakınınıza devredin, size yeni modem verelim, yüz bilmem kaç lira olsun şeklinde bir teklif sunuldu. "Şehir dışındayım, modem değişikliğiyle uğraşamam, ben bir düşüneyim" dedim, "O zaman sizi Çarşamba arayalım" dediler, kabul ettim. Kapattık telefonu. Niyetim oğluma danışmaktı, sorunca 140 normal, ben de onu ödüyorum, kabul edebilirsin dedi, ben de razı oldum kaderime. Neyse bugün ben mutfakta uğraşırken aranmışım, haberim olmamış. Geri dönmedim, bir daha arasınlar dedim. Aksilik bu ya tam kuaförde saçımı kestirirken, ağzımda maske, arkamda kuaför, yanda TV zırlıyor arandım. Dedim "Kuafördeyim, uzun boylu konuşamam, sabah aradınız, bir daha yormayım diye açtım, tamam 140 liralık kampanya uygundur". Kapattık telefonu. Akşamüstü parkta yürüyüşe çıkmıştım ki telefonda Antalya kodlu bir arama göründü, açmadım. Israrla tekrar aranınca acaba arkadaşlardan biri mi arıyor düşüncesiyle açtım, zira bazen ev telefonundan arayan arkadaşlarım olabiliyor. Bir kadın sesi "Superonline randevudan arıyorum" dedi. "Hanımefendi ben zaten konuştum, hallettik kampanyayı" dedim. "Yok" dedi, "tablet hediyeniz var, adres teyidi için arıyorum". "Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz, ne tableti" dedim ve dolandırılıyorum galiba diye kapattım suratına. Çok geçmedi bu defa "Superonline" ibareli bir arama ve gündüz arayan erkek sesi, kampanyaya tabletin dahil olduğunu, gündüz uzun konuşamadığımız için bunu belirtemediğini söyledi. Ben tablet falan istemiyorum" dedim ama kampanyaya dahil dendi. "Tableti fiyattan düşün" dedim, olmaz dedi. Ya tartan pistte yürüyüş yapıyorum, ortalık kalabalık, gürültülü, bir de kızın suratına kapattığım için utandım. Ah bu bizim naifliğimiz, kibarlığımız. "Yalnız ben şehir dışındayım, tablet geri döner" diyorum ama bir yandan da ne yapacağım yahu ben tableti diye düşünüyorum. İlla da vereceğiz kampanyaya dahil diyorlar sonunda tableti dönüş tarihime göndermeye karar verdiler. Kapattık telefonu ama içime sinmeyen bir şey var. Bana bir numara çekiliyor ama hayırlısı dedim, sonra şeytan dürttü oğlumu aradım. "Böyle numaralar çekiyorlar, o tablet paralı olabilir, kampanya bitimi geri alabilirler, sen bir müşteri temsilcisini ara" dedi. Telefon rehberine bakınca o "Superonline" ibaresinin Antalya bayisine ait olduğunu gördüm. Merkez müşteri temsilcisini aradım, 7-8 dakika kadar reklam dinledikten sonra bağlandım. Derdimi anlattım ve tabletli kampanyanın 200 lira olduğunu da öğrendim. Buyrun bakın kandırmacaya, ne öncesinde, ne sonrasında tablet bilgilendirmesi yapılmıyor, fiyat söylenmiyor ve karşı taraf enayi yerine konuyor ki prim alabilsinler. Merkeze iptal notu düşürdüm, yarın da Antalya'yı arayıp verip veriştireceğim. Biz bu ülkede kime, neye güveneceğiz, işler hep böyle aldatmaca ile mi yürüyecek? Umarım iptal gerçekleşir, beni daha fazla uğraştırmaz. Sizlerin de aklında bulunsun bu oyuna gelmeyin...

Hala sinirim geçmiş değil ama konuyu değiştireyim. Bugün uzun bir süre kuruyan naneleri ayıklayıp ovuşturmakla geçti zaman, bittiğinde belim ağrımıştı. Onca naneden bir küçük buzdolabı poşeti kadar oldu. Dışardan ne idüğü belirsiz nane almaktan iyidir yine de. Sonrasında gidip saçımı kestirdim, epeydir ihmal ediyordum, iyice uzamış ve sıcakta rahatsız ediyordu. Superonline maceralı saç kesiminin ardından Kurtuluş Parkı'nda yürüyüş yapmaya gittik, yürüyüş de Superonline maceralı oldu haliyle 😀 

Storytel'e uzun zaman mesafeli durmuştum, "kitap dinlenir mi, okunur" şeklinde bir sabit fikre sahiptim. Yanılmışım ve de geç kalmışım. Öyle güzel dinleniyor ki, para verip almayacağım kitapları güzel güzel dinliyorum. Üstelik yemek yapmak, mutfak toparlamak, mesela nane ayıklamak, tablette şeker patlatmak falan gibi işlere şahane eşlikçi oluyor. Bir süredir Teoman'ın kitabı "FasaFiso"yu dinliyordum ama çocukluğu geçtikten sonrası fazla havai geldi sıkıldım, Maison Currey'in "Günlük Ritüeller"ine geçiş yaptım, pek keyifli. Ünlülerin alışkanlıklarını, ritüellerini anlatıyor. Ve bugün de çok keyifli bir başka kitaba başladım kız kardeşin önerisi üzerine: "Sesini Biraz Açabilir miyim?/Serbülent Şengün". İletişim Yayınları'ndan çıkmış, tavsiye ederim. Mubi bu aralar Tilda Swinton filmlerini izlemeye açıyor. Dün arka arkaya bir kısa, bir belgesel tarzı filmini izledim. İlki, kısa olan "Caprice" ve Tilda'nın çok genç hali, o kadar şirin ki. Diğeri "Görünmez Çerçeve", Tilda bisikletle Berlin'i dolaşıyor bu filmde de.

Hep dinleyip izlemiyorum tabii ki, ardarda okuyorum da, evvelsi gün başladığım "Miras" kitabını dün akşam bitirdim ve bugün Gölün Sırrı"na başladım. "Miras" nefis bir kitap, Miguel Bonnefoy yazmış ama yazarı bilmeden okusanız Isabel Allende sanabilirsiniz, Allende hayranları bu nedenle daha çok sevecektir. 

Neyse sinirli başlayan bu yazıyı gülümseterek bitireyim, sanırım levhayı bir Trakyalı dikmiş 😀



22 Ağustos 2022 Pazartesi

HİKAYESİ OLAN OBJELER 3 / 21 AĞUSTOS


Az evvel sevgili Ekmekçi Kız'ın blogunda yine hikayesi olan bir obje gördüm ve misafir odalarındaki büfelerden bahseden bir yazı okudum, aklıma anneannem geliverdi. Onun büfesini anlatmak niyetiyle oturdum klavyenin başına ve yukarıdaki fotoğrafı da "Hikayesi Olan Obje" olarak ekledim: Anneannemin fotoğraf albümü. Eski terbiyeyle yetişmiş, bazı konularda hayli muhafazakar, 7 yaşından itibaren namaza, oruca başlamış mütedeyyin bir kadındı ama hayatın zevklerinden de hiç vaz geçmezdi. Güzel yemekler yemek, sinemaya, tiyatroya, seyahatlere gitmek, eş-dost gezmeleri yapmak, hele de denize girmek en sevdiği şeylerdi. Alışmış olduğu bazı incelikler vardı, neredeyse ölene kadar yerine getirdi, mesela bayramlarda, yılbaşlarında eşe-dosta kart yollamak, çekilen fotoğrafları kendi yerleştiremese de başımda boza pişirip "Oh gözel gızım, hadi şunları bi koyuver albüme" ile başlayıp, nazlanma sürem uzarsa "Köpek suratlı" ile devam eden ittirmelerle bana hallettirmek, gelen mektuplara cevap yazdırmak (okuması yazması yoktu ne yazık ki), ütü yapan birini gördü mü mutlaka eşarbını ütületmek gibi. Bu albüm yıllarca o salonun demirbaşı gibi küçük büfesinin dolaplarından birinde durdu. Arada bakmak için elimize alırsak, hemen başımıza dikilir, "Yırtman ha!" derdi. Eşyaları çok kıymetliydi, öyle her yerini kurcalayamazdık, buzdolabı da dahil, su almak için bile açsak, "Ne istiyon, ben vereyim" diye arkamızdan yanaşırdı. Bu albüm de ölümünden sonra annemlerin evine transfer oldu, artan sayfalara başka fotoğraflar eklendi ama ne zaman kapağındaki bakır Kız Kulesi rölyefini ve sayfalar arasındaki fotoğrafları koruyan örümcek ağı desenli ince kağıdı görsem kendimi anneannemin evinde hissederim. 

Taşındığı 1960 yılından 1994'teki ölümüne kadar oturduğu 4. kattaki, balkonunun önünde upuzun bir kavak salınan, panoramik Yenimahalle manzaralı, esintili, nohut oda, bakla sofa evini çok severdi. Hatta ölümünden kısa bir süre önce "evleri müteahhit istiyormuş" söylentisi çıkınca neredeyse üzüntüden kalp krizi geçirecekti. Aslında salonundaki tüm eşyalar zamanında çok kısa bir süre birlikte oturduğu büyük dayımın aldığı eşyalardı ama ev kendisine kalınca eşyaları da en az ev kadar benimsemişti. Salonun koltukları ara ara değişirdi, dayımlar kendi eşyalarını yeniledikçe eskileri anneanneme paslarlardı. Değişmeyen tek şey yerdeki Niğde menşeli kök boyalı Taşpınar halıları ile küçük bir büfeydi. Çocukken en sevdiğim şey anneannemin büfesini yerleştirmekti, nasılsa kızmaz, memnuniyetle izin verirdi, ben de her tabak çanağı ayrı ayrı inceleyerek, her birine bir öykü uydurararak düzenlerdim. Büfenin üstünde "Perfecta" marka kocaman bir radyo dururdu. Fildişi rengi, kenarları tırtıklı, kocaman açma kapama ve istasyon düğmeleri vardı, o kadar çok el değmişti ki üstlerine tırtıklı kısımları kararmıştı artık. İstasyonların işaretlendiği cam ekranın yan tarafında delikli, dalgalı metal bir kısım vardı. Kocamanlığından dolayı babam adını "Mısır makinesi" takmıştı ama anneannem radyosuyla gurur duyardı, özellik "Acans"ı ve Cuma akşamları "Din ahlak" sohbetlerini hiç kaçırmazdı. 

Büfenin üst kısmı camekanlı idi, içinde misafirlik çay bardakları, orta kısmına oturan yelpazeli bir leydi ve ona doğru eğilmiş bir lordun resmedildiği kemik rengi pasta tabakları, komşu Jale Abla'nın hediyesi sarı seramikten kalın bir kahve fincanı ve anneannemin bayıldığı, İzmir'e her gidene sipariş ettiği, süslü şişeleri ve koyu sarı rengiyle çeşit çeşit Altın Damla Kolonyası. Bugüne kadar deneyimlediğim en ağır koku, ağızları kapalıyken bile başımı ağrıtırdı. 

Görsel: Buradan

En sade şişe buydu ama anneannemde çeşit çeşit değişik modellerde şişeler vardı, adeta koleksiyon. Birini bile alıp saklamak aklımıza gelmemiş niyeyse, muhtemelen kokusunu sevmediğimizden, şimdilerde müzayedelerde satılıyor, zengin olurduk belki 😃.

Alttaki kapaklı bölümü açtığınızda ise kucağınıza bu albüm dışında yığınla evrak, dosya, kitap, defter vs düşerdi. Evrakları bir kenara iter, dayımlardan kalmış kitapları ve defterleri ince ince kurcalardım. "Sıra Sende Yosma" isimli bir polisiye en çok ilgimi çekendi, her seferinde okumak için eve götürmeye niyetlenir, babamın muhalefeti nedeniyle muvaffak olamazdım:


Babamın muhalefeti kapak resminden kaynaklıydı muhtemelen, oysa kendisi "Lemmi Kovşun'un son macerası" olan bir polisiye idi efenim 😂 Ve ben yıllar sonra bu kitabı İstanbul'da "Sahaf Festivali"nde bulup aldım, babama çaktırmayın diyeceğim ama babam da gitti sonsuzluğa 😀 

İlgimi çeken bir başka kitap siyah kapaklı, üzerinde pembe bir gül resmi olan minik bir şiir kitabı idi. İsmi "Pembegül'den Damlalar". Dayımın ilk nişanlısının Pembegül isimli rahmetli annesi şiir yazarmış, kitap onun şiirlerini içeriyordu. Birkaçını okur bırakırdım. Yine kimbilir kimlerden kalma, öznesi dayılarım olan hatıra defterleri, mektuplar, kartlar çıkardı o yığından, atmak isterdim ama anneannem kesinlikle karşı çıkar tekrar yerine koydururdu. Ali Baba'nın hazine sandığını deşmek gibiydi anneannemin büfesini yerleştirmek. 

Vefat ettiğinde ben Antalya'daydım, ev boşaltıldığında da, kimbilir ne oldu o eşyalar. Fotoğraftaki albüm, birkaç parça hatıra eşya, giysi elde kalan. Sahipleri gittikten sonra onlar da ancak hüzün veriyor. Tüm gidenlere selam olsun...

17 Ağustos 2022 Çarşamba

BALKONDA SEYRAN / 17 AĞUSTOS

On dakika kadar balkonda seyran eyledim sabah saatlerinde, on öyküye çıkacak kadar malzeme topladım. En önemlisi geçen yıldan bu yana gece ağlayıp gündüz kesintisiz havlayan karşıdaki yurdun köpeklerini dünya gözüyle ilk kez gördüm. Ben köpek cinslerinden pek anlamam ama hayli iri kıyım olduklarını söyleyebilirim, önceleri tek sanıyordum ama birbirlerine yaptıkları hav hav vokalinden iki olduklarını birkaç gün önce çözmüştüm. Nitekim 13-14 yaşlarında kavruk bir oğlan çocuğu bir tanesini zincirinden çekiştirerek dışarı çıkarınca şaşırdım, birisi şikayet mi etti, akıl mı verdi bilmiyorum. Hayvan deli gibi zıplıyor, zinciri dişliyorken diğeri de parmaklığa hücum etti, "Niye beni de götürmüyorsunuz?" der gibiydi. Ne yazık ki özgürlük çok kısa sürdü, akabinde yine yüksek parmaklıklı bahçeye tıkıldılar. Tesadüf ya tam o sırada kayışından tuttuğu benzer bir köpekle genç bir kız yürüyordu kaldırımdan. İki köpek benzerlerini görünce yıldırım gibi bahçe duvarına atıldılar, havlama kıyamet. Beriki durur mu, o da onlara atıldı. Bir kargaşa, bağırış çağırış. Kızcağız zor bela uzaklaştırmıştı ki kendi köpeğini, elinden kurtulup diğerlerinin yanına hamle etti. Kakafonik üçlü bir havlamadan sonra-kimbilir neler diyorlardı-çekiştire çekiştire götürüldü 3. köpek, diğerleri arkasından bakakaldılar. 

Köpeklerin gösterisi biterken üstü başı temiz pak, uzun pardesülü, siyah eşarplı orta yaşlı bir kadın bizim kaldırımdaki çöp konteynerine yanaştı. Deşti de deşti içindekileri, uygun bir şey bulamadı anlaşılan vazgeçti. "Hiç ummadığın insanlar çöpte bir şeyler arıyor, ne hale geldik" diye düşünürken bu defa tam karşı kaldırımdaki konteynerin yanında biri durdu. Seyrelmiş uzun, kır saçlarını at kuyruğu yapmış, kolları dövmeli, spor giyimli, sırt çantalı bir adam. Çöp karıştıracağına ihtimal vermeyeceğiniz bir görüntüsü var, uzun uzun inceledi içindekileri. Poşetleri teker teker yırttı, uygun bulduğu her şeyi yanındaki çantaya aktardı; metal içecek kutuları, birtakım kağıtlar, defterler, ne olduğunu seçemediğim ufak-tefek malzemeler. Sonra yürüdü gitti, daha o ayrılmadan bu defa gerçek bir kağıt toplayıcı yanaştı uyduruk arabasıyla, lakin adam ona bir şey bırakmamıştı, eli boş ayrıldı. 

Vızır vızır geçen araçlar, araçların arasından slalom yapan motosikletli kuryeler, neredeyse yarısı telefon kurcalayarak yürüyen insanlar, kapı önü sohbeti yapan esnaflar, yazın en sıcak gününde bile takım elbisesi, yeleği ve kravatıyla bitkilerinin arasında oturan çiçekçi, köpek gezdirenler, çocuk arabası sürenler derken sıkıldım. Balkon biberlerine çevirdim bakışlarımı. Antalya'dan geldiğimiz gün diktiğimiz fideler Ankara'ya bir türlü yaz gelemediği için uzun süre güdük ve çiçeksiz kaldılar. Ne zamanki havalar ısınıp güneş yüzünü gösterdi açılıp serpildiler. Bir kısmı kıl, bir kısmı çıtır köy biberi çıktı fidelerin. Her gün 8-10 tane topluyoruz aşağıdaki saksılardan:

Balkonu  elinde pazardan aldığı nane poşetleriyle eve yaklaşan Kocam Bey'i görünce terk ettim. Şimdi nane zamanıdır, kurutalım, kullanalım. Geçen gün mecburiyetten marketten aldığım nane naneden başka her şeye benziyordu. Şu an bir yandan ağrıyan dizlerimi ovarken bir yandan evi saran nane kokusunu soluyorum, ağrı vız geliyor. Bu protezler metal olduğundan sıcakta genleşiyor, soğukta büzüşüyor, rutubette kıpraşıyor, velhasıl hiçbir hava durumu onları mutlu etmiyor. Büyükannelerimiz derlerdi ya "Ah yavrum, dizim çok ağrıyor, yağmur yağacak", hah tıpkı öyle 😀Meteoroloji uzmanı dizler. Yine de hiçbir metal topuz Cevriye'yle Tevriye'nin bana yaşattıklarını yaşatamaz. O rezilleri defettim ya başımdan bu ağrılar bana sinek ısırığı kadar bile gelmez.

Geçen posttan bu yana "6 Numaralı Kompartıman" isimli Fin yapımı bir film ile yine Tilda Swinton'dan (bu filmde çok çarpıcı görünüyordu, o upuzun incecik yapısına ve neredeyse renksiz denecek yüzüne rağmen) "A Bigger Splash/Sen Benimsin"i Mubi'de izledim. Bir de Netflix'de ne tür bir şey olduğunu çözemediğim "Gönül" isimli bir yerli film. Eğlenceli bir vakit geçirmelik, gerisi hava cıva. "Sinekkuşu"nu okuyup bitirdim ve ne zamandır okunmayı bekleyen 838 sayfalık "Nazlı Kar"a başladım. Düşündüğümün aksine çok rahat ilerliyor, 2. günde 350 sayfaya ulaştım bile, bugün 500'ü bulurum, hafta sonuna da biter diye düşünüyorum. 

Dün Kurtuluş Parkı'nda bir yürüyüş yaptık, pazartesi yağan korkunç yağmurdan dolayı her yer dal, yaprak olmuş. Yürüyüş yolu yapraklar, akasya çiçekleri, kırık dallarla doluydu, ayakkabılarımızın altına yapışıp bizimle eve geldi bir kısmı. Yağmur berbattı, Antalya'da alışkınız böyle yağmurlara ama Ankara için biraz acaipti doğrusu. Bir anda fırtına, yağmur, sel, göz gözü görmez oldu. Ağaçlar kırılıp araçların üstüne düşmüş caddenin ilerisinde, ölenler var okumuşsunuzdur. Çok üzücü idi. Umarım bu sondur artık. Bu yaz saçma sapan bir yaz oldu. 

Epeyce uzattım, ben gideyim yıkanması biten naneleri sereyim de bir an evvel kurusunlar...

12 Ağustos 2022 Cuma

HİKAYESİ OLAN OBJELER 2 / 12 AĞUSTOS

Geçenlerde Buraneros'un blogunda öyküsünü anlattığı likör sürahisinden hareketle "Hikayesi Olan Objeler" diye bir seri başlatalım istemiştim. Gelgelelim kendi evimde olmadığımı unutmuşum, Ankara'daki aile evinde de maşallah bir şey bırakmamış, hoşuma giden ne varsa taşımışım Antalya'ya. Bula bula bir fincan bulmuş, onu anlatmıştım. Dün bir nevi depo gibi kullandığımız, ortalıkta olmasını istemediğimiz her şeyi tıkıştırdığımız odaya girince gözüme ilişiverdi, "Aaa ben bunu niye unutmuşum?" dedim ve işte hikayesi olan bir obje çıktı ortaya:

Eminim ki pek çoğunuzun evinde bir zamanlar Paşabahçe'nin Murano Cam adıyla satışa sunduğu bu objelerden mevcuttur. 70'li yılların gözde ve moda tasarımlarındandı, oldukça da fiyatlı idi. Hayli ağır ve kalın camlardı, üfleme ile şekillendiriliyordu muhtemelen, o yüzden pahalıydı. Dekorasyon objelerine çok meraklı olmama rağmen bunları hiç sevemedim. Kaba ve hantal gelirdi bana. Yukarıdaki objenin yanı sıra botokslanmış dudaklara benzeyen sarımsı kül tablaları, uçları dilim dilim kocaman çanaklar, boğaz kısmından eriyip akacakmış gibi duran uzun boyunlu vazolar evleri süslerdi. 

70'lerin başında 13 yıldır oturduğumuz Yenimahalle'deki kira evinden-halen yazları geldiğimiz-kendi evimize taşınmıştık. İki yıl önceden alınmış olmasına rağmen benim liseyi bitirmem beklendiğinden o süreç boyunca oturan kiracı çıkarılmış, badana-boya ve bir takım tadilatlar yapılmış, yeni eşyalar ve perdeler alınmış, sonunda bir Eylül günü komşuların ağlamaklı vedalarıyla yolcu edilmiştik yeni semtimize ve evimize. Annem bir yandan çok sevdiği eski komşularını anarak ağlıyor, bir yandan da hevesle yepisyeni evini yerleştiriyordu. Derken ziyaretler  başlıyor, eski komşular, yeni komşular, eş-dost, akrabalar "Güle güle oturun"a gelip kendi çaplarında hediyeler getiriyorlardı. Bir gün amcam çıktı geldi yaşadığı şehirden. Elinde ev hediyesi koca bir paketle. Alırken neredeyse düşürecektim ağırlığından. Merakla açılmasını bekledik, annem açtı ve yüzünde bir hayal kırıklığı ifadesi belirdi. Çaktırmamaya çalışarak teşekkür edip, "Ne güzelmiş" mealinde bir şeyler söyledi, bir yandan da gözleriyle bana "Bu ne ola ki?" anlamında mesajlar yolluyordu. Bunun ne olduğuna aradan geçen neredeyse 50 yıla rağmen ben hala emin değilim. Sigaralık? Şekerlik? Çerezlik? O zamanlar sigara sağlığa zararlı değildi, kapalı mekanlarda, ev içlerinde, lokantalarda, bebeklerin, çocukların yanında rahatça içilir, hatta gelen misafirlere ikram için mutlaka orta sehpasının üstünde çeşitli markalardan birkaç paket sigara bulundurulurdu. Biz de bu arkadaşı sigaralık olarak kullanmaya karar verdik. Bir müddet tütün koktu. Lakin amcam normal şartlarda gidip böyle bir hediye seçecek adam değildi, daha fonksiyonel hediyeler tercih ederdi. Sohbet esnasında bunu büyük halamın tavsiyesiyle aldığını öğrendik. Halam sanırım çok beğenmişti ve kendince jest yapıp amcama bir dünya paraya mal olan bu işe yaramaz, hantal şeyi aile evimize dahil etmişti. 

Sigara sağlığa zararlı hale geldikten sonra bu kendi çirkin, rengi güzel hantal şey kâh sehpanın, kâh büfenin, kâh masanın, kâh bir zamanlar her evin olmazsa olmazı kitaplıklı çekyatın raflarının üstünde gezindi durdu. İçine bazen para, bazen anahtar, bazen nereye konulacağı bilinmeyen ufak tefek zımbırtılar (babamın çivileri, vidaları, düğmeler vs) kondu. O dört çukur odacık içerlek olduğundan çok fazla toz tutuyordu ve annemi sinir ediyordu. Gelgelelim evin içine zamanla girip bir şekilde ortadan kaybolan onca objeye rağmen bulunduğu mekana adeta vantuzlarıyla tutunup yok olmadı. En sonunda ev benim kullanımıma kalınca en az girip çıktığımız odaya, gözümün görmeyeceği bir yere kaldırdım. Biz kıymetini bilemedik ama meraklısı da çok olabilir. Yine de ayağınıza düşerse kırabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmakta fayda var 😀

10 Ağustos 2022 Çarşamba

ORDAN, BURDAN, ŞURDAN / 10 AĞUSTOS

Koşturarak başladığım Ağustos ayının ikinci haftasında oturdum kaldım. Anneannem olsa "Çok koşan çabuk yorulur" derdi. Sıcak bir yandan, Covid'le yaşadığımız iki aylık balayının sona ermesi bir yandan, memleket halleri bir yandan insanda gülümseyecek hal kalmıyor. Ben de kendimi film ve dizilere vurdum birkaç gün. 4 ciltlik Napoli romanlarının diziye uyarlanmış halinin 3. Sezonunu izledim. Lenu ve Lila büyüdüler, çocuk sahibi oldular, bir sürü şey yaşadılar, zaten biliyordum bunları ama  kitaba son derece sadık kalarak çekildiği, karakterler ve mekanlar çok iyi seçildiği için keyifle izledim. 4. Sezonu da iple çekiyorum. Sonra Antalya'da başlayıp ilk bölümünü izledikten sonra unuttuğum bir dizi geldi aklıma, GAİN'de yayınlanıyordu, Duygu Asena'nın bir romanından uyarlanmış: "Aslında Özgürsün". Aslında ne oyuncuları, ne de diziyi sevdim ama Duygu Asena'nın hatrına dişimi sıkıp bitirdim bölümleri. Bir sürü dijital mecraya üyeyim, yine de dönüp dolaşıp Netflix ve Mubi'ye takılıyorum. Verdiğim paraya yazık. Amazon Prime'ın kaç aydır yüzüne bakmadım mesela, BluTV dersen keza. GAİN'i de nihayet hatırladım. Bitsin süre, devam etmeyeceğim. 

Filmlere gelince, Ağustos ayının ilk filmi Tilda Swinton sevgimle MUBİ'de yayınlandığı gün başına konuşlandığım "Memoria" oldu. Kendisi Cannes'den ödüllü imiş efenim. Cannes'deki bu yarışma sanırım yılın en sıcak günlerinde yapılıyor, jüri üyeleri de oh klimalı salona yayılıp her sekansı on yüz milyon bin dakika sürdüğü için uzadıkça uzayan filme serin serin ödül veriyorlar 😀 Film başladı, çok geçmeden otoparktaki arabaların alarmları çalmaya başladı, alarm bu çalar tabii ki, çalsın diye takılmış zaten. Ama kardeşim gerçek hayattaki alarmın çalma süresi boyunca çalmak zorunda mı? Zır zır zır, susmuyorlar, koro halinde ötüyorlar. Kalktım mutfağa gidip su aldım, döndüğümde hala çalıyorlardı. "A-ha" dedim, "tipik festival filmi, haydi kolay gele". Neyse efenim hastanede yatan kardeşini ziyaret için Kolombiya'ya gelen esas kızımız orkideci Tilda duyduğu sesin kaynağını, sebebini, ne olduğunu araştırmak için girişimlerde bulunmaktadır, hem ziyaret, hem ticaret yanisi. Bir ara şehir meydanına geldi ve bir banka oturdu. Kadın oturdu kalkmaz, ööyle oturup hülyalı hülyalı ufka bakıyor. Gittim ojemi aldım, her iki elime de iki kat sürdüm, kadın hala oturuyor yeminle. Ekranı dürttüm kalksın diye oralı olmadı. Ojelerim kurumuştu ki kalkmaya karar verdi, oh şükür. Bir başka böyle gerçek zaman tamamlamalı sahnede de ayak tırnaklarımı kestim söylemesi ayıp. Benim dizler protez olduğundan bu tarz işleri çok zor yapıyorum, hem zahmetli, hem uzun sürüyor. Ankara'da yakınlarda bir pedikürcü ayarlayamadığım için de iş başa düşüyor. Eğile büküle neredeyse 10 dakikada hallettim, sahne hala aynı, e ama ayıptır yahu. Seyirciye de yazık. Sonra efendim bir sahnede Tilda'nın muhabbet ettiği adam uyudu. Uyusun tabii de uyansa da olur hani. Adam uyudu, kıpırdamıyor. Laptop dondu galiba dedim, orasını burasını kurcaladım, yok laptop sağlam adam uyuyor. Yönetmen kıyamadı galiba, yazık uyusun film bitince uyandırırız dedi. Hasılı kelam film bitti ben de bitti, bir şeyler vardı filmde ama uzatmalara odaklanmaktan ne olduğunu anlayamadık 😀 Laf aramızda Tilda da mezardan çıkıp gelmiş gibiydi:


"Memoria" dışında yine Mubi'de "Hayat Boyu" isimli 2013 yapımı bir yerli film, bir de 1999 yapımı Tayfun Pirselimoğlu imzalı, Ahmet Uğurlu'nun başrolünü oynadığı "Dayım" isimli bir kısa film izledim. 

Dün yine ameliyat sonrası göz kontrolü vardı Kocam Bey'in. Sabahın köründe yola düştük ki işimiz bir an önce bitsin ama nerede? Giriş yaptır, görme alanı çektir, doktorun kapısında sıra bekle, muayene yaptır, diğer doktora yönlendiril, diğer doktorun kapısında bekle, sonra bilgi verilmediğini ve boşa beklediğini öğren. Asistan kızın fark etmesiyle sıraya alın, göze damla damlatılsın, bir daha damlatılsın, bir daha damlatılsın. göz bebeği büyüyüp askerlik çağına gelince muayeneye çağrıl, offfff!! Eve geldiğimizde saat 14.00'dü. Neyse ki olumsuz bir durum görülmedi de beklediğimize değdi. Dönerken markete uğrayıp alışveriş yaptık, aldıklarımın arasında barbunya vardı. Geçenlerde yaşadığım bir olayı hatırladım. Bizim caddeyi Kızılay'a bağlayan üst geçidin bitiminde ara sıra alışveriş yaptığımız bir manav var. Bir seferinde "Barbunya var mı?" diye soracak oldum, adam patladı adeta. "Yok" dedi, "yok". Buraya kadar anladık, yokmuş. Ama o devam etti: "Toptancıyım ben". Toptancı barbunya bulundurmaz mı, yasak mı, ayrıca toptancıysan şimdiye kadar aldıklarımız toptan alışveriş miydi? Fikirlerimi kendime sakladım haliyle, "Peki" deyip yoluma gidecektim ki uzattı: "Yok, satmıyom ben, pazara git. Cumartesi günü pazar var oraya git". Fesuphanallah, cümle arızaları çeken bir paratonerim ben. Ekonomik kriz adamın başına vurmuş anlaşılan çatacak yer arıyor. Yol üstü önünde durup elimde barbunyayla "Barbunya var mı?" diye sormamak için kendimi zor tuttum 😀

Barbunyayı aldım ama pişirmedim, sadece ayıkladım. Onun yerine kısır yaptım. Kısırı yaparken Spotify'da Zeki Müren'den şarkılar dinledim. Böyle bir ses bir daha gelmez herhalde, zaten Türk Sanat Müziği dinleyen de pek kalmadı. Dinledikçe çocukluğumda ve ilk gençliğimde gittiğimiz gazinolar geldi aklıma, şimdiki zamanla kıyaslayıp hüzünlendim biraz. Neyse gazino zamanlarını başka bir yazıda anlatayım, zira çok uzadı. Filmli, dizili, şarkılı, türkülü ve barbunyalı günler dilerim efendim 😀

3 Ağustos 2022 Çarşamba

KOŞTUR LEYLAK KOŞTUR, YÜRÜ LEYLAK YÜRÜ / 3 AĞUSTOS

Paldır küldür geçen bir günün sonundan bildiriyorum. Esasen dün öğleden sonra başladı faaliyet. Daha önce de yazmıştım, aşının hatırlatma dozunu mümkün olduğu kadar geciktirmek niyetindeydim, lakin yakın çevremden aldığım onlarca Covid haberi ve hastaneye ağzını burnunu açarak girenleri, her gün caddeden geçen dolmuştaki maskesizleri görünce fikrimi değiştirdim. Dün Hacettepe Hastanesi'nde randevumuz vardı. Bir saat kala yola düştük, eve yakın sayılır hastane, yürümeye karar verdik. Yolda Bilgeveannesi telefonla aradı ve güneş altında yürüdüğümüz için biraz sitem etti, "Antalyalı olduğumuzu unutuyorsun" dedim, gülüştük. Ah benim canım arkadaşım, hep kollar beni. 

Aşı merkezini ulaşılabilecek en uzak yerde düzenlemişler, güneşin altında yokuşu tırmandık terleye terleye, hastaneler fena izdiham. Aşı yapılan yerdeki kalabalığı görünce ödüm koptu sıra bekleyeceğiz diye, meğer o kalabalık merkezin önündeki polikliniğe aitmiş. Aşı yaptıran bir bizmişiz. Odada iri kıyım bir adama tetanos aşısı yapılıyordu, onun bitmesini bekledik, sonra da 6. çipimizi taktırdık. 15 dakika bekleyin dediler ama o uyarıyı baştan beri hiç kâle almamış çipçiler olarak yolumuza devam ettik, buraya kadar geldik, bari Hamamönü'e gidelim dedik. Hamamönü de sıcaktı ama en azından ağaçlar gölge yapıyordu. Tenha ve gölgelik bir cafeye yerleşip kahve istedik. "Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül dinlenmek ister, kahve bahane" diye şiirim geldi. Şu aşağıdaki, Tacettin Camii ve Mehmet Akif'in de yaşadığı Tacettin Dergahı'nın tam karşısında olana:

Kahvemizi höpürdetip yeterince dinlendiğimize kanaat getirince kalktık ve kaldığımız yerden yürüyüşe devam ettik. Yolun büyük bölümü Kurtuluş Parkı'nın içinden geçiyordu, bu yüzden kendimizi mes'ud hissettik 😋 Hazır parka girmişken bari tartan pistte iki tur atalım dedik ve başladık tempolu yürümeye, sanki aşılanan ve güneşte yürüyüp yorulan biz değilmişiz gibi:

Kahramanlık eve kadar sürdü, ev kılığına girip dezenfeksiyonumuzu da yapınca attık kendimizi kanepelere. Aşı bu defa ufaktan kol ağrısı dışında bir sıkıntı yaratmadı, acaba su mu enjekte ettiler 😀 Her neyse onun da plasebo etkisi vardır 😀

Gece yattıktan kısa bir süre sonra dışardan bir çarpma sesi, ardından bağırış çığırış, koşuşturmalar gelince balkonlara attık mahallecek kendimizi. Bizim cadde sürekli vukuat çıkarır. En sakin zamanında sürücüler birbirine bağırır, arabalar kaza yapar, motorlu kuryeler patpatlar, düğün konvoyları ortalığı velveleye verir. Sık sık polis çevirme yapar, siren sesleri, telsiz sesleri uyutmaz insanı. Bu defa bir kadın sürücü arabasıyla kaldırımdaki küçük trafoya çarpıp devirmiş, kaldırım taşları parçalanmış ve arabadan dumanlar yükselmeye başlamış. Birkaç kişi elinde yangın söndürme cihazlarıyla arabaya köpük sıktılar. Sürücü kadını bizim apartmanın önünde yere yatırmışlar, kadın şokta. Bir yandan da "Arabam, arabam" diye sızlanıyor. Atleti ve cıbıklı picamasıyla sokağa fırlamış göbekli amcanın biri de onu teselli ediyor sözde: "Canını kurtardığına şükret, mal önemli mi?", Yav önemli tabii, kaskosu da yoksa neylesin kadıncağız, arabada epey hasar var. Trafoda epey hasar var, onu da ödetirler kesin. Bu arada çarpma yüzünden bizim sıradaki apartmanların elektrikleri gitti. Derken iki tane koskoca itfaiye aracı geldi, olay yerine şerit çekildi. Ardından na-ni na-ni ambulans. derken polis arabası, tam bir curcunaya döndü ortalık. Kadıncağız ambulansa alındı, itfaiye araba için çekici istedi derken daha fazla dayanamadım gidip yattım. Neredeyse sabah olacaktı zaten. Sabaha karşı araç çekilmiş, trafo tamir edilmiş, elektrikler de gelmişti. 

Bugün yine hastane, banka dolaştık durduk. Eşimin göz kontrolü vardı, ardından artan promosyonlardan nasiplenmek için bankaya uğradık, bir-iki alışveriş yaptık ve eve kendimizi dar attık. Öyle bir uyumuşum ki kendime zor geldim. Bu günü de böyle geçirdik bakalım, gerisine ya kısmet. Ağustos hızlı başladı 😀

2 Ağustos 2022 Salı

BABAM İÇİN / 2 AĞUSTOS

Bu dünyadan bir Naim Bey geçti. Bugün gideli tam bir yıl oluyor...

Anadolu'nun tam ortasında, kışların çok soğuk geçtiği bir bozkır kasabasında, 6 çocuğun ikincisi olarak dünyaya geldiğinde Cumhuriyet 9 yaşına basmak üzereymiş. Daha yeni yürümeye başladığında dizanteri olmuş, hurafelere tapan komşuların "su vermeyin, hastalık azar" lafına bakan aile günlerce susuz bırakmış. Dehidrasyon yüzünden bitap düştüğünde toprak testinin üstündeki damlaları yalayınca "Nasılsa ölecek" diye acıyıp su vermeselermiş ömrü neredeyse başlamadan bitecekmiş. 

O küçük kasabada ailesi için istasyonu gören bir tepenin eteğinde ev yapan demiryolcu babası hayatı boyunca gamdan azade yaşasa da ufku açık bir adammış, 6 çocuğunu da olanakları ölçüsünde okutmuş. 

Ablasıyla birlikte okula başlasınlar diye yaşını büyütmek için mahkemeye başvurduğunda babası, zabıt katibi daktilo ile tıkırdarken o tıktıklarla büyüdüğünü sanmış.

Arada haylazlığı ihmal etmemiş, bir iddia uğruna trenin altına, rayların arasına yatıp üzerinden geçmesini beklemiş, haber alan babasından sıkı bir dayak yemiş. 

İlkokul sonrasında yaşadığı yerde üst eğitim kurumu olmayınca Naim Bey Kayseri Ortaokulu'na yatılı yollanmış. Harçlığı postada geciktiği için alamadığı spor ayakkabı Okul-Aile Birliği tarafından karşılanmak istenince şiddetle karşı çıkmış, o kadar onuruna dokunmuş ki, öğretmenin her seferinde uyarması hilafına Beden Eğitimi derslerine harçlığı gelene kadar çıplak ayakla katılmış. 

Yaz tatillerinde demiryolcu baba hem hayatı öğrensin, hem de harçlığını çıkarıp aile bütçesine katkıda bulunsun diye yapımı süren E5 karayolu inşaatına yollamış, gidiş o gidiş, dönene kadar ne arayan, ne soran olmuş neredeyse üç ay boyunca. Naim Bey bu ihmali hayatı boyunca unutamamış, bir çadırda, yaz sıcağında, toz toprak içinde, kendinden çok büyük işçilerle geçirdiği o süreyi "Kader yaşımda koca insanların arasına atıp bir kere bile arayıp sormadılar, başıma neler gelirdi, yine şansım varmış" diye ömür boyu sitemle anmış.

Ortaokul bitince amca oğlunun da okuduğu Sağlık Koleji'ne kayıt olmak için İstanbul'a gitmiş,  yine yatılı olarak dört yıl boyunca öğrenim görmüş. Artık genç bir adammış, o yıllarını hep güzel anmış. Aç kaldıkları bir gün okul mutfağından ekmek aldıklarını fark eden aşçının şikayetiyle disiplin kuruluna gitmişler topluca, yönetmelikteki "Kazgandan hot be hot yemek aşırıp yemekten" diye başlayan madde nedeniyle uyarı cezası almışlar. Bu olay yıllarca aile arasında espri konusu olmuş. 

Mezuniyet sonrası genç bir sağlık memuru olarak Emirdağ'a tayin olmuş. Ardından askerlik, İstanbul'da Rami Kışlası'nda yedek subay. Bir izin gününde Ankara'ya gidip babasının tavsiyesiyle asker arkadaşının kızını görmüş, annemi yani. Kız pervasız, "Hoş geldin abi" dedikten sonra yandaki odada bekleyen dikişine dönmüş. Lakin Naim Bey kızı gözüne kestirmiş. Babalar zaten razı, sözdü, nişandı derken askerlik bitmiş, düğün yapılmış. Bu arada Naim Bey'in Meriç'e tayini çıkmış. O elektriksiz, susuz sınır kasabasında çok güzel dostluklar kurup, hoş hatıralar ve 1,5 yaşında bir bebekle yeni tayin yerleri Karapınar'a göçmüşler.

Karapınar'da geçen yıllar kayınpederin ağır hastalığı üzerine sona ermiş, kayınvalide yalnız kalmasın diye Ankara'ya tayin istenmiş ve damadını çok seven kayınpeder adeta ölmek için onun gelişini beklemiş, eve girdiği günün akşamı veda etmiş bu dünyaya.

Birlikte yaşanan birkaç yıldan sonra sonunda bahçe içinde, minik bir eve taşınılmış çekirdek aile olarak. Naim Bey ince bıyıkları, dalgalı saçları ve ağzından düşmeyen sigarası ile o minik bahçede şarkılar söylermiş: "Kız sen ne güzelsin, sana gençler tapacaklar". Geceleri geç vakitlere kadar da kayıt olduğu Hukuk Fakültesi'ndeki derslerine çalışırmış. Gel gör ki, evlilik, çalışma hayatı, çocuk yürümemiş bu iş, kaydı silinmiş. "Üssü Mizan" denilen sınıf geçme sistemini ve onu bir puanı esirgeyerek sınıfta bırakan Anayasa Profesörünü hayatı boyunca affetmemiş. Salah Birsel'le aynı kaderi paylaştığından haberi yokmuş tabii ki. 

O küçük evde geçen bir yılın ardından Babil Kulesi misali bir siteye taşınılmış. Kısa sürede tüm komşuların sevgilisi olmuş; kiminin abisi, kiminin kardeşi, kiminin can dostu, kiminin oğlu sıfatında. İğne yapılacağa iğne, tansiyon ölçüleceğe tansiyon hizmeti vermiş, karşılığında sadece gülümseme istemiş. Kimine tavsiye, kimine borç vermiş, kiminin nişan yüzüğünü takmış, kimine nikah şahitliği yapmış. Beraber sofralar kurulmuş, sohbetler edilmiş, birlikte tatillere çıkılmış, bir komün yaşamı içinde mahallenin tadı çıkarılmış. 

Bitmez tükenmez bir yetenek ve merak abidesiymiş. Maketler, resimler yapmış, dikiş dikmiş, çocukken çıraklık ettiği bir ayakkabı tamircisinden öğrendikleriyle ayakkabılar dikip onarmış, her türlü tamiratı yapmış. Salatalarını, turşularını yiyen unutmamış. İçindeki öğrenme aşkı bitmemiş; mektupla teknik resim diploması yetmemiş, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne yazılmış. Tek bir gün aksatmadan, her akşam iş çıkışı fakülteye gidip dört yılda bitirmiş. Yenimahalle'den Yenişehir'e transfer olduklarında kendi elinde üniversite, kızının elinde lise diploması,  eşinin kucağında da bir küçük kız daha varmış. 

Yıllarca her kademesinde emek verdiği Hıfzıssıhha Enstitüsü'nden 12 Eylül fırtınasıyla haksızca emekli edilmiş. Çalışmadan duramayan bünyesine bir hemşerisi derman olmuş, dershanesinin muhasebesini ona emanet etmiş. Artık emeklilik çağına geldiğinde yanlarına okumaya gelen torunu en büyük meşgalesi olmuş.

Eşinin ani ölümü vurmuş en büyük darbeyi, dağılmış gitmiş. Kendini çok sevdiği İzmir'e giderek toparlamış, son zamanlarını keyifle yaşdaşlarının arasında geçirmiş. Neredeyse bebekken bitecek hayatı ona 90 yaşını göstermiş. Son anına kadar aklı başında, iyimser, yardımsever, bonkör olmuş. Kızlarına en büyük nasihati "Hep veren el ol, alan el olma" olmuş. Geçen yıl bu gün çok sevdiği torununun kucağında son istirahat yerine yerleştirilirken eminim ki hissediyorsa mutlu olmuştur. Huzurla uyu babacığım...


1 Ağustos 2022 Pazartesi

TEMMUZ OKUMALARI / 1 AĞUSTOS

Güle güle Temmuz, hoş geldin Ağustos. Ne çabuk da gitti yaz mevsiminin iki ayı, daha karpuz keseceğidik 😀 Sıcaklar bile yeni başlamıştı, anlaşılan mevsim sarkacak, artık Ağustos böcekleri cırlar durur bağlık bahçelik yerlerde, şaşkın karıncalar da kışlık peşinde koşar. Şehirde Ağustos böceği sesi falan yok, onun yerine karşıdaki yurt binasının adeta mahkum muamelesi yaptığı köpeğin havlamalarını dinliyoruz 7/24. Ses var, görüntü yok. İki yıldır o köpeği bir kez bile görmedim, tel örgüyle çevrili, yüksek duvarların ardında minicik bir bahçeye tıkılmış, sabaha kadar ağlayıp akşama kadar havlıyor. Belediyeyi arasak alıp hayvanı barınağa tıkarlar daha fena olur diye elimiz kolumuz bağlı, şu sıcakta hayvana eziyet. 

Ankara Temmuz sonuna kadar yaşattığı sonbahar havasından sonunda vaz geçti, "Alın size sıcak" diyor. Desin bakalım, yaz mevsiminin şanı da sıcaktır, Antalyalı olarak bozkır sıcağına hiç itirazım yok. Nemin ne olduğunu yaşayan bilir ancak. Pandemi atak yapınca, bu aralar hastanelerle haşır neşir olunca tekrar kapattık kendimizi eve. Her yerden Covid haberleri, en son kuzenin hastaneye yattığını duyunca hiç niyetim yokken aldım yine aşı randevusu. O da karaborsa olmuş zaten, zor buldum. Yarın gidip yeni bir çip taktıralım bakalım, deneme tahtasına döndük. 

Uzun yıllardır kendime belirlediğim, daha doğrusu okuma potansiyelimin sınırı olan bir kitap sayısı var. Aylık 10, yıllık 120. Çoğunlukla zorlanmadan bu sayıya erişiyorum, ender olarak 5-10 kitap altında kaldığım, bazen de (geçen yılki ameliyat, pandemi gibi zorunlu kapanma dönemlerinde) daha üstüne ulaştığım oluyor. Böyle durumlarda ekstra kitaplar alıyorum araya. Mesela bu ay 12 kitap okumuşum ve neredeyse Ağustos kotasını da doldurmuşum. İki kitapla 80'e ulaşınca elime neredeyse 5 yıldır kitaplıkta sabırla bekleyen, şişman mı şişman Jun'ichiro Tanizaki'nin "Nazlı Kar"ını alacağım. Beklemekten rengi sararmış garibin, artık vuslat zamanıdır 😃 Ağustos bitmeden biterse ne ala, bitmezse de beis yok.

Gelelim Temmuz ayı kitaplarına:


-Monique Truong'un daha önce "Dilimdeki Acı" kitabını okumuştum ve çok sevmiştim. "Tuzun Kitabı"nın övgüsünü çok duymuş ama baskısı olmadığından okuyamamıştım. Yeni baskıyı görünce hemen edinip okudum. Vietnamlı aşçı Thin Binh'in Vietnam Genel Valisi'nin mutfağından, Paris'e Alice Toklas ve Gertrude Stein'in mutfağına uzanan öyküsünü bu iki kadının yaşamından da kesitlerle okuyorsunuz. Kolay bir kitap değil, öyle su gibi akmıyor ama etkileyici. "Dilimdeki Acı" kadar olmasa da sevdim...

-"Gavur Mahallesi"ni Mıgırdıç Margosyan'ın ölümünden sonra okumak kısmetmiş, huzurla uyusun. Diyarbakır'daki bu mahalleye Silva Özyerli'nin "Amida'nın Sofrası" kitabından aşinaydım zaten. Hatta yanılmıyorsam Margosyan'ın öykülerinden birinde adı geçen Silva da aynı Silva. Öyküler mahallenin henüz şeklinin şemalinin değişmediği, insanların birbirini dinine, ırkına, düşüncesine göre ayırt etmediği, yoksul ama güzel zamanları anlatıyor. Margosyan'ın dili huzur veren bir türkü gibi. Benim gibi okumakta gecikenlerdenseniz daha fazla gecikmeyin derim...

-"Hat Bekçisi Thiel" karanlık bir novella, insanı huzursuz ediyor. Prusya demiryollarında hat bekçisi olarak çalışan Thiel yaşamı boyunca talihsizlerle boğuşacaktır. İlk eşinin doğumda ölümü, geriye kalan oğlu Tobias, huysuz, geçimsiz ikinci eşi, makineleşmenin getirdiği insani sorunlar ve tatsız bir akıbet. İncecik bir kitaba bunca sıkıntı nasıl sığmış derseniz okuyup görün derim...

-"James ve Nora" bu ay okuduğum en sıkıcı kitap oldu. İrlandalı yazar James Joyce ve eşi Nora'nın tanışmalarından itibaren birlikteliklerini anlatan kitabın ilginç olacağını düşünerek almıştım ama anlatım ve dil beni rahatsız etti. Ben okudum, siz okumayın, değmez 😀

-Amerika'ya yerleşmiş Meksika göçmeni bir ailenin kızı Julia, ablası Olga'yı bir trafik kazasında kaybeder ve ailenin tüm yası bir yerde Julia'nın üstüne yıkılır, yasaklar, engellemeler, koruma çabaları, ablası ile kıyaslamalar, Meksika tutuculuğu farklı bir kafa yapısındaki Julia'yı çileden çıkarır ve ailesiyle mücadeleye zorlar. "Ben Sizin Mükemmel Meksikalı Kızınız Değilim" hoş ve akıcı bir kitap, okuyun derim...

-"On İkinci Nota" olumlu beklentimin aksine "James ve Nora"dan sonra beni en zorlayan kitap oldu bu ay. Kudüs'te, yaşlı kemancı Josef Asche'nin şüpheli ölümünden önce Filistinli öğrencisine emanet ettiği partisyon, açılan soruşturma, partisyondan hareketle iki ayrı ülkede verilen konser, iki ayrı virtüoz, bir çeşit yarışma hali vs vs. Kitapta her şey o kadar birbirinin içine girmiş ki sıkıldım diyeyim, siz anlayın...

-Orhan Kemal'in "Cemile"si, üzerinde yazmaya gerek var mı bilmiyorum. Türkiye'nin en büyük yazarlarından birinin kitabını eleştirmek haddim olmadığı gibi kitap yazıldığı çağın çok üstünde bir konuya, dil hakimiyetine sahip. Sözü burada kesmek en doğrusu...

-"Buz Kandilleri"ni sosyal medyada çok övüldüğü için ve itiraf edeyim ki o neşeli renklerle bezeli kapağına vurularak aldım. Çok iyi etmişim, Uzun zamandır okuduğum en güzel öykülerdi. Son derece sade bir dille yazılmış, sıradan insanların sıra dışı hikayeleri adeta gözümün önünde canlandı. Öyküye benim gibi mesafeli duruyorsanız bile bir şans verin derim...

-Marian Izaguirre'yi "Bir Zamanlar Hayat Bizimdi" kitabıyla tanımış ve kitabın konusunu çok sevmiştim. Bu yeni kitabı da tamamen yazara referans vererek aldım. İlki kadar etkilemese de güzeldi "Pek Çok Kışın Ardından". Kitabın tanıtımında sanki bir polisiye okuyacakmışız duygusu uyansa da esasen öyle değil. İspanya'dan Yunanistan'a uzanan bir tutku hikayesi bu. Yaz için uygun bir kitap arayanlara önerilir... 

-Ve Kerem Eksen, yenilerde okuduğum "Ölümden Uzak Bir Yer" ile bende "her yazdığı okunabilir yazar" intibaı uyandırmıştı, gayet güzel bir metindi. Buna dayanarak ilk kitabını, Alef'den çıkan "Buradayız"ı da aldım. Herhangi bir romana konu olabilecek sıradan bir genç adamın hayatından bir kesiti okuyoruz kitap boyunca. Aslında o kadar dikkate değer bir yönü de yok yaşadıklarının ama Kerem Eksen okuru kendine bağlamayı biliyor. Son kitabı kadar sevmesem de güzeldi, Kerem Eksen okumaya devam...

-"Güzel Dünya Neredesin?" yazarı Sally Rooney'le vedalaşma kitabım olacak, aynı tutarsız, sıkıcı, bir sonuca ulaşmayan ilişkileri okumaktan yoruldum zira. Sevimsiz, depresif kahramanlar arasında cımbızla kendime yakın kahraman aramaktan da. Evet, okunuyor, sıkılmıyorsunuz ama aynı metinleri dönüp dönüp okumanın da bir sınırı var. Siz bilirsiniz kategorisine koyuyorum kitabı...

-Ve ayın son kitabı Doğan Yarıcı'dan "Miyop" oldu. Kitabı içine hiç bakmadan, daha önce okuduğum "Hodan"a güvenerek almıştım. Okumak için açınca şaşırdım. Minimal öykülerdi kitabı oluşturanlar, bazısı tek cümlelik, kimi çok anlamlı, kimi ironik, kimi hüzünlü, kimiyse "niye yazdı ki bunu?" dedirten, o da okur olarak benim yetersizliğim tabii ki. En etkili olansa kitabın sonundaki, minimal diyemeyeceğimiz "Parçası Benim" bölümü idi, açıkçası çarptı beni. Bu tarz öyküleri herkes sever mi bilemem ama Doğan Yarıcı okumak istiyorsanız "Hodan" ile başlayın derim. Ve yazar ile "Miyop" kitabı hakkında daha detaylı bilgi almak istiyorsanız İnstagram'da "Algodon Edebiyat" ismiyle tanıdığımız Melisa Aymutlu'nun "Masamdaki Mikrofon" isimli podcast serisinde Doğan Yarıcı ile yaptığı söyleşiyi dinleyebilirsiniz, ufkunuzu açacaktır.   

Efendim bir aylık kitap tanıtım postumuz daha burada sona ermektedir. Yeni kitaplarda buluşmak dileğiyle hoşça kalın diyorum (Spiker stayla 😀)