.

.
.

27 Mayıs 2020 Çarşamba

27 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ 67-BAYRAMDAN KALAN)

Onlarca telefon konuşması, sıfır misafir sayısı ve dudak çevresinde üç uçukla bayramı bitirdik, yeni normal ya da yeni anormale sabahleyin iki adet dondurma kadehi kırarak başladık şükür. Tamamen sakarlıktan yoksa dondurma falan yok evde. Zaten günlerdir evdeydik ama bayramları sevmesek de el böğürde geçirmek pek hoş olmadı. Keşke akşam yemeğine çocuklar, kardeşler geleydi de ben yemek yaparken yorulaydım. Zil çalmadı, bol bol telefon çaldı, vatsap zırtladı, Facebook dırtladı, eh o da bir şeydir, en azından hatırlandık. Balkonda otururken tepemizden üç tane leylek geçti, geçecek zamanı bilmiyorlar, "Nereye, nereye?" diye seslendim arkalarından, "Biz gideriz sen bakarsın, yok bu sene leyleği havada gördüm ayağıyla gezmek" diye telsiz mesajı yolladılar. Bayramın birinci günüydü, ıskartaya çıkmış halkın teneffüs zamanıydı, "Kalk" dedim kocaya, "şehir dışına gidemiyorsak şehir içine gidelim, leyleklere ağızlarının payını vermiş oluruz hem". 2,5 aydır 3. kez haşortman dışında bir şey giyip aksesuar olarak maskemi taktım ve düştük yola. Akşama doğru çıktığımız için tenhaydı ortalık, maskeli 65+ ve ben gibi refakatçıları ile uzaktan bayramlaşarak parka yürüdük. Yolda rastladığımız çiftin erkek olanı Suriyelilere benzetti kendisini, "kendi şehrimi tanıyamıyorum yahu, yabancıyım sanki, iltica etmiş gibiyim" dedi. O kadar uzun süredir hapisiz ki gerçekten bildik sokaklar, mekanlar yabancı geliyor. Geçen gün gölge diye uzun zamandır sapmadığımız bir sokağa girince ağzımız açık kaldı, Kasım'da Ankara'ya gittiğimizden bu yana uğramamışız demek ki, dörder katlı, bahçeli apartmanları, tam ortadaki meydanımsı açıklık ve çeşit çeşit ağaçlarıyla son derece sevimli bir sokaktı, bambaşka bir yer çıktı karşımıza. Dokuzar kat inşa edilmiş, sevimsiz ve hepsi birbirine benzeyen binalarla kale duvarı misali çevrilmiş, bahçeler yok edilmiş, ağaçlar kesilmiş, gri bir beton yığınına düştük. Baharda limon ve portakal çiçeği kokularıyla geçtiğim sokak ruhsuz bir mekana dönüşmüş, inanın ağlamak geldi içimden. Üçüncü kez yakındır diye aynı parka attık kendimizi, Cevriye malum nazlı biraz, fazla yürümeye gelmiyor. Park yine tenha, yine rengarenk ve yine boynu büküktü. İçim sızladı. Bey Dağlarını çok özlemiştim, insan eli değmemiş bölgelere indik biraz daha net görmek için, harikaydı:



Kargalara el salladık:


Kedilere "Merhaba" dedik ama tenezzül edip cevap vermedi, uyumaya devam etti:


Yürüdükçe yürüdük:


Tarihi eserlere benzeyen kayalar gördük:


Ve coşmuş begonviller:


Geri dönerken şehre de uzaktan bir selam vermeyi ihmal etmedik:


Yorulmuşuz, eve gelip maskeleri attık, kahveleri kaptık, yanında Silva Likör'ün kızılcık likörü ile, sefamız olsun, bu da tatsız bayramın tadı olsun...


23 Mayıs 2020 Cumartesi

23 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ 63-BAYRAM, SEYRAN)



Aniden ve mevsim normallerinin üstünde bastıran sıcakların etkisiyle pencere açık yatmaya ve açılıp saçılmaya henüz alışamayan bünye dün yağmur ve rüzgara maruz kalınca isyan bayrağını çekti. Kırılıp dökülen kasları ilaç ve adaçayı ile kandırsak da sabah yine bir üşüme hissiyle uyandım. Oysa pencereyi kapatmıştım ama leylaklı pikemi pek içselleştiremedi galiba vücut. Sırtıma bir yelek geçirip balkona çıktım, beni yağmurla yıkanıp parlamış çınar, kendini epeyce hissettiren bir rüzgar, kuş cıvıltıları ve boş bir sokak karşıladı. Normalleşmeyi abartan mahallemizin dünkü halinden sonra bu sessizliği yadırgadım biraz. O esnada yan sokaktan parsa benzeyen kapkara bir köpek fırladı havlayarak, sessizliği bozdu, sahibinin "Gel buraya" seslenişi sönerken içeri girdim. 

Yarın bayram malumunuz, yılbaşlarını ne kadar seversem bayramlara o kadar mesafeliyimdir. Bunun sebebi de bayram öncesi temizlik yapacağım diye evi temelinden kaldırıp indiren ve bunun baş görevlisi olarak beni ilan eden annemdir, Allah rahmet eylesin. Üç gün öncesinden sıkıyönetim ilan edilirdi evde, bir yere gidemezsiniz, arkadaşınızla buluşamazsınız, keyfiniz için vakit geçiremezsiniz, mazallah ya bir yerlerde ufak bir toz kalır da bayram temizliği eksik olursa, evde kalacak ve anneniz önderliğinde domestik faaliyetlere tam gaz devam edeceksiniz. Babaevinden ayrılana kadar tüm arifeleri deterjan kokusu, elektrik süpürgesi gürültüsü, zemin ıslaklığı, sağa sola çekilmiş mobilyalar, toz ve yer bezleri eşliğinde geçirdim. Sonra-henüz kombilerle tanışmamışken-termosifon yanar, son kalan birkaç parça çamaşır makineye atılır, ardından sırayla banyo faslı, "Arife suyuyla yıkanan büyür" derdi annem. Büyümemi buna borçluyum anlayacağınız, keşke çocuk kalaydım. 

Derken bayram gelir, iki oda bir salon evimizin bir odası misafirler için müze olarak hizmet verdiğinden mecburen salondaki somyanın üstünde yatarsınız ve de o salon kamu malı olduğu için erkenden uyandırılırsınız, hele bayramsa daha da erken. Baba bayram namazına gitmiştir, o dönmeden ayağa dikilmek şarttır. "Kalk, baban neredeyse namazdan gelir". El mahkum kalkılır, kahvaltı hazırlanır. Buraya bir parantez açayım, bu kısım çocukken en sevdiğim kısımdı, zira otuz Ramazan günü anne baba oruç olduğundan ortak kahvaltı yapılamamıştır, o zamanlar birlikte kahvaltı etmeyi severmişim, tekrar rutine dönmenin sevinciyle babamın gelmesini beklerdim. Babam namazdan kolunun altında seccade, elinde benim için alınmış kırmızı bir balonla gelirdi. Birlikte kahvaltı+balon, sevinç katlanırdı. Ergenlik başlayınca ne birlikte kahvaltı haz verir oldu, zaten annem kahvaltı hazırlamaya üşenirdi, ne de balon getiren kaldı. Bu küçük hazların yerini ziyaret angaryaları da alınca bayramlar iyiden iyiye çekilmez oldu. İlk durak anneannem, Hacı Bekir'den alınmış kutu şeker ya da anneannemin pek sevdiği "iki kavrulmuş nohun", yani "çifte kavrulmuş lokum" elimizde, özel aracı olmayan bir memur ailesi olarak otobüs duraklarında bekleşerek anneannemin evine ulaşırız. Kendisi kapının önünde bir karış suratla beklemektedir ve "Nerede kaldınız uşaak?" nidalarıyla karşılanırız. Saat en fazla sabahın 10'udur, olsun anneannem sitem etmezse günü güzel geçmez. Sırayla el öperiz, üç tane altın burmanın tombul bileğini iyiden iyiye sıktığı, parmağını bir süre sonra eskilikten karardığı için antika sanan bir pazarcıya okutacağı baklavalı, uyduruk yüzüğün süslediği, hafiften soğan kokan eli öpülünce gevşerdi biraz. Getirilen şeker ya da lokum uygun bir yere zulalanır, bize geçen yıldan kalmış, gözü iyi seçmediği için kurtlandığını farketmediği fındıklı akideleri ikram ederdi. Ses etmezdik huyunu bildiğimizden. Anneannemin zorlu bir hayatı olmuş, kıtlık dönemlerini yaşamış, genç yaşta dul ve düzenli gelirsiz kalmış, o yüzden hem malı çok kıymetli, hem de eli hayli sıkı idi. Aile arasında bizi eğlendiren bir huydu onunki, güler geçerdik. Zaten itiraz edince "Ben dul karıyım, maaşım mı var?" tepkisi verirdi. Öğle yemeği anneannemde yenirdi, şeker bayramıysa yaprak sarma, kurban bayramıysa yeni kesilen kurbanın kavurması. Sonra anneannemin oturduğu eski mahallemizdeki ahbaplara ziyaret başlardı, sıkıcı ötesi. İlk günü atlatırsam biraz özgürlüğüme kavuşurdum, gelen giden olursa ağırlamak şartıyla. Babam bir hevesle mutfağa girip bayram çikolatası yapardı, annem mutfakta oluşan dağınıklıktan bîzar. Bayram boyunca gelenlere ayaklı kesme kadehlerde likör eşliğinde hafiften övünerek ikram ederdi eserini. 

Bayramın son günü derin bir nefes alırdım, varsın okul açılırsa açılsın, ne gam. Bu hoşlanmama hali uzun yıllar devam etti, hala da pek bir coşku yaşamam ama bu sabah kalkıp da bomboş sokakları görünce, ne büyük, ne küçük kimseyle görüşemeyecek olmanın hüznü içime çökünce biraz hasretle andım eski bayramları. Çoluk çocuk aynı sofrada yemek yemek bile ne büyük mutlulukmuş meğer. İşi yine pandemiye getirmek niyetinde değildim ama o kadar içiçe yaşıyoruz ki kurallarıyla kurtulmak mümkün değil. Dilerim önümüzdeki yılın bayramlarını sevdiklerimizle birlikte geçiririz, sarılmaktan, oraya buraya dokunmaktan korkmadan, maskesiz, dezenfektansız. Her şeye rağmen kutlu olsun, güzel günler getirsin...


18 Mayıs 2020 Pazartesi

18 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ 58-GÜNLER GEÇERKEN)

Antalya üç gündür hangi ayda olduğunu şaşırdı, başımızdaki corona belası yetmiyordu, bir de cehennem sıcakları çöktü. Tam da 65 yaş üstüne sokağa çıkma izni verildiği gün. Bunca zaman coronadan ölmediniz, çıkın dolaşın da bari yüksek tansiyon ya da beyin kanamasından ölün dercesine. Sanmıyorum ki Ağustosu aratmayan sıcakta o yaş grubundan çıkıp da dolaşacak olan bulunsun. Biz bile akşama doğru parka yürüdük, o saatte dahi çok sıcaktı. Yollar tenha, parkta ise neredeyse in cin top oynuyordu. Hepi topu bitkilerini sulayan ya da işletmelerine tadilat yapan üç-beş cafe sahibi. İçim cız etti dolaşırken o bomboş, sandalyeleri masaların üstüne ters çevrilmiş, kapılarına bant çekilmiş mekanları görünce. Vâkî miydi bir pazar günü, hem de Mayıs ayında o cafeler boş kalsın. 

İnsanlar kalabalık etmeyince bitkiler yayılabildiğince yayılmış, jakarandalar bile açmış, park yemyeşil ve rengarenk, deniz de poyrazın etkisiyle çarşaf gibiydi.









İki aydır göremediğim şehrime uzaktan da olsa hüzünle bakıp ayrıldık parktan. Karantina zamanlarında sokağa çıkmak keyiften ziyade eziyet oluyor, üstüne bir de sıcakta maske takınca evde oturmayı tercih ediyor insan. Lakin böyle giderse yürümeyi unutacağız. Cevriye iyice tembelleşmiş market dışında sokağa çıkmaya çıkmaya, cır cır cırladı eve dönene kadar. Eve dönünce bir kenara atabilsek kendimizi razıyım da orayı dezenfekte et, burayı temizle, giysileri yıka, kendini yıka, öfff!

Gece çok kötü geçti, sıcak bir yandan dışarısı epey gürültülüydü, uyutmadı. Geçen gece benzin kokusu ile uyandığımızda polislerin geldiği mekanda yine bir mesele vardı. Bu defa polis yoktu ama gelen, giden, bağıran çağıran, motor zırlatan, teyp cırlatan bezdirdi. Baktım uyunmayacak sabahın dördünde balkona çıktım. Hava aydınlanmaya başlarken gürültü sustu, kuşlar başladı. Serçe cikciklerine kumru kuğurdamaları karıştı, arada bir mahallenin baba kargası testere benzeri bir sesle gakladı, uzaklardan bir horoz sesi karıştı kuşların cıvıltılarına, kendime bir kahve yaptım ve sabahın yedisine kadar oturup sonra biraz daha uyumaya gittim. 

Bu yıl Uçan Süpürge'nin sanal ortamda sunulması bana yaradı, hemen hemen bütün uzun metrajlı filmleri izledim ve hepsini de beğendim. Bugün de geçen yıl vizyondayken kaçırdığım Almodovar'ın "Acı ve Zafer (Pain and Glory)"isini izledim. Açıkcası çok fazla bir şey kaçırmamışım. Alıştığım Almodovar filmlerinden farklıydı, daha ziyade yönetmenin hayatından esinlenilmiş otobiyografik bir filmdi. Penelope Cruz'u da toplam 10 dakika gördük çok şükür 😃

Övgüsünü çok işittiğim "Normal İnsanlar" kitabını geçen yılın sonlarında okumuştum ve çoğunluğun aksine ben pek sevmemiştim. Geçenlerde dizisinin çekildiğini Twitter'de okudum. Aslında kitaba bayılmadığım için diziye niyet etmeyecektim ama görüşlerine güvendiğim biri kitabı sevmediğini ama diziyi beğendiğini belirtince izlemeye karar verdim. 30'ar dakikalık 12 bölümlük diziyi iki günde izleyip bitirdim. Gerçekten de filminden daha iyiydi. Tek sevmediğim kitabın ve filmin erkek kahramanı Connell oldu. Bu kadar sevimsiz bir tipi ne demişler de seçmişler anlayamadım. Canım Marianne, sal gitsin kuyruğunu o kemçiğin 😃 Halbuki kitapta hiç itici gelmemişti. 

Okumaya niyet edip 70. sayfaya geldiğim kitabı daha önce okuduğumu farkedince bıraktım elimden, şimdi Mithat Cemal Kuntay'ın "Üç İstanbul"u var elimde. İstanbul'u da öyle özledim ki, belki eski yılları bile bir nebze giderir özlemimi.

Artık bitireyim ve yemek yapmaya gideyim. Fazla normalleşmeyin lütfen, sevgiyle kalın...

12 Mayıs 2020 Salı

12 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ/52-BEZELYENİN HATIRLATTIKLARI)

Dün uzun bir aradan sonra ilk kez bezelye pişirdim, hem de annemin yaptığı gibi, kuşbaşı etli, havuçlu, patatesli ve şu pandemi döneminde ilk kez bir yemeği yemekten bu kadar büyük zevk aldım. Madem öyle niye sık sık pişirmedin de bunca zaman bekledin diyeceksiniz, çünkü kocam sevmiyor. Ona rağmen pişirsem de bitiremiyorum, kalıyor, ziyan oluyordu, o nedenle caymıştım. Ara sıra pilavın, etin yanına garnitür ya da enginara arkadaş diye tencereye attığım oluyordu ama bu tarz pişirmeyeli gerçekten yıllar olmuştu. Ben aslında dün bezelyeyi değil, çocukluğumu geri aldım bünyeme.

Hep yazarım, bilenler, hatırlayanlar olacaktır. Bilmeyenler için bir kez daha yazayım; oldukça bakir bir araziye konuşlanmış sosyal konut tarzı bir sitede, mahalle kültürüyle, komşuluk ilişkileriyle sarmalanmış olarak büyüdüm. Pek çok arkadaş, gönlümüzce oynayıp vakit geçirebileceğimiz dönümlerce alan vardı. Evlerimizin dış kapılarının açıldığı uzun, ortak balkonlar kamusal alanımızdı, her yaptığımız o balkona sıralanmış altı daireden her an kafalarını uzatabilecek onlarca göz tarafından izlenebilirdi. Anneler o balkonlarda sosyalleşir, çocuklar o balkonlarda seksek, evcilik, küçük kauçuk toplarla üç buçuk oynar, yemekler yenir, çaylar içilirdi. Yalnız olmanıza hiç izin verilmezdi, hep bir komünal düzen hakimdi. O balkonlar gündüzün seyran yerleriydi, babalara açık değildi, kadınlar ve çocuklar içindi. Erkekler her sabah daire kapılarından çıkar sert adımlarla balkonu geçer, merdivenlerden inip hayata karışırlardı. Mesai dönüşü bu kez tersini yapar ve evlerinin kapısından girip hayattan uzaklaşırlardı. Ve akşam çökerken arka balkonun saltanatı başlardı, orası özel alandı, kamuya açık değildi. Sandık odası büyüklüğünde,  dışarıya uzanan bir kutuydu adeta arka balkonlar. 

Fotoğraftaki anneannemin oturduğu blok, en üst kattaki anneannemin dikoltasının 😃 (bilmeyenlere not, dikolta pazen ya da basmadan dikilmiş, hayli muhafazakar bir nevi kombinezon, genellikle yavruağzı renklerde olurdu, normalde dekoltelikle alakası olmayan bir "dekolte" olsa gerek adı ama anneannem ve çevresi tarafından "dikolta" olarak adlandırılırdı) asılı olduğu balkondan annemi ve minimal boyutlarda benim kafamı görebilirsiniz. Ömrümün 2 yılı burada anneannem ve küçük dayımla geçti, sonra aynı sitede bir başka bloğa geçtik çekirdek aile olarak. Bizim arka balkonumuz önünde yapı olmadığından çok daha manzaralıydı. Tüm Ankara panoraması baharda papatyalar ve gelinciklerle bezenmiş yemyeşil kırların ardından önümüze seriliydi. Atatürk Orman Çiftliği'nden Anıt Kabir'e kadar şehrin tüm belli başlı binalarını görmek mümkündü ama en güzeli baharla çoşan yemyeşil kırlar, buğday başaklarının esintiyle salındığı tarlalardı. 

Babamın eve dönme saati yaklaşırken annem kamusal alanı terkeder, komşularla muhabbetine ara verir, mutfakla arka balkon arasında gidip gelmeye başlardı. Bu gidip gelmelere radyodan"Tarla Dönüşü" programı ile "Yurttan Sesler" korosu eşlik ederdi. Akşam sofrası küçük bir masa ile iki sandalyenin zor sığdığı arka balkona kurulurdu. Balkon duvarına bitişik iki sandalyeden birine ben, birine babam yerleşir, gariban annem kapı girişine sığıştırdığı yarısı içerde, yarısı dışarda bir koltukla yetinirdi. En sevdiğim şey balkon duvarına yerleştirilmiş, içine buz küpleri serpilmiş, erik, çilek, şeftali ve kayısıyla dolu meyve tabağı olurdu, yemek bitene kadar gözümü ayırmazdım. Ve tabii ki sofrada yukarıda bahsettiğim bezelye ve yanında pilav varsa değmeyin keyfime, hele bir de babamın kasayla aldığı ve günde bir taneden fazla içmeme izin verilmeyen Ankara gazozu da yemeğime eşlik ediyorsa hayat gerçekten güzeldi. Güneş ufukta kaybolmaya başlarken çatal kaşık şıngırtılarına radyoda başlayan ajansın spikerinin tok sesi karışır, içime çektiğim yaz kokusunun esrikliğiyle mutlu, babama kahve yapmaya giderdim. 

Şimdi ne o site var, ne de onu çevreleyen el değmemiş arazi. Yerine yapılan kazulet binaları sadece uzaktan gördüm, içine girmedim. Girsem de göreceğim manzaranın apartman çatıları olacağından şüphem yok. Ne papatyalar kaldı, ne gelincikler, ne de nevalemizi toparlayıp tarlaların arasından yürüyerek piknik yapmaya, akşamları donduma yemeye gittiğimiz Atatürk Orman Çiftliği. Zaten dondurmanın da eski tadı yok. Arkasına civciv gibi sıraladığı biz çocukları yemlik ot toplamaya götürerek ilk doğa derslerini veren canım Zehranım teyze, bahçedeki her ağaca mücevhermiş gibi bakan Asker Anası lakaplı Müyesser Teyze, 12 numaranın huysuz ihtiyarı Nazmiyanım, komşu ziyaretlerimizi cümbüşüyle şenlendiren gümrükçü Asım Amca, dükkanında yaptığı tel bacaklı, tepsi  tablalı sehpalarına yardım ettiğimizde bize çekirdek alan Mehmet Amca, merdivenlerimizi yıkayan, incecik vücuduna geçirdiği siyah giysileri ve frengi nedeniyle düşmüş burnunun şeklini bozduğu yüzüyle ödümüzü koparan Varnik, okuma yazma bilmediğinden hapisteki oğluna bana yazdırdığı mektuplarda sürekli gelinini kötüleyen-ama benim o kısımları yazmadığım-Nedimanım Teyze, 7 Bebeliler, edalı yürüyüşüyle güzelim Neriman Abla ve daha niceleri. Hepsi birer hayal oldular ama bir tabak bezelye hatırlatmaya yetti. Anıları hep yüreğimizde kalsın...

10 Mayıs 2020 Pazar

10 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ/50-ANALARDIR ADAM EDEN ADAMI)

Farkındasınız ya da değilsiniz bilemedim, ara vermeye başladım yazılara. Her gün o kadar birbirinin aynı ki, yazsam ergen hatıra defteri gibi olacak burası. Sabah kalktım, kahvaltı ettim, balkona çıktım, yemek yaptım, tekrar balkona çıktım, kitap okudum vs vs. O yüzden artık güne renk katan bir şey olmadıkça her gün yazmayacağım. 

Bugüm malum, karantina sürecinin en çok hırpalanan yaş grubunun sokağa çıkma günüydü, ağızlarına bir tutam bal çalındı. Antalya'da hafta sonu sokağa çıkma yasağı kalktığı için biz de günlerdir evde gevşemiş ve kağşamış bedenlerimizi sokağa saldık. Aşağı yukarı 45 gündür ilk kez eşofman ve pijama dışında bir şey geçirdim sırtıma. Yeni yürüyen çocuklar gibi sarsak, yıllarımın geçtiği semti ilk kez görüyormuş gibi şaşkın düştüm yollara. İlginçtir sokağa çıkma yasağı kalkmasına rağmen gördüğüm herkes 65+ civarında idi, sanırım Antalya halkı bugün sokakları bu yaş grubuna sunmuş jest olsun diye. Genellikle dükkanların çoğu açıktı, hatta yıllardır pazar günleri açmasi için dil döktüğümüz ama Nuh deyip peygamber demeyen en sevdiğimiz pidecimiz bile açıktı bugün, bu duruma benim ağzım daha çok açıldı. Fakat dönüşte kapattığını gördük, muhtemel ki özel bir sipariş ya da kişisel bir iş için açmıştı. 

Kalabalık olmayan yollarda ağır ağır yürüyerek parka ulaştık. Hava oldukça sıcaktı ve ağız, burun maskeyle kapalı olunca terleme katsayısı artıyor, haliyle çok neşeli bir yürüyüş olmuyor. Yine de parka girip denizi, yeşermiş ve çiçeklenmiş ağaçları, dört bir yanı kaplamış çiçekli çalıları görmek iyi geldi. Antalya'nın en çok görülen bitkilerinden ağaç mineleri çıldırmış gibiydi:


Yine de baharın pek çok öncüsünü kaçırmışız bu yıl, ne diyelim sağlık olsun da başka baharlar da vardır elbet. 

Malum bugün aynı zamanda Anneler Günü idi, çocuklar başka şehirde zaten görüşme olanağımız yoktu, anneler derseniz yıllar önce başka aleme göçmüşlerdi ama yine de bu yıl bu görüşememe, buluşamama durumu eski yıllara nazaran daha çok koydu. Daha önce hiç maskeli Anneler Günü yaşamamıştım, bu fotoğraf da tarihe not olsun:


Kahkülleri kesip saçları boyayabilsem de kesim konusu sıkıntılı. Berberler açılsa da gitmeyeceğim için giderek Rapunzel'e dönmem sözkonusu. Yazı atkuyruklu geçireceğiz anlaşılan.

Üç gündür "Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali" bünyesinde festival filmleri izliyorum. Malum nedenlerle festival sanal alem aracılığı ile filmleri gösterime açtı. Uçan Süpürge'nin kendi sayfasından ya da Youtube sayfasından izleyebilirsiniz. Ben birkaç kısa film ve belgesele ilaveten iki uzun metrajlı film izledim. Bir İran filmi olan "Otoban" ve yerli yapım "Kader Postası". İkisini de çok beğendim. Bugün akşam bir film daha izleyeceğim. Elimde epeydir okunmayı bekleyen bir kitap var, Katherine Mansfield'in "Bahçe Partisi" isimli öyküleri, oldukça keyifli bir kitap, severek okuyorum. 

Bugünlük bu kadar sevgili dostlar, bitirirken takip eden kadın arkadaşlarımın Anneler Günü'nü kutluyorum, çocuğu olsun olmasın, kalbinde insan sevgisi taşıyan her kadın annedir. Hepsine sevgiler...

6 Mayıs 2020 Çarşamba

6 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ/46-YIKA, SABUNLA, OV)

Bugün yine anne kırkayağın çocuklarının ayaklarını yıkama günüydü. İki seferdir market alışverişimi sanaldan yapıyorum, kargo görevlilerine acıyordum ama kendime daha fazla acımam gerektiğine karar verdim. Son seferimden bu yana yer değiştiren kemiklerim hala anavatanlarına kavuşamadı, aranıp ve sızlayıp duruyorlar biz eskiden neredeydik diye. 

Dün öğlen saatlerinde kapıya bırakılıp akabinde de balkonda istirahate terkedilen siparişlerimin "Anne bizi yıka" feryatlarına daha fazla kulak vermemezlik edemedim. Yarısına kadar seyrettiğim "Babamın Ceketi" filmini erteleyip sabunlu suyla dolu tası yüklenip balkona yöneldim. Önce temizlik malzemeleri elden geçti. Sıvı sabunu sabunlarken vaziyetin ironisine kahkahalarla gülmek geldi içimden ama bu dönemde insanın canı gülmeyi bile istemiyor, gülmüş kabul ettim kendimi. Sıvı sabunları, camsil, yüzey temizleyici, bulaşık deterjanı, şeker, bulgur ve cin mısır torbaları, iki adet tost ekmeği ambalajı, üç adet süt kutusu ve bir adet pötibör bisküvi paketi takip etti. Evet sonunda pötibör püskevüt buldum, hem de çifte kavrulmuş 😃 Sonra hepsini toparlayıp eviyede durulayıp kurulayarak yerlerine kaldırdım. Sıra sebze ve meyvelere geldi ki işin en zor yanı bu. Ayrıca taşımamak uğruna sanal yoldan getirtince pek istediğin nitelikte de olmuyor. Dolma biberleri Picasso'nun ektiğini düşünüyorum, zira onun resimleri kadar amorf kendileri 😃 Taze fasulyeler de sanırım anneannemle yaşıt, ihtiyarları bir de güneşte bekletince belleri bükülmüş gariplerin, daha fazla sıkıntı çekmesinler diye onları tencereyle, brokolileri de kaynar suyla buluşturdum. Pancarları haşlayıp önceden kalan turşunun suyuna kavuşturdum, maydonozları beyaz sirkeli, karbonatlı su havuzuna attım, sonra da "Yeter be!" diye bağırıp balkona çıktım. Gördüğüm manzara şuydu; çapraz apartmanımızda kabile halinde yaşayan komşularımız maskelerini hamak yaparak bir masa etrafında toplanmışlar okey oynamakta idiler. Sosyal mesafe hakgetire, kırk elden geçmiş okey taşları elden ele. Biz bu coronayla bu gidişle ömür boyu yaşarız diye düşünüyorum. Neyse ben bu sinirle gidip filmin ikinci yarısını izleyeyim, Hıdrellez dilekleriniz kabul olsun...






4 Mayıs 2020 Pazartesi

4 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ 44-MASA DA MASAYMIŞ HA!)

Geçen yaz başıydı, kadın balkona çıktı, gacırtılı sesler çıkararak beni duvara doğru iyice itekledi, güneşte dura dura boyaları kavlayan koltukları da üstüste dizip yanıbaşıma yerleştirdi ve yüzüme bile bakmadan kapıyı çekip içeri girdi, kilidin anahtar deliğinde dönen sesini duyduğum andan dört ay sonrasına kadar bir daha kimseyi görmedim. O süreçte güneş tepemizde parladı da parladı, kuruduk gazel olduk. Koltuklar temelli pullandı, benim benzim soldu. Yaprakları kenarlarından kurumaya yüz tutmuş, bezgin çınarla bakıştık durduk. O kendini yelleyip rahatladı, ben ayna misali güneşi yansıttım. Sonbahara doğru anahtarın sesini duyar gibi oldum, kulak kabarttım, evet evet kapı açılıyordu. Kadın dışarı çıktı, yine yüzüme bile bakmadı, çınara yöneldi. Halini hatırını sordu, birkaç kelam edip içeri girdi. Alındım. Sonra kova kova sular getirdi, boca etti üstümüze. "Oh be! Dünya varmış", kırılan kalbim suyu görünce onarıldı, ışıldadım, güldüm kadının yüzüne, lakin yine ilgilenmedi benimle, pullanmış koltukları da serinletip dizdi balkon demirine, "Off, yoruldum" diyerek içeri girdi. Gülümsemem ışıldayan yüzümde asılı kaldı.

Bir süre iyi gitti işler, üzerime bardaklar, tabaklar, tencereler, biralar, meyve suları, çerezler, yemekler kondu kondu kalktı, etrafıma gülen yüzler yerleşti, balkon şenlendi, umutlandım. Değerim anlaşıldı diye düşündüm ama çok sürmedi, kalabalık dağıldı, itibar azaldı. Çınar yapraklarını dökmeye, yağmur yağmaya başladı. Ve bir gün kadın yine balkona geldi, aynı gacırtıyla duvara doğru iteklendim, koltuklar vaziyet aldı, kapı kilitlendi ve yine uzun bir sessizlik ve ıssızlık. Bu kez güneş de pek eşlik etmedi yalnızlığıma, daha çok yağmur ve rüzgar vardı. Giysilerinden soyunmuş çınarla birlikte yağmurda ıslandık, rüzgarla üşüdük. Niye bu kadar yalnız kalıyoruz, şaştık durduk. 

Çok değil 2,5 ay önceydi, bahardan çalınmış güneşli bir gün anahtar yine kilitte döndü, "Of!" dedi kadın, "kuşlar batırmış burayı". Bir kelam daha etmeden girdi içeri, kovalar, fırçalarla geri döndü. Üzerime "şarr!" diye boşalan suyla ürperdim, "çok kirlenmiş çok" dedi kadın, fırçaladı eni konu, normalde bu kadar fırçalanmaya kızarmam gerekirdi ama doğuştan albinoydum, renk değiştiremiyordum. Kadın temizlendiğime kanaat getirince aynı işlemi koltuklara da yapıp söylenerek kuşların atıklarını silip yıkadı, yine aynı oflamayla "Yoruldum yahu" diyerek girdi içeri. Çabuk yoruluyor aslında bu kadın, bir kan tahlili yaptırıp demir düzeyini ölçtürse iyi olur. Suratsızlığı da ondandır belki. Bir ay kadar kimse uğramadı yanıma. Sonra mucize gibi bir şey oldu, tam çınar yapraklanmış, havada polenler uçuşmaya başlamış, güneş cılız da olsa ışıklarını yeryüzüne göndermekte iken rutubetle şişen kapı zorlanarak açıldı. Önce kadın, arkadan adam balkona çıktı. "Buraları güzelce temizleyelim, otururuz. Artık bizim gezmelerimiz balkonla sınırlı olacak" dedi kadın ve su getirmek için içeri girdi. Her ikisi de hummalı bir biçimde balkonu ve akabinde bizi pakladılar. Çınarla birbirimize bakakaldık. "Sence ne oldu?" dedi çınar, "Anlamadım valla" diye cevapladım. Bir süre sonra anladık, çınara rüzgar fısıldamış, "Corona" diye bir şey varmış, virüs denen şey neyse ondanmış. İnsanlara bulaşıp hasta ediyormuş, hatta bazen öldürebiliyormuş. O yüzden insanların bir kısmına evden çıkmayı yasaklamışlar, geri kalanlara da mümkün olduğu kadar az çıkın demişler. "Acaba bize de bulaşır mı?" diye korkmadım desem yalan olur, çınarı da endişelendirdim, neyse dedikoducu rüzgara sordu, bizlere bulaşmadığını öğrendik de rahatladık. Ve inanmayacaksınız ama birdenbire itibarımız arttı. Çınara lafım yok, o zaten kadının gözdesiydi ama bana da yakınlık göstermeye başladı, yıkadı, kötü kokulu bir sıvıyla sildi, normalde çok seyrek yanıma gelirken neredeyse günün yarısını yanımda geçirir oldu. Çaylara, kahvelere, keklere, kimi zaman yemeklere evsahipliği yaptım. Kitaplarını, telefonlarını, tabletlerini koydular üstüme, pullanmış demeden koltukları yanaştırdılar yamacıma. Kadın dirseğini dayadı, elini okşar gibi gezdirdi yüzeyimde. Şefkatinden gözlerim doldu. Kimi zaman koca koca poşetler yığdılar üstüme, portakal, limon, soğan, sarmısak kokladım. Sebzeler, meyveler güneşe kavuştu sayemde, coronayı birlikte defettik üzerlerinden. Kadın arada bir sabunlu su dolu bir tasla gelip ne varsa gıcır gıcır sildi. İşini bitirince beni de o kokulu şeylerle pakladı. Yüzü pek gülmese de benimle olan ilişkisinden mutluyum, sanırım bir süre daha böyle gidecek, bazı günler çıt çıkmıyor ortalıktan, sadece kuş sesleri, bir de kadının kitap okurken çevirdiği sayfanın sesleri duyuluyor. Herkes endişeli ama ben mutluyum, bugüne kadar olmadığınca itibar görmekteyim. Önümüz yaz, kadınla adam kapıyı kilitleyip gidemeyecekler gibi geliyor, rüzgarın fısıldadığına göre seyahat de yasaklanmış. Daha çoook beraberiz bu gidişle...


Not: Bugünkü blog yazısının ilhamını Uçan Süpürge Film Festivali verdi. "Eşyalar Dile Gelince" adıyla bir atölye yapacaklarmış. Ben de kendi atölyemi blogumda yapayım dedim.

1 Mayıs 2020 Cuma

1 MAYIS (KARANTİNA GÜNLERİ/41-NİSAN OKUMALARI)



Başta hastanelerde hayatımızı altüst eden virüsle hayatlarını tehlikeye atarak savaşan doktorlar ve tüm sağlık personeli, üretim zincirini kırmamak uğruna korunmasız bir şekilde çalışan işçiler, kargo görevlileri, market elemanları, nöbetleşe de olsa işyerlerine gitmek zorunda olan tüm çalışanlar ve dışarda çalışan kadın, evde ev kadını görevini üstlenirken karantina ile fırıncılık, berberlik, dezenfekte uzmanlığı, öğretmenlik, dadılık gibi ek işleri de kuşanan tüm kadınlar olmak üzere hepimizin 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı kutlu olsun sevgili dostlar. Bayram tadında kutlanacağı, virüssüz, huzurlu günlere tez zamanda ulaşmamızı diliyorum. 

Sanal market yoluyla gelen ve çilelerini dolduran ürünleri de yıkayıp pakladıktan sonra ağrıyan kaslarımı ovalayarak geçtim bilgisayarın başına. Madem bir şey anlamadan geçen Nisan'ı bitirdik, Mayıs okumalarına başlamadan biten ayın kitaplarını yazayım dedim. 7 kitapla kapatmışım Nisan ayını, insan tüm zamanını evde geçirince daha çok okuyacağını sanıyor ama corona üstümüze öyle bir kaygı ve ekstra iş yükü bindirdi ki okuma hızımızı yavaşlattı. Öyle gün boyu ayaklar uzatılıp kitap okunamıyor ne yazık ki, en azından ruh hali müsait değil. Ayrıca geçen ay okuduğum kitaplar bir ikisi hariç fazlaca bir tat da vermedi, bütün bunlara rağmen okunmamışlar rafını epeyce seyrelttim sayılır. Umarım Mayıs daha bereketli olur. 


-Ayın ilk kitabı sağdan soldan övgüsünü çok fazla duyup aldığım, uzun süredir rafta bekleyen Laszlo Krasznahorkai zor isimli Macar bir yazara ait olan "Şeytan Tangosu" oldu. Açıkçası onca övgüden kaynaklı beklentimi tam anlamıyla karşılamadı. Karanlık, puslu, iç karartan bir ortamı var kitabın. Yaşamın neredeyse durduğu bir Macar köyünde yaşayan, toplasan yirmiyi bulmayan, daha iyi bir yaşam umudunda olan, hepsi birbirinden tuhaf insanların kasvetli öyküsü. Simgesel bir anlatımı var kitabın, oldukça zor ama her şeye rağmen sıkı bir kitap. Tavsiye edemiyorum çünkü herkesin seveceği türden bir kitap değil...


-"Hayvan Müzesi" bu ay en severek okuduğum kitaplardan biri oldu, hayli hacimli olmasına ve Metis geleneği küçük puntolarına rağmen keyifle okuttu kendini. 33 yaşındaki yazarın bilgi birikimine hayran oldum, katman katman açılan bu detaylı kitabı yazabilmek için ne okudun, ne yaşadın, neler araştırdın Carlos Fonseca. Şu tatsız günlerde beni gündemden uzaklaştırıp içine çeken bir okuma oldu. Fakat sanılmasın ki sular seller gibi okunuyor, zor ama son derece ufuk açıcı bir kitap, bence bir hazine sandığı...


-Hasan Gören'i "Zan" isimli kitabı ile tanımıştım, polisiyemsi ilginç bir konusu vardı, o intiba ile yeni kitabı "Altı Yaprak Üstü Bulut"u da satın almıştım, o da bekleyenler arasında idi. Türkiye'nin Truva hazinesini yurt dışına kaçıran Schliemann'ın kazı ekibinde görev yapan dedesi Marcus'dan kalan bir harita ile aynı yöreye hazine aramaya gelen Jürgen ve onun emellerine karşı koymaya çalışan birkaç Trakya köylüsünün macerasını konu alıyor kitap. "Zan" kadar severek okumasam da karantina ortamında kafa dağıtmaya yardımcı oldu...


-Ian McEwan son yıllardaki favori yazarlarımdan biri, "Kayıp" kitabı da beni şaşırtmayan ve yazarın pek çok alandaki engin  bilgisine hayran olmamı sağlayan bir başka eseri oldu. Bir süpermarket alışverişi sırasında kızları kaybolan bir çiftin ruhsal anlamda yaşadıkları İngiltere'nin bunaltıcı siyasi atmosferi fon alınarak anlatılmış. Ian McEwan hayranlarına tavsiye ederim...


-Mısır'dan TelAviv'e göçüp kentin dışındaki bir barakaya sığınmış Musevi bir aileyi anlatıyor "Ayak İzlerimiz". Romanın baş kişisi baraka ile adeta özdeşleşen "Anne", "Çocuk" olarak adlandırılan en küçük kızın ağzından anlatılıyor. Elbette yan karakterler de var, iyi yürekli, kaba saba ağabey Sammy, güzel ve başıboş ortanca kız Corinne, yan barakada yaşayan büyükanne Nona ve bir görünüp bir kaybolan baba Maurice. Bölüm bölüm, birbirini izleyen anekdotlar halinde-anne daima anlatıda başrolde-konu ediliyor kitapta. İlginç ve aslında güzel olabilecek bir kitap ama yer yer gereksiz anlatımlardan sıkıldığımı itiraf edebilirim...


-Bir sahil kasabasında hizmetçisiyle birlikte yaşayan Mösyö Songe'nin yaşlı insanlara has günlük yaşamı ve anlık ufak-tefek çevresel ilişkilerini konu ediyor kahramanla aynı ismi taşıyan kitap. Bütünlüklü bir olay akışı yok. Anlatımı da, dili de çok sevmedim. Okumasanız da olur.


-Ve kitaplığın derinliklerinden çıkan bir kitap, Haluk İnanıcı'nın "Dinle Lisa"sı. 1. Dünya Savaşı nedeniyle yurdundan kopmuş köklü bir ailenin 12 Mart ve 12 Eylül'ü en ağır biçimde yaşayan küçük oğullarının yaşamından, aşklarından kesitler sunan bir kitap "Dinle Lisa". İlk yarısı daha okunası gelmişti bana, ikinci bölümde sanki gerçeklikten uzaklaşmış gibi bir duygu yarattı. Kısacası bu da tavsiye edeceğim bir kitap değil...

Karantinaya selam, okumaya devam...