.

.
.

31 Aralık 2014 Çarşamba

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN


Yeni yıl dileği olarak önce sağlık, sonra huzur ve barış. Gerisi nasılsa hallolur.
İyi seneler...


30 Aralık 2014 Salı

EN, EN, EN...


Yılın bitmesine bir kala bir geleneği daha yerine getirip yılın enlerini sıralayalım ki ilerde unutursak dönüp bakalım. Hafıza uçsa da yazı kalır sonuçta ama dileğim hafızamın benden önce değil benimle birlikte yokolması.

Kitap enlerimi sıralamıştım daha önceki yazılarımdan birinde. Diğer etkinliklere gelecek olursam, 73 film izlemişim yıl içinde. Yerli yapımlar arasında birinciliği açık ara "Kış Uykusu"na veriyorum. Onu "Sivas", "Annemin Şarkısı" ve "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku" izleyebilir. Beğendiğim başka filmler oldu tabii ki ama hepsini yazmam mümkün değil, nefret ettiğim filmse tuhaf bir şekilde Altın Portakal'da Halk Jürisi birincisi olan "İyi Biri" idi. Yabancı yapımlara gelince "The Broken Circle", "Dallas Buyers Club", "La Grande Bellezza", "The Lunchbox", "The Grand Budapest Hotel", "Wadjda", "White God", "Villa Touma" öne çıkanlar arasındaydı. Antalya Opera Sahnesi'nde seyrettiğim 4 bale ayrı ayrı güzel olsa da "V. Murat" şahaneydi. Konser olarak Piyano Festivali kapsamında izlediğim Gürer Aykal yönetimindeki "Gershwin Gecesi"ni çok beğendim. 8 tiyatro oyununa gitmişim, bunlardan 5 tanesi Tiyatro Festivali kapsamında konuk gruplara aitti ve Çin Opera Topluluğu'ndan izlediğim "Arzu Denizi" ile Slovenya Drama Tiyatrosunun sahnelediği "Ben Öldüğümde" unutulmazdı. Gezdiğim sergiler içinde beni en çok etkileyeni ise Erwin Olaf'ın Cermodern'deki fotoğraf Sergisi oldu.

2014 bireysel anlamda ele alacak olursam fazla sorun çıkartmayan bir yıl olarak gelip geçti. Sevdiklerimizin akademik başarılarına tanık olduk, önemli bir sağlık sorunu ve kayıp yaşamadık, küçük ama eğlenceli geziler yaptık-ki kızkardeşle yaptığım 3 günlük İstanbul gezisi başlıbaşına bir güzellikti-, çocuklarla keyifli zamanlar geçirdik. Hayattan büyük beklentiler içinde olmayınca bunlar zaten insanı mutlu etmeye yeten şeyler, keşke aynı şeyleri ülke geneli içinde söyleyebilseydim. 2015'ten bu anlamda en büyük dileğim ülke huzuru ve barışı. Kişisel anlamda yüzüme gülücükler konduran minik anlar da olmadı değil, "İmza: Ben" kitabında yayınlanan mektubumla ilkokul öğretmenimin ruhuna gönderdiğim selam, yılsonu sürprizi "İletişim Edebiyat Takvimi"ndeki küçük öyküm, neredeyse 40 yıldır görüşmediğim çocukluk arkadaşımla geçirdiğim 3-5 gün, sonunda başarabildiğimiz blog arkadaşları buluşmaları, aile toplantıları, bazı kutlamalar hepsi 2014'ü değerli kılan kendi küçük anlamı büyük olaylardı. Benzer güzellikleri 2015'ten de beklediğimi buradan duyurur, bize verdiği emek için eski dost 2014'e sevgi ve selamlarımı sunarım...


28 Aralık 2014 Pazar

2014'ÜN SON HAFTA SONU

2014'ün defterini yavaş yavaş dürerken kendi çapımızda yıl ile vedalaşma çalışmalarına başladık. Bireysel açıdan pek sıkıntı vermediyse de ülkenin canına okudu 2014, ne diyelim yolu açık olsun, gelen gideni aratmasın yeter ki. Bir uğurlama töreni yapalım gidişine 5 gün kala dedik ve dün artık aşina olduğunuz mekanımız Nar Cafe'de buluştuk. Aslında "bütün kızlar toplandık" tarzında bir buluşma olacaktı ama çoğunluğun mazereti olunca beş kişiyle sınırlı kaldık, olsun o da bir şeydir. Antalya Cuma'dan bu yana sürekli ağlıyor, artık gidene üzüldüğünden mi  yoksa yeni bir yıl gelecek diye sevinç gözyaşı mi bilemedik ama Cuma günkü genç misafirlerime pek keyifli olmayan bir Antalya günü yaşattığı kesin. Cumartesi biraz hızını kesse de gözyaşları devam etti, biz de oturduğumuz mekanın denize ve Beydağlarına bakan camlarından sürekli değişen bir bulut show izledik. Buyrun mahrum kalmayın:





Hep bulutlara bakmadık tabii ki, yeni yıl süsleriyle ışıldadık:




Kuru kafalı korsan teknelerine el salladık :)


Yağmurla yıkanmış aleo vera çiçeklerini sevdik.


Ve üstüne kahve eşliğinde bunu götürüp kapanışı yaptık :)

Bugün hava güneşli ya da şimdilik öyle ama ben çok yorgunum. Dün iki adet demonte IKEA mobilyasını kullanılır hale getirinceye kadar kaslarımı epeyce zorladım. Alyan çevirmekten el bileklerim iflas durumda ve yapılacak çok işim var. Her bitiş daha güzel bir başlangıca sebep olsun dileğiyle mutfağa yöneliyorum. Pazarınız güzel geçsin...

25 Aralık 2014 Perşembe

NERGİSLİ BİBLİYOSAL BİLANÇO :)


Sabah erkenden semt pazarına gittim, bir kısım yeşillikle birlikte yukarıdaki güzellikleri aldım. Koklaya koklaya geldim, lakin çok pahalı satıyorlar yafu, 5 sap nergise 2 lira verilir mi? Verdik ayol, ne konuşuyorsam, hatta 10 sapa 4 lira verdim :) Parayı amorti etmek için soldurana kadar koklarım artık. Koklarken bir İzmir, bir Denizli düşer aklıma, halam çıkıp gelir ötelerden, öğretmenliğimin ilk yıllarındaki öğrencilerim gelir, Şeytan Pazarı'nın mis kokusu gelir, İzmir'de yağmurlu bir Pasaport günü gelir, gelir de gelir...

97. kitabımı okuyorum dört nala, yıl bitmeden 100 yapmak niyetim. "İza'nın Şarkısı" Macar yazar Magda Szabo'nun bir eseri. Daha önce YKY'den çıkmış üç kitabını okumuştum, yeni bir çeviri olsa da bassalar diye düşünürken Kanat Yayınları'ndan çıkmış bu 2008 baskıyı görüverdim Babil.com'u kurcalarken. Geleli bir on gün oluyor ama dün gece yatarken aldım elime, 30-40 sayfa okur uyurum derken 120'ye gelivermişim, yarıladım yani anlayın o derece güzel. Sanırım bu yılın benim indimde en iyi yabancı kitabı olacak. Aslında hazır konuyu açmışken bir okuma bilançosu çıkarayım şuracıkta dursun, arzu edenler fikir alsın, etmeyenler bakıp geçsin ya da bakmadan geçsin :)

Bu yıl çok parlak okumalar yapmadım itiraf edeyim, bir heyecan elime aldığım pek çok kitap fos çıktı, ummadığım bazıları ise "vay be!" dedirtti. Gerek kişisel, gerek "Bibliyomanyaklar" blogu için okuduklarım içinde unutulmazlar çekmecesine atacağım çok az şey oldu. Yerlilerden benim için yılın kitabı Ayfer Tunç'un "Dünya Ağrısı" ve Mehmet Eroğlu'nun "9,75 santimetrekare"si oldu. Yine Emrah Polat'ın "Alocu Tilkinin Serencamı", Emrah Serbes'in "Deliduman"ı, Şöhret Baltaş'ın "Annemle Konuşmalar"ı bu yılın "en"leri arasına girebilir. Çok sevdiğim polisiye dalında ise Hesna Onbaşı'nın "Süleyman'ın Kuyuları" ve Algan Sezgintüredi'nin "Maktulün Şansı" liste başına yerleştiler. Esra Türkekul'dan ise 2015 için bir Berna macerası daha beklemekteyim. Yabancı yazarlara gelince yukarıda bahsettiğim "Iza'nın Şarkısı" bir numaraya yerleşti bile bitmeyi beklemeden. Geçen yıl "Dolambaç"ını okuyup sevdiğim Gerbrand Bakker'in "Yukarıda Ses Yok"u, Juli Zeh'in okuduğum 3 kitabı, Raymond Carver'ın "Katedral"i ve Alice Munro'nun "Firar"ı "biz de varız" diyenler arasındaydılar. Ve o toraman gövdesi ve yüzlerce kahramanı ile Mo Yan'ın "İri Memeler Geniş Kalçalar"ı pek çok kitabı bir popo darbesiyle ekarte edip öne geçti.

Tabii hepsi bu kadar değil, bunlar en sevdiklerim oldu ama okuduğuma pişman olmadığım başka kitaplar da var o 97'nin içinde, merak ediyorsanız blogun yan tarafında tam listeyi görebilirsiniz. Ödül almış pek çok kitabı nefret ederek okuduğum hatta yarım bıraktığım oldu. Kitap blogumuzda kitabını olumsuz eleştirdiğimiz için bir yazarın bizimle adeta mahalle kavgası yapması da bu yılın unutulmazları arasına girdi.

Ve diyorum ki, bir gün bu dünyadan çekip gittiğimde-düşünecek vaktim olursa eğer-en çok benden sonra basılacak ve okuyamayacağım kitaplar için üzüleceğim. O yüzden durmak yok, okumaya ve okuma sırası gelmese de kitap almaya devam...

23 Aralık 2014 Salı

YIL BİTMEYE YAKIN


Şaka maka yoruldum bugün. Kahvaltımı yapar yapmaz son kalan kartlarımı ve kargolarımı toparlayıp sokağın köşesindeki PTT şubesine gittim. Görevli hanımla aramız çok iyi, beni yormadan sakin sakin ve güler yüzle hallediyor işlerimi. Başka PTT şubelerindeki görevliler kitap kargosundaki indirim bitti diyerek başlarından savdıkları halde bu uzun uzun uğraşıp siteyi açıp indirimli yolladı kitaplarımı yıl boyu sağolsun. Postane sonrası market alışverişi yapıp eve döndüm, kolları sıvayıp üçüncü tertip yılbaşı kurabiyesi yapımına giriştim. En lezzetli parti de bu oldu galiba. Sonra kurabiyelerin bir kısmını paketleyip, yanına bir de minik hediye ekleyip PTT şubesindeki hanıma yeni yıl armağanı olarak götürdüm. Ardından arabaşı çorbası pişimeye giriştim. Arabaşı çorbasını bilenler bilir; hindi, tavuk ya da av etiyle yapılan ve özel hamuru eşliğinde yenen acı ve sıcak bir çorbadır. Çocukluğumda komşumuz Nimet teyze yapar, komşuları davet ederdi, güle oynaya yerdik. Hatta bununla ilgili bir anımı yazdım, İletişim Yayınları'nın bu yıl çıkardığı 2015 Resimli Edebiyat Takvimi'nde yer aldı. Sahi, siz aldınız mı bu takvimi, almadıysanız tavsiye ederim, çok beğeneceksiniz. 


İşte bugünlük böyle, başım ağrıyor. Gidip bir ağrı kesici alayım sonra da kitabımla köşeye kıvrılayım. Kalın sağlıcakla...
Ha unutmadan, yeni headerimi beğendiniz mi?

19 Aralık 2014 Cuma

SELAM


Evet, farkındayım blogu biraz boşladım bu aralar. Hatta Kahveli Blog'u daha da uzun zamandır ihmal ediyorum. Dün utanıp mesaj bıraktım: "Blog sahibi kendini izne ayırdı, 2015'de görüşürüz" diye. Yukarıdaki fotoğrafı da telafi amaçlı koydum zaten. 

Enerjim düşük sanki, eskiden yeni yıl zamanı daha heyecanlı olurdum, ruhuma mutfak cini gelip oturur, Aralık sonuna kadar da gitmezdi. Bu sene likörle portakal reçeli dışında pek mutfakla ilgim olmadı, cin Alaaddin'in lambasında mahsur kaldı sanırsam :)

Koca haftada yaptığım yegane etkinlik "Fakat Müzeyyen, Bu Derin Bir Tutku" filmini izlemek oldu. İyi ki de izlemişim çok beğendim. Yıllar önce İlhami Algör'ün yazdığı kitabını okumuştum, kitabı sevdiğim halde pek filme uyacak metinler olmadığını düşündüğüm için de festivalde filme gitmemiştim. Ama çok güzel uyarlamışlar, Erdal Beşikçioğlu her zamanki gibi nefis oynamıştı, Sezin Akbaşoğulları ise hem çok güzeldi, hem de rolünün tam hakkını vermişti. Bunun dışında her gün bir battaniye motifi örmeye devam ediyorum. 45 adet oldu, üçte birini tamamladım sayılır. Yıl bitmeden planladığım 100 kitabı bitirmek için de hızla kitap okuyorum. Şu anda elimde 95. kitap olarak Algan Sezgintüredi'nin "Maktulün Şansı" isimli polisiyesi var. 10 günde 5 kitap daha okuyabilir miyim bilmiyorum.

Durum bundan ibaret sevgili takipçilerim. Biraz silkelenip canlanmam lazım sanırsam. Huzurlarınızdan ayrılırken hepinize harika bir hafta sonu diliyorum...

11 Aralık 2014 Perşembe

NEREDESİN LEYLAK HANIM?


Bir önceki postun tarihine baktım da bir hafta olmuş buralara uğramayalı. Ncık, ncık, ncık! Ayıp Leylak, evini ihmal ediyorsun, yakıştıramadım sana. İyi tamam da buraları seller sular götürdü, oturduk evde mahpus gibi ne yazsaydım yani, can simidi gönderin, boğuluyoruz mu deseydim.

Durun bir düşüneyim neler olmuş; bir kere emanet Japonları evlerine geri postaladık. Miki ve Mika'lıktan çıkıp asıllarına rücû ettiler. Bugün okuduğum çizgi roman Snoopy'yi de sayarsanız 4 adet kitap bitirdim. "Turgut Uyar'ın Çocuklarıyız" beni çok tatmin etti, iyi bir kitaptı, şairi birinci elden yani 4 çocuğundan okuyup bilinmeyen yönlerini öğrendim. Ardından okuduğum "Yağmur Durmadı" deliler gibi yağan yağmurla senkron tutturması açısından anlamlıydı ama "Beğendin mi?" derseniz cevabım "Hayır" olur. Kötü bir tercümeydi, 2 sayfayı aşan, sonuna gelene kadar başını unuttuğum cümleler vardı. Kitabı kapattığımda aklımda kalan tek bir satır bile olmadı. Yegane güzel yanı kapak resmiydi. Ve sonra pek güzel bir polisiye okudum, her sayfası dolu dolu, polisiye gibi bir polisiyeydi, Hesna Onbaşı'dan "Süleyman'ın Kuyuları". Aşkım Snoopy ise bugüne renk katan bonus oldu. 

Bunca yıldır Antalya'da yaşarım, bu derece çılgın bir yağmuru 3. ya da 4. tecrübem. Tüm gece boyunca ve ertesi gün öğlene kadar hiç kesilmeksizin, adeta kovayla boşalırcasına, ardarda şimşek ve gökgürültüleri eşliğinde yağdı, sabaha karşı bir ara dolu da indirdi. Gazetelerde, TV'de görmüşsünüzdür şehre verdiği zararı. Her şeyin fazlası gibi yağmurun fazlası da zarar. 

Dün nihayet güneş yüzünü gösterdi, zincirinden kurtulmuş gibi attım kendimi dışarı. Ruhum öylesine kasvetlenmişti ki kaç gündür dinmeyen yağmur ve karanlık havadan kendimi ışıltılı yılbaşı süslerine vurdum. Hiç niyetim yokken ağacı çıkarıp kurdum ve süsledim. Renkli renkli iki pırıldasın da kararan gönlüm aydınlansın biraz. Bu arada yağmurun kırıp yerlere indirdiği Benjamin ağaçlarının dallarını topladım sokaktan çöpçü gibi, öyle taze ve yeşildiler ki kıyamadım. Eve getirip yıkadım, pakladım, vazoya yerleştirdim. Üzerlerine de birkaç yılbaşı süsü asınca gelin gibi oldular. Aferin bana değil mi?

Fotoğraftaki zürafa kızımız Zarife, yılbaşı için pek hevesli. Boynuzuna kurdelesini taktı, ağacın yanına yerleşti yeni yıl için gün sayıyor. Ben de ağır ağır yeni yıl kartlarımı yazıp postalamaya başladım. Bu yıl postacı ile ne maceralar yaşayacağım meraktayım. 

Şimdi izninizle diyorum, akşama yemek yok, bütün gün yattım üzerinize afiyet. Kısır yapıp turşu ve marul eşliğinde götüreceğiz. Üstüne de çay, bundan iyisi Şam'da kayısı. Haydi akşamınız güzel olsun...

5 Aralık 2014 Cuma

FALAN FİLAN...


-Japon konuklarımız var, iki tane. Birkaç günlüğüne bizde ikamet edecekler. İsimlerini sormadık, onlar da söylemediler ama ben "balık balık" diye anonim bir seslenişe karşı olduğum için kendilerine geçici Capon isimleri koydum: Miki ve Mika. Miki "güzel ağaç", Mika da "yeni ay" demekmiş. Türkoloci ihtisasımı Caponya'da yaptığım için bilirim :)

-Caponlara alışamadım henüz. Kitaplığın yanındaki masaya yerleştirdim, kitaplara bakıp feyz alırlar diye. Bilgisayar başındayken arkam dönük oluyor, geriden gelen "şlap şlap" sesleriyle irkiliyorum. Keratalar kuyruklarını kavanozun camına vurarak deliler gibi döneniyorlar. Sanırım onlar da bizim evi yadırgadılar. Her gün tepelerinde gördükleri sarışın, küçük çocuğu arıyor olsalar gerek. Sabah yem verirken bana bakıp, "bize Miki, Mika diye seslenen kara kafalı yaratık kim ola ki" diye düşündüklerine eminim. Sahi balıklar düşünür müydü?

-Dün bir arkadaşa gittim, yanlış otobüse binmişim. 1 saat sürdü yolculuğum ve gideceğim yere hayli uzak bir durakta indiğim için epey yürüdüm. Yürümek dert değildi de otobüs yolculuğu fenaydı. Yanımda oturan adam feci soğan kokuyordu, arkamdaki Rus kadın yol boyunca bağıra bağıra telefonda konuştu. Biraz daha devam etseydim inmeden Rusça'yı sökebilirdim. Şoförse başka bir alemdi, telefonun kulaklığının bir ucu kulağında, diğer ucu dişlerinin arasında Rus kadınla yarışırcasına telefonda konuştu. Mesleği seçtiğine pişman, "gençliğimi yedi bu iş benim" diye sürekli sızlandı. 

-Her güne bir battaniye motifi etkinliğim devam ediyor, başlayalı 30 gün, motif sayısı 30 adet. Başat gidiyoruz yani, kendimi tebrik ediyorum. 

-Her güne bir "Mr. Selfridge" etkinliğine başlayalı da 10 gün oldu, birinci sezonu bitirdim, bugün 2. sezona başladım. Eğlenceli bir dizi, keyifle seyrediyorum. Önceleri bu adam kime benziyor diye düşünüp duruyordum ki Lale hatırlattı. "Ankara'nın Dikmen'i" dizisinde oynayan BKM Oyuncularından Bülent Emrah Parlak'a ikizi gibi benziyor Mr. Selfridge. Yabancı dizide yerli aktör oynuyormuş gibi bir duyguyla izlemekteyim.

-Oya Baydar'ın "Yetim Kalacak Küçük Şeyler" ve Ayşe Sarısayın'ın "Ansızın Günbatımı" kitaplarını bitirdim, vasattılar, pek etkilenmedim. Bugün şair Turgut Uyar'ın çocuklarının ağzından anlatılan "Turgut Uyar'ın Çocuklarıyız"a başlayacağım. 

-Henüz yeni yıl havasına giremedim, ayın 15 inden sonrası için umudum var.

-Şimdi müsaadenizle, elektrik süpürgemden randevu almıştım, onunla buluşmam lazım...

2 Aralık 2014 Salı

İŞTE BENİM ZEKİ MÜREN

 

Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde "İşte Benim Zeki Müren" ismiyle sanatçının tüm hayatını konu alan bir serginin açıldığını duyuyor ama İstanbul dışında yaşamanın böyle konulardaki şanssızlığı nedeniyle gidemiyor olmama hayıflanıyordum. Neyse ki sergi kitap olarak ayağıma geldi. Ciltli, oldukça kalın, şömiz baskılı, renkli ve siyah-beyaz fotoğraflarla yüklü kitap Zeki Müren'in çocukluğundan başlayarak ölümüne kadar yaşamının detaylarını gözler önüne seren bir arşiv olmuş. Dönüp dönüp bakacağım bir anılar demeti...


Zeki Müren'in hayatıma girişi ilkokul çağlarında, Seyran Sineması'nın kadınlar matinesinde izlediğim Belgin Doruk'la birlikte oynadığı "Hayat Bazen Tatlıdır" filmi ile olmuştur. Siyah-beyaz filmin bazı sahneleri (Zeki Müren'in şarkı söylediği sahneler) renklendirilmişti. Şarkılar ve filmin renkli bölümleri o kadar hoşuma gitmişti ki uzun yıllar gördüğüm bir rüya gibi hatırlamıştım. 

 

Bizim evde Türk Sanat Müziği çok çalınır ve söylenirdi. Annem, babam ve eline aldığı her müzik aletinden anlamlı bir ses çıkartabilen büyük dayımın dilinden şarkılar düşmezdi. Haliyle Zeki Müren de hem güzel sesi, hem ilginç yaşam tarzı ile evimizdeki sohbetlerin konuğu olurdu. Annem hep onu sahnede canlı olarak dinlemeyi hayal ederdi ki çok geçmedi bu hayali gerçek oldu. Şimdi kendi cilalanmış ama ruhu ölmüş olan Gençlik Parkı'nda, yerinde metro istasyonunun olduğu Yazar Bahçesi vardı. Bir açık hava gazinosu, Gönül Yazar'ın halen soyadını taşıdığı eski kocası Necdet Yazar işletirdi. Gariptir babamın tek memur maaşlı bütçesi bizi ailecek ara sıra böyle çalgılı gazinolara götürmeye yeterdi. Şimdiki zamanları düşününce imkansız geliyor. Yazları Gençlik Parkının bulvara bakan bölümündeki Yazar Bahçesi'ne, daha iç kısımlarda kalan Japon Bahçesi'ne, Lunapark'a bitişik Lunapark Aile Gazinosu'na, kışları da Güneypark ve Köşk Gazinosu'na giderdik. Kimleri izlemedim ki buralarda. İşte ılık bir yaz akşamı da Zeki Müren'i dinlemek için nevalelerimizi yüklenmiş Yazar Bahçesi'ne gelmiştik. Masaya semaver söylenmiş, önce fasıl, sonra kadrodaki diğer sanatçılar eşliğinde yenmiş içilmiş ve sıra Zeki Müren'e gelmişti. Hepimiz heyecanlıydık ama en çok annem. Sahnenin hazırlanması için uzun bir ara verilmiş ve sonra alkışlarla Sanat Güneşimiz sahneye doğmuştu. Gerçi o zamanlar henüz Sanat Güneşi değildi, Paşa olmasına da vakit vardı ama çok ünlüydü, çok sevilir, çok ilgi görürdü. Aklımda en çok iki sahne kalmış; "Elveda Bütün Hatıralar" şarkısını söylerken "yine mevsimler dönecek, yine yapraklar düşecek" bölümünde sahnenin yukarısından üzerine yağan sarı yapraklar ve filmiyle de ününü arttırdığı "Bahçevan" şarkısında giydiği bahçıvan kostümü, kolundaki içi yapma meyvelerle dolu sepetle "Deh deh düldül, deh deh düldül, sen düldülsün, ben bülbül, baaaaahçeeeeevan geldi" deyişiydi. Gazino alkıştın yıkılmış, annemin gözleri parlamış, anneannem "an gııı, nası herif bu?" diye şaşmış, bense çok eğlenmiştim. 

Bu benim canlı olarak ilk ve son görüşümdü ama zaman içinde şarkılarını severek dinleyecek-bilhassa ilk dönem şarkılarını-, kasetlerini alacak, yılbaşındaki görkemli TV showlarını kaçırmayacak ve ölümünü neredeyse canlı yayında izleyerek çok üzülecektim. Sonraları düşündüğümde "herhalde kendisi de böyle ölmek isterdi, sahnede, halkın gözü önünde" diye düşünüp teselli olacaktım. Annemlerse bir canlı izleme deneyimi daha yaşayacaklardı, bir kış günü Köşk Gazinosu'nda, insanların birbirini çiğnediği, geceyarısı yer kapma kuyruğuna girdiği bir aile matinesinde. Bir savaş anısı gibi uzun zaman dinlemiştik öncesini ve sonrasını birlikte gittikleri eniştemden.

Dün sayfalarını tek tek çevirdiğim kitapla hem Zeki Müren'i andım, hem de geçmişte kalan bazı anıları tazeledim, sizi de mahrum etmeyim dedim. Ne kadar iyiyim değil mi :)

30 Kasım 2014 Pazar

PUF


Görsel: Buradan

Öğleye kadar en önemli uğraşım buz kalıbına dönmüş ayaklarımı ısıtmaktı, ne yaptımsa muvaffak olamadım. O süreçte boş durmadım tabii ki, "Mr. Selfridge" dizisinin 1. sezon 3. ve 4. bölümlerini izledim, izlerken bir adet battaniye motifi ördüm, ortalıkta yayılmış duran kimi kitap ve broşürleri toparladım, portakal reçelinin ikinci aşamasına geçip yarım saat kendi suyunda kaynattım. Mutfak mis gibi koktu. Soğuduktan sonra buzdolabına kaldırdım tekrar ve akşama ne yemek yapacağımı düşünmeye başladım. Pazar günleri yemek işini çoğunlukla geçiştiriyoruz, sanırsın çalışıyoruz ama işte eski alışkanlık. Kısır mı yapsam diye geçiriyordum aklımdan ki iki haftadır kısır yediğimizi hatırladım, caydım. Derken kafamda "puf" diye bir ampul yandı ve "puf böreği" yapmaya karar verdim. Bu kararı verdiğim için puf böreğinde usta olduğumu sanmayın, hayatım boyunca bir kere yaptım onu da bir yemek kitabından bakarak ve komşudan oklava alarak yapmıştım, yarısını da oklavayı iade ederken komşuya götürmüştüm. Sözkonusu yemek kitabı yıllar içinde parçalanıp mefta olduğu için sanal aleme başvurdum. İnternette bulduğum onyüzmilyonbin tarif üç aşağı beş yukarı birbirinin aynıydı. Malzemeleri asgari müşterekte birleştirip bir liste yaptım. Evdeki yoğurt süzme, karbonat bayat, oklavaysa hâlâ yoktu. 2 kişilik hane halkının 2. bireyini markete yolladım süzme olmayan yoğurt ve bayat olmayan karbonat almak üzere. Oklava markette satılmadığı için evdeki merdaneyi görevlendirdim. Yakın zamana kadar o da yoktu ama yılbaşı kurabiyesi yapmak için bir tane edinmiştim Allahtan. Malzemeler gelince önce çayı ocağa koydum, sonra sıvı malzemeleri karıştırdım, başladım un eklemeye. Bu "aldığı kadar" savsaklaması sanırım tarifini paylaşmak istemeyen haris aşçılar tarafından uydurulmuş. Bir de "kulak memesi" var ki ayrı bir facia, parmaklarım hamurla kulağım arasında mekik dokudu..... dersem inanmayın tabii ki. Kaç zamanın mutfak kadınıyız yahu, kulak memesi kıvamını bilmez miyim hiç :) Yalnız tarif sanırım 10 çocuklu bir aile için verilmiş, ekle babam ekle hamur una doymadı. Paketin tamamını boşalttım içine, oldu bir küvet dolusu hamur, sonunda kulak memesine ulaştım. Sırtını pışpışlayıp "hadi canım sen biraz dinlen" diyerek iç malzemesini hazırlamaya başladım. Peynirle dereotunu karıştırıp "bu kadar tembellik yeter" dedim hamura ve tezgahı unlayıp açmaya başladım. Merdane oklavaya benzemiyor tabii ki, sık sık aksilik etti, kavga dövüş açabildim. Bu arada tezgahı, yerleri ve üstümü başımı un içinde bıraktığımdan hiç söz etmeyim iyisi mi :) Annem puf böreği yaptığında kenarı sivri bakır bir tencere kapağıyla keserdi tavaya atmadan önce. Annemi anmak için ben de asimetrik yapmaya karar verdim ama bakır tencere kapağı olmadığı için evdeki en sevdiğim alet olan pizza kesicisiyle kestim. Eğriş büğrüş şekiller çıkardım. Pişince yanyana getirip puzzle yaparım dedim. Sıra kızartmaya gelince farkettim ki market siparişi verirken riviera zeytinyağı da vermek lazımmış. Bir süredir evdeki yegane sıvı yağ sızma zeytinyağı çünkü. O kadar çatlak su kaçırmaz dedim ve başladım cozur cozur kızartmaya. Koca bir kase tepeleme dolunca hamurun bir kısmını buzluğa kaldırdım, zaten yorulmuştum. Artık beslenme saati başlasındı. 

Şu anda midemde dinlenmeye terkettiğim puf börekleri eşliğinde yazıyorum, uykumu getirdi kâfir. Hani öyle pek muhteşem olmamıştı ama idare ederdi. Not vermek gerekirse 10 üzerinden 7 verirdim öğretmen olarak. Sanırım hane halkının ikinci elemanı daha çok beğendi, o 7,5 dan 8 verebilir diye düşünüyorum :)

29 Kasım 2014 Cumartesi

ARS LONGA VİTA BREVİS*

Cumartesi akşamını buluverdik bile, nasıl geçiyor günler anlamıyorum. Güzel bir haftaydı, etkinlik açısından verimli, iklim açısından biraz üşütücü. 

Perşembe akşamı Antalya Piyano Festivali kapsamında Gürer Aykal'ın yönetimindeki Akdeniz Filarmoni Orkestrası'nın seslendirdiği, solistliğini Freddy Kempf'in yaptığı "Gershwin Gecesi"ndeydim. Şahane bir konserdi. Leonard Bernstein'den "Batı Yakası Hikayesi Süiti", Gershwin'den "Rapsody in Blue" ve "1. Piyano Konçertosu"nu dinledik.




Ve sonra bir günlük domestik bir ara verip yılbaşı için kahveli portakal likörü ve portakal reçeli ilk aşamasını hazırladım. Hep sanat, hep sanat nereye kadar değil mi :)

Bugün tekrar etkinliklerime geri döndüm, Opera sahnesinde "Paris'te Bir Gece" isimli opereti izlemeye gittim. Operet renkli, eğlenceli ve güzeldi. Yanımızda oturan izleyici hanımsa ilginç. Perde arasında arya söyleyip çıkışta da tüm Fransızca şarkıları anladığını belirtti. Zira İsviçre'ye gidip geliyormuş ve orada kulak aşinası oluyormuş, mesela "je" Fransızca "ben" demekmiş ve şarkılarda da çok fazla "je" geçmiş. Ben cahilliğime yanmaya giderken sizi operetten görüntülerle başbaşa bırakayım. Fotoğraflar ANTDOB'un Facebook sayfasından alıntıdır:





*Ars longa vita brevis: Sanat uzun, hayat kısa

28 Kasım 2014 Cuma

BULUTLAR NEREYE GİDER?

Bugün blogger arkadaşım Mavianne Antalya'daydı, buluştuk. Biz kahve eşliğinde sohbet ederken bulutlar da bize eşlik etti. Her şey çok güzeldi, Mavianne'ye "yine gel" diyor sizleri de bulut showa davet ediyorum:






27 Kasım 2014 Perşembe

VAKTİ GELDİ...

Bu sabah gözüm takvime ilişip de ayın 27 si olduğunu görünce "eh artık zamanıdır" dedim ve kahveli portakal likörü yapmak için kolları sıvadım. Bilenler bilir sevgili Beste'nin tarifiyle 4 yıldır yapıyoruz bu likörü ve bir de ritüel başlattık. Likörü yapanlar Beste'nin Naneleri'nde paylaşıp yılbaşından bir gün önce belirlediğimiz bir saatte, belirlediğimiz bir neden için ve ilaveten hepimizin sağlığına kadehlerimizi kaldırıyoruz. Öyle geleneksel hale geldi ki Tijen İnaltong YKY yayınlarından çıkan kitabı "Her Güne Bir Yemek" te bile yer verdi, hem likörün tarifine, hem bu ritüele.


Fotoğrafta yapım aşamalarını görüyorsunuz. İhtiyacınız olan şey portakal, votka, esmer ve beyaz şeker ile kavrulmuş kahve çekirdekleri. Güneş almayan bir yerde saklamak koşuluyla 3 ila 4 hafta sonra içime hazır hale geliyor. Ben 2 portakal ve 70 cl'lik votka ile yapıyorum. Önce portakalları (mumsuz olmasına dikkat edin) güzelce yıkıyoruz. Sivri uçlu bıçakla her bir portakala 40'ar tane delik açıyoruz. O deliklere kahve çekirdeklerini 2. fotoğraftaki gibi yerleştiriyoruz. Ağzı sıkı kapanabilen ve portakalın sığabileceği büyüklükte olan bir kavanozun dibine 2 çorba kaşığı beyaz şeker, üstüne de 2 çorba kaşığı esmer şeker koyuyoruz. Likörünüzü tatlı seviyorsanız şeker miktarını artırabilirsiniz. Ben ilk yapışta 100 er gramdan 200 gr. şeker koymuş ve çok tatlı olduğu için votka eklemek durumunda kalmıştım. 2 yıldır şekeri azalttım, yine de tedbir olarak şeker eridikten sonra tadına bakıyor az ise biraz daha ilave ediyorum. Portakalları şekerin üstüne koyduktan sonra üzerini kapatacak kadar votka döküyoruz. 2 kaşık kavrulmuş çekirdek kahveyi de ilave ederek ağzını sıkıca kapatıyor ve karanlık bir köşede dinlenmeye terkediyoruz. Ara sıra sallayıp şekerin erimesine yardımcı olabilirsiniz. Genellikle 3 haftada içime hazır hale geliyor ama 4 haftada tam kıvamını buluyor. İnce delikli süzgeçten süzüp ikrama hazır hale getiriyoruz. Kokusuna ve tadına bayılacaksınız, bilhassa kahve yanında şahane oluyor. Haydi durmayın, sıvayın kolları, yılbaşına yetişsin.

İlk yaptığım yıl bir de öykü uydurmuştum, eğer okumadıysanız onu da ekleyim:

"Sabah mutfaktan gelen seslerle uyandım, apar topar daldım içeri "ne oluyor?" diye. Baktım kahve taneleri neredeyse pankart açıp yürüyüş başlatmak üzereler. "Derdiniz ne sizin yahu?" dedim, "daha kargalar kahvaltısını etmeden çıngar çıkarmışsınız". İçlerinden en toraman olanı attı kendini ortaya, "Mutsuzuz" dedi, "doğduğumuz, büyüdüğümüz topraklardan koparılıp getirildik bu gurbet ellere, büyük büyük dedelerimizden beri size hizmet edip dururuz. Biraz daha düzgün hayat şartlarını hakediyoruz. Daracık, havasız, ışıksız bir hücreye kapattınız bizi, sıkış-tepiş geçiyor ömrümüz". Düşündüm, haksız sayılmazlar, ayrıca ben iyi bir işverenim, bana hizmet edenleri gözetirim. "Nedir arzunuz?" diye sordum, portakal bahçeleri içindeki bir toplu konutta birlikte yaşamak istediklerini belirttiler. İşi gücü bıraktım, 40 daireli bir apartmana yerleştirdim aynen söyledikleri gibi portakal kokan. "Oh, bu sorunu da çözdük" diye kahvaltımı etmeye gidiyordum ki yine çığrışmaya başladılar. "Şimdi ne oldu?" dedim, "Efkarlıyız apla" dediler, "vatan hasreti çekiyoruz, nerede o Kolombiya'nın mor sümbüllü bağları, kekik kokulu dağları", ardından da hep birlikte ağlamaya başladılar. Yüreğim elvermedi o vaziyette bırakmaya, "Yürüyün la dedim "düşün ardıma". Götürdüm bir meyhaneye salıverdim cümlesini. Alkolün içinde boğulsunlar, içip içip dağıtsınlar keratalar. Üç hafta sonra gidip sırtlar getiririm hepiciğini..."

25 Kasım 2014 Salı

ESKİDENDİ ÇOK ESKİDEN


 


Sabah en sevmediğim hava durumuna uyandım; yağmurlu, gri, soğuk ve nemli. Enerjim dibe vurdu, kendimi takacak bir şarj aletim de olmadığı için klimayı açıp internette gezinmeye başladım. Şimdi tam hatırlayamıyorum neydi beni alıp da bilgisayar başından Denizli'ye götüren. Bildiğim güneşli bir aydınlığın, çayır-çimen kokan bir bahar başlangıcının, okul yolundaki ısırgan otlu bahçenin ve Çallı İlkokulu'ndan taşan çocuk seslerinin gözümde, kulağımda ve burnumda geçit resmi yaptığı. Müthiş bir özlem duydum birdenbire, yıllar öncesinde kalmış o şehirde olmak istedim. 

Nikahtan hemen sonra yollanmıştık Denizli'ye; ev aramak için 2 günlük, ev yerleştirmek için 3 günlük ziyaretlerden sonra temelli geliyordum daha önceleri hayalini bile kurmadığım bu şehre. Ailelerimizin yaşadığı şehre yakınlığı ve sevdiğimiz bazı arkadaşların orada yaşıyor olması tercih sebebimiz olmuştu tayinimizi isterken. Aile evimden ilk kez ayrılıyordum, buruktum, şaşkındım, heyecanlıydım. Daha önce gelmiş ve 2 gün boyunca kiralık ev bulmak için taban tepmiştik, sonuç hüsrandı, elimiz boş geri dönmüştük. Sonra orada yaşayan arkadaşımızın annesi aracılığıyla bir ev bulunduğu haberi gelmişti, yerleştirmek için gittiğimizde gördüğüm ev kurduğum hayalleri şangur şungur etmişti. Almanyalı Pire Ahmet'in kendi zevkine uygun yaptırdığı apartmanın daireleri ne yazık ki benim zevkimle hiç uyuşmuyordu ama yapacak bir şey yoktu, çaresiz yerleşecektik. Orada geçirdiğim 1,5 yılın ilk aylarında hep başka bir eve taşınmak umuduyla yaşadım, sonra alıştım ve boşverdim, üstelik eni konu şirin bir hale getirmiştim. Ev şehir merkezine biraz uzak, küçük bir ara sokaktaydı, tek avantajı okula yürüme mesafesinde olmasıydı. Parlak bir yeşile boyalı duvarları, mavi marleylerle kaplanmış zemini ve salonun en görünür yerine yerleştirilmiş pembe yüklük dolabıyla ince bir zevkin ürünü olduğunu cırtlak bir sesle bağırıyordu. Yetmemiş gibi uzun bir tren vagonuna benzeyen ve sağa doğru keskin bir virajla dönen salon 2 adet kocaman camlı kapıyla üçe bölünmüştü. İlk işim camlı kapıları yerinden söküp salonu yekpare hale getirmek olmuştu. Adeta ikinci bir salon büyüklüğündeki mutfakta çeyiz sandığı kadar bir tezgah mevcuttu, geriye kalan boş alanda ne yapılması düşünülüyordu merak içindeydim. Küçük bir antreyle salondan yatak odası ve banyoya geçiliyordu. Dış kapıdan girilen küçük koridorda ise ortalık yerde bir lavabo, lavabonun yanından girilen bir tuvalet ve neye yaradığını çözemediğim 1 metrekarelik bir girinti vardı. sonra o girintinin önüne turunculu, desenli bir perde asmış ve odun depolamak için kullanmıştık. Aynı kumaştan lavaboya da bir büzgülü eteklik dikip çirkin görüntüsünü en azından sevimliye çevirmiştim.

Özene bezene aldığım eşyalarım bu renk curcunası kitsch ortamda fazla modern kalmıştı, evsahibi Hatçanım ve komşular arada merakla kapıdan başlarını uzatıyor, "O vitrini karşıyı goyun gaari, önkürdeeki halıyı nereyi serceeniz?" şeklinde önerilerde bulunuyorlardı. Alt kattaki komşu eli boş gelmemiş bir tabak domates getirmişti ki daha da o lezzette domates yemedim. Sonra evsahibiyle anlaşamayacak, ne kirayı arttıracak ne de evi tahliye edecekti. Evsahibimizse korkuç bir intikam alacaktı, teneke içinde suyla kardığı kurumları kadının bacasından aşağı boca edecek, hem kendi evini, hem kadının eşyalarını yağlı karaya bulayacaktı ama Allah var bir gün önce taş atarak denemiş, bacanın bana değil de alt kattaki komşuya ait olduğundan emin olmuştu, hakkını ödeyemem :)

Maceralı bir şekilde yerleştirdiğimiz evimize ve yepyeni bir şehre temelli gelmiştik artık. Henüz tayinim yapılmadığı için günlerimi aylaklık ederek geçiriyordum. Hayatımdaki her şey yeniydi; evim, eşyalarım, işim, çevrem, şehrim, arkadaşlarım ve hatta yaşam biçimim. Kalabalık, gürültülü, canlı bir büyük şehirden sakin bir taşra kentine gelmiştim. Sinema, tiyatro, konser ve hatta kitapçı bile yoktu, varsa da ben bilmiyordum. Henüz yürümeye başlamış bir çocuğun tedirginliğiyle şehrin sokaklarını arşınlıyor, küçük kardeşimi deli gibi özlüyor, yeni yaşantıma alışmaya çalışıyordum. Kendi büyük, tezgahı küçük mutfağımda hanım kızlar gibi yemekler deniyordum. Leman Cılızoğlu'nun yemek kitabı elimin uzantısı olmuştu, bugün sahip olduğum mutfak bilgimin çoğunu ona borçluyum, önünde saygıyla eğiliyorum. Sonra bir dert daha çıktı: soba. Asla ateş yakamayan bir insan evladıydım, çaktığım her kibrit tutuşturmadan sönmeye mahkumdu. Neyse ki bu zor görevi eşim üstlendi. Ama önce soba aldık, bize teklif edilen "Filiman maaaka, mobileli govulu zobu"ya paramız yetmediği için normal bir kovalı soba aldık. Satıcı tarif etti: "Bunu aacen, zabahtan govusunu bi doooduucen, bi yakcen, aaaşama gadaaa yancek gaari". Denizli kışları soğuk, kovayı doldurmak için kömür lazım, odun yetmez. İmdadımıza ev sahibi yetişti: "Bak biii, ben fazlı aaamışım kömüre, acııını size verem gaaari".Aman pek sevindik, hazır eve gelmiş kömür, taşıma derdi yok, bir kömürlükten ötekine aktarılacak sadece, hemen takdim ettik parasını taşıdık kömürü kendi kömürlüğümüze. Sıra geldi yakmaya, satıcının dediği gibi govuyu doodurduk, üstünü odunla çırayla besledik, kibriti çaktık. Yandı hakikaten, yanmaz olaydı. Govulu zobumuz bir tütsün bir tütsün, tütmekle kalmasın bir de aksın, o akan kurumlar boruların tam altında duran kitaplıktaki pek kıymetli kitaplarımı karalara boyasın, yerlere aksın, ortalık leş gibi koksun. Camları kapıları açıp dumanı çıkaracağız diye dışarının ayazını içeriye doldurarak eskisinden de daha soğuk hale getirmiştik evi. Sonradan anladık ki sobadan çıkan borular önce salonun bir duvarı boyunca uzayıp oradaki delikten yandaki yatak odasına giriyor ve bacaya ancak o odanın da bir duvarını aşarak ulaştığı için yoğuşarak akıyor. Boruların eklenti yerlerini deli bağlar gibi bağladık yanmaz malzemelerle, akmayı biraz önledik, lakin tütme devam. Sonra onu da anladık, uyanık ev sahibimiz kalitesiz cins kömürünü bize kakalamış, o kömür mutlaka tütme yapar ve iyi yanmazmış. İlk yılın acemiliğinden sonra ayılmıştık ama çektiğimiz çile yanımıza kar kalmıştı.

Bir süre sonra hem eve, hem şehre alışmış, şahane dostluklar kurmuştuk. Hâlâ unutamadığım öğrencilerim olmuştu, şehrin kodunu çözmüştüm, Şeytan Pazarı'nı ve onun rengarenk ortamını keşfetmiştim. Baharın şehre has kokusunu, nar ağaçlarını, bahçelerden deliler gibi sarkan leylakları, öğrencilerin ağaç dallarına örgü gibi sararak okula taşıdıkları Honaz kirazlarını, Kaklık'tan gelen ekmekleri, Çamlıktaki piknikleri, Delikliçınar'ı, hâldeki peynir kokusunu, dükkan kapılarından sarkan kuru patlıcanları, Babıdaaalılar İşhanı'nı, 2. Ticari Yol'u, dostlarla akşam oturmalarını, şenlikli sofraları, melodi gibi akıp giden Denizli şivesini ve hatta şekilsiz evimizle sokağımızı bile hayatımızın içine yerleştirmiştik. Ayrılmak çok zor olmuştu. O çirkin şehre nasıl da bağlanmıştık ve bir kez daha anlamıştık ki bir yeri güzel yapan güzel anılarmış. Şen olasın Denizli, kalbimde çok özel bir yerin var...

Not: Bir-iki okul fotoğrafı dışında o yıllardan tek bir fotoğrafım yok ve buna çok üzülürüm. Yazı mahzun kalmasın diye öğrencilerin kucak kucak taşıdıkları çok sevdiğim leylağı koyayım dedim, esbab-ı mucibesi budur yani...

24 Kasım 2014 Pazartesi

SEVGİLİ ÖĞRETMENİME

 


Madem bugün Öğretmenler Günü ben de öğrenim hayatımda en büyük izi bırakan kişiye, ilkokul öğretmenim Firdevs Özgen'e "İmza: Ben" kitabında yazdığım mektubu ekleyeyim:

***

"O Eylül günü annemle birlikte sınıfın kapısından içeri girip sizi gördüğümde hayatımda bu kadar önemli bir yer tutacağınızı asla tahmin edemezdim. “Dünyanın en büyük küçük mucizesi çok gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır. Büyük mucizelerse yalnız kutsal kitaplarda bulunur” cümlelerini okuyacaktım yıllar sonra Buket Uzuner’in “Şiir’in Kız kardeşi Öykü” kitabında. Kitabın kapağını kapatıp gözlerimi duvarın boşluğuna çevirmiş ve o Eylül gününü anımsamıştım. Evet, benim küçük mucizem 60 yaşlarında, seyrek saçlı, demode giyimli, sıradan bir kadındı. Okulun, çoğunun saçları sarıya boyalı, göz makyajları kuyruklu, sivri topuklu pabuçlar ve şık döpiyesler giyen kadın öğretmenler topluluğu içerisinde göze bile çarpmazdınız Firdevs öğretmenim; öyle sade, öyle gösterişsizdiniz. Lakin içinizdeki cevheri fark edebilmek için süslü kılıflara ihtiyaç yoktu, sınıfınızda birkaç gün geçirmek yeterli olmuştu. Annem beni tahtası kararmış sıralardan birine, babamın arkadaşının kızı Feyza’nın yanına oturtup Feyza’nın annesiyle birlikte bahçeye inmişti. Merakla bakıyordum etrafıma, hoşuma gitmişti okul ortamı. İçine kapanık bir tek çocuktan sınıfın Çalıkuşu’nu yaratmanıza henüz vakit vardı, ilk derste sadece isimlerimizi sormakla yetinmiştiniz. Beş saati arka arkaya kâh şarkı söyleyip kâh şiir okuyarak geçirip dağıldığımızda annem hâlâ bahçede, Feyza’nın annesince esir alınmış bir şekilde bekliyordu. Eve birlikte dönmüştük ve ben ertesi günü iple çekmiştim tekrar okula gidebilmek için. Annem götürmüştü yine ama bu defa Feyza’nın annesine görünmemek için hemen geri dönmüştü. Ben bir hafta sonra kendi başıma gidip geliyordum okula ve Feyza ya da annesi sizin sadeliğinizden pek hoşlanmamış olsa gerek o şık öğretmenlerden birinin sınıfına naklolmuştu. Bilselerdi ki onların da 1. Sınıf yaşındaki çocukları Firdevs öğretmenin sınıfında eğitim hayatlarını sürdüreceklerdi 5 yıl boyunca.
Çok çabuk öğrendik okumayı ama diğerlerinin aksine kırmızı kurdele takmadınız yakamıza, yılsonunda okuma bayramı yapıp kurbağa kılığına falan da girmedik. Hiçbir 23 Nisan geçit törenine tek bir öğrenci alınmadı sınıfınızdan, hiçbirimiz de bunu dert etmedik. Bir nevi izole edilmiştik sanki, kendi bayramımızı kendi aramızda kutladık, okuma öğrenince bize dağıttığınız hikâye kitaplarıyla ödüllendirildik, oynana oynana sakıza dönmüş rontların yerine kimselerin bilmediği şarkılar öğrettiniz. Utangaç gülümsemelerle söyledik yalnız bizim sınıfın bildiği “Biz Şen Köylüleriz” türküsünün “Kızlar kızlar kızlar, candan hoş kızlar/Gözleri can dolu gönlü hoş kızlar” bölümünü. Ve hâlâ müthiş bir keyifle ve ince bir hüzünle söylerim bugüne kadar kimselerden duymadığım “Gece” şarkısını:
“Gün battı masmavi bir sis, sardı dağları gizlice
Her taraf inlerken sessiz, indi karanlık gece
Artık ışıklar yanıyor, uzak belirsiz evlerde
Rüya gören sahillerde periler oynuyor”

Yalnızca şarkılar değildi ayrıcalığımız, biz tarihi de herkesten farklı yöntemlerle öğreniyorduk. Rumeli çocuğuydunuz, 10 yaşındayken bizzat yaşadığınız Balkan Savaşı’nı anılarınızdan dinledik, Kız Muallim Mektebi’nde Reşat Nuri Güntekin’in öğrencisi olmanızın farkıyla sevdirdiniz bize Türk Edebiyatını. Çalıkuşu’nu sınıfta okuduktan sonra “Çalıkuşu” oldu takma adım, her Çarşamba bir ders ayırdığınız için bunca bağlandım şiire. Hiç katı disiplin görmedik biz, sıra aralarında dolaştık, derste bağıra çağıra konuştuk, kimseye bir fiske bile vurmadınız; ne yaramaz Ahmet’e, ne tembel İrfan’a. Annesi köyde olduğu için babasıyla okulun bodrum katındaki küçücük bir odada kalan müstahdemin oğlu, sınıf arkadaşımız sarı Süleyman’ı da aynı içtenlikle kucakladınız, öğretmen arkadaşlarınızın öğrenciniz olan bakımlı, özenli çocuklarını da.
Hâlâ sizin öğrettiğiniz yöntemle yaparım limonatayı, hâlâ sizden öğrendiğim atasözlerini kullanırım. Öğretmenimiz değil yakınımızdınız sanki; gülerek hatırlarım her zaman, musluklardan akan klorlu suyu içemezdiniz, bir şişeniz vardı memba suyuyla dolu. Bizim için kutsaldı adeta, eve götürüp doldurmak için yarışırdık. Uzun uğraşlardan sonra ele geçirmiştim 5 yılda bir kere. Heyecanla eve götürmüş ve o anda bizde olan komşumuz Faruk abiye yakalanmıştım. Şişeyi ve ne için eve getirildiğini öğrenince düşmüştüm diline. “Firdevs’in şişesi” takmıştı adını ve yıllar boyu diline pelesenk etmişti, “notlarının neden iyi olduğunu biliyorum, Firdevs’e şişeyle su taşıdığın için” diye dalga geçerdi benimle. Oysa ben ne mutlu olmuştum öğretmenime su götüreceğim için ve bir türlü anlayamamış, kızıp durmuştum çok sevdiğim Faruk abinin şakasına.
Mezuniyet sınavında da bizim sınıf farkını göstermişti, herkes okul şarkıları hazırlarken biz bağıra çağıra “Bugün bize hoş geldiniz erenler” türküsünü söylemiş, Aile Bilgisi sınavı için de yukarıda bahsettiğim limonatayı hazırlayıp diğer öğretmenlere sunmuştuk. Sizi son görüşüm okulun son günü olacaktı. Yaş haddinden emeklilik dilekçenizi vermiş ve hep orada yaşama hayali kurduğunuz İstanbul’a yerleşmiştiniz bile biz diplomalarımızı Atatürk’e benzeyen müdürümüzün elinden alırken. Bir tek o zaman kırıldım sevgili öğretmenim size, diploma töreninde yalnız bıraktığınız için. Sonraları peşinize çok düştüm ama ulaşamadım. Şimdi başka bir âlemdesiniz; sevgim, minnetim ve özlemim oralara ulaşıyordur umarım. İyi ki benim öğretmenim oldunuz, huzurla uyuyun…

Çalıkuşunuz"

Tüm öğretmenlerin Öğretmenler Günü kutlu olsun...

21 Kasım 2014 Cuma

BUZZZDOLABISI


Uzun zamandır bize sadakatle hizmet veren buzdolabımız aksırmaya, öksürmeye ve hatta çişini kaçırmaya başlayınca emekliye ayırmaya karar verdik. Birkaç arayıştan sonra uygun bulduğumuz bir model ve markayı dün internetten sipariş ettik. Akabinde gelen maille dolabın bugün teslim edileceği ve ardından da servisin gelip gerekli işlemi yapacağı bildirildi. Pek inanmadım ne yalan söyleyim, su içinde 2-3 günü bulacağını hatta araya hafta sonu gireceği için daha da uzayacağını düşündüm. Sabah kalktığımda cep telefonumda bulduğum mesaj da teslimatın bugün yapılacağını teyit ediyordu. E haydi hayırlısı dedim, bundan iyisi Şam'da kayısı. Ve fekat bir sorun vardı ki yeni buzdolabı gelince bizim emektarı ne yapacaktık. Katlayıp bir kenara koyma, dolabın içine tıkma, yatak altına itekleme gibi bir şans olmadığı için belediyenin sosyal yardım bölümünü aradım. Önümüzdeki hafta içinde gelip alabileceklerini söylediler. "Aman ha" dedim "etmeyin eylemeyin, ben o kadar zaman nerelerde saklayım o devasa nesneyi, haydi yapın bir kıyak, alın bugün şu lenduhayı". Sanırım iyi günlerindeydiler, "tamam" dediler, "öğleden sonra uğrayıp alalım madem". Adresi verip  sevinerek kapadım telefonu. Nasılsa daha vakit var, içindekiler bozulmasın, gelmelerine yakın boşaltırım diyerek bilgisayarın başına oturup bloglararası gezintimi yapıyordum ki zil çaldı. Aman tanrım o da ne? Daha 15 dakika olmamıştı ki ekip gelmiş dolabı almaya. Gelenlerden özür dileyip panikle boşalttım dolabı, aldılar götürdüler bizim emektarı. Yer-gök dolaptan çıkan ıvır zıvırla doldu, buzluktakileri acele komşuya ilettim, henüz erimemiş buz kalıplarını yemek tenceresinin etrafına sardım, yenisinin yolunu gözlemeye başladım. Derken tekrar zil çaldı, baktım kapıda Horoz Nakliyat'ın kamyonu duruyor, içinde bizim yeni gözde. Bu Horoz Nakliyat'ın ismine de pek gülerim, nereden icap ettiyse bu isim. Neyse iki görevli çıkardılar yukarıya dolabı, ayaklarına galoşlar giyerek benden olumlu puan aldılar, sonra "bu dolap bu kapıdan geçmiyor, kuyruğunu doğrultmak gerek" diyince puanın yarısını kırdım. Eşek değiliz yani, koca dolabı çıkardılar diye bir şey düşünecektik zaten, bunlar ağızlarıyla istediler. Neyse gelin hanımın yüzgörümlüğünü sağdıçlarına takdim edip aldık içeri. Mutfağın ortasına dış ambalajını açıp koydular ve "zinhar kapağını açmayın" deyip gittiler. Sanırsın Alaattin'in lambası, açınca cin dışarı kaçacak. Yine de söz dinledik elleşmedik servis gelene kadar. Bir saat sonra telefonum çaldı, kibar bir ses müsaitsek servis işlemi için teşrif edeceğini söyledi. "Buyursunlar buyursunlar pek bir müsaitiz" dedik, on dakika geçmeden kapı da çaldı ve kıvırcık saçlarının üstü tepeden seyrelmeye başlamış ama alt kısmı omuzlarına kadar inen gençten bir eleman buyurdu. Galoşlarını giydi, bu defa olumlu puan vermedim şımarmasın diye. Birkaç ayar yaptı, dolabın kapağını açmamış olmamızla dalgasını geçti, garanti süresini uzatma teklifi yaptı. Biz kabul etmedik, o ısrar etti. Biz hayır dedik, o yine ısrar etti, sonuçta biz galip geldik. "Bozulsun da görürsünüz gününüzü" demeye getirip gitti. Kaldık yeni dolabımızla başbaşa. Karşılıklı geçip birbirimizi süzdük, biz onu beğendik, o bizi nasıl buldu anlayamadık. Yeni gelin ya biraz mahzun, sesi çıkmadı. Sarmısak misalı kırk gün sonra çıkmaz inşallah kokusu. Hasılı bugüne kadar hiç denk gelmediğim bir hız ve yolundalıkla hallettik dolap işini. Umarım sağlıkla kullanırız. Bugünlük bu kadar efenim. Elektrikli aletlerinizin uzun süre hizmet etmesi dileğiyle kalın sağlıcakla...

20 Kasım 2014 Perşembe

YAPRAK SARMASI


Bugün Antalya neredeyse uçup göğe yükselecekti; yağmur, fırtına, dolu ne varsa yere indi. Şimdi biraz sakinledi ama hala yağmaya devam ediyor. Ben de bir tencere yaprak sardım ve şu aşağıdakini yazdım, iyi okumalar:

"Anneanne sabah namazını aceleyle kıldıktan sonra seccadeyi katlayıp annenin odasına yöneldi, yavaşça seslendi: “Nermiiin?”. İçerden cevap gelmedi, tekrar seslendi, “Kalkın gayrı uşaak, sarma yapacaz dedik ya akşamdan, ne yatıp durursunuz. Aş da zabaan, iş de zabaan, öğlen oldu”. Anne uykulu gözlerle kapıda göründü, “acelen ne ya, rüyanda mı gördün?” dedi esneyerek. “He, rüyamda gördüm, size kalsa akşamı buluruz”. Anne söylenerek çay koymaya giderken anneanne tesbihini alıp koltuğuna kuruldu: “Allahüekber, allahüekber…”
Kahvaltıdan sonra anneanne tekmil vermeye başlamıştı bile: “Hadi sufra bezini serin, pirinci ayıtlan, maedunuzu yıkan, yaprakları ısladınız mıydı, süzüp getirin. Soğan nirde?”. Anne bir yandan istenenleri getirirken bir yandan kendi kendine konuşuyordu, “bunları ben getireceksem, sarmayı sen mi yapmış olacaksın?” Anneanneyse yine çorap lastiklerini dizlerinin altına indirmiş, sağ bacağını uzatmış, sol ayağını altına alıp sofra bezini üstüne çekerek işe koyulmuştu bile. Büyük bakır tepsiye pirinci ve kıymayı koydu, ardından soğanları soymaya başladı. Soğan soyarken tek gözünü kapatıyor, dilini de ağzının kenarından dışarı çıkarıyordu. İş yaparken alamet-i farikasıydı dilinin dışarıda olması, seslendi sonra: “Bulgur da getirin gıı, daha nezzetli olur”. Malzemeler tamamlanıp iç karıldıktan sonra sıra en önemli işleme gelmişti, yaprakların sarılması. Küçük kız sofra bezinin yanına ilişti, ilk sarmalar tencereye yerleşirken kedi gibi beklemeye geçmişti. Anneanne makine gibi sarıyordu, küçük parmak inceliğinde ve boyunda, asker gibi sıralanmaya başlamıştı sarmalar. Sol bileğini lastik kordonlu saatin, sağ bileğini üç altın bileziğin sıktığı elleri aralıksız çalışıyordu. Küçük kız uygun bir anı kollayıp tencerenin içine uzandığında eline inen şamarla irkildi: “Çiğ yime, karnında kurt olur.”. “Öf be anane, ne kurdu ya, bi tadına bakacam, bi tane nooolur”. “Sardıklarıma elleme, yaprak al, iç koy ye”. “Ama öyle tadı çıkmaz ki, bi tane noolur”. En kötü sarılmışlardan birini uzattı anneanne, “babanızın uşağı var burada, ben sarayım siz yudun, kak bana su getir, dıllanıp durma”. Kıkırdayarak mutfağa yöneldi küçük kız, suyu verirken bir sarma daha koparırdı belki.
Anneannenin “karnında kurt olur” çeşitlemeleri vardı. Sarmayı çiğ yersen karnında kurt olur, peyniri ekmeksiz yersen karnında kurt olur, pastırmayı çok yersen karnında kurt olur, ham meyve yersen karnında kurt olur. “Katık et” derdi, “katık et, ekmeksiz yime”. Oysa küçük kız ekmek yemeyi sevmiyordu, çiğ sarmaya bayılıyordu, hem meyveler için deli oluyordu ama anneanne zabıta gibi başındaydı, ona çaktırmadan yapmak gerekiyordu bunları. Anneanne yoklukla büyümüştü, ardı ardına savaşlardan çıkmış bir nesildendi, idareli kullanmayı öğrenmişti, savrukluğa yer yoktu hayatında. “Yılan bile toprağı gıdayla yalar” baş lafıydı. Çok yiyene kızardı ama çok yemeyi de severdi. Sofraya çağrıldı mı nazlanır, “canım istemiyor” diyerek oturur, sonra da hakkını verirdi önüne ne konursa. Gülümsedi küçük kız, anneannenin dalgın bir anını kolladı, bir sarma daha aşırıp kahkahalar atarak odasına kaçtı.
Tencere ağzına kadar sarmayla dolmuştu, eserine gururla baktı anneanne, oflayarak doğruldu sonra, “belim ağrımış uşaaak” dedi. Tencere elinde mutfağa yürüdü. “Ne örtelim bunların ağzına, bir kapak ver” dedi anneye. Sonra ellerini yıkamak için lavaboya yöneldi. “Yarın da topak köfte mi yapsak ki?” diye kendi kendine söyleniyordu sabuna uzanırken…"