.

.
.

28 Kasım 2021 Pazar

PAZAR SIKINTISI / 28 KASIM

Sabahları egzersiz esnasında Spotify'da, "Öyküler Sesleniyor" isimli bir podcast dizisine takılıyorum bu aralar. Ünlü yazarların öykülerini tiyatro oyuncuları seslendiriyor. Dün "Çamurdan Köfteler"i dinlemiştim, nefisti, Oya Küçümen seslendirmiş ki nasıl bir seslendirmek. Bugün önce Haldun Taner'in "Sancho'nun Sabah Yürüyüşü"nü bitirdim-dün yarım kalmıştı-Rüştü Asyalı'nın sesinden, sonra da Tülay Bursalı'nın seslendirdiği "Geyikli Orman"ı dinledim ki şahaneydi. Bence mutlaka dinleyin bu öyküleri, ruha gıda gibi. 

İki gündür tipik Antalya yağmurları başladı, kâh kütleler, kâh damlalar halinde iniyor. Bazen sessiz sessiz, bazen de şimşekli gökgürültülü yağıyor. Şimşek demişken, dinlediğim öykülerden birinde şimşeği mealen şöyle tarif etmiş yazar: "Sanki dağların ardında bir dev sigarasını yakmak için çakmağını sürekli çakıyor ama bir türlü yakamıyor". Ben bu metaforların hastasıyım, iyi yazarlık budur işte. 

Dün bütün gün ve gece sürekli yağdı, bir gün önce yıkayıp astığım çamaşırları içeriye zor kaçırıp salonun dört bir yanına Çarşamba Pazarı gibi yaydım. Faakiriz biz, kurutma makinemiz yok 😁 kurutma makinesi olarak Antalya güneşi kullanıyorduk ama o da bu aralar tatile çıktı. Salondaki pazar yerini bir süre sonra toparlayıp çamaşır askılığına yerleştirdim, inanın hala kurumamıştı, 1,5 gün oldu. Havadaki nemi varın siz tahmin edin. Haliyle bir yandan dizler, bir yandan omuz "İmdaat!" diye bağırıyor. Haydi omzu anladım da, behey dizler siz artık metal ve plastikten oluşmaktasınız ne demeye etkilenirsiniz ki nemden, yağmurdan. Cevriye'yle Tevriye'yi köpeklere yem edeli 5 ay oldu ama hala selamlarını gönderiyorlar gittikleri yerden.

Dizlere alıştık, daha normale dönmeleri için vakit var, sabrediyorum ama bu aralar omzum ve kolum coştu. Küçüğünü kıskanan büyük kardeş gibi, "Ben de buradayım, benimle de ilgilen" sinyalleri veriyor. Bir süre duymamazlıktan geldim, akıllanır, keser sesini diye ama kesmek ne kelime iyice yükseltti feryadını. Bu yılki doktor ve hastane kotamı dolduramamışım anlaşılan, mecburen aldım bir randevu, gittim doktora. Neyse durumum çok vahim değilmiş, zorlamışım arkadaşları. Annemin dediği gibi naziktiler, nazenin olmuşlar. Zorladığım doğrudur, dizleri kollarken onları harcadım açıkçası. Sıkıntıdan oyun oyna, tablete yüklen, bastona yüklen, oturduğun yerden kalkarken kollara yüklen, merdiven trabzanına yüklen ve en kötüsü yazın büro koltuğu beni üzerinden attığında dizleri koruyayım diye üstüne düşecek şekilde sağ kola yüklen. Sağ kol olsun da ne yapsın, en sonunda intikamını almaya karar verdi. Doktor şimdilik ilaç tedavisi verdi, kontrole gittiğimde sıkıntım geçmemişse başka bir çözüm düşünecek. Bir ara fizik tedavi diyecek oldu o anda tüm hızımla odadan kaçmayı düşündüm. Neyse ki her ikimiz de sonraki zaman dilimlerine attık bu olasılığı. Bezdim gerçekten, fena halde usandım. Geçen yıl covid korkusuyla neden kaçtıysam bu yıl hepsine balıklama daldım. Hastaneler, doktor muayenehaneleri, MR tetkikleri, röntgenler, tahliller, prp'ler, ameliyatlar, hasta ziyaretleri, cenazeler, çifter çifter fizik tedaviler, teker teker gelin ulen dediysem de toplaşıp toplaşıp geldiler. Ne diyeyim Allah beterinden korusun. Şu Covid belasını da tez zamanda üstümüzden alsın diyeceğim ama arkadaşın da gitmeye pek niyeti yok, kostüm değiştirip değiştirip çıkmaya devam ediyor podyuma. 

Bir yılı daha yedik neredeyse, bir dilim kaldı, sonra bitti. Pek de umutluyduk kendisinden, sanki kabahat 20'deydi de 21 olunca her şey sütliman olacaktı. Umut fakirin ekmeği, ıslatıp ıslatıp yiyoruz. Yılbaşı renkleri görülmeye başladı bile sağda solda. İyice grileşen hayatımıza bir renkli parantez, bir ışık işte, küçük mutluluklar hevesi. Dilerim 22 biraz yüzümüzü güldürür.

Çınarım yağmura direnemedi, salıyor yapraklarını yerlere, bir haftaya kalmaz iyice çıplak kalır, yanındaki defneyle selvi de ona nisbet yapar. 

Hepinize güzel dileklerimi yolluyorum...


24 Kasım 2021 Çarşamba

KÜÇÜK MUCİZEME / 24 KASIM

 

 

Bu fotoğrafı buraya defalarca koydum belki, ilkokuldan kalan yegane fotoğrafım ve arkada yüz hatları bile seçilmeyen Firdevs öğretmenim. Başkalarını bilmem ama benim için çok özel, çok güzel, çok anılası bir insandı. Beni ben yapan faktörlerin başında gelir, o yüzden her daim minnetim bâkidir. Aşağıda paylaşacağım mektup birkaç yıl önce, yazarlarının çoğunu bloggerlerin teşkil ettiği, sevdiklerimize mektuplarımızı birleştiren bir kitap olan "İmza: Ben"de yayınlanmıştı. İlkokul öğretmenim için gecikmeli bir teşekkürdü, bir kez daha anmak istiyorum Öğretmenler Günü vesilesiyle, ruhu şâd olsun...

***

"O Eylül günü annemle birlikte sınıfın kapısından içeri girip sizi gördüğümde hayatımda bu kadar önemli bir yer tutacağınızı asla tahmin edemezdim. “Dünyanın en büyük küçük mucizesi çok gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır. Büyük mucizelerse yalnız kutsal kitaplarda bulunur” cümlelerini okuyacaktım yıllar sonra Buket Uzuner’in “Şiir’in Kız kardeşi Öykü” kitabında. Kitabın kapağını kapatıp gözlerimi duvarın boşluğuna çevirmiş ve o Eylül gününü anımsamıştım. Evet, benim küçük mucizem 60 yaşlarında, seyrek saçlı, demode giyimli, sıradan bir kadındı. Okulun, çoğunun saçları sarıya boyalı, göz makyajları kuyruklu, sivri topuklu pabuçlar ve şık döpiyesler giyen kadın öğretmenler topluluğu içerisinde göze bile çarpmazdınız Firdevs öğretmenim; öyle sade, öyle gösterişsizdiniz. Lakin içinizdeki cevheri fark edebilmek için süslü kılıflara ihtiyaç yoktu, sınıfınızda birkaç gün geçirmek yeterli olmuştu. Annem beni tahtası kararmış sıralardan birine, babamın arkadaşının kızı şişman Feyza’nın yanına oturtup Feyza’nın annesiyle birlikte bahçeye inmişti. Merakla bakıyordum etrafıma, hoşuma gitmişti okul ortamı. İçine kapanık bir tek çocuktan sınıfın Çalıkuşu’nu yaratmanıza henüz vakit vardı, ilk derste sadece isimlerimizi sormakla yetinmiştiniz. Beş saati arka arkaya kâh şarkı söyleyip kâh şiir okuyarak geçirip dağıldığımızda annem hâlâ bahçede, Feyza’nın annesince esir alınmış bir şekilde bekliyordu. Eve birlikte dönmüştük ve ben ertesi günü iple çekmiştim tekrar okula gidebilmek için. Annem götürmüştü yine ama bu defa Feyza’nın annesine görünmemek için hemen geri dönmüştü. Ben bir hafta sonra kendi başıma gidip geliyordum okula ve Feyza ya da annesi sizin sadeliğinizden pek hoşlanmamış olsa gerek o şık öğretmenlerden birinin sınıfına naklolmuştu.

Çok çabuk öğrendik okumayı ama diğerlerinin aksine kırmızı kurdele takmadınız yakamıza, yılsonunda okuma bayramı yapıp kurbağa kılığına falan da girmedik. Hiçbir 23 Nisan geçit törenine tek bir öğrenci alınmadı sınıfınızdan, hiçbirimiz de bunu dert etmedik. Bir nevi izole edilmiştik sanki, kendi bayramımızı kendi aramızda kutladık, okuma öğrenince bize dağıttığınız hikâye kitaplarıyla ödüllendirildik, oynana oynana sakıza dönmüş rontların yerine kimselerin bilmediği şarkılar öğrettiniz. Utangaç gülümsemelerle söyledik yalnız bizim sınıfın bildiği “Biz Şen Köylüleriz” türküsünün “Kızlar kızlar kızlar, candan hoş kızlar/Gözleri can dolu gönlü hoş kızlar” bölümünü. Ve hâlâ müthiş bir keyifle ve ince bir hüzünle söylerim bugüne kadar kimselerden duymadığım “Gece” ninnisini:

“Gün battı masmavi bir sis, sardı dağları gizlice

Her taraf inlerken sessiz, indi karanlık gece

Artık ışıklar yanıyor, uzak belirsiz evlerde

Rüya gören sahillerde periler oynuyor”

Yalnızca şarkılar değildi ayrıcalığımız, biz tarihi de herkesten farklı yöntemlerle öğreniyorduk. Rumeli çocuğuydunuz, 10 yaşındayken bizzat yaşadığınız Balkan Savaşı’nı anılarınızdan dinledik, Kız Muallim Mektebi’nde Reşat Nuri Güntekin’in öğrencisi olmanızın farkıyla sevdirdiniz bize Türk Edebiyatını. Çalıkuşu’nu sınıfta okuduktan sonra “Çalıkuşu” oldu takma adım, her Çarşamba bir ders ayırdığınız için bunca bağlandım şiire. Hiç katı disiplin görmedik biz, sıra aralarında dolaştık, derste bağıra çağıra konuştuk, kimseye bir fiske bile vurmadınız; ne yaramaz Ahmet’e, ne tembel İrfan’a. Annesi köyde olduğu için babasıyla okulun bodrum katındaki küçücük bir odada kalan müstahdemin oğlu, sınıf arkadaşımız sümüklü sarı Süleyman’ı da aynı içtenlikle kucakladınız, öğretmen arkadaşlarınızın öğrenciniz olan bakımlı, özenli çocuklarını da.

Hâlâ sizin öğrettiğiniz yöntemle yaparım limonatayı, hâlâ sizden öğrendiğim atasözlerini kullanırım. Öğretmenimiz değil yakınımızdınız sanki; gülerek hatırlarım her zaman, musluklardan akan klorlu suyu içemezdiniz, bir şişeniz vardı memba suyuyla dolu. Bizim için kutsaldı adeta, eve götürüp doldurmak için yarışırdık. Uzun uğraşlardan sonra ele geçirmiştim 5 yılda bir kere. Heyecanla eve götürmüş ve o anda bizde olan komşumuz Faruk abiye yakalanmıştım. Şişeyi ve ne için eve getirildiğini öğrenince düşmüştüm diline. “Firdevs’in şişesi” takmıştı adını ve yıllar boyu diline pelesenk etmişti, “notlarının neden iyi olduğunu biliyorum, Firdevs’e şişeyle su taşıdığın için” diye dalga geçerdi benimle. Oysa ben ne mutlu olmuştum öğretmenime su götüreceğim için ve bir türlü anlayamamış, kızıp durmuştum çok sevdiğim Faruk abinin şakasına.

Mezuniyet sınavında da bizim sınıf farkını göstermişti, herkes okul şarkıları hazırlarken biz bağıra çağıra “Bugün bize hoş geldiniz erenler” türküsünü söylemiş, Aile Bilgisi sınavı için de yukarıda bahsettiğim limonatayı hazırlayıp diğer öğretmenlere sunmuştuk. Sizi son görüşüm okulun son günü olacaktı. Yaş haddinden emeklilik dilekçenizi vermiş ve hep orada yaşama hayali kurduğunuz İstanbul’a yerleşmiştiniz bile biz diplomalarımızı okul müdürünün elinden alırken. Bir tek o zaman kırıldım sevgili öğretmenim size, diploma töreninde yalnız bıraktığınız için. Sonraları peşinize çok düştüm ama ulaşamadım. Şimdi başka bir âlemdesiniz; sevgim, minnetim ve özlemim oralara ulaşıyordur umarım. İyi ki benim öğretmenim oldunuz, huzurla uyuyun…"

Mesleğini layığıyla yapan tüm öğretmenlerimize sevgiyle...

22 Kasım 2021 Pazartesi

PARKLAR, KEDİLER, AĞAÇLAR / 22 KASIM

Dün bir pazar günü klasiği olarak (!) sabah 5'te uyandım. ortalık zindan gibi. Sağa döndüm olmadı, sola döndüm olmadı, kafamı yastığın altına soktum, yastığı kafamın altına aldım, yorganı tekmeledim, sıkı sıkı sarındım, yok arkadaş uyku gitmiş. "Madem gitti, temelli gitsin" dedim, duşa attım kendimi. Sonra da Spotify'de Hakan Vanlı'nın seslendirdiği Sait Faik'in "Plajdaki Ayna" öyküsünü dinleyerek egzersiz yaptım. Akabinde hoca sabah ezanını okudu. Sesi ve okuyuşu çok güzel, Sabâ Makamı'nın hakkını veriyor Allah için. 

Ortalık hâlâ karanlık olmasına rağmen gidip bilgisayarı açtım, çayı koyup "Yargı" dizisini izlemeye başladım. O kadar uzun ki bölümler, bir süre sonra sıkılıyorum. Ben elimde örgü vs olmadan TV izleyemem zaten, sadece dinlerim. Bu aralar örgü mörgü hak getire, hoş Carpal Tunnel Sendrom'dan beri ciddi anlamda örgü ördüğümü söyleyemem, elle yapılan marifetlere paydos diyeli çok oldu. Diziyi bitirene kadar kırk kere kalktım. Kahvaltı hazırladım, kahvaltı yaptım, balkona çıktım, çamaşırları katladım, bulaşık makinesini boşalttım. Bunca kalk-oturun arasında diziyi bitirdim. Yetmemiş gibi Mubi'ye 2019'da Altın Portakal alan "Bozkır" filmi gelmiş, onu açtım. Aylardır boşa para ödüyorum, bari hakkını vereyim dedim ama onu da yarım bıraktım, zira fena halde midem ağrımaya başlamıştı, gidip bir mide ilacı attım ağzıma, söylene söylene sonuna geldiğim Sasa Stanisic'in "Köken" kitabını aldım elime. Aslında niyetim uzun zamandır rahatça gezemediğim Falez Park'a gitmekti ama üzerimdeki tatsız halden çıkamıyordum bir türlü. Sonra silkelendim ve kendime geldim. "Yürü be Leylak" dedim, "kim tutar seni?, Mideymiş, dizmiş, kolmuş geçelim bunları, dağ başını duman almadan yürüyelim arkadaşlar". Kocamın da aklına yattı söylediklerim, düştük yola güneş tepede parlariken 😄

Güneşli kaldırımlardan yürüdük içimiz ısındı, ara sokaklara daldık, sülük ve hacamat yaptığını belirten bir tabela asmış doktor muayenehanesi gördük, pazar olmasaydı girip iki sülük attırırdım belki 😃 Anneannem yapardı ben çocukken o iğrenç şeyi, kıvıl kıvıl, amanin 😖 25 yıl çalıştığım okulun önünden geçtik, içimde en ufak bir duygu esintisi olmadı, o kadar yabancı geldi. Önümüzden tramvay geçti, bu hat yeni açılmış, görmediğimiz bir şey daha. 1,5 yılda şehri unutmuşuz. Sonunda parka girdik, keyifli yürüyüş o zaman başladı:

 
Öğretmenliğimin ilk yıllarında bu parkın olduğu yer kayalık, taşlık bomboş bir alandı. Baharda kır çiçekleri açar, biz de bazen öğrencileri toplayıp orada yapardık dersi. Kayalar sıra vazifesi görürdü, tepemizde bulutlar, uzakta deniz. Sonra parka dönüştürüldü, şu memlekete yapılmış en hayırlı işlerden biri oldu. Bitkilerin çoğu hüdayinabit, bir kısmı da sonradan dikilmiş binbir çeşit ağaç var. 


Bir kedi Cenneti burası, önceleri kedilerin yaşadığı bir barınak vardı, sonra koku oluyor diye gerideki otellerden şikayet gelince kaldırılıp başka yere taşındı ama kedilerin çoğu parkı terketmedi. Büyük büyük dedeleri gitse de torun çocukları, torun torunları burada yaşamaya, kediseverler de onları beslemeye devam etti:


Şuna bakakaldım mesela, o nasıl bir posttur yahu, adeta siyahi bir kaplan. Kendinden o kadar memnun ki "Alem kedi görsün" dercesine poz verdi, yakından da bakalım:
 
 
 
Bu mavi yaseminler dört mevsim açar. Kokuları yoktur ama renkleri, görüntüleri pek güzeldir, fotoğraf pek yansıtamamış güzelliklerini, cep telefonuyla, güneş altında ancak bu kadar oluyor. 
 

Parkı o kadar özlemişim ki dizleri falan unuttum, yürümelere doyamadım. Bu bölgelere sonbahar damgasını vurmamış daha, her şey yemyeşil, gülhatminin farklı bir türü olduğunu düşündüğüm mini ağaçlar çiçek içinde:
 

 Bazılarının da keyfi çok yerinde, siesta yapıyorlar:

Park falezlerin üstünde kurulu, tepeden aşağıdaki koruluğa bakıp nostalji yaptım biraz. Beachpark'a dönüşeli beri otopark olarak kullanılsa da bu korulukta çok piknik yaptık zamanında. 12 Eylül'den sonra "Konyaaltı Koruluğu" olan ismi "12 Eylül Koruluğu"na dönüşmüştü, sonra tekrar özüne döndü 😃 Okaliptus, çam ve baharda sarı topçuklarıyla açan Kıbrıs akasyaları vardır burada. Çocuklar küçükken 3 aile neredeyse her hafta pikniğe gelirdik buraya, maksadımız çocuklar eğlensindi ama onlar arabadan çıkmaz, içinde oturup kaset dinler, pikniği biz yapardık 😄 Yıllar var ancak yukarıdan bakıyoruz, kırk yılın başı açık hava tiyatrosunda bir şey izleyeceksek içinden geçiyoruz. 


Parkta en sevdiğim yerlerden biri, Kır Kahvesi'ne giden çınarlı yol. Sonbaharı ilk burada hissedersiniz. Zira çınar en çabuk yaprak döken ağaç oluyor güz mevsiminde. Yine silkelemişler saçlarını.🍁

Bir miktar yoruldum galiba, mola vermeli. Mola vermişken de yine 1,5 yıldır gelmediğimiz cafede bir gözleme yemeli değil mi, enerji almak lazım onca yolun üstüne 😊


Karnımız doydu, dinlendik de, dönüş istikametine vuralım o zaman. İki yanına günnük ağaçları dikilmiş kanal boyunca yürüyelim. Günnük ağacı sonbahara girerken renk cümbüşüne dönüşüyor. Yeşil, sarı, kırmızı, turuncu, pembe; dize derman, göze fer dedikleri cinsten 😄

Bir de şuna rastladım, şimdiye kadar hiç dikkatimi çekmemiş, ne ağacı olduğu konusunda da hiçbir fikrim yok. Bilen varsa yazsın bir zahmet. 

Parkın bir bölümünde özel bir düzenleme yapılmamış, meşe ve akça kesme çalıları arasından patikalar uzanıyor. En sevdiğim bölümlerden biri, vaktim varsa mutlaka saparım oraya, bakın neşe palamutları olgunlaşmaya başlamış 😊

Yürü babam yürü, bitmedi park 😃, bitmesindi zaten. Asansör yapılınca kaldırıldığını sandığım, geçen yazılardan birinde bahsettiğim çardaklı, begonvilli geçit duruyormuş meğer, dizlerine güvenen insin sahile diye bırakmışlar:

Birkaç yıl önce bu tarz kameriyeli bir yol parkın içinde de vardı, baharda tepesinden mor salkımlar sarkardı. Ne yazık ki parkın yol genişletmesi nedeniyle iptal edilen bölümünde kalınca kaldırıldı. Öyle güzeldi ki, rüya tüneli gibi...

Çıkışa yaklaşırken şu kardeşlere rastladık, üçüncüsü de vardı, hem de en güzelleri ama çok ürkekti, kaçtı bizi görünce. Öbürlerinin umurunda olmadı, yumulmakla meşguldüler önlerindeki mamaya:

Son bir kez şehre baktık parkın içinden ve eve dönüş yoluna koyulduk, hava da serinlemişti zaten.

Üstgeçidin ayağında iki kadın bahçelerinden getirdikleri ürünleri satıyorlardı. Biz de avokado aldık. Parayı öderken kadın kocama döndü ve "Sen şu okulda öğretmen değil miydin, hala çalışıyon mu?" diye sordu. Pek şaşırdım, biz emekli olalı 16 yıl oldu, kadının dediğine göre oğlu 38 yaşına gelmiş ve adam maskeli, nasıl tanıdın yahu? "Benim oğlan senin talebendi, pek sık gelirdim ben okula" dedi. "Hah!" dedim, şimdi kadın avokadoyu kaldırıp kocamın kafasına indirecek ve "Nihaha, intikam soğuk yenen bir yemektir, sen benim oğlumu sınıfta bırakırsın haaa!" diyecek 😋 Öyle bir şey olmadı tabii ki, benim hayal gücüne bakmayın siz, yalnız kadının hafızasına diyecek bir şey bulamadım. "Beni hatırlamadın mı?" diye sordum, "senin adın neydi?" diye lütfetti, sonra "cık, bilmiyom" dedi, dersine girmedim zahir oğlunun ya da beni hatırlamaya değer bulmadı. Bir üçüncü şık var ki dile getirmek istemiyorum, fısıltıyla söyleyeyim kimse duymasın: "Yaşlandım, tanıyamadı", ahahaha 😂

Eve avokadolarımız ve cebimde günnük yaprakları, neşe palamutları, ateş dikenleri, mavi yaseminler ile döndük...😃


18 Kasım 2021 Perşembe

GÜNDELİK / 18 KASIM

Sabah balkona çıkmış mahalleyi seyran eyliyordum, karşı apartmanın balkon amcası çarptı gözüme. Bahçeye inmiş yere düşen yaprakları süpürüyordu. Bahçe dediğim de ufarak bir apartman girişi, etrafı çevrili olduğundan ve üç-beş ağaç yetiştiğinden bahçe havası veriyor. O sırada karısı balkona çıktı, "Ne yapıyorsun?" dedi. Cevap vermedi amca, kadın soruyu yineledi, "Geliyorum, sen kahve yap" cevabı geldi. "Başka işin yok mu, sana mı kaldı oraları süpürmek, yarın merdiven yıkayacak kadın gelecek" diye söylendi kadın. "Kahve yap dedim kahve!" diye ses tonunu yükseltti amca. Hımm, burnumuzdan kıl aldırmıyoruz, anlaşıldı. Kadın bir hışımla daldı içeri, kapıyı çarptı. Gerisini ben hayal ettim: "Zıkkım iç!, Ben bir şey desem yapmazsın, milletin hizmetçiliğini yap anca, ben de kahve yapayım". Kahve kavanozu dolaptan çıkıp tezgahın üstüne çarparak konur, cezve de hakeza. Sinirden eli titrediği için kahvenin bir kısmı tezgaha dökülür, sinir katsayısı yükselir. Ocak yanar, cezve ocağa konur ama kızgınlık dikkati dağıtır, bir de kahve taşar. Al gözüm seyreyle. Sizce kahveyi kaç kişilik yapmıştır?

Altın Portakal'da ödül almayı planladığım(!) bu kurgudan sonra biraz da başkalarının kurgusunu dinlemek için Spotify'ı açıp egzersize başladım. 5 gündür "Kefe" isimli arkası yarın tarzı bir podcast drama dinliyorum. Yazarı "Haydarpaşa'nın Son Memuru"nu da yazan Başar Öztürk. Yönetmenliğini Tansu Biçer ile Tülin Özen, seslendirmesini de Öner Erkan, Kerem Atabeyoğlu, Sarp Aydınoğlu, Sanem Öge gibi sinema ve tiyatro oyuncuları yapmış. Çok beğenerek dinlediğim bir polisiye drama oldu, özellikle hukuksal çözümlemeleri şahane. Tavsiye ederim, internette bulabilirsiniz. Egzersiz sonrası kahvaltımı yapıp bu defa "Yargı" dizisi için bilgisayar başına geçtim. Bu aralar kolumdaki eski bir lif kopuğu "Ben buradayım" demeye başladığı için kolumu fazla yormamak adına izleme yapıp gözümü yoruyorum 😃 Uzun zamandır TV dizileri ile pek aram yoktu, "Yargı"nın adını fazlaca duyup "Puhu TV"de gösterildiğini de farkedince kırdım önyargımı. 

Dinlemeler, izlemeler bitince yürüyüş zamanı geldi. Aile hekimine gidip birkaç ilaç yazdırmam gerekiyordu. Onu bahane ederek çıktım. Sağlık ocağına giden sokak sayım günündeymişcesine boştu, keza sağlık ocağı da. Sene başında odasına yasak bölge şeridi çeken doktorum artık şeridi kaldırmış, hastalarını içeride kabul ediyordu. Hatta oturmamı bile teklif etti, oturmasına otururdum da dizler nedeniyle kalkması sıkıntılı olduğundan teşekkürlerimi sunup ayakta kalmayı tercih ettim. Hakkını yiyemem, ameliyat durumumu öğrendiğinden bu yana elinden gelen kolaylığı sağlıyor, ilaçlarımı da çifter çifter yazdı sağolsun. Reçete kodumu alıp ayrıldım sağlık ocağından, yürüyüş için bir güzergah belirledim ama bu seferki pek estetik bir güzergah değildi, gözüm sahile inmeyi yemedi. Sokak aralarından yürüdüm. "Van Kahvaltısı" yazan lokanta mı, kahve mi belirsiz bir mekanda maskeleri fora etmiş bir sürü adam okey beslenmesi yapıyordu 😃 Biraz yürüyüp küçük bir parka girdim. Parkta 80'lik amcalar banklara oturmuş çaktırmadan gelip geçen genç kızları dikizliyorlardı. Birtakım teyzeler de kafa kafaya vermiş günlük dedikoduları aktarıyorlardı birbirlerine. Parka hafiften sonbahar havası sinmiş, yerdeki yapraklara kızarmaya başlayan Amerikan sarmaşıkları, çam ve Benjamin ağaçları, devasa kauçuklar ve çevresine ahşap heykeller dizilmiş fıskiyeli havuz eşlik ediyordu.


Tam parktan çıkmak üzereydim ki bir köşeye konuşlanmış sanat galerisindeki fotoğraf sergisi çarptı gözüme. Neredeyse 1,5 yıldır sergi gezmemiş biri olarak daldım içeriye, benden başka kimseler yoktu zaten, kendime sergi kapatmış oldum. Sergini adı "Fotoğrafın Caz Saatleri", serginin sahibi de Lütfü Dağtaş idi. Fotoğraflara tanınmış şair ve yazarların öykü, şiir ve denemeleri eşlik ediyordu. Sergiden buraya Antalya'da çok sık rastladığımız, çok sevdiğim Şükrü Erbaş'ın alt yazısıyla şu zeytin ağaçları fotoğrafını ekleyeyim:

Ve bir de şunu, çok sevdim 😃

Sergi sonrası evin yoluna vurdum, mahallemizin tatlı eczacısına uğrayıp ilaçlarımı aldım, camekanına yılbaşı ağacı deseni yapmaya çalışıyordu, sevdim bu gayretini. Yoruldum biraz ama olsun varsın, yeni yürümeye başlayan bir çocuğun heyecanı ve merakıyla tekrar keşfediyorum kırk yıldır bildiğim cadde ve sokakları. 

Hava hafiften serinledi, hırka giyme zamanıdır, kalın sağlıcakla...


17 Kasım 2021 Çarşamba

YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR /17 KASIM

Kendi kendime en azından 2 günde bir yürüme kararı almıştım, şimdilik başarıyla uyguluyorum, havalar soğuduğunda ne yaparım, onu da o zaman düşüneceğim. Bunu yapan kaç kişi kaldı bilmiyorum ama o sayıya ben de dahilim. "Nedir o?" diyeceksiniz, cevap veriyorum: "Fotoğraf tab ettirmek". Çektiğim fotoğrafların bilgisayarda kalmasına gönlüm razı olmuyor. En güzellerini seçip tab ettiriyor ve albümlerde muhafaza ediyorum. Umarım bir gün bu dünyadan çekip gittiğimde geride kalanlar fotoğraflarımı bit pazarına satmazlar 😄 İşte dün de sokağa çıkma bahanem bu idi, fotoğraf tab ettirmek. 

Fotoğrafçıya gidip flash disce yüklediğim fotoğrafları teslim ettikten sonra canım falezlere doğru yürümek istedi. Konyaaltı Caddesi'ne çıktım ve Varyant'a doğru yürümeye başladım. Hava tam anlamıyla limonata gibiydi, hatta biraz sıcak bir limonata. Karşıya geçtim ve çimenlik alandan yürümeye başladım. Falezlerin üstüne kurulmuş parkta beni korkutan bir obruk vardır, parmaklıklara dayanıp seyrettim bir süre, sonra fotoğrafladım:


 Evet o siyahlık bir mağara, güneş o kadar yoğundu ki fotoğrafta parlama ve gökkuşağı oluşmuş. Sonra yürümeye devam ettim:

Bulutlar pamuk şeker gibiydi, insanlar ağaç diplerine yayılmış güzel havanın keyfini çıkarıyorlardı. Devam ettim yürümeye, begonviller açmaya devam ediyor burada. Bırakın begonvili, yere düşen yaprak bile yok, hala yaz sanki. 




Böyle ebrulisini uzun zamandır görmemiştim. Ben fotoğraf çekmeye çabalarken, üstte kalan caddeden iki kadının da dikkatini çekti renkleri, hatta bir dal kesip yanlarında götürdüler, bahçelerinde üretmeyi deneyecekler. "Çalıntı çiçek güzel tutar" diye bir laf vardır, umarım öyle olur 😃

Yürümelere doyamadım iyi mi, eşimi aradım, ilerideki bir cafede buluşmayı önerdim, kabul etti. Fotoğraf çeke çeke devam ettim yoluma. 

Antalyalılar bilir, burası Varyant. Devamında Beachpark'a, Konyaaltı Plajları'na ulaşırsınız. İleride gördüğünüz yüksek yapı asansör. Falezlerin üstündeki parktan-ve bitişiğindeki otellerden-sahile rahat ulaşabilmek için yenilerde yapıldı. Önceden sarmaşıklı, kameriyeli, çok hoş ve fakat fena halde merdivenli bir iniş vardı. Güneş o kadar yoğundu ki bu yönden çekmek istediğim tüm fotoğraflar karanlık çıktı.

Şöyle bir tak yapmışlar seyir terasına. Sağlı sollu iki direğine bitkiler ekilmiş. İlk kez gördüğümü belirteyim, en son geçen yıl Nisan ayında gelmiştim, onu da belirteyim 😃 Ah bu pandemi, ah bu dizler! İnsanlar bunun altına geçip tuhaf pozlar vererek fotoğraf çektiriyorlar, lakin dediğim gibi güneş yüzünden çoğu fotoğraf karanlık çıkıyor. Şunun gibi, ki üzerinde epeyce oynadım:

Tuhaf bir peyzaj düzenlemesi yapılmış, şu önde gördüğünüz astronot başlığı gibi kürelerde aralıklı olarak boşluklar var, oralara ne olduğunu anlamadığım ama süs lahanasına benzettiğim bitkiler ekilmiş. Bu arada belirteyim plajlarda çok sayıda denize giren vardı, hava da gayet müsaitti.

Yönümü doğuya dönüp güneşi arkama aldım, böylece doğru dürüst fotoğraflar çekebildim:

 Bakınız, o çiçek ekili küreler ve Antalya yazısının olduğu takın bitki ekili direkleri burada daha net görünüyor.

Tesbih ağacı şahane bir bitki, yazı ayrı-kışı ayrı güzel. Baharda mis kokulu, leylağa benzeyen mor çiçekler açıyor yeşil yaprakların arasında, bir adı da Hint leylağı zaten. Kışın da böyle top top tohumlar (meyveler?) veriyor. Bu toplardan tesbih yapılıyormuş, o yüzden tesbih ağacı deniyor. İleride görülen falezin üstünde şahane manzaralı bir cafe-restoran var. O ağacın altında çok oturmuşluğum, çay-kahve içip dostlarla sohbet etmişliğim vardır. 

Ben tesbih ağacı, falezler, çiçeklikler derken eşim geldi, zaten epey yorulmuştum, yeni açılmış bir cafe-bistroya attık kendimizi. Ben şu manzaraya bakarak kahvemi içtim:

Beyim çayını Bey Dağları'na bakarak yudumladı 😄

 
Hava hafiften serinlemeye başladığında kalktık, evin yoluna vurduk kendimizi. Bu sefer taze kurutulmuş bir demet adaçayı eşlik etti dönüş yolunda bize. Tadı kolonyayı hatırlatsa da ne zaman kendimi keyifsiz hissetsem içtiğimde rahatlatıyor.

Galiba yürüme konusunda şeytanın bacağını kırıyorum. Kendime yine bir 🧿, sizlere de sevgilerimi bırakayım.











12 Kasım 2021 Cuma

KUAFÖR, BANKA, ZEYTİN, NECATİGİL / 12 KASIM

Dün sabah yüzümü yıkarken aynada gördüğüm şahıs o kadar soluk göründü ki gözüme hiç aklımda yokken telefonu alıp kuaförümü aradım, randevu aldım. Pandeminin başında kuaförden falan fena halde korkarken saçımı kendim boyamaya başlamış, o arada bir tutam röflemi de yok etmiştim. Şimdi 4 aşıyı bünyeye aktarmış ve pandemi olayına nisbeten alışmışken yeniletmenin zamanıdır diye düşünüp 5 katlı maskeme bürünerek çantama kolonya, dezenfektan, ıslak mendil, kağıt havlu ve yeni kitabımı  atıp yola düştüm. Gittiğimde içeride işi bitmek üzere olan bir müşteri vardı, kapının önündeki koltukların birine oturdum kızlar beni çağırana kadar. Çok sürmedi davet edildim. Saçımı önceden boyamıştım, sadece bir tutama gereken işlem yapıldı ve tekrar dışarıdaki koltuğa yerleştim. Başar Öztürk isimli bir yazarın "Haydarpaşa'nın Son Memuru" isimli kitabına başladım. 

Beklediğimden çok iyi ve sürükleyici bir kitap çıktı, 45. sayfaya gelmiştim ki saçımın yıkanmasına karar verildi, gönülsüzce attım çantaya girdim içeri. Nitekim akşam okumaya devam edecek, sabahın 5'inde uykumu almış olarak uyandığımda da bitirecektim. 

Saçıma bir tutam renk atılmış olarak kızlarla vedalaşıp çıktım kuaförden, para çekmem gerekiyordu. 2 gün önceki yürüyüş performansıma güvenerek bankaya gitmeye karar verdim. Niyetim ana caddedeki üst geçitten karşıya geçip bankaya yönlenmekti, gelgelelim üst geçidin yürüyen merdiveni arızalanmıştı. Benim için merdiven çıkmaktan daha kötü bir şey varsa bozuk yürüyen merdiven basamaklarını çıkmaktır. Çaresiz sonraki üst geçide kadar yürüdüm. Civardaki okulların dağılma saatine denk gelmişim, bir alay maskeli, formalı ergenin arasından geçerek diğer üst geçide ulaştım. Bir an emekli olmamışım da okul dağılmış eve gidiyormuşum gibi hissettim. Neyse bu geçitte yürüyen merdivenler sağlamdı, tepeye çıkınca Bey Dağları'na ve eski okuluma bir selam çakıp geldiğim yolu bu defa ters istikamette yürümeye başladım. Bankanın olduğu caddeye yönelince hatırladım ki taşınmıştı, yolum biraz daha uzadı böylece. Ama performansımdan memnundum dert etmedim. Sonunda bankanın yeni yerini buldum, bankamatiğin tuşlarını yanımda getirdiğim dezenfektanla bir güzel fısfısladım. Parayı çekip evin yönüne çevirdim rotayı. Bunca yolu sıkıntısız yürümemin ödülü olarak kendimi bir torba dolusu olgunlaşmış muşmula ile ödüllendirdim ve gücümün son kırıntılarıyla evi buldum. 

Bugünün ödevi bahçeden gelen siyah zeytinlerin kurulması idi. 5 litrelik iki bidona yaptım salamurayı. Niyet edenlere bir tarif vereyim, zira çok güzel sonuç veriyor. Aşağı yukarı 3'er kilo zeytin alıyor bidonlar. Her 3 kilo zeytine 1 kahve fincanı iri tuz, 1 kahve fincanı zeytinyağı, 1 kahve fincanı sirke, 1 yemek kaşığı şeker ve 1 yemek kaşığı limon tuzu ekleyip kapağını kapatıyoruz ve her gün iki kere altüst ediyoruz. Aşağı yukarı 3 ay sonra yenecek duruma geliyor. 

Zeytinleri 3 aylık istirahate bırakıp kendim de kitabımı alıp istirahate çekildim. Geçen postlardan birinde bahsetmiştim; Hilmi Yavuz'un konuk olarak katıldığı Behçet Necatigil hakkında bir podcast dinleyip Hilmi Yavuz'un "Behçet Hoca" kitabını sipariş verdiğimden. Kitap geldi ve kahvemi alıp başına oturdum:

Hilmi Yavuz Behçet Necatigil'in Kabataş Lisesi'nde öğrencisi imiş, sonraları dost olmuşlar. Hatta ölümünden sonra tüm eserlerini düzenleme ve basıma hazırlama işini ailesinin isteği üzerine Hilmi Yavuz üstlenmiş. Şairle ilgili çeşitli anekdotlar var kitapta, oldukça ciddi, dostları konusunda seçici, cevap vermek istemediği konularda ketum bir insanmış. Bir seferinde evindeki bir yemekte İlhan Berk şaka yapmak istemiş ve demiş ki: "Behçet sen öğretmenken çok baba bir öğretmenmişsin, herkese 10 verirmişsin, adın da "10'cu Behçetmiş". Necatigil bozulmuş ve cevap vermeden masadan kalkıp gitmiş, az sonra elinde bir yazılı kağıdı ile dönmüş. Kağıt Hilmi Yavuz'un 20 yıl önceki, lise sondaki edebiyat yazılı kağıdı imiş. "Bak bakalım" demiş İlhan Berk'e, "sen bu kağıda kaç verirdin". Sonra konu tatlıya bağlanmış ama burada asıl mevzu bir yazılı kağıdının bunca yıl saklanmış olması. Üstelik küçücük ve tıklım tıklım bir çalışma odası varmış şairin. Bu anekdotu okuyunca aklıma lisedeki Tarih öğretmenim Vacide Hanım geldi. O zamanlar bize çok yaşlı görünen ama belli ki henüz 50'lerinde, ufak-tefek bir kadındı. İtiraf edeyim ki sevmezdim. Tarihle ilgili bana çok bir şey katmadığı gibi aramızda geçen ve fena halde haksızlık yaptığı bir sözlü yoklama olayı vardı. Neyse geçmiş zaman, asıl söyleyeceğim çok yıllar sonra-belki 20-25 yıl-televizyonda bir tanıtımda adını duydum. Bir sınıf arkadaşımın bizden büyük, aynı liseden mezun ağabeyi milletvekili olmuştu. TV'de o dönem politikacıları tanıtan, onları yakınlarıyla karşı karşıya getiren bir program vardı, ismini unuttum. Okuldaşımız milletvekili için yapılacaktı bu program ve iki başka konukla birlikte bizim Vacide Hanım da ortaokul öğretmeni olarak katılacaktı. Akşam oldu, geçtim TV'nin karşısına, vallahi Vacide Hanım nasıl bıraktıysam öyle duruyordu. Sordular, "nasıl bir öğrenciydi milletvekilimiz?" diye. Önce eski öğrencisinin çalışkanlığını, efendiliğini, zekasını övdü, sonra "Bakın ispatı burada" dedi ve benim lise yıllarından hatırladığım çantasını açıp içinden löp diye bir not defteri çıkardı. Amanin, 1965 yılına ait bir defter. Kadın saklamış yahu, açtı defteri ve milletvekilimizin tarih notlarını tek tek okudu: "10, 10, 10". Sanırım o kuşak biriktirici bir özelliğe sahipti. Ben de fena sayılmam biriktirme konusunda ama not defterlerimi saklamak da hiç aklıma gelmedi, zaten idareye teslim mecburiyeti vardı. Sadece emekli olduğum yıldan tek bir not defteri kalmıştı elimde, onun da bir sayfasını alıp kalanını attım gitti. Necatigil bir de yazılı kağıtlarını saklamış arkadaş.

Kitap beni nerelere götürdü gördüğünüz gibi. Severim böyle Pandora'nın kutusu gibi zihnimi açan kitapları. Şimdi bu yazıyı Necatigil'den bir şiirle bitireyim, hakkıdır:

Sanki düğün olmuştur
Sevmiş, sevilmiş, yenmiş, yenilmiş
Çekmiş, çektirmiş
Oyun hüzün olmuştur. 

Düştür doğaldır içlenme
Bezginlik göllerinde bir gece
Karanlıkta senin de
Yüzdüğün olmuştur.
 
Ay peşinde
Bitkin akşamlar nikotin
Düşer bir gün giyotin
Aksâdeler giyindiğin olmuştur.
 
Süleyman ve Sabâ, hüthüt ve Belkıs
Söylerdi sorsaydık, geç git, bunları
Necatigil yok şimdi
Belki bir gün olmuştur.