.

.
.

30 Nisan 2011 Cumartesi

BAHAR TURLARI


Nihayet ılık, güneşli bir hava yakaladık bugün. Attık kendimizi Ankara sokaklarına; park, bahçe, vadi, yokuş demedik dolaştık. Eve ağrımış bir diz, şişmiş ayaklar, yorgun bir beden ama çiçeğe, çimene doymuş gözler ve neşeli bir ruh hali ile döndük. Buyrun siz de neşelenin; fotoğraflar Kızılay sokakları, Güvenpark, Dikmen Vadisi, Botanik Bahçesi ve Çankaya evlerinin bahçelerinden...
Fotoğrafları tıklayın büyüsün ki güzelliklerini daha iyi göresiniz.









29 Nisan 2011 Cuma

MİS KOKULU SABAH

Bu sabah güneş yoktu, bulanık bir havaya uyandım ama günümü bunlar renklendirdi. Odayı dolduran sümbül kokusuna şişenin kapağını açınca burun deliklerime dolan leylak kokusu eşlik etti. Kokuyu duyunca keyiflenen kaplumbağalar da yerinde duramayıp oynamaya başladılar. Seni seviyorum Blog, senin bana kazandırdığın ince ruhlu dostları seviyorum. Natali, çok teşekkürler...

 Dün sinemaya gittim, "Atlıkarınca" filmini izlemek için. 4. haftası olmasından mıdır, çok rağbet görmemesinden midir bilmem mini bir salonda 7 kişi izledik filmi. Çok çarpıcı bir konuyu, üstü örtülmeye çalışılan acı bir gerçeği, ensesti konu alıyordu. Epey gergin bir şekilde ve huzursuz bir ruh haliyle izledim, film bittiğinde ise içim babayı oynayan Mert Fırat'a karşı nefret hissiyle dolmuştu. Sonuçta bu oyuncunun başarısını gösterse de çok sevdiğim Mert Fırat hakkında böyle düşünmek istemezdim doğrusu:) Konu tamamen tarafsız ele alınmış, özendiricilikten kaçılmış, olayın korkunçluğu ve mağdurların ruh halleri çok güzel verilmiş ve bence iyi birşey yapılmış. Filmin sonunda içiniz bulansa da, huzurunuz kaçsa da izleyin derim. 
Filmin bünyede yarattığı gerilimi balık-rakı-roka üçlemesiyle attık üstümüzden arkadaşlarla. Hepinizin şerefine olsun...

27 Nisan 2011 Çarşamba

SABAHIN NEŞESİ

Bu sabah kapalı havaya, bütün gece süren alerjik kaşıntıma, temizlik yapma mecburiyetime ve terziden gelen daraltılmış eteklerimi hala bulamamış olmama rağmen keyifli kalktım yataktan. Aslında sabahın köründe çalan zille uyandım (tabii bu sabahın körü görece bir kavram, emekli bazında düşünmenizi öneriyorum). Kapıyı açtığımda babacan kılıklı bir adam bozuk olan telefonumuza bakmak için Telekom'dan geldiğini söylüyordu. Her bir teli bir yana gitmiş saçlarım ve henüz tam olarak açılmamış gözlerimle ne kadar komik göründüğümü düşünerek "Bizim telefon bozuk değil kiii" diye cevap verdim kapıyı kapatıp bir an önce uykuma geri dönmek arzusuyla. "Ama efendim bildirimde bulunmuşsunuz" deyince ihbarı oğlumun odasındaki telefonu için yapmış olabileceğini anladım ve hemen gidip onu uyandırdım. Meğer o da gündüz yaptığı bildirimi akşam sorun çözülünce arayıp geri almış ama kapıya gelen görevliye haber verilmemiş bu durum. Onları başbaşa bırakıp odama kaçtım, az sonra görevlinin "Olsun olsun, önemli değil, önemli değil, olur böyle yanlışlıklar, böyle yanlışlıklar olur" diyerek gittiğini duydum ve anladım ki sabah sabah gelen telefon tamircisi değil Fatmagül'ün abisi imiş:)


Telefoncuyu savdık savmasına da onunla birlikte uyku da gitti. Kalktım mecburen; çayımı alıp pencerenin önüne dikildim ve hemen yukarıdaki manzarayı gördüm; arka koltuğunu tepesinde taşıyan sarı Vosvos. Gün hoşlukla başladı, hoş gidiyor derken bir Vosvos daha geçmez mi? Hem de jantlarına kadar gıcır Parliament mavisine boyanmış pırıldak birşey. "Vay be" dedim, "bir batında iki Vosvos, akşama kadar üçüncüyü de görürsem piyango bileti alacağım". Henüz göremedim ama gün bitmedi, Allah'tan ümit kesilmez, caddeyi gözlemeye devam, Behzat Ç.'ninki gibi kırmızı bir tane umuyoruz:)


Gözümü Vosvos hizasından yukarılara çevirince de şu ilginç durumu saptadım. Kaç gündür attığım Ankara turlarından gördüğüm kadarıyla hemen hemen her semte bahar gelmiş, bir tek bizim caddenin göngörmüş akasya ağaçlarında tık yok, Allah için tek bir yaprak bile çıkarmadığı gibi daha dallarına su yürümemiş hiçbirinin. Ama kupkuru dallardan bir tanesi, sokak lambasının üstüne denk geleni, lambanın yaydığı ısıyla yeşillenip yapraklanıvermiş. Gel de keyiflenme şimdi bu görüntüye. Vosvosların ve kendine sera ortamı yaratmış dalın verdiği gazla temizliğe bir giriştim arkadaşlar, Antalya'daki kadınım  şen Müzeyyen bile benim kadar seri ve iştahlı iş yapamazdı. Elektrik süpürgesi, Vileda, toz bezi üçlüsüyle birlikte "Kandilli'de bir çilingir sofrası/Balık, roka, bir de yanında rakı/İnsan hali saza söze meraklı/Martı uyur şişe dibi görünür" şarkısı dilimde sildim, süpürdüm, toz aldım. Yetmedi çamaşır yıkayıp astım, yetmedi banyoyu temizledim, o da yetmedi yemek pişirdim. Allahım yaleppim kendimle gurur mu duysam ne? "Övdün de mi yarattın beni, hamaratım hamarat" diye düşünürken ilahi bir ses kulağıma fısıldar gibi oldu: "Ayda bir temizlik yaparsan hepsini böyle bir güne sığdırmak zorunda kalırsın, hamaratlık sana mı kaldı" gibisinden. Yanlış mı duydum ki:))))


Eveet, hamarat ya da değil, ben artık bunu hakettim: Türk kahvesi, "Mamma Mia" ve ve Leman Sam'ın sesinden "Kandilli" ...


Haydi kalın sağlıcakla...
Ek: Arkadaşlar Bingo! Az evvel perdeleri kapatmaya gittiğimde onca otomobilin içinde bir kırmızı Vosvos süzülerek geçiverdi. Milli Piyango biletimi yarın hemen alıyorum...

26 Nisan 2011 Salı

BUGÜNKÜ SEÇME SAÇMALAR

Bugün:

-Daralttırmak üzere terziye verdiğim, sonra da geçenlerde alıp eve getirdiğim iki eteğimi yarım saat aramama rağmen bulamadım, çok sinirlendim. İçinizde gören oldu mu?

-Gittiğim arkadaş toplantısındaki çay sofrasında elimi çarptığım bir bardak çayı evsahibinin yepisyeni ve de çok süslü masa örtüsüne döktüm, çok utandım. Sizce lekesi çıkmış mıdır?

-Otobüste yol boyunca gördüğüm leylak ağaçlarının tamamı açmış velakin ziyarete gittiğimiz evin bahçesindekiler henüz tomurcuktaydı, çok kızdım. Sizce niye açmamışlardı?

-"Öyle Bir Geçer Zaman ki" dizisindeki felaketler silsilesi içime baygınlık getirdi, çok bezdim. Sizce daha da beter olabilir mi?

-"11833" reklamına Hakan Aysev'de dahil olmuş, çoook mutlu oldum. Siz de oldunuz mu?

En iyisi ben gidip yatayım...

PARMAK ÇİKOLATA DEYİP GEÇMEYECEKSİN

Ne hissettirir bir çocuğa özel olduğunu, ne doldurur bir yetişkinin kalbini mutlulukla, ummadığı bir anda gördüğünde?


Küçük bir kızken babam her akşam iş dönüşü siyah çantasının fermuarını açar, içinden renkli yaldız kağıda sarılı bir parmak çikolata çıkarıp uzatırdı bana. Bu ikimizin arasında değişmeyen bir kaideydi. Kış günleri içinde gürül gürül kok kömürü yanan yaldız boyalı Şakir Zümre sobanın başında, yaz akşamları gökyüzü hafif bir pembeliğe bürünürken balkonda beklerdim babamı. İnce uzun silüetiyle köşeyi dönünce sabırsızlığım artardı. Gözüm  elinde sallayarak taşıdığı siyah çantada merdivenlerden çıkmasını beklerdim. Fermuarın zızzzzt sesi vuslat anını yaklaştırır, annemin "yemekten önce yeme" seslenişine aldırmadan kaptığım çikolatanın kağıdını açmaya koyulurdum. Nasıl bir lezzetti o içi pralinli ince uzun çikolata? Çoğu zaman anneme çaktırmadan hemen yutardım. Sonra yaldızlı kağıdını masanın üstüne serer, sağ elimin işaret parmağının tırnağını kullanarak düzleştirir, ertesi gün koleksiyon yapan en iyi arkadaşım Gülcan'a verilmek üzere bir kitabın arasına yerleştirirdim. "Altın biriktirmek"ti  bunun adı. Sabah gözümü açar açmaz Gülcanlara koşardım, eğer kendinde olmayan bir parçaysa getirdiğim Gülcan pek mutlu olurdu. Kendimce hakkaniyetli bir paylaşımdı bu; içi bana, dışı ona. Gülcanlar birsürü kardeşti, babası hangi birine çikolata getirecekti ki? Bense evin tek çocuğuydum, henüz kızkardeş hayalde bile yoktu. Gerçi bizim evde ağabey yerine geçebilecek 9 yaş büyük bir dayı vardı ama çikolata bana özeldi, babamın kızına her akşam sunduğu ayrıcalıklı armağan. Zaten dayım çikolatayı ilgi duydukları arasından çıkaralı çok olmuştu, içinde coşkuyla yüzdüğü ergenlik denizi onu başka hazlara doğru sürüklüyordu. Çok uzun zaman, parmak çikolata piyasadan kalkıp ben de  Radyoevi sanatçısı Muazzez Türüng'ün öğretmenlik yaptığı ve onun öğrencisi olmayı hayal ettiğim evimizin arkasındaki ilkokula gidemeden o mahalleden taşınıncaya kadar sürdü  bana kendimi özel hissettiren bu ritüel. O nedenle geçen hafta çay içmek için girdiğimiz pastanede kasanın yanına dizilmiş parmak çikolataları görünce içim mutlulukla doldu, kalbim kelebeklendi. Yıllar yıllar ötesine Saimekadın'daki eve, babamın incecik ve gencecik bir adam, benimse el kadar bir kız olduğum günlere gidiverdim. Bu sefer kendi parmak çikolatamı kendim aldım; "yemekten önce yeme" diyecek annem de yoktu, çikolataya yüz vermeyen dayım da, dayımla kavgalarımızda "tırnak kadar et" diye hitabettiği oğlunun tarafını tutan anneannem de. Bir tek babam kaldı o günlerden, ben de o çikolatayı babam getirmiş de fermuarlı siyah çantasından çıkarıp vermiş gibi mutlulukla yedim...

25 Nisan 2011 Pazartesi

KUAFÖRLÜ BİR YAZI


Kuafördeyim. Yerleştiğim koltukta işbilir elleriyle saçımı kesmekte olan genç kuaförümü gözlüyorum aynadan. Ağır işitiyor ve çok  alçak sesle konuşuyor, hafif bir peltekliği de var. O nedenle iletişim kurmamız biraz zor. Çoğu zaman ben başka şey söylüyorum o başka şey anlıyor. İstediğimi anlatmak için bağırarak tekrarlamaktansa  kendi haline bırakıyorum; saçlarıma ve isteklerime alıştı, beklentilerimi bilip işini ona göre yapıyor. Çok konuşmadığı için ayrıca memnunum, en nefret ettiğim şeylerden biridir berberle lüzumsuz muhabbet. Aynadan gördüğüm kadarıyla işine yoğunlaşmış, eline aldığı saç tutamlarını becerikli bir edayla tutup kesiyor, tamamen konsantre durumda ve yüz ifadesi "ben ne yapacağımı bilirim" diyor. Rahatlatıyor beni görüntüsü ve gözlerimi aynadan uzaklaştırıp düşüncelere dalıyorum. Görüntüm flulaşırken son düşündüğüm "Yaşasın, artık oturduğum zaman midem ve göbeğim katmerlenmiyor" oluyor. 

Gözlerim bu defa dükkanı tarıyor, nisbeten küçük ve tenha bir salon burası. Turuncu renkte üç koltuk ve önlerinde aynalar. Arkada bir saç yıkama aygıtı ve iki küçük kanepe var. Fazla müşterisi de yok zaten. Bu kadar iyi bir kuaförün az müşterisi olmasına üzülüyorum bir an, sonra bencil yanım galip geliyor; geldiğimde sıra beklememek ve fiyatların nisbeten düşük olması bu durumun avantajı olarak hoşuma gidiyor. Solumdaki rafta organik olduğu üzerindeki kocaman ibarelerle belirtilmiş boya ve şampuanlar var. Ne dereceye kadar doğru bilemiyorum ama çok gerçekçi gelmiyor. Ayrıca denemedim, ben saçımı boyatmaya giderken kendi boyamı kendim götürüyorum. Göz hizamda, giriş kapısının yanındaki duvarda yağlıboya bir tablo asılı; bir deniz manzarası. Gök ve sular kızıl, bir an güneşi doğarken mi batarken mi resmettiğini düşünüyorum yapan kişinin, çözemiyorum. Fazla da kafa yormuyorum, bakışlarım organik boyaların üstüne asılmış posterdeki uzun saçlı kıza yöneliyor. Fotoğraf siyah beyaz ama kızın gözleri renkli, yeşil olduğunu düşünüyorum nedense halbuki mavi de olabilir, ben yeşili uygun görüyorum. Uzun saçları dağınık ve dümdüz. Topuz yapılsa yakışıp yakışmayacağını hesaplarken kuaförün sesiyle kendime geliyorum: "Yıtayalım satınızı". Bu defa tedbirliyim, mesafeyi hesaplayarak oturuyorum koltuğa, zira yıkama aygıtının oturma yeri çok alçak ve ben her defasında unutunca yüksek bir yerden popoüstü düşmüş gibi oluyorum. Tam saçım yıkanmaya başladığında kapı açılıyor iki kadın giriyor içeriye. Saç renkleri dışında en, boy ve yüz olarak birbirlerinin kopyası gibiler, muhtemelen kardeşler. Birinin mora çalan kızıl, diğerinin turuncumsu sarı saçları ıslak ve tepelerinde birer tokayla toplanmış. Kanepeye yerleşip sohbet etmeye başlıyorlar. Yıkanması biten saçım kırmızı bir havluya sarılı tekrar koltuğa geçiyorum. İki kadını aynadan izlemeye başlıyorum saçlarıma şekil verilirken, ilginçtir ki sarışın olanı da beni izlemeye almış, bakışlarının üstümde olduğunu aynadan görüyorum. Kızıl saçlı olan çok çirkin bir şekilde sakız çiğniyor, sakızın yarısı dışarda arada bir de şişirme denemesi yapıyor, tam balon oluşacakken bunun uygunsuz birşey olduğunu farkedip söndürüyor ve çiğnemeye devam ediyor. Öyle iştahlı ki sarışın da heves ediyor, bir tane de kendine istiyor. Çantadan bir Falım sakızı çıkıyor, atıyor ağzına sarışın ve aynı biçimde çiğnemeye başlıyor. Sakız çiğneme stilinin genetik olduğunu düşünüyorum. Sıkıldıklarını ve sabırsızlandıklarını farkediyorum, kuaförün yarım bıraktığı Sudoku bulmacasını alıyorlar ellerine, kızıl saçlı olan birkaç rakam yazıyor sonra vazgeçiyor. Bu arada işim bitiyor, çıkardığım küpelerimi tekrar takmaya çalışırken farkediyorum ki kuaför elinde aynayla arkamda, saçlarımın arkadan görünüşünü göstermeye çalışıyor. Yalan yanlış "güzel, güzel, eline sağlık" deyip kalkıyorum koltuktan. Genellikle bu ayna tutma işlemi beni hiç ilgilendirmez, saçımın arkasında pek sorun olmaz zaten. daha ben iki adım uzaklaşmadan kızıl saçlı yerleşiyor kalktığım koltuğa, kuaför de fön makinesini çalıştırmaya başlıyor. Araya girip paramı ödüyor, sarışınla kızıla kolay gelsin deyip kuaförümle vedalaşıp çıkıyorum.

Bu da böyle bir yazıydı işte, sonuna kadar geldiyseniz tebrikler. Yukarıdaki fotoğrafın konuyla ilgisi olmadığının farkındasınız. O güzelim Alp dağları manzaralı leylak fotoğrafını İsviçre'de yaşayan bir arkadaşım benim için çekip yolladı. Bu güzellikten hepimiz yararlanalım istedim...

24 Nisan 2011 Pazar

HOŞGELDİN BAHAR

Evet, nerde kalmıştık? Pembe Köşk ziyaretini bitirince yolun karşısına geçip Seğmenler Parkı'na attık kendimizi. Niyetim dışarıdayken gözüme çarpan çiçeklenmiş leylak ağaçlarıyla kucaklaşmaktı ama oldukça dik bir yamacın üstüne konuşlandıkları için uzaktan selam göndermekle yetindim ve başka güzellikler keşfetmek üzere kızkardeşle aralarında sarışın hindiba çiçeklerinin boyverdiği çimenlikler boyunca parkın içlerine doğru yürüdük. Suyu hayli kirlenmiş ve hemen hemen çekilmiş havuzun etrafından dolanıp açıklık alana geldiğimizde bizi bir sürpriz bekliyordu: Bir rüya gibi bembeyaz çiçekler açmış üç sakura ağacı. Japon kökenli sakurayı görünce hemen Japon moduna geçtik ve ardarda fotoğraf çekmeye başladık. Lakin en yoğun çiçekli ve en güzel ağacın altındaki bankta üç kişi oturmaktaydı. Kızkardeşle "şunlar kalsa da biz otursak, fotoğrafı orada çektirsek" diye düşünürken oturanlardan en yaşlı olan hanım bana doğru dönüp adımı söyleyerek "siz misiniz?" diye sordu. Doğal olarak adımla hitap edilince "Evet benim" cevabını verdim. Bu defa "Beni tanıdınız mı?" dedi, tanımadığımı söyleyince de "Filancanın eşiyim" diye açıkladı. "Filanca kim, çıkaramadım" dedim, "Devlet Tiyatrolarında, kondüvit" diye ısrar etti. O zaman anladım ki kadıncağız beni aynı ismi taşıdığım eski ve ünlü bir tiyatro oyuncusuyla karıştırıyor. Lakin benzettiği ve ben sandığı oyuncu 75 yaş civarında ve de ne acıdır ki kanımca oldukça çirkin:)) Sözettiği kişi olmadığımı belirttim, isimlerimizin aynı olduğunu söyledim, gülüştük, ortaya çıkan samimi ortamdan yararlanıp 3 kişilik ekipteki beyefendiye makinemizi verip kızkardeşle fotoğrafımızı çektirdik ve vedalaştık. Lakin moralim yerlere serildi. Yahu haydi çirkin mirkin, sözkonusu oyuncuya benzettin ama yaş meselesini ne yapmalı:))) Sakuralar bile derdime derman olamadı:))))

Üzerime kondurulmuş iğreti tiyatro oyunculuğumu sakuraların altında bırakıp parkın üst taraflarına doğru yürüyüşe devam ettik. Az sonra ulaştığımız papatyalı yamaç boyluboyunca çimenlerin üstüne uzanma arzusu uyandırsa da nemli otların giysilerimizi yeşile boyama riski yüzünden gerçekleştiremedik isteğimizi. Onun yerine papatyaları saçlarımın arasına, kulağımın arkasına, gözlüğümün altına sıkıştırıp bol bol fotoğraf çektik. Temiz hava yorup yürüyüş ayaklarımızı ağrıtmaya başlayınca da bir taksiye atlayıp Coccinella'ya gittik. Lale'nin kulaklarını çınlatarak çay eşliğinde limonlu tartları götürdük. Bu limonlu tartın hafifliği ve lezzeti akla zarar, zaten Lale'nin de gözü kalmıştı, ne yapsam acaba paketletip yollasam mı ki adresine:))

Pastane çıkışı Kızılay'a yürümek için ara sokaklara saptık ve önümüze sürpriz bir şekilde pembeli beyazlı açmış ağaçlarıyla baharı müjdeleyen kocaman bir park çıktı. Kısacası biz bugün baharı keşfettik, baharı yaşadık. Hava güneşli ve ılık, çiçek, böcek, kuş cinsinden tamamlayıcı aksesuarlar da yerli yerindeydi. Bize de "Hoşgeldin bahar" şarkısını söylemek düştü...

23 Nisan 2011 Cumartesi

KUTLU OLSUN

Yıllar önce bir Çocuk Bayramı'nda hayatıma sürpriz bir hediye gibi giren  küçük kardeşim, büyük çocuğum ve en iyi arkadaşım; iyi ki gelmişsin aramıza, iyi ki doğmuşsun. Nice yılları sağlıkla ve bizlerle yaşa. Doğum günün kutlu olsun...

Tüm çocuklara ve içindeki çocuğu hiç büyütmeyenlere iyi bayramlar...

22 Nisan 2011 Cuma

İNÖNÜ KÖŞKÜ ZİYARETİ


Biz bugün 23 Nisan nedeniyle ziyarete açılan İsmet İnönü'nün Pembe Köşk'ünü gezdik. Yıllarım Ankara'da geçti ama sadece dıştan görmüştüm, çok merak ediyordum, bu sefer çok iyi denk geldi. Yukarıdaki fotoğraf köşkün bahçesinden, İnönü çifti hayatlarının her döneminde olduğu gibi eleler.

Köşke ulaşmak için Kızılay'dan bindiğimiz taksiye "İnönü'lerin Pembe Köşk"üne dediğim zaman kızkardeş ne kadar detaylı açıklama yaptın demişti. Bıçkın şoför arabayı farklı bir güzergaha çevirince önce kendimden şüpheye düştüm, sanırım tek yönlü yollar var, o nedenle buradan gidiyoruz diye düşündüm. Ama normalde kısa sürede ulaşmamız gereken Köşk'e gide gide varamadık. Sonra anladım ki aklı bir karış havada şoför güya detaylı yaptığım açıklamayı yanlış anlamış, uzun uzun gittikten sonra taksi zınk diye Cumhurbaşkanlığı Köşkü önünde durdu (bilmeyenler için açıklayım, o köşkün rengi de pembedir). "Hah" dedim, "Şoför galiba Hayrünnnisa Hanım'a çaya davetliyiz sandı". Yanlış getirdiğini söyleyince de özür dileyip diğer köşkün yolunu tuttu. Artık bilerek mi yaptı, gerçekten kulak mı vermedi günahı boynuna ama iki misli para ödeyip indik taksiden, hiç çemkirme günümde değildim bugün, uğraşmadım.

 Köşkün oturma salonu

Pembe Köşk İsmet İnönü'nün 1925 yılından 1973'teki vefatına kadar 48 yıl süreyle bilfiil yaşadığı ikametgahı. İlk sahibi Ankara eşrafından Uzunoğlu Mehmet Bey köşkü Atatürk'e hediye etmiş, sonra da İsmet İnönü'ye tahsis edilmiş. Ankara'nın ilk balosu, çeşitli bilimsel toplantılar, ilk konserler, ilk sergiler hep Pembe Köşk'te yapılmış. Halen İnönü ailesine ait olan ev 23 Nisan, 19 Mayıs ve 29 Ekim'de halkın ziyaretine açılmakta ve yakın zamanda müze haline getirilmesi için çalışmalar sürdürülmekte. Her ziyaret döneminde farklı bir konsept belirlenen Köşk'te bu kez Çocuk bayramına uygun olarak ağırlıklı biçimde İnönü ailesinin üç çocuğunun giysileri ve oyuncakları sergilenmekteydi.

 Özden İnönü'nün çocukluk giysileri


Özden İnönü'nün çocukluk oyuncakları

 Mevhibe İnönü'nün hastabakıcılık diploması ve kullandığı eşyalar

 İnönü ailesinin çocuklarının düğün fotoğrafları

Mevhibe Hanım'ın tuvalet malzemeleri

 Mevhibe Hanım'ın "paçalık" denilen nişan giysisi
İsmet İnönü'nün yeni evli iken Mevhibe Hanım'a aldığı piyano ve çiftin balo giysileri

 Mevhibe Hanım'ın dikiş makinesi ve bazı eski mutfak eşyaları

 Stalin tarafından İsmet İnönü'ye hediye edilen satranç takımı

Köşkün yemek salonu

Lozan'dan hatıra eşyaları

 Köşkün dıştan görünümü
Ben bir 23 Nisan döneminde Ankara'da olup köşkün ziyarete açık olduğu güne denk geldiğim ve gezebildiğim için çok mutlu oldum, çok etkilendim. Ankaralı bloggerlerden görmek istiyenler olursa 19 Mayıs'a kadar gezilebildiğini belirteyim. Pembe Köşk sonrası neler yaptığımız ise bir başka yazının konusu olsun. Şimdi izninizle...

21 Nisan 2011 Perşembe

DOPDOLU


Bu sabah gökte parlayan güneşe rağmen oldukça soğuk bir havada LÖSEV İrtibat Merkezi'ne gitmek üzere yola düştüm. Çok geçmeden minibüsün penceresinden gördüğüm şey keyfime tavan yaptırdı: yılın ilk çiçek açmış leylak ağacı. Fotoğraftaki o değil, bu ikincisi, dönüşte gördüm bunu, altında kısa bir mola verip önce fotoğrafladım sonra da Şuşu'nun yardımıyla bir dal çaldım:)) Bizim cadde boz görüntüsünü muhafaza ederken daha yüksek bir semt olan GOP dolaylarında şaşırtıcı bir şekilde yeşillenmişti finduk dalları pardon ağaçlar. Bahçelerde çimen, çiçek, pek iç açıcıydı pek (vay şiir kimin konuştum be:).


LÖSEV İrtibat Merkezi'ne ulaştığımda benden önce gelen etkinliğin ev sahibi sevgili Tülin HanımNazan ve Sevda tüm katılımcıların yolladığı oyuncakları sergilemişlerdi bile. Koca kanepe tıkış tıkış dolmuş taşıyordu oyuncakla. Derken Şuşucum da yeşil ördeği, pembe yanaklı kedisi ve Öykü'nün yapıp altına "İyi sağlıklar ve mutluluklar" yazdığı resimle çıkageldi. Öykü'nün resmini de Bilge'ninkinin yanına yerleştirdik. Benim utangaç Cemilem de arkadaşlarının arasında mahcup mahcup sahibine kavuşmayı bekliyordu. Dilerim herbir oyuncak bir çocuğun yüzünü biraz olsun güldürür, mutlu eder.


LÖSEV'de işimiz bitince oturup sohbet edeceğimiz ve tabii ki bu arada da yiyip içeceğimiz bir mekan aradık ve "Kuki"ye yerleştik. Kimimiz çay, kimimiz yeşil çay, kimimiz kahve içti, açlık bastıracak birşeyler yedi. Bense öğleden önce bünyeme alkol girmezse aklım başıma gelmeyeceği için Irish Coffee'yi tercih ettim:)) Bu bana saraylı büyük büyükannemden geçmiş bir alışkanlık, dedesinin dedesi İngiltere Kralı'nın protokol müdürüymüş, Irish coffeeye orada alışmış, hatta bu kahvenin en hasını içmek için fırsat buldukça İrlanda'ya gidermiş. Memlekete dönünce büyükannemi de alıştırmış, öyle ki sevgili nenem ekmeksiz kalırım İrlanda kahvesiz ve viskisiz kalmam dermiş. Böylece kuşaktan kuşağa geçmiş bu Irish coffee geleneği. Ben de böyle içmezsem öğleden önce zinhar aklım başıma gelmiyor (Yazdım yine:). İşin şamatası bir yana çok keyifli bir iki saat geçirdik oturduğumuz mekanda, bol sohbet, bol kahkaha gırla gitti. Çocukları sevindirecek bir etkinlikte çorbada bir çimdik tuzumuzun bulunması ve sevgili blogger arkadaşlarla beraberlik günümüze ayrı bir anlam kattı. Bu vesileyle bu olaya öncülük eden ve haberdar olmamızı sağlayan Tülin Hanım'a teşekkürlerimi yolluyorum.


Dönüşte üşüten havaya rağmen Şule ile Kızılay'a kadar uzun bir yürüyüş yaptık. Biz soğuk ve yağmur nedeniyle bahar hala gelmedi desek de çiçeklenmiş ağaçlar, sarı papatyaların süslediği yemyeşil çimenler, yapraklanmış dallar aksini söylüyordu. Yorulunca Flamingo'da bir çay molası verip enerji depoladıktan sonra devam ettik yola. İkinci leylak ağacına da Küçükesat'ın ara sokaklarından birinde rastladık.


Şule ile vedalaşıp eve döndüğümde hem üşümüş hem de yorulmuştum. Bu aralar pekçok bloggerin elinde olan, Maviannemin armağanı "Serenad"ı açtım, yaseminli yeşil çayım leylaklı kupamda, çalıntı leylağım yanıbaşımda yayıldım kanepeye. Sevdim ben bugünü, yorulsam da...

20 Nisan 2011 Çarşamba

ÇARŞAMBA'NIN GELİŞİ

Bugün yağmursuz ama soğuktu, bu bahar gelmeyecek galiba vaziyet öyle gösteriyor. Soğuk moğuk fakat beni günlerdir evde tutana aşkolsun. Dün hazırladığımdan bahsettiğim yukarıdaki fotoğraftaki kutlama kartı öğleden sonra sahibine teslim edildi. Lise kızlarıyla toplaştık, yedik, içtik, güldük, eğlendik. Buluşma sebebimiz arkadaşımızın evlilğini kutlamaktı, tabii biraz gecikmeli oldu biraraya gelmemiz ama geç olsun güç olmasın değil mi? Varsın dışarısı soğuk olsun, bizim kalbimiz sımsıcaktı. Son olarak içtiğimiz kahvelerin yanında fal kurabiyeleri geldi. İçinden çıkan kağıtta yazdığına göre "sert havamın altında yumuşak bir kalbim varmış". Bu nedenle "bunu çevreme göstermeli ve beni yanlış tanıyanlara karşı gerçek yüzümü açığa çıkarmalıymışm". Ba ba ba ba, neymişim ben yahu. Ha bir de sayısal oynamam için uğurlu sayılar vermişler. Yarın ilk iş denemeliyim:))

"Sufle" bitti; eğlenceli, su gibi okunan bir kitaptı. Ortak zevkleri yemek yapmak olan Filipin asıllı Amerikalı Lilia, Fransız Marc ve İstanbullu Ferda'nın aile bireyleri ve mutfakla olan maceraları eğlenceli bir dille anlatılmış. Özellikle Ferda'nın yaşadıkları pekçok kişiye çok tanıdık gelecek. Edebî anlamda bir beklentiniz yoksa, şöyle kolayca okunacak bir kitap arıyorsanız okuyun derim, ben keyif aldım, Lalemin bana armağanıydı, buradan kocaman sevgiler yolluyorum ona...

19 Nisan 2011 Salı

NİSAN KIŞI

Sanırsınız kışın tam ortasındaydık bugün. Nisan yüzün kara olsun, isminden utan...

Gün boyu döktüm devirdim, önce ocağın üstünde unuttuğum etlerin dibini tutturdum. Sonra içine yerleştirdiğim çamaşırları yetersiz bulan makinemiz kendini küheylan sanıp şaha kalkarak banyonun içinde bir şeref turu attı. Engelli koşuya programlanmadığı sadece pist yarışına alışkın olduğu için sonuncu oldu, devirdiği engelleri toplamak da bana düştü. Üzerinde ne varsa fırlattı; diş fırçaları, macunları, şampuanlar, kremler. Daha bir kez bile kullanmadığım yepisyeni bir şişe dolusu duş jeli de fırlatılanlar arasındaydı, en zararlı da o çıktı zaten kapağı açılıp tüm zemine yayıldı. Dakikalarca köpürmüş seramikleri temizledim, ortalık misler gibi limon koktu. Bu sırada dışarıda kıyamet kopuyordu, gökgürültüsü, yağmur, rüzgar. Bu havaya rağmen dışarı çıkmak zorundaydım, netekim çıktım. Güya yanıma şemsiye almıştım ama kullanmak mümkün olmadı, öyle ters bir rüzgar esiyordu ki açmak gafletinde bulunan birkaç kişinin kafasına geçtiği yetmezmiş gibi telleri de kırıldı. Üst geçitlerden birine asılmış kocaman bez pankart öyle gürültüyle çarpıyordu ki asıldığı parmaklıklara korktum resmen. Sonra baktım üstünde "Sevinin küçükler, öğünün büyükler, 23 Nisan kutlu olsun" yazıyor. Anladım ki pankart sevinçten göbek atıyormuş. Lakin havalar böyle giderse bu 23 Nisan çocuklara hayal kırıklığı olacak sanki, umarım hafta sonuna kadar diner yağmur, güneş çıkıp çocukları sevindirir. Ben leylak derdindeyim ama daha caddedeki akasyalarda yaprak ucu bile görünmüyor, kupkuru. Kış geç geldi, eksik kalan günlerini tamamlamadan veda etmeyecek bize, öyle anlaşılıyor.

Neyse ki o berbat havada sokağa çıktığıma değdi, işlerimi halledip döndüm eve. Kendime rengarenk bir kolye yaptım, yarın evliliğini kutlayacağımız bir arkadaşım için kart hazırladım, birazdan kalkıp rutin geceyarısı ütülerimi yapacağım. Sonra da çok az sayfası kalmış "Sufle" yi elime alıp tumba yatak. Cümleten iyi geceler...

18 Nisan 2011 Pazartesi

DİŞ İŞLERİ FİNAL

Müjdeler olsun dostlar; havai fişekler atılsın, toplar gümbürdetilsin, uçan balonlar havaya salınsın, rakkaseler göbek atsın, davullar vurulsun, zurnalar çalınsın. Çünküüü yılan hikayesine dönen diş maceram bugün itibarıyle nihayete ermiştir. Sonunda köprülerim ağzıma sabit yapıştırıcıyla yerleştirildi. Çok alışmıştım, çok alışmıştınız değil mi, eksikliğini hissedeceğinize eminim diş maceralarımın:) Şimdi beklentim bir "Diş Buğdayı Partisi". Madem hamilelere "Baby Shower", evlenecek kızlara "Bekarlığa Veda Partisi", askere gidenlere "En Büyük Asker Bizim Asker Gösterileri" yapılıyor, ben de bunca eziyetten sonra "Diş Buğdayı Partisi" isterim. Haydi bakalım hazırlıklara girişin. Yeter ki siz yapın diş buğdayını, diyeti bile bozacağım inan olsun. Beklemedeyim ona göre:))

Yukarıdaki fotoğrafa eminim Asucum çok kızacak ama bu kayısı çağlalarına seyyar manavda rastlayınca gözlerime inanamadım, satıldığını hiç görmemiştim. Hemen aldım ve yeni dişlerimi  kutladım. Süperdi, sefam olsun. Bunları yiyebildiysem zaten o diş tamamdır değil mi, çektiğim eziyetlere değdi yani:))

17 Nisan 2011 Pazar

ÇARESİZLİK BÜYÜK OLUNCA


"Bizim Büyük Çaresizliğimiz" Barış Bıçakçı'yı tanıyıp sevdiğim "Herkes Herkesle Dostmuş Gibi" ve "Aramızdaki En Kısa Mesafe" den sonra okuduğum ve başucu kitabım mertebesine yükselttiğim bir kitaptı. Büyük bir keyifle okumuş, yazarın yazım tarzından çok etkilenmiştim. Sonraları "Baharda Yine Geliriz" ve "Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra"yı da okudum ama "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" birinciliği hiçbirine kaptırmadı. Filminin çeklidiğini duyunca çok sevinmiştim ve vizyona girmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Nihayet bugün vuslata erdim. Erdim ermesine de filmden çıkarkenki düşüncem bazı kitaplar keşke hiç filme çekilmese şeklinde idi. Konuya sadık kalınmış ama kitaptaki o etkileyici, büyülü hava tamamen yokolmuş benim düşünceme göre. Oyunculuğunu çok beğendiğim İlker Aksum bile yetersiz kalmıştı sanki. Filmdeki tek favorim kısacık rolüne rağmen Taner Birsel oldu. Yine de Ankara'da çekilen bir film izlemiş olmak ve sevdiğim bir romandaki kahramanları hayata geçmiş görmek hoş oldu. Bir de salonda solumuzda oturan çift sürekli konuşup filmde geçen her mekanı zaten Ankara'da yaşadığı için bilen izleyicilere yüksek sesle tanıtmasa iyi olurdu. Filmin başında adeta bir ineğin saman yediği gibi gürültüyle patlamış mısır yiyen şahsa da filmi henüz 10. dakikada terkettiği için buradan teşekkürlerimi sunuyorum...

15 Nisan 2011 Cuma

YORUCU BİR GÜNÜN ARDINDAN

Ben bu aralar çoook yoruluyorum çok...
Erkenden attım kendimi halledilecek bir sürü iş için sokaklara.
İlkönce nereye gittim bilin bakalım? Bildiniz değil mi, diş hekimimin muayenehanesine. Kafama takılan noktalar için doktorum tarafından teknisyenin laboratuarına yollandım ama teknisyen benim oraya gitmemden pek hoşlanmayıp kibarca geri postaladı. Neyse devreye doktorum girdi dişler akşama teslim edilmek üzere teknisyene gönderildi. Ben de arada kalan süreyi manikür yaptırarak, kitapçıları dolaşarak, mağazalara girip çıkarak değerlendirdim güya ama yorgunluktan perişan oldum. Sonrasında yine diş hekimi muayenehanesi, bir adet köpek dişe kanal dolgusu yaptırıp kasıntı ve sinirli teknisyenden düzeltilmiş olarak gelen dişleri ağzıma yine geçici olarak yerleştirip attım sokağa kendimi.
Yukarıdaki seğmen kılıklı Ankara kedisine bu aralar çokca rastlayabilirsiniz Ankara sokaklarında. Hayvancağız seğmen kılığını gönlüyle mi giydi bilmem ama kendisi aslında 24 Nisan'da başlayacak "Dünya Çocuk Oyunları"nın maskotu, ismi de "Misket" imiş yetkililerin açıklamalarına göre. Ben görmedim ama kendisi diğer kedi arkadaşıyla TV'lerde "Misket" de oynamış döne döne. Hayırlı, uğurlu  olsun bakalım...


Günün geri kalan bölümü başka bir işi halletmek için dolaşarak geçti. Bu arada Arjantin Caddesi'nde karnımızı doyurmak için girdiğimiz mekanı çok sevdik; hem dekorasyonunu, hem de yediklerimizin lezzetini. "K'ELLE SÖĞÜŞ" isimli lokantada işkembe çorbası, arnavut ciğeri ve ızgara köfte denedik, üçünü de gayet lezzetli bulduk.

Günün sürprizi ise  "Acemi Aşçı" blogunun sahibi sevgili İpek'e rastlamak oldu. Blog alemi için dünya çok küçük, hiç görmediğin bir kişiyi bile blog yoluyla yolda görüp tanıyabiliyorsun. Seviyom seni blog be, bir de hâlâ "Yassah Hemşerim!" demesen...

14 Nisan 2011 Perşembe

LEYLAK YAĞMURU

Gökten yağmur değil, hep çiçek yağsın...

13 Nisan 2011 Çarşamba

ANNEANNEM İÇİN

Şu eski, siyah-beyaz fotoğrafta keyifle gülen kadın benim anneannem. Komşularının ve ahbaplarının arasındaki adıyla "Niğdeli teyze", büyük torunlarının hitabıyla "Zarif Hanım", aralarında neredeyse bir nesil olan küçük torunlarının dilinde ise "Cadı Nene". Bu hitapların her biri onun karakterinin başka bir yönünü anlatır aslında. Çok ilerlemiş yaşlarında bile kendini hissettiren güzelliği  yakışıklı, karizmatik, kocaman yürekli, insancıl ama bir o kadar da hovardameşrep ve çapkın dedemin gözlerini kamaştırmış olmalı ki karakter olarak tam zıddı 15 yaşındaki anneanneme talip olmuş. Evlilik gerçekleştikten sonra da 7 yaşından beri namazını orucunu ihmal etmeyen karısının vakt-i kerahat gelip rakı sofrası kurulduğunda kendisine eşlik etmesini beklemiş. Zinhar reddetmiş tabii anneannem bu isteği, dedem çeşitli yollar denemiş ikna için, olmamış. Eşlik etmiyorsa bari meclisi şenlendirsin diye bir dönem ud dersi aldırmış. Anneannem o yıllardan aklında kalan bir şarkıyı arasıra söylerdi bize nisbeten genç olduğu yıllarda:
"Derdimi ummâna döktüm, asumâna inledim
Yâre de ağyâre de hâl-i derûnum söyledim"
Ud dersi de para etmeyince dedem kendine eşlik edecek bir başka eş aramış ve birkaç aylıkken ölen iki bebeğin üstüne dualarla bulduğu ve gözünden sakındığı annem henüz kucağındayken karısının üstüne kuma getirmiş; adı gibi cilveli, işveli bir hatun: Cazibe. Anneannem Cazibe'li yıllarını anlatırken dedeme karşı değişik duygularla dolardı içim. Annem ve dayılarımın son derece iyi bir insan olarak anlattıkları, ben henüz 4 yaşındayken kaybettiğim, gözümün önündeki tek hayali hastalığının son günlerinde emektar pirinç karyolasının içinde kaybolmuş saz benizli, zayıflıktan tükenmiş görüntüsü olan dedemin anneanneme bu kötülüğü nasıl yapabildiğine akıl erdiremezdim. O kadar eziyet edilmişti ki ruhen açıkça itiraf ederdi anneannem, o inançlı kadın: "Beddua ettim çok" derdi, "Öyle gönülden etmişim ki tuttu. Keşke etmeseydim". Cazibe kuma olarak geldiği evden geride 2 yaşında bir çocuk bırakarak tabut içinde ayrılır, minik kızın bakımı anneanneme kalır. Öyle bir ahlaki yapıya sahiptir ki kumanın ölümünden 2 gün önce annemin mızıldanması üzerine  onun ellerine yaktığı kına kendi ellerine bulaşınca dedikoduları engellemek için kollarını dirseklerine kadar mürekkebe batırıp  eldiven giyer, üstüne üstlük bir de kumanın helvasını kavurup mevlüdüne katılır. Geride kalan öksüz bebeğin bakımı da yine anneanneme kalır. Lakin bebek de fazla yaşamaz, bir süre sonra onu da kaybederler. Dedem genç sayılabilecek yaştaki ölümüne kadar bir daha kuma olayına girişmez ama hovardalığını devam ettirir. Henüz kırklı yaşlarında dul kalan anneannem o zamana kadar içinde saklı duran becerilerini günyüzüne çıkarır. Hayatla hep didişir ve çoğunlukla galip gelir. Hakkından gelemediği tek şey şu dünyadaki en hassas noktası ve kıymetlisi olan küçük dayımdır. Ne kadar uğraşsa da onu istediği kalıba sokamaz ama kendisi hiçkimse için girmeyeceği darlıktaki kalıplara onun için girer. Gözlerimi kapattığımda onu hep sırtında emektar kumlu gri pardesüsü ya kömür karnesini onaylatttırmak için muhtara, ya evinin hemen yakınındaki sabah-öğlen-ikindi üç parti gittiği pazara, ya da "Et Gımısı (Gima'dan geliyor bu isim)" olarak isimlendirdiği Et ve Balık Kurumu'nun tanzim satış mağazasına giderken hayalliyorum. Ölene kadar yalnız yaşayıp her işini kendi gördü. İnanılmaz bir ikna kabiliyetine sahipti. Son derece nurlu ve sevimli bir yüzü olmasına rağmen kızdı mı dünyayı gözü görmez, lafını hiç çekmezdi. Ama o sevimli yüzün hatırına mı yoksa bir şekilde sahip olduğu şeytan tüyünden midir nedir tüm mahallenin sevgilisi konumundaydı. Kapısının önünde oynayıp gürültü ettikleri için azarladığı çocuklar 10 dakika sonra zilini çalıp "Ekmek alınacak mı, çöpün dökülecek mi Niğdeli nene?" diye hizmetine koşarlardı. Kızıverdiğinde terslendiği komşular her an yardımına hazır beklerlerdi. Yemeyi, içmeyi, gezmeyi, tiyatroyu, sinemayı, seyahati çok severdi. Az tiyatroya, sinemaya gitmemişizdir birlikte. Yıllar önce Dario Moreno'nun çok ünlü olduğu yıllarda gittiğimiz Gençlik Parkı'nda bir gazinoda programa çıkacağını öğrenince kulis kapısına gitmiş ve görevliye "Yavrım, şu Dari Mari kimmiş, bana bir gösteriver" diye öyle tatlı bir edayla rica etmişti ki adamcağız soyunma odasına götürüp Dario Moreno ile tanıştırmıştı onu. Dışarı çıktığında tepkisi şuydu: "Aman, ben de birşey sanmıştım, adammış meğerse". Portatif televizyonu en kıymetli eşyası idi, sokağa çıkarken evin kuytu bir köşesine saklar öyle çıkardı. Brezilya dizilerinin çok revaçta olduğu dönemlerde bir diziye tutkuyla takılmış, adeta yaşama sebebi haline getirmişti. Dizideki başrol oyuncusu çıktığı seyahatte kaybolmuş ve diğer bölümler hep onun bulunması ile ilgili olarak gelişmişti. Bir yıl boyunca Jose Mario'nun başına ne geldiğini merak eden anneannem finalden bir gece önce heyecandan adeta kurdeşen dökmüştü. Sabah hepimizi içtimaya çekmiş, sabaha kadar meraktan uyumadığını söyleyip dizi başladığında rahatsız edilmek istemediğini, gürültü yapılmamasını kesin bir dille bildirmişti. Sonra da TV başına konuşlanıp "Sösün, sösün" diye gereksizce uyarıp bizden ziyade kendi sesinden söylenenleri duyamamıştı. O diziden nefret ettiğim için balkona çıkmış kitabımı okuyordum ki yanıbaşıma gelen anneannemin öfkeli suratıyla irkilmiş sonra da: "Utanmıyorsun değil mi, hiç mi vicdanın yok? İnsan Jose Mario'nun başına ne geldi diye hiç mi merak etmez hain" diye azarlandığım yetmezmiş gibi bir de "Tuu" diye suratıma tükürüp içeri giren kadının arkasından bakakalmıştım.
Vefasızlığa hiç tahammülü olmayan anneannemin yaptıklarına karşılık görmediği durumlarda ardarda yinelediği dört atasözü vardı, asla birini eksik söylemezdi:
"Gel bana bir ayak, geleyim sana iki ayak"
"Kör Allah'a ne kadar bakarsa, Allah da köre o kadar bakar"
"Beni sevenin bendesiyim, beni sevmeyenin ben nesiyim?"
"Öl benim için, hasta olayım senin için"
Bu sonuncusunda bir tuhaflık vardı ama eminim ki yanlış ezberlediği için bu kadar bencilce bir söylem geliştirmişti:)
Anneannemi daha anlatmaya kalksam bu post metrelerce uzayabilir. Bugün onun ölüm yıldönümü, hayatımızdan çıkalı 17 yıl oldu, şimdi 11 yıl sonra koynuna yerleştirilen annemle birlikte uyuyor. Kendimi bildim bileli öfkesiyle, sevecenliğiyle, sertliğiyle, sevimliliğiyle, aksiliğiyle, sempatikliğiyle, esprileriyle, güçlü hafızasıyla, hazırcevaplığıyla hep hayatımızda oldu. Ona ölümü hiç yakıştıramıyorum, benim için hâlâ önünde uzun bir kavak ağacının rüzgarla hışırdadığı 4.kattaki havadar ve manzaralı evinin balkonundaki tahta sedirde oturmuş Yenimahalle sırtlarını seyrederek tesbihini çekiyor, kalbinde artık kendisi de başka bir aleme göçmüş küçük oğlu için duyduğu endişeleriyle birlikte. Huzur içinde uyu Zarif Hanım...

11 Nisan 2011 Pazartesi

YENİ HAFTAYA BAŞLARKEN


Yorgunum an itibarıyla ve sanki uykum var...

Elimde kahve fincanım bir yandan internette Lezzetli Somunlar Serap'ın katıldığı "Kelime Oyunu" yarışmasını izliyor bir yandan da blog yazıyorum.

Bugün yine diş randevum vardı, yeni dişler biraz üzerinde oynanması için teknisyene gitti. Ben yine emektar dişlerimle başbaşayım pardon dişdişeyim. Böyle bizde, özgür bir ağız yapım var; dişlerim kendimden bağımsız hareket edebiliyorlar, çat ağzımda, çat teknisyende, çat diş hekiminin muayenehanesinde. Eminim akşamları türkü barlara falan da takılıyordur keratalar, peçeteye de istek türkü yazıp veriyorlardır soliste: "Dişim ağrıyor, dişim ağrıyor dişine kurban olayım".

Kendime iki minik çuha çiçeği aldım, sarı ve kırmızı. Lakin sanmayın ki Galatasaraylıyım. "Neee mutlu seni seveneeeee...."

Yeni kitabım İnci Aral'dan, İdefix'ten sipariş ettim imzalı geldi. Bu inci Aral imzalı üçüncü kitabım, diğerlerini bizzat imzalatmıştım. Yazarı çok severim; ne yazsa okurum, alışveriş listesini bile okuyabilirim, öyle tiryakisiyimdir. Son kitap "Şarkını Söylediğin Zaman" geri dönüşlerle 12 Eylül öncesini ve sonrasını anlatıyor. Tam da benim üniversite öğrencisi olduğum yıllar, herşey o kadar tanıdık ki. Zamanda yolculuk yapar gibiyim, üstelik roman Ankara'da geçiyor. Elimden bırakamıyorum, üçte ikisini devirdim bile. Okurken zaman zaman kitaba adını veren şarkıyı da dinliyorum: "Sen şarkı söylediğin zaman". Bir Münir Nurettin Selçuk bestesi.


Dün bir film izledim: "Inglourious Basterds". Türkiye'de "Soysuzlar Çetesi" adıyla gösterilmiş sanırım, bir Quentin Tarantino filmi. Başrolde Brad Pitt-ki kendisinden hiç hazzetmem-bu filmde de pek bir tuhaftı görüntüsü. 2.Dünya Savaşı sırasında geçen bir konusu var; bildik Nazi askerleri, Yahudi avı, Amerika'dan gelen bir gönüllü çetesi, Fransız direnişçiler. "Yahudi Avcısı" komutanın elinden tesadüfen kurtulmuş bir kız işlettiği sinemayı yakarak Hitler'in ve avanesinin ölümüne sebep oluyor. Gerçek-kurgu birbirine karışmış, yer yer güldürse de iç ürpertici sahneleri çoğunlukta tipik bir Tarantino filmiydi işte. Pekçok yerinde gözlerimi kapattığımı itiraf edeyim. Filmin yıldızı ise Nazi subayı rolündeki Cristoph Waltz idi. "Kill Bill" kadar olmasa da yüreğiniz dayanabilirse izleyin derim...

10 Nisan 2011 Pazar

HAREKETLİ HAFTA BİTER


Bol gezmeli, canlı, eğlenceli geçen günlerin ardından haftayı Cumartesi günü yine hareketli bir şekilde kapattım. Öncesinde Cermodern'deki sergileri gezip (bir haftada iki Cermodern turu, olacak iş mi:) Gar Lokantası'nda çocuklarla yemek yedikten sonra koşturarak "Çağsav/Ankart 2011 Ankara Sanat Buluşması" sergisi'ni görmek için Çağdaş Sanatlar Merkezi'ne gittim. Sergide sizlere sık sık resimlerinden sözettiğim arkadaşım ressam Füsun Ürkün'ün de standı vardı. Yukarıdaki, pervazda oturup her an sardunyaların arasından kucağınıza atlayacakmışcasına canlı duran kedi ona ait tahmin ettiğiniz gibi. Daha başka güzel eserleri de vardı tabii ki. Bir süre onun standında oturup sohbet ettikten sonra Füsun Ürkün beni daha önceki bir sergide resimlerini çok beğendiğim Selmanur Aktaş ile tanıştırdı. Oya gibi ince ince işlediği birkaç resmiyle katılmıştı sergiye genç sanatçı. Aşağıdaki tablo onlardan biri:



Bu yılın ÇAĞSAV Onur Ödülü'nü Fikret Otyam almış, yukarıdaki güzel resim ona ait. Kendisini bu sefer göremedim yerinde yoktu ama Fikret Otyam yılın büyük bölümünü Antalya'da geçirdiği için hemşerimiz sayılıyor artık, sık sık rastlarım ona Antalya sokaklarında.


Üç kattaki salonlara yayılmış sergiye katılım çok yoğundu, izleyici sayısı da o derece fazlaydı, açılış günü olmasının da etkisi vardı tabii ki. Bir ara Kemal Kılıçdaroğlu da yanında Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık ile standları dolaşıp ressamlarla kısa sohbetler yaptı. 


Bu ilginç resimler ressam Rezzan Ganiz'e ait; canlı renkleri, değişik figürleri, ilginç tekniği çok hoşuma gitti. Doğal olarak tabloları satın almaya maddi gücüm elverişli değildi ama standdaki kendisinin resimlediği taşları görünce dayanamadım. Aşağıdaki taştan objeler artık benim:))


Tüm katları gezip iyice yorulduktan sonra sergi turumu Ayla Aksoyoğlu'nun çok ilginç resimleri önünde sonlandırdım. Ben bu sergiye doyamadım, hafta içi bir kez daha sakin sakin gezmek istiyorum. Bence Ankara'da yaşıyorsanız siz de kaçırmayın. Haydi bakalım yeni haftanız güzel olsun...