.

.
.

27 Şubat 2022 Pazar

ŞALANJJJ 9 / 27 ŞUBAT

Dünkü bahar havasına pek yakışmayan bir güne açtım gözümü, bulutlu ve yağış gelecek gibiydi ama belli olmaz bu şehre, bakarsın yine güllük gülistanlık oluverir. Cumartesi günkü performansı o kadar güzeldi ki, bugün de aynısını beklemek hakkımız haliyle. 

"Yürüyelim arkadaşlar" dedi içten gelen bir ses, toparlandık. Son uzun performansımdan dizlerim biraz şikayetçi olduğu için bu defa kısabir rota belirledik, evin yakınındaki parka çevirdik yönümüzü. Yine de dönüşte baktım ki 4 km. yürümüşüz hiç dinlenmeden. Henüz bebek sayılacak dizlerim için yine de iyi bir sonuç.

Parka girmemizle bahar başladı arkadaşlar, maskeyi çıkarıp çantama koydum, zira fena halde alerji yapmaya başladı, ergenler gibi sivilceli bir suratla dolaşıyorum çıkardıktan sonra. Hafta içi günlere göre biraz daha kalabalık olsa da, cumartesi için tenha sayılırdı. Çoğunluk cafelere yerleşmiş, güzel havanın , manzaranın ve içine atlama isteği uyandıran denizin tadını çıkarıyordu. Yine insanlardan ziyade oturacakları cafenin kapısına kadar arabalarıyla gelmezse kaşıntı tutanların araçlarından rahatsız olduk. On adımda bir yana çekilip koskoca jiplere yol vermek park yürüyüşünün tadını kaçırıyor biraz. Yönetim yıllardır bu işe bir çözüm getirmedi. Lakin ortam o kadar güzeldi ki bu işi de keyfe kederdir deyip çok umursamadık. Şuna bakın mesela, görür görmez "Kayadaki Şiir" dedim:

Yakından bakalım:

Parkın Falezlere yakın tarafına doğru, doğal bitki örtüsünün arasından dalarsanız daha el değmemiş bir doğayla karşılaşıyorsunuz. Otlar çoktan yeşermiş de çiçekler açmaya, Kıbrıs akasyaları tomurcuklanmaya, kuru dallar ufaktan yapraklanmaya başlamış. Ve gelirken yolda ilk kez yılın ilk çiçek açmış badem ağacını gördüm. 


Şu, mercimek kadar beyaz çiçek bile güneşe uzatmış yüzünü 3-5 günlük ömrünün tadını çıkarmaya çalışıyor. (Cep telefonuyla biraz flu oldu yakın çekim haliyle)

Bu arkadaş bir kamuflaj uzmanı gibi kayalara kendini sotalamış uyukluyordu, hasbıhal etmek için yanaştığımızda açtı gözünü, baktı yiyecek falan yok, "Çekin gidin be, ne demeye boş yere rahatsız ediyorsunuz" dercesine tekrar uykusuna döndü. 

Sizleri Bey Dağları'ndan mahrum bırakacağımı düşünmediniz herhalde, bu defa delice zeytinlerin üstünden bakınız.

Uzun zamandan beri ilk kez cesaretimi toplayıp, dizlerimdeki yabancılardan özür dileyerek denize biraz daha yakınlaştıran merdivenlere yöneldim. Basamakların sonunda ulaştığımız küçük balkonumsu cepte şunu gördüm 😃 Umarım kimse bu söze uymamıştır:

 Falezlerde çok sevdiğim bir bölge vardır, birkaç zamandır üst taraftan görünmez hale gelmişti cafelerin genişleyip görüntüyü kapatması yüzünden. Cesaret edip aşağılara inince kavuştum sevdiklerime:

Merdivenlere geri dönmeden son bir poz:

Öyle iyi geldi ki bu yürüyüş, kafam dağıldı. 

Eve dönerken yoluma çıkan, adını bir türlü aklımda tutamadığım, "kartopu" ya da "limon çalısı" olduğunu düşündüğüm (doğru ismi bilen varsa alayım lütfen) bu bitkiden bir dal benimle birlikte eve geldi, evet çiçek çalarım ben 😊

Efenim, bu güzel yürüyüşten önce Oscar maratonumun son metrelerini koştum. Engel nedeniyle takıldığım tek bir Uluslararası aday kaldı (Lunana), o  da kısmet. Steven Spielberg'in yönetmenliğini yaptığı "West Side Story"yi izledim. En iyi Film, Yönetmen ve Yardımcı Kadın Oyuncu dallarında aday, yan dallarda da olabilir ama artık küçük istasyonlarda durmuyorum, yoruldum zira. Müzikal filmlere çok meraklı değilim, onları sahnede canlı izlemeyi tercih ederim ama görev aşkıyla bunu izledim sonuna kadar. Çok iyi bildiğim bir konu, çok iyi bildiğim şarkılar ve danslar. Yine de izlemesi keyifliydi, canlı olarak kocaman bir meydanda seyretmek isterdim doğrusu. Hele de küçücük bilgisayar ekranında ne kadar uğraşsanız da istediğiniz hazzı alamıyorsunuz. Filmin dünyada rüzgar gibi esen ilk çekimi 1961 yılında yapalmış. Yönetmenliğini Jerome Robbins ve Robert Wise'nin yaptığı filmde "Maria" rolünde güzeller güzeli Natalie Wood, Tony rolünde de Richard Beymer oynamış. Bernardo karakterini George Chakiris, sevgilisi Anita'yı da Rita Moreno canlandırmış. Moreno bu rolüyle Oscar almış, Spielberg'in versiyonunda aynı rolü oynayan Ariana DeBose'de Yardımcı Kadın Oyuncu dalında aday. 1961 yılı yapımında Tony'in patronunu bir erkek oyuncu canlandırırken Spielberg bir hoşluk yapıp patronu kadın yapmış ve rolü Rita Moreno'ya vermiş. Pamuk saçlı, buruşuk, minicik bir kadına dönüşmüş güzeller güzeli Moreno. Zalim zaman. İlk filmi sinemada izlemeye yaşım yetmemiştir muhtemelen ama birkaç kez TV'de, iki kez de müzikal olarak sahnede izledim. Filmin "Romeo ve Juliette"in çağdaş bir uyarlaması olduğunu bilmeyen yoktur sanırım, meşhur balkon sahnesine kadar. İki düşman ailenin yerini burada "Köpek Balıkları" ve "Jetler" isimli gençlerden oluşan iki sokak çetesi alıyor. Newyorklular ile Porto Rikolu göçmenler arasındaki husumet Romeo/Juliette'deki gibi bir dramla sonlanıyor diyorum ve filmin Oscar adaylığını biraz zayıf görüyorum. Zira elmayla armudu toplamak gibi bir şey normal filmlerle müzikalleri aynı kategoride yarıştırmak. 

Gelelim Şalanjımıza, neyse ki artık ölüm-kalım meselelerini bitirdik. Bugünkü sorumuz şöyle:

-Bugün olduğunuz insanı şekillendiren çocukluğunuza ait şey nedir:
 
Üç şey sayabilirim: Kitaplar, ilkokul öğretmenim ve çocukluk ve ilkgençliğimin geçtiği site ve mahalle. 
Okumayı öğrendiğim an kitaplara sarıldım. Uzun yıllar tek çocuktum, bana arkadaş, dost, yoldaş oldular, ufkumu genişlettiler. Empati kurma yeteneğimi arttırdılar, farklı düşünmemi sağladılar. İlkokul öğretmenim çok özel bir insandı, bana çok değer verdi, utangaç, içine kapanık bir çocuktan canlı, hareketli bir insan yarattı. Büyüdüğüm site ise farklı yapıda insanları tanımamı sağladı, gözlem gücümü arttırdı, dostluğun gücünü, yardımseverliği öğretti. Hepsine minnettarım...

23 Şubat 2022 Çarşamba

OSCAR AMCA İLE DEVAM / 23 ŞUBAT

Sakin bir yağmurla başlayan akşam geceyarısı afete dönüştü adeta. Kulağımın dibinde patlarmış gibi gök gürültüleri, odayı aydınlatan şimşeklerle fırladım yataktan. Alt katın panjurlarına en yüksek tonda bateri çalarcasına çarpan yağmur da cabası. İçerde TV izleyen Kocam Bey de ayaklanmış ve takdire layık bir şekilde bilgisayarın fişini çekmişti. Gidip pencereye yanaştım, balkonda dolu taneleri, gümbürtülü yağmurun sebebi anlaşıldı. Yağan yağmurun yoğunluğunu anlatabilmem mümkün değil, sudan bir duvar akıyordu sokak lambasının ışığında. Birkaç yıldır kendini unutturan Antalya yağmurları bu yıl arayı kapattı böylece, bademlerin çiçeklenmemiş olmasına dua ettim, hoş haberim de yok, belki çiçekleneni vardır, bu doluyla karışık yağmurda hepsi dökülmüştür yerlere. Pencere pervazlarını kontrol ettim, perdeleri kenara çektim, balkon giderlerini denetledim ve  Yasemin Kumral'ın eski bir şarkısını zihnimde döndürürken gidip yattım: "Yağmuru durdurabilir misin?/Sevgiden vazgeçebilir misin?"

Sabah kalktığımda yağmur durmuş, güneş çıkmasa da hava açmıştı. Ay hâlâ gökyüzünde, yarım daire şeklinde seyreyliyordu alemi. Sular çekilmiş, kurumaya az kalmış bir ıslaklık vardı yerlerde ve bizim Moklukuyruk sırılsıklam, cereyana kapılmış gibi tüyleri dimdik balkon korkuluğunda kahvaltı bekliyordu. Yağmur kuyrukta temizlik yapmışsa fena, tanımakta güçlük çekebiliriz. Hoş arkadaş bizi ebeveyn edindi, geçen gün kahve yapmak için mutfağa girdim, baktım masanın altında bir şey dolanıyor, bizim kedimiz mi vardı diye saçma bir düşünce geçti bir an aklımdan, sonra baktım ki manevi evladımız, kuşumuz. Kedi düşüncesine o kadar dalmışım ki hayvanı "Pist, pist!" diye kovaladım 😄 Hiç acele etmeden poposunu sallaya sallaya yürüdü gitti, uç bari, sen kuşsun ve kovalanıyorsun, yüzgöz olmamızın derecesini anlayın artık. 

Bugün yan dallarda Oscar adaylığı olan filmleri inceleyeceğiz efendim. Belki biraz daha huysuzluğumdan kurtulmuş olabilirim 😊 Zira oyunculara sözüm yok, derdim filmlerle. 

"Being The Ricardos" ile başlayalım. Kendisi En İyi Kadın, En İyi Erkek, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adaylarını içeriyor. Film "I Love Lucy" dizisinde oynayan 40'lı yılların ünlü yıldızlarından Lucille Ball ile Desi Arnaz'ın aralarındaki ilişkiyi konu alıyor. Renkli, kostümleri ve makyajları son derece çarpıcı bir film ama şunu söyleyeyim ki ben sıkıldım izlemekten. Zaten mesele de film değil Nicole Kidman ve Javier Bardem. Her ikisi de gayet iyi oyuncular, bunu benim test edip onaylamama da gerek yok zaten, sonuçta çamaşır suyu değiller, yıllardır bu sektörün içindeler. Son estetikleriyle ve beyaz teniyle bende mezardan yeni çıkmış hissi uyandıran Nicole yoğun makyajıyla biraz daha dirilmiş görünüyor bu filmde, güzel de oynuyor ama üzgünüm benim adayım değil. Oscar'ın da adayı olmasa iyi olur, zira bırakalım biraz da başkaları tatsın bu duyguyu. Javier Bardem en sevdiğim aktör olmasına ve her rolde müthiş karizmatik bulmama rağmen ona da "Benimla değilsin" diyorum. J.K. Simmons da bu filmle Yardımcı Erkek oyuncu adayı, kendisi şirin ve yetenekli bir amca ama bırakalım başkası alsın ödülü.

"Power Of The Dog"dan geçen yazımda bahsetmiştim, film iyi, oyuncular da iyi, zaten kötü oyuncuyu niye oynatsınlar ki. Bu film En İyi Yönetmen, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek, Yardımcı Kadın ve Uyarlama Senaryo dallarında aday. Başka adaylıkları da vardır muhtemelen ama ben artık o kadar detaya girmiyorum. Yönetmeni çok sevdiğim "Piano" filminin de yönetmeni olan Jane Champion. Ödül alır mı bilmiyorum. Benim aklımdaki yönetmen değil, ödül sanki Hamaguchi'ye (Drive My Car) gidecek gibi görünüyor ama belli olmaz. Hep dediğim gibi muhtemelen Erkek Oyuncu ödülü de bu filmle Cumburlop'a gidecek ama veren kişi ben olmayacağım 😃 Hafif saftrik, kırmızı suratlı, şık çiftlik beyimiz Jesse Piemons Yardımcı Oyuncu, alkolik karısı Kirsten Dunst da Yardımcı Kadın  Oyuncu rolünde aday. Bekleyip göreceğiz. Her şeye rağmen film diğerlerinin içinde en iyilerinden biri.

Gelelim "Tick, Tick...Boom!"a, ben müzikalleri sahnede izlemeyi sevenlerdenim. Filmlerde çok bunalıyorum, kısaca "Hadi ben gittim" diyeceğine bir şarkı boyunca veda beni bayıltıyor. Tuhaf bir kulağım var, bir şarkıyı çok kolay kaparım ama film müzikleri konusunda resmen sağırım ben. Müzikal dışında normal filmlerde de filmin müziğini hiç duymam, sorun söyleyemem. Bir Soundtrack sağırıyım kısacası. Özellikle denedim, bir filme müziklerini de duyacağım diye giriyorum ama yok asla hatırımda kalmıyor, hatta duymuyorum bile. O nedenle "Tick, Tick...Boom!"a tahammül ettim sevgili kârilerim, sonuna kadar sıktım dişimi. Sevdim mi? Hayır. Ama En İyi Erkek Oyuncu dalında Andrew Garfield'in hakkını yiyemem, hem rol kesip hem şarkı söylemek her babayiğidin harcı değil. Kendisini çok itici buluyorum esasen ama "The Eyes of Tammy Faye"deki performansına da şapka çıkarırım. Oscar alır mı, emin değilim, ben verir miyim? Hayır. 

"King Richard", her ne kadar Oscarlık bulmasam da sevimli bulduğum bir filmdi. En İyi Film dışında, Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu ve Özgün Senaryo dallarında da aday. Ve işte benim adamım, Will Smith. Oldum olası sever ve başarılı bulurum ama Serena ve Venüs Williams'ın babası ve bir yerde koçları rolünde ayrıca sevdim ve başarılı buldum. Keza anne rolündeki Aunjanue Ellis'i de. Oscar uygun görür mü bilemem ama benim En İyi Erkek Oyuncu ödülüm Will Smith'e, Yardımcı Kadın ödülüm de Aunjanue Ellis'e.

"The Tragedy Of Macbeth", neden böyle bir film çekildiği, neden bu kadar usta oyuncuların bu kadar eylemsiz oynatıldığı, neden bir tiyatro dekoru tercih edildiği ve neden bu kadar durağan olduğu konusunda şüphelerim var. Bir Shakespeare fanı olmadım hiçbir zaman, çoğu eseri beni ürkütür ama tiyatro oyunu olarak, hele de farklı yorumlarla izlemeyi severim. Bülent Emin Yarar'ın koca bir kutunun içinden çıkıp tek başına yorumladığı Hamlet olağanüstüydü mesela. İnsanların aynı durağanlıkla tiyatroda izleyebileceği bir film aynı durağanlıkla niye sinemaya uyarlanmış bilmiyorum. Çok değerli iki oyuncu Frances McDormand ve Denzel Washington şahane oyunlarıyla güme gitmiş kendi kişisel kanaatimce. Film Erkek Oyuncu dalında Denzel Washington'la aday ama Denzel'i çok daha iyi filmlerde, çok daha gözalıcı rollerle izledik, sanmıyorum ki Oscar ona takdim edilsin. 

"The Eyes Of Tammy Faye" buram buram dini sömürü kokan bir film. Kendilerine Televangelist diyen ve TV programları aracılığı ile Hıristiyanlığı yaymaya çalışan bir çiftin öyküsü. Gerçek yaşamdan alınmış, Tammy Faye ve kocası Jim Bakker bu programlar sayesinde yokselip çok zengin oluyor ama sonuçta da aynı hızla düşüyorlar. Çok bilindik bir öykü ama özellikle Tammy Faye rolündeki Jessica Chastain o kadar muhteşem bir oyun sergilemiş ki filmin künyesine bakmasam o olduğunu anlayamayacaktım. Zaten En İyi Kadın Oyuncu dalında aday ve Oscar ne düşünür bilemem ama benim oyum ona. Gerçi son izlediğim bir filmden sonra ikinci bir adayım daha oldu ama onu da yeri gelince yazayım.

"Parallel Mothers" sanırım Almodovar'ın bugüne kadar yaptığı en tırt film. Çok klasik bir hastanede çocuk karışma hikayesini toplu mezar arayışıyla soslayıp önümüze koymuş. Penelope Cruz da pastanın üstündeki kiraz olmuş. Sıkılmadan izlenen, akıcı bir film ama biz Almodovar'ın nelerini gördük, bunu herkes çeker. Penelope Cruz En İyi Kadın Oyuncu adayı ama neye göre bilemedim.

"Spencer" beni biraz hüzünlendirdi. Lady Diana'nın yaşamından bir kesit, aslında sadece bir Noel tatili kadar zaman dilimine sığıştırılmış bir film. Lady Di'nin Sandringham'daki kutlamaya yolunu kaybedip geç kalışıyla başlıyor ve geriye kalan her şey uyumsuzluk, küçümsenme, yok sayılma ve baskı ile devam ediyor. Uçma sevdalısı bir kelebeği daha kozadan çıkar çıkmaz parlak çiçeklerle kandırıp kafese kapatma hikayesi. Kelebeğin aklı başına gelince kafesten kaçmaya çalışmasıyla devam ediyor, sonuç hepimizin bildiği bir dram. Kraliyet ailesine sinir olarak izliyorsunuz, Diana'nın masum olmadığı durumlar da mevcut muhtemelen ama mağdurdan yana olma eğilimimiz Diana'yı seçiyor. Film muhteşem değil ama Diana'yı canlandıran Kristen Stewart harika. Filmi izledikten sonra Jessica Chastain ile Kristen Stewart arasında kararsız kaldım En İyi Oyuncu dalında. Bir de Olivia Colman var ama onu benzer rollerde çok izledik. İyi olan kazansın diyelim. 

"Belfast"tan daha önce bahsetmiştim, benim favori filmim. En İyi Film, Yönetmen, Yardımcı Erkek ve Kadın Oyuncu ve Özgün Senaryo dallarında aday. Film ve Yönetmen (Kenneth Branagh) dalında benim de kesin adayım. Judi Dench'e ise bir ömür boyu sürecek kalbimin Oscar'ını armağan ediyorum.

"CODA"yı da yazmıştım daha önce. En İyi Filmin yanısıra Yardımcı Erkek Oyuncu ve Uyarlama Senaryo dallarında aday. Troy Kotsur'a ödülü hem Oscar, hem de benim tarafımdan takdim edileceğine neredeyse eminim. 

"The Lost Daughter" neden  sadece oyuncu dalında aday da En İyi Film'e dahil edilmedi anlamış değilim zaten. Aday olan 10 filmin neredeyse tamamından daha iyi bir filmdi. Kadın ve Yardımcı Kadın Oyuncu ile Uyarlama Senaryo dallarında adaylık verilmiş. İlk ikisini bilemem ama Uyarlama Senaryo ödülünü almalı bence, zira kitabını çok önce okumuştum, neredeyse birebir uyarlanmış. 

"West Side Story"ye gelince, izleyemedim henüz, hiçbir mecrada mevcut değil. Törene kadar izlemeyi başarırsam ayrıca yazarım. Yine Uluslararası Film dalında da eksiklerim var, tammlayınca onlardan da bahsedecek ve toplu bir ödül listesi yapacağım. 

Sanat eksik olmasın hayatımızdan...



22 Şubat 2022 Salı

OSCAR AMCA / 22 ŞUBAT

 

Bugün sizler için film eleştirmeni gömleğimi giyerek geldim. Büyük fedakarlıklarla, gözlerimi pörtleterek, kitap okuma hızımı azaltarak, ekran başında oturmaktan minder eskiterek kazandım bu gömleği. Malum-u âliniz her yıl törenlere de itinayla katılırım 😃 Gelgelelim şöyle bir durum var, Oscar amcamız 94. yaşını eda edecek bu yıl, eh yaş kemale ermiş, hatta kemali de geçip kemalettin olmuş. Gözlerde katarakt, kulakta işitme kaybı ve evlerden ırak demans da başlamış olmalı ki aday diye gösterdiği filmlerin neredeyse tamamı evlere şenlik, yazlık sinemada göstersen domates atarlar. Zaten bir süredir Oscar'ın kendisi de evlere şenlik.  "E madem öyle niye seyredip kendini yoruyorsun?" diyeceksiniz, kendim için bir şey istiyorsam nâmerdim, maksat siz değerli kârilerime yol gösterici, ufuk açıcı olmak, böyle de fedakarım 😃 Filmler ne kadar tırt olursa olsun bir heyecan da duyulmuyor değil, hele şu pandemili günlerde, her türlü aksiyondan, sosyalleşmeden uzak kalmışken, hayatımızı "online"a bağlamışken bir tatlı huzur alalım Kalamış'tan, pardon Oscar'dan dedik. Fena mı ettik?

Şimdi gelelim filmlere, 10 adet filmimiz "En iyi Film" dalında aday olmaya layık görülmüş. Ben bunlardan 9 tanesini izledim (birini yarım bıraktım, esbab-ı mucibesini birazdan açıklayacağım), son aday West Side Story'yi ise bulamadım henüz, kısmet belki o da düşer yakında ilgili mecralara. Tek tek mercek altına alalım şimdi:

-"Licorice Pizza"nın henüz dumanı üstünde, az evvel izledim. Adındaki pizzaya bakıp pizzacıda geçiyor sanmayın, gerçi bol bol yenilip içiliyor, birtakım restoranlarda geçen sahneler de var ama esasen o isimde bir plak şirketi varmış. 70'li yıllarda geçiyor film. 2 saati geçik süresinde 4 kere mutfağa gittim, çay-kahve içtim. Marketten istediğim ürünler geldi, onları yerleştirdim, iki telefon konuşması yaptım, kitaplığın yarısının tozunu aldım. Ne kadar sıkıldığımı tahmin etmeniz için yazıyorum bunları. Esas oğlanımız Gary 15 yaşında-aklı pek de başında olmayan-ergenlik sivilcesi dolu elma yanaklarını tombul bir vücudun üstünde taşıyan antipatik bir arkadaş. Filme torpilli girmiş belli, yönetmenin arkadaşının oğlu imiş, "hamili kart yakinimdir" diye kartvizit getirmiş. Esas kızımız Alana da antipatiklikte ondan geri kalmayan bir beybi, Gary'mizden 10 yaş büyük. Gelgelelim Gary "kendinden büyük kadınla birlikte olunursa zengin olunur" felsefesini son Türkiye seyahatinde duymuş olacak ki Alana'ya sülük gibi yapışıyor (sülük lafını Alana söyledi, zinhar benden çıkmadı). İstiyordun, istemiyordun derken bunlar aşk olmazsa iş olsun deyip ortaklığa girişiyorlar ve su yatağı pazarlamasına soyunuyorlar. Bu arada anlamını çözemediğim bir sürü olay oluyor, o olaylar sırasında ben mobilize oluyorum. Bir ara Sean Penn görünüyor, niye görünüyorsa herhalde sıkıcı filme imdat zili. Bu durum da 1 gram şeker için 1 kilo keçiboynuzu çiğnemeye benziyor. Filmde Bradley Cooper da varmış ama tanıyamadım emin olun. Finalde bir Yeşilçam havası var, Hülyağ Goçyiğit'le Eddis Hün gibi birbirlerine koşarak kavuştay yapıyorlar, tam aklımdan keşkem ağır çekim olaydı diye geçerken hacet kapım açıkmış, o da gerçekleşiyor. Durum bundan ibaret, film sevimsiz dolu, ister izleyin, ister izlemeyin.

-Gelelim "Dune"a, 20 dakika zor dayandım abilerim, ablalarım. Film pek çoğunuz, özellikle de kitabı okuyanlar için şahane olabilir ama ben ne fantastik, ne  bilim kurgu, ne de distopya sevengillerdenim. Timothy Calamet şirini bile izlettiremedi filmi, ki kendisini pek severiz. Yarın ne olacağımız belli değilken binlerce yıl sonrası için çok kıymetli zamanımı ve pörtlemiş gözlerimi feda edemeyeceğim ama yan dallardan birinden ödül alacak kadar büyük bir produksiyon olduğunu da inkar edemem. Kusura bakma Tımıtı (İkinci Bahar dizisinde Şener Şen yanına çırak aldığı Timothy'le dili dönmediği için Tımıtı diyordu, hatırlayan?)

-"Don't Look Up" sanırım bu yılın en tırt filmlerinden biri. Herbiri birbirinden ünlü oyuncuları doldurunca film iyi olmuyor maalesef. Dram mı, komedi mi, gerilim mi, korku mu, ne idüğü belirsiz bir abukluk. Zaten dikkat çekilen aldırmazlık, yok sayma, rant kapısı yapma gibi konuları yeterince günlük hayatımızda yaşarken bir de filmde izlemek katmerli bunalım yarattı. Buna da notum "Otur, sıfır!"

-"Nightmare Alley" bir düzenbazlık filmi, kapkaranlık bir ortamı var, hile, hurda, kötülük, kan ne ararsan 32 kısım tekmili birden. İlk yarısı bir sirkte geçiyor, ürpertici bir mekan. Aç bırakılıp vampire, kurda dönüştürülen insanlar, katledilen hayvanlar, cüceler, falcılar, illüzyon hileleri, yağmur, çamur, kısacası sefil bir ortam. Filmdeki herkes çok suratsız, Bradley Cooper sefaletten hileyle sefahate yükseliyor. Ama çekirge bir sıçrıyor, iki sıçrıyor, üçüncüde.. Eh gerisini izleyip görün. Yalnız film o kadar karanlık ki filmde rol alan Kate Blanchett ile Toni Colette'i uzun süre aynı kadın sandım, Bradley'e söylenip durdum, "Salak mısın be adam, sirkteki kadın bu nasıl tanımıyorsun?" diye, meğer salak olan benmişim 😃 Pis hırsızlar, size oy moy yok!

-"Drive My Car", ahan da kesin linç yiyeceğim. Allah sizi inandırsın film üç saat sürüyor, taş olsa çatlar. Yönetmen abimiz şehvetli karısını bir hastalık sonucu kaybediyor. Derdiyle hemhâl olurken bir teklif alıyor, "Değerli abimiz, Hiroşima'ya gelseniz, merak etmeyin radyasyon kalmadı artık, biz "Vanya Dayı"yı sahnelemek istiyoruz, engin tecrübelerinizden yararlansak" diyorlar. Accuk naz ediyor, "Ev isterim, araba isterim, iki Adana burması ile bir de Trabzon işi set isterim" diyor. "Birader burası Turkey değil, Caponya, eve arabaya eyvallah da altın işi yaş" diyorlar. "O zaman kendi arabamla gelirim ben" diyor, "番号" diye cevap veriyorlar (Japonca da hayır demekmiş o işaretler😃). Neyse sonunda genç bir kızı şöfer yapıp arabasız gelmeye razı ediyorlar. Sonracığıma Vanya Dayı provaları başlıyor, imdat kaçın. Bitmiyor kardeş bitmiyor, takur tukur bir Japonca ile okuyorlar da okuyorlar. Kalan zamanlarda da yönetmen provadayken duvar dibine çömen kızın şöferliğinde dolaşıyorlar. Anneannem seyretse size böyle anlatırdı, ben de kendisiyle aynı duygulardayım arkadaşlar, ister hak verin, ister linç edin...

-"King Richard", Oscar için uygun mu bilemedim ama hareketli ve rahat izlenen bir film. Venüs ve Serena Williams kardeşlerin tenis macerası, daha doğrusu çocukluklarından başlayarak tenise nasıl başladıklarının, anne ve babalarının onları nasıl yönlendirdiğinin anlatıldığı sempatik bir film. Oscar almayacağı kesin ama anne rolündeki Aunjanue Ellis ve baba rolünde Will Smith kesinlikle Yardımcı Kadın ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almalı derim. 

-"Coda"- Film olarak çok abartılacak bir yönü yok, ilginç hale getiren başrol oyuncularının üçünün gerçek hayatta da, filmde de sağır ve dilsiz olması. Balıkçılık yapan sağır dilsiz bir aile ve bunların tüm yükünü üstlenen, duyan ve konuşan kızları. Müziğe olan yeteneği ortaya çıkıp kendi hayatını kurmaya niyetlenince olanlar filmin ana konusu, duygusal yönü yüksek, sevimli bir film ama Oscarlık mı derseniz, hayır diyeceğim. Sadece baba rolündeki Troy Kotsur kesinlikle En İyi Yardımcı oyuncu rolünü almalı diye düşünüyorum.  Film ayrıca Uyarlama Senaryo dalında da aday. 

-The Power Of The Dog"-Netflix filmidir, elde birdir diye epeyce bekletip ancak Oscar'a aday olduktan sonra izlediğim, başrolünde ifadesiz suratlı Benedict Cumburlop'un oynadığı filmi sevdim. İlk başta Western olarak düşünmüş, bu saatten sonra Western çekemem demiştim ama sonra durum değişti. Yine de En İyi Film'e layık bulmuyorum. Çiftlik sahibi şapşal koca ile aniden alkolik olan eski aşçı karısından hiç hazzetmedim. Benedict'le de aram yok ama bence Oscar'ı kapacak, üzecek beni ve Willciğimi. Yine de en eli yüzü düzgünlerinden biriydi adayların içinde.

-Belfast- Sonunda işe yarar, anlamlı bir film. Belfast'ı henüz aday olmadan izlemiştim. Siyah-beyaz çekilmiş film Kuzey İrlanda'da, işçi sınıfının yoğun olduğu bir mahallede, Katolik-Protestan iç savaşı fonunda bir çocuğun büyüme çabalarını ve ailesini konu alıyor. Neşeli, hayat dolu bir baba, zarif bir anne, sevgi dolu büyükbaba ve büyükanne, insanın içini ısıtan duygu dolu bir film. Benim En İyi Film adayım bu ama sanıyorum ki Oscar Japonyalı yönetmen abimizin filmine gidecek. Bekleyip göreceğiz bakalım.

Bu yazı çok uzun oldu, bir dahaki postta diğer dallarda aday olan filmlerden bahsedeceğim, şimdilik iyi seyirler 😃

20 Şubat 2022 Pazar

ŞALANJJJ 8 / 20 ŞUBAT

 
"Denizin Uzun Taçyaprağı"nı bitirdim az evvel. Kitaptan bahsetmeden önce bir sorum var: Taçyaprağı birleşik mi yazılır, kapakta birleşik yazılmış ama TDK ayrı yazılması gerektiğini söylüyor. Peki o zaman redaksiyon yapılmadı mı bu kitaba, hem de kapakta niye böyle bir hata? Neyse, şimşekleri üzerime çekmeden geleyim kitabın içeriğine, bir festivalde yönetmene filmdeki çok bariz bir hatayı neden yaptığını sorduğumda "Sinema polisi misiniz hamfendi?" demişti, şimdi de kitap polisi ilan edilmeyeyim. Vardır bir bildikleri diyeyim 😃

Isabel Allende'yi "Ruhlar Evi" ile tanıdım, üstelik kitabı kendim almamıştım, bir arkadaşım "Çok güzel" diyerek okumam için vermişti. Çok az kitabı "Ruhlar Evi"nden aldığım keyfi alarak okudum. Son sayfayı çevirdiğimde Isabel Allende'nin her yazdığını tutkuyla okuyacağımı anlamıştım. Sonra arka arkaya tüm yazdıklarını yaladım yuttum. Büyülü gerçeklik hayatıma "Kolera Günlerinde Aşk" ile girmiş, onu "Yüzyıllık Yalnızlık" takip etmişti, Gabo'dan sonra bir yazarım daha olmuştu işte büyüleyen. "Cinayet Oyunu"na kadar tarzı hiç değişmedi, kızının hastalığı ve ölümünü anlattığı "Paula"da bile o büyülü gerçeklik hissediliyordu. Lakin "Cinayet Oyunu"yla birlikte kapağı görmeden okusam bunu Allende yazmış diyemeyeceğim kitaplar geldi. Tamam güzel kitaplardı ama asla diğerleri gibi değildi. "Japon Sevgili"yi de, "Kış Ortasında"yı da, başka bir yazar yazmış duygusuyla okudum. Sonunda "Denizin Uzun Taçyaprağı" ile özlediğim yazarıma ve tarzına kavuştum. Kitapta büyülü gerçeklik tarzı olmasa bile Allende tarzı ayan beyandı. Zaten Şili'yi Isabel Allende olmadan düşünmek mümkün müydü? Bu defa işin içine Pablo Neruda da dahil olmuştu, hatta Salvador Allende de. Kısacası iki günlük bir okuma şöleniydi benim için kitap. Göç, yeni vatanlar, savaş, acı, ayrılık, aşk ne ararsanız vardı. Bir "Ruhlar Evi" olmasa da, alıştığımız türden bir Isabel Allende kitabıydı.

Evvelsi gece bozan hava tekrar düzeldi, ilk cemre düşecek ayıp olmasın dedi galiba. 15 gündür sımsıkı kapadığı tomurcuğunu bir türlü açmayan kalanchom (biz ona aile arasında Kayınço diyoruz) da cemreyle birlikte sundu çiçeğini bize:


Baktım, çınar da filiz vermeye başlamış, yakında tazecik yeşil yapraklar fışkırır dallardan, balkonum şenlenir.

Gelelim şalanja, iki haftadır sorular tatsız, tam da bahar yanaşırken, cemreler düşmeye başlamışken böyle soru mu olur Allahaşkına? Buyrun:

-Ölüme dair seni korkutan şey ne?

Ne olabilir? Her şey tabii ki. Bir bilinmeze yelken açıp gidiyorsun, dönen yok ki sorasın ne var ne yok. Sevdiklerinden, yapmak istediklerinden, hayattan kopuyorsun. O yüzden sağlıkla yaşayalım biraz daha mümkünse. Şalanjcı kardeşim, sen de böyle sorular sorma artık olur mu?


19 Şubat 2022 Cumartesi

HAFTA SONU / 19 ŞUBAT

Serin ve kapalı bir sabaha kulağımda çalan şu müzikle uyandım, Ruhi Su anılmak istedi sanırım:


"Kulakta mengüş küpeler/Bir bir yandan, bir bir yandan" diye mırıldanarak önce banyo, sonra mutfak tarafına yöneldim. Bir hafta süren baharlık reklam yayını sona ermiş, mevsim aslına rücû etmişti, hem de ilk cemreye bir kala. Gece şakırdayan yağmur dinmiş, yerini kapalı, puslu bir hava almış. Pencereye yanaştığımda artık evlat edindiğimiz kumru Moklukuyruk (bir diğer kumru sıkı gübrelemiş kuyruğunu, on gündür öyle dolanıyor) balkon korkuluğuna tünemiş, "Nerde kaldı kahvaltım?" bakışlarıyla beklemekteydi. Özür dileyip ekmek ıslattım, gittim koydum denizliğe. Daha ben balkon kapısını kapatmadan başladı yemeye, çok acıkmış belli, birini yutmadan diğerini gagalıyordu. Derken doydu sanırım, uçup gitti. O gider gitmez kaç gündür görünmeyen Paf ile Pof teşrif etti. Ardından serçeler sökün etti, bir, iki, beş derken balkonumuzda bir serçe curnatası yaşandı. Sonuçta yediklerini yediler, yemediklerini aşağı fırlattılar, balkon tertemiz oldu. Ben de çayı demlemek için terkettim "Camdaki Kız" modumu. Neredeyse su demliyordum ki son anda ayıldım, demliğe çayı koymadan kuşları izlemeye koyulmuşum.

Yere düşürdükleri ekmeklerden de mahallenin diğer kuşları nasipleniyor, apartmanın önünde bir kuş kalabalığı her zaman, buna alıştık da iki gün önce yürüyüşten dönerken baktım bir kara tavuk giriş kapısına yanaşmış, kuşlardan artanları gagalıyor. İyice organik oldu mahallemiz, gezen tavuğumuz bile var 😃🐔 Kocam Bey'e danıştım "Ne alaka bu tavuk apartmanların arasında?" diye, ilerdeki bahçeli eski apartmanlardan birinde kümes yapmış besliyormuş birisi. Saçma sapan zamanlarda uzun uzun öten horozun esbab-ı mucibesi de anlaşılmış oldu böylece. Haydi horoz kendi çöplüğünde ötüyor da, yavrum tavuk sen niye elin çöplüğünde eşiniyorsun, bas git kümesine, kuşların rızkına ortak olma 😃

Baharı taklit eden haftanın son günlerinden birinde uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımın teklifiyle gitmeyi alışkanlık edindiğimiz cafede buluştuk yine. Antalya kışın da açık havada oturmaya müsait olduğundan şanslı sayılırız pandemi döneminde. Gerçi artık kimsenin kapalıya, açığa, maskeye falan dikkat ettiği yok, bir biz varız galiba hala titizlenen.

Hep aynı manzarayı görmekten sıkılmış olabilirsiniz ama ne yapayım ki Antalya böyle bir yer, denize yakın olduğunuzda batıya bakarsanız Bey Dağları'nı, doğuya bakarsanız şehri görürsünüz. Hatta bir arkadaşım Antalya'ya geldiğinde "Şehrin neresine gidersek gidelim Bey Dağları'nı görüyorum, hep aynı yere geldim sanıyorum" demişti. Eh Bey Dağları da Mona Lisa gibi bir şey, siz ona ne yönden bakarsanız bakın, o hep size bakıyor 😄

Gördüğünüz gibi sahil çok kalabalıktı, hatta denize giren vardı ama hava oldukça sıcaktı, deniz için aynı şeyi söyleyemeyeceğim tabii ki.

Oscar filmleri izlemeye devam, neredeyse bitmek üzere ama bulamadıklarım var. Belki onlar da bir süre sonra bulunur hale gelir. "Tick, Tick...Boom!"u izledim dün, sinemada müzikal sevmem pek, o yüzden filmi biraz görev icabı izledim ama Andrew Garfield'in oyunu iyiydi (o çocuğu sevemedim bir türlü, nedense itici geliyor. Hele "The Eyes of Tammy Faye" filminde felaketti, rol icabı olsa da.) "Dune"a başladım ve ancak ilk 20 dakikasına dayanabildim, zira bilim kurgu ve fantastik türüne de bakışım pek dostça değil. Varsın Oscar alırsa da izlememiş olayım. Timothy Calamet aşkına bile çekemedim. "Parallel Mothers" sıradan bir filmdi ve Penelope Cruz sanırım hayatının en sıradan oyununu oynamıştı, yoklukta aday yapmışlar işte ve keşfettim ki bacakları Skoda (kısssskannnçlık😂) Şimdilik Spencer ve West Side Story ile Uluslararası yarışma filmlerinden iki tanesi kaldı izlenecek. Bulursak ne ala, bulamazsak da zaman içinde izleriz elbet. Benim adaylarım değişmedi. Film olarak "Belfast" diyorum ama mihtemelen "Drive My Car" alacak. Yönetmen Kenneth Branagh ama Hamaguchi alacak. En iyi kadın oyuncu adayım Jessica Chastain. Olivia Colman da iyiydi ve muhtemelen o alacak ödülü ama Olivia her zamanki rollerinden farklı bir performans göstermemiş, Jessica'yı ise filmin künyesinde görmesem tanımam mümkün değildi ve çok farklı bir canlandırma yapmıştı. En iyi erkek oyuncu dalında Serena ve Venüs Williams'ın babaları rolünde gösterdiği performansla Will Smith adayım, lakin yine bir türlü sevemediğim Benedict Cumburlop 😀a verecekler (insana bu kadar zor isim mi konur yahu). Sen de kimseyi sevmiyorsun diyeceksiniz ama sevmek ZORUNDA MIYIM? Dilber Ay'a da bir selam çakmış olayım, sinemaya da gidemiyorum ki hâlâ filmini izleyeyim, pek severdim rahmetliyi. Yardımcı erkek oyuncularda adayım-ki hepsini izledim-CODA'daki oyunuyla Troy Kotsur'a. Eğer ona gitmezse ödül küseceğim Akademi'ye bir daha değil kırmızı mum, altın mumla davet etseler katılmayacağım törenlerine 😋 Yardımcı kadın oyuncu dalında "King Richard"da anne rolündeki Aunjanue Ellis ile "Lost Daughter"deki Jessy Buckley arasında kararsızım. İlk isim biraz daha ağır basıyor. 

Şimdilik bu kadar izledikçe fikrim ve zikrim değişebilir. Kitap olarak şu aralar okur alemlerinde fırtına gibi esen "Shuggie Bain"e başlamıştım ama kargo Isabel Allende'nin Türkçe'de yayınlanan son kitabı "Denizin uzun Taçyaprağı"nı getirince önceliği ona verdim, ne de olsa tanışıklığımız uzun yıllara dayanır, bu torpili hak ediyor. Allende birkaç kitabından sonra eşsiz tipik anlatımına kavuşmuş diyebilirim. Soluksuz okuyorum.

Biz gri bir hafta sonuna girdik, dilerim sizinki güneşli ve aydınlıktır...

15 Şubat 2022 Salı

GEZELİM-GÖRELİM / 15 ŞUBAT

4-5 gündür adeta bahar geldi buralara, üstelik henüz Cemre sıkı sıkı oturuyor yerinde, düşme eylemine geçmedi. Bu bir reklam oyunu mudur, yoğusam bahar yola çıkmış mıdır bekleyip göreceğiz 😃Aldığım kararla günaşırı kısa ya da uzun yürüyüş yapmayı planlıyorum bundan böyle, yağmur çamur olmadığı sürece. 

Pazar günü ben bilgisayar başında siftinirken baktım Kocam Bey giyinmiş kuşanmış, çıktı geldi. "Hayrola?" dedim, şöyle bir dolaşacakmış. "Yok öyle, ben de geliyorum" deyip acilinden hazırlandım. "Hadi" dedim, "belki üç yıldır gitmiyorum, bir Kaleiçi yapalım". Dedim demesine de epey yol var, hâlâ toplu taşıma kullanmıyoruz, olsun yürürüz. O kadar sıfır model diz yaptırdık. Yürüdük yürümesine de bir noktaya geldik ki polisler bariyerleri dizmiş, trafik kapalı, bir kaldırımdan diğerine geçiş yok. Haydaa, Kaleiçi'ne kestirme sapak karşı kaldırımda. Neden kapatıldığını da anlamadık önce, ana caddeye çıkınca gördük ki Bisiklet Turu var. Henüz start bile yapılmamış, o yüzden beklesek de açılmayacak, çaresiz ara sokaklardan dolanarak yolu uzattık ama o Kaleiçi'ne illa ki gidilecek. Gittik de netekim, oh be özlemişim 😊

Her biri birbirinden güzel labirentimsi dar sokaklardan geçerek dolaştık biraz, sonra gelmişken Mermerli'de oturmadan, Yat Limanı'na tepeden bakmadan olmaz diyerek mola verdik. Yat Limanı her mevsimde olduğu gibi kışın da farklı bir güzellikteydi. 


Vay canına, Milattan Önce imiş gibi Hıdrellez'de, sabahın köründe Yat Limanı'na gelmelerimiz, tekneyle açılıp Deliktaş'tan dilek kağıtlarımızı denize atmalarımız, Tarihi Simitçi'de çay-simit yemelerimiz, gelmişken Oyuncak Müzesi'ni de bir kez daha gezmelerimiz 😕 Ah pandemi, hayatımızı geri ver artık bize.

Dizlerim tekrar yürüyüşe hazırım diyene kadar oturduk Mermerli'de, sadece Yat Limanı'na değil, arada gökyüzüne de baktık:

Yeterince oturduğumuza karar verince bu defa başka sokaklardan yürüyerek ayrıldık Kaleiçi'nden, her biri ayrı renkli, her biri ayrı masalsı:


Tophane'ye gelince bir de diğer taraftan baktık Kaleiçi'ne, binaların çatıları üstünden görünen manzarayı hep çok sevmişimdir, Antalya'da kiremitli çatıyı da ancak burada görebiliriz zaten, şehrin içindeki apartmanların üstü güneş enerjisi varilleri ve panelleriyle dolu damlardan ibarettir.


Kale Kapısı, Saat Kulesi, Yivli Minare ve Tekeli Mehmet Paşa Camii sıraya girip poz verdiler 😊

Biz Kaleiçi'nde oyalanırken Bisiklet Turu bitmiş, kazananlara ödülleri dağıtılıyordu. Meydan pek kalabalık, pek renkli idi, kimseye yanaşmadan kıyın kıyın uzaklaştık.


Eve dönüşümüzü geldiğimiz yoldan farklı bir rotadan gerçekleştirdik. Önümüzde koltuk değneğine yaslanmış, zorlanarak yürüyen orta yaşlı bir adam gidiyordu. Aniden önüne bir sokak köpeği çıktı ve koltuk değneğine saldırıp çok yüksek sesle havladı. Adamcağız boş bulundu, irkildi ve kendini geriye attı, dengesini kaybedip boylu boyunca yere yuvarlandı. Toparlanıp kalkamayınca yardım edip kaldırdık, köpek istifini bozmadan uzaklaştı, bereket bir yerlerini incitip kırmadan atlattı düşmeyi. Muhtemel ki köpeği daha önce birileri koltuk değneğiyle ya da benzeri bir şeyle dövmüşler, korkutmuşlar.

Maceralı yürüyüşümüzü evde sonlandırdık, yorulduk biraz ama değdi doğrusu. Kendi şehrime uzun süre yabancı kalınca kavuştuğum her mekan mutlu ediyor. 

Dün dizlere bir günlük istirahat hakkı tanıdım, bugünse çok işim varmış gibi sabahın 5'inde şak diye açıldı gözlerim, bir daha da uyuyamadım. Kalktım, kahvaltı yapıp Yargı dizisinin son bölümünü izledim netten. Sonra da artık balkona ve bize iyice alışan tüyleri yolunmuş kumrumuza kahvaltısını verdim. Tüyleri yeniden çıktı, keyfi yerinde. Balkonda oluşuma aldırmadan pıtır pıtır yedi koyduğum ıslak ekmeği, sonra da sokak lambasının tepesine güneşlenmeye uçtu. 

Ben de halledilecek birkaç iş için dışarı çıktım; eczaneye, fotoğrafçıya, simitçiye ve pastaneye uğradım, yürüyüşümü yapıp, güneşimi alıp döndüm eve. Bugün Mehmet Eroğlu'nun kitabını bitirmek niyetindeyim, film izlemeyi yarına bırakıyorum. Kapakta adı yazmasa bile tarzından Mehmet Eroğlu kitabı olduğunu anlayacağım bir roman kurgulamış yine yazar. Üstelik çoğu kısmı Ankara'da geçiyor, bir bölümü de Karaburun'da, bakalım devamı nasıl gelecek.

Birinci cemre düşene kadar hoşça kalın...


13 Şubat 2022 Pazar

ŞALANJJJ 7 / 13 ŞUBAT

Sabah kuş sesleri uyandırdı beni, yatak odasının penceresinin dibinde bir selvi var ve onun tohumlarını yemeye bayılıyor kuşlar, yaprak da dökmediği için yağmurda, soğukta sığınma mekanı oluyor. Kalkıp balkona çıktım, neyse ki evin her cephesine düşen bir ağaç var, mutfak balkonumuzu da bir çam şenlendiriyor. Kuşlar mı beni takip etti, ben mi onları bilmem ama bu defa çamı mesken tutmuşlardı. Hem de birkaç gündür görünmeyen Arap bülbüllerimiz Paf ile Pof da teşrif etmiş kumrulara ve serçelere ilaveten. Geçenlerde Instagdam'da paylaşmıştım fotoğraflarını, buraya da koyayım:

Minicikler ve müthiş sevimliler, aslında uçarken görmelisiniz, kanat ve kuyruk altları sapsarı ve çok güzel görünüyorlar. Kumrularla ve serçelerle birlikte epeyce oynaştılar, çamdan çınara, çınardan sokak lambasının tepesine, oradan panjur çıkıntılarına çocuklar misali eğlendiler. Uzun süre izledim, sonra biraz ekmek ıslatıp koydum balkon denizliğine, girdim içeri. 
 
Oscar  adayı filmleri izlemeye devam. Öncekilere ilave olarak "Power of The Dog" ve "The Tragedy of Machbeth"i seyrettim dün, bugün de "Don't Look Up"a başladım. Bunlar Netflix filmleri olduğu için elde bir diye sona bırakmıştım. "Power Of The Dog"u beğendim, siyah-beyaz ve tiyatrovari çekilmiş Machbeth'den çok sıkıldım. "Don't Look Up" ise tahminlerimde beni yanıltmadı, bana bu tepkiler hiç yabancı gelmiyor diyerek izliyorum, oyunculuklar iyi kotarılmış, onun hatrına  sonunu getirmeyi planlıyorum ama önce güzel havayı değerlendirip bir yürüyüş yapmalıyım. Dün ayrıca Mubi'de "Sardunya" isimli bir yerli film izledim, fena değildi, bir de kısa filmle seansı sonlandırdım: "Ablam".

Bugün şalanj günü, sorumuz ise şu:

-Sence nasıl öleceksin?
 
Bu nasıl soru yahu? Son iki yılı etraftan duyduğum ve bizzat şahit olduğum ölümlerle, hastalıklarla, pandemiyle geçirince pek moral yükseltici olmadı doğrusu. O nedenle bu soruya cevabım yok, ayrıca ben dünyaya kazık çakmayı düşünüyorum 😃


11 Şubat 2022 Cuma

KUTLAMALAR, PARKLAR, FİLMLER / 11 ŞUBAT

"Ranunculus", "Buttercup" ya da "Düğün çiçeği", parklarda bahçelerde boy göstermeye başlamışlardır efenim, gerçi konu mankenimiz biraz mahcup, kendini yaprağın altına saklamaya çalışıyor ama fotoğrafçıdan kaçamadı görüldüğü gibi.  "Ranunculus" nedir bilemedim ama "Buttercup" komik değil mi sizce de? Şu güzelim çiçeğe "tereyağı kabı" demek neyin nesiyse. İyisi mi biz kendilerine aile arasında "Düğün çiçeği" demeye devam edelim. 

Bu hafta kendi rekorumu kırarak  3 kez dışarı çıktım. Telefonun yalancısıyım ama 3.500-7.000 ve 13.000 arasında değişen adımlar atmışım, takma dizlerimi seveyim 😃

Pazartesi günü Kutlu Doğum Ayı etkinleri kapsamında (öncesi-sonrası, bitmez) arkadaşımın davetiyle bir cafede buluştuk üç kişi. Bu cafeyi seviyorum, çünkü içinden tramvay geçiyor, ayrıca muhteşem bir Konyaaltı manzarası var. 

 
 
Dönüşte yolu uzatarak, parkın içinden geçip yürüdüm eve. Hava o kadar güzel, bulutlar o kadar şenlikliydi ki, bakmalara doyamadım. 
 

 
Malum, Oscar Ödül Töreni yaklaştı, adaylar belirlendi. Leylak hemşireniz her sene Akademi tarafından kırmızı mumlu mektup ile davet edilir biliyorsunuz, nazlansam da ısrar üstüne ısrar, kıramam kerataları. Bir tek geçen yıl "Beni bağışlayın Covid var" bahanesiyle gitmedim Los Encılıs'a. Çok üzülmüşler, o yüzden bu yıl el mahkum katılacağım. Şimdiden sipariş verdim, ödül gecesine yakışır bir eşofman diktiriyorum ve dersime çalışıyorum. Filmleri izlemeye başladım, çoğunu da beğenmedim. Bence filmlerden ziyade oyuncular ödüle layık. Henüz tamamını izlemedim, izlediklerim şunlar:
-Belfast
-CODA
-Drive May Car
-King Richard
-Nightmare Alley
-The Hand of God
-Being the Ricardos
-The Eyes of Tammy Faye
Diğerleri sırada, izlediklerim içinde şimdilik En İyi Film favorim "Belfast", keza yönetmeni de, Kadın Oyuncu Jessica Chestain ve Erkek Oyuncu Will Smith. Diğerlerini izledikçe fikrim değişebilir haliyle, bakalım göreceğiz. 
Bugün günlük film izleme kotamı doldurunca yürüyüşe gitmeye hazırlanan Kocam Bey'in peşine takıldım. Rotayı ben belirledim ve en uzak hedefi seçtim. Neredeyse iki aydan fazladır en sevdiğim parka gitmemiştik, son uğradığımızda henüz sonbahar bile gelmemişti, bugün gördük ki kış moduna geçilmiş. Görmeyeli gölet kıyısına iki sandal çekilmiş, ördekler yüzmeye devam, sazlar sararmış, günnük ağaçları yapraklarını döküp tohumlarını saçmış. 
 

Niyetimiz her zamanki gözlemecide oturup çay-gözleme keyfi yapmaktı ama hafta içi gözleme yapmadıklarını söylediler, bu da pandemi kaynaklı sanırım, zira eskiden ne zaman gitsek kadınlar sac başında olurdu. Gelgelelim benim dizin yeni sakinleri biraz istirahat etmek istediler. Çay bulamasak da göletin arka tarafında boyanmış ağaç gövdelerinin yanında bir bank bulup biraz dinlendik. Babam son zamanlarında uzun uzun yürümekte zorlanıyordu, birlikte yürüyüşe çıktığımızda yoruldu mu, "Bir dakikalık saygı duruşu" der ve tekrar yürüyecek hale gelene kadar beklerdik. Ben de onbeş dakika kadar saygı oturuşu yaptım. 

 
Dönüşe parkın diğer yönünden geçtik, bol miktarda kedi ve onları besleyenler vardı. Şaka maka sıkı yorulmuşum, parkta yiyemediğimiz gözleme yerine mahallemizin pidecisine çöktük, hem dinlendik, hem aç karnımızı doyurduk. Eve geldiğimde bir adım daha atacak halim kalmamıştı. Birazdan elime çayımı alıp Mehmet Eroğlu'nun tuhaf isimli son kitabını okumaya devam edeceğim: "Kendi Hayatında Ölme Vakti".

Kalın sağlıcakla...






9 Şubat 2022 Çarşamba

BULUT / 9 ŞUBAT


Ve yukarda,
Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Bulutlar, martılar ve deniz.

Melih Cevdet Anday


6 Şubat 2022 Pazar

ŞALANJJ 6 / 6 ŞUBAT

 

Şu aralar çiçekler ve kitaplar dışında bir şey görmek istemiyorum. Tuhaf bir atalet duygusu çöktü üstüme. Onca zamandır beklediğim en güneşli ve en ılık gün ama yürüyüşe çıkan Kocam beye eşlik etmek istemedim. Dün on bin adımı geçmiş yürüdüğümüz mesafe, dizlere fazla yüklenmeyeyim diye düşündüm. Yarına Allah kerim. Dün eve gelip de telefonda uzun zamandır ilk defa on binin üstündeki adım sayısını görünce kendimi Gain'deki Devin Özgür Çınar sandım 😃 Her gün, her gün yok öyle, yeni tamir ettirdiğim dizleri çabucak eskitemeyeceğim.

Akşam yeni bir kitaba başlamıştım, neredeyse bitirmek üzereyim. Müthiş bir anlatımı var Ralf Rothmann'ın. Daha önce de "Baharda Ölmek" ve "Genç Işık"ı okumuştum. Hatta "Genç Işık"ı ameliyat sonrası hastanede okumuştum. 1953 doğumlu bir adamın 2. Dünya Savaşı'nın bu kadar içinde yaşamışçasına anlatması çok şaşırtıcı. "Baharda Ölmek" biraz cepheyi konu alıyordu, şu anda okuduğum "O Yazın Tanrısı" ise cephe gerisini, kasabalarda yaşayan insanları, onların çektiği yoksunlukları, kendilerine küçük sevinçler yaratmalarını konu alıyor. Savaşın bitmek, Almanya'nın yenilmek üzere olduğu bir dönem ama halkta tuhaf bir reddediş var. Komuta kademesine yakın olanlar her zaman bolluk içinde yaşarken halk kırılıyor yoksulluktan. Kitabın ana karakteri kitaplara düşkün bir küçük kız, meraklı, öğrenmeye aç ve ergenliğinin başlarında yeni filizlenen duygularıyla başetmeye çalışıyor. Hasılı kitap çok güzel, yarıyı çoktan geçtim, akşama biter. Biraz ara verip diğer kitabını da alacağım elime, "Süt ve Kömür", o da sırada...

Gelelim şalanja, bugünkü soru zor yerden çıktı, itiraflar.com gibi bir şey 😃

-Barışmanız gereken gerçek ne?

Sanırım şu: İyi niyet ve empatinin karşımdaki insanlarca pek anlaşılmadığı ve bunun onlara bir faydasının olmaması gibi sonuçta beni de huzursuz ve mutsuz etmesi. Adam sendeci biri değilim, birini kırdığımı düşündüğüm zaman karşımdakinden daha çok üzülüyorum. Onun için çok da ciddiye almamak gerek hayatı diye düşünüyorum. Bazıları da varsın kırılıp üzülsün...

5 Şubat 2022 Cumartesi

YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR / 5 ŞUBAT

Bir haftadır yağan yağmur dün kesildi ama rüzgâr "Bana biraz daha izin verin" demişti, bugün o da yağmurun yanına gitti, güneşi bize bıraktı. Fırsat bu fırsattır deyip bir haftadır paslanan dizlerimi açmak için soluğu dışarda aldım. Önce çerçeve için bekleyen iki resmi, çerçeveciye bıraktım, sonra Kocam Bey'i de alarak Konyaaltı'nı gören seyir terasına doğru yürüyüşe geçtik. Yarı yolda kaldırım kenarı banklarından birinde aşağıdaki manzaraya karşı mola verdik. Güneşi gören bizim gibi kendini sokağa vurmuş, ne yapsın millet, günlerdir çimlendik yağmurdan, yaştan.

Seyir terası sokaklardan daha kalabalıktı, millet yığılmış bir yandan Konyaaltı plajlarını, bir yandan da deniz paraşütü yapanları seyrediyordu. Muhtemelen onlar da bizi seyrediyordu 😃


Bir bir yandan, bir bir yandan 😃

Baktık ortam çok kalabalık, epeydir Müze bahçesine de uğramamışız, geçtik karşıya, girdik Müze'ye. 
Girişte bizi Sfenks niyetine şu arkadaş karşıladı:
 
 
Önce pergolanın altındaki masalardan birine geçip birer Türk kahvesi içtik. Self servis alınıyor satış mağazasından. Kahveler olana kadar hediyelik eşyalara baktım, fiyatlara inanamadım, kahvelere ödeme yapacağımda ise gözlerim büyüdü. Karton bardakta iki Türk kahvesinin fiyatı da hatırı sayılırdı yani. Bundan sonra kahvemi termosla kendim götüreceğim. Abartmanın da bu boyutu, insaf yahu, buyrun sözkonusu kahveler aşağıda:
 
Kahveden sonra hayvanları görmek için bahçede dolaştık biraz. Rehberliğimizi şu arkadaş yaptı:
 
Büyük kümeste dişi tavuslar, paçalı, ibikli, çizgili, püsküllü envai çeşit horozlar, tavuklar ve bir adet sülün vardı. Bazıları uyukluyor, bazıları da kurumla süzülüyordu.  Sülün dışarıya çıkmadığı için kafes arkasında fotoğrafladım:

Hava serinlemeye başlamıştı, dönüş yoluna düşmeden bir de gölge pozu verdik:

Sabah elimdeki kitabı sonunda bitirdim. Ocağın son haftası başlamıştım, çok da severek okuyordum ama bugüne kadar sarktı tamamlanması. Trensever bir aileden geldiğim için görür görmez almıştım "80 Trenle Dünya Seyahati"ni. Hint kökenli İngiliz gazeteci Monisha Rajesh ve nişanlısı Jem farklı trenlerle 7 aylık bir dünya turuna çıkıyorlar. 80 tren değiştirerek 72 bin kilometre yol yapıyorlar. Trenler kimi zaman çok modern, çok hızlı, kimi zaman çok eski ve ağır, kimi zaman çok kalabalık, çok bakımsız, kimi zaman sakin, kimi zaman korkutucu, kimi zaman güven verici. Londra'da başlayıp Londra'da biten 7 aylık bir macera. Hem bindikleri trenleri anlatıyor Monisha, hem gittikleri ülkeleri. Özellikle Kuzey Kore bölümü benim çok ilgimi çekti, hayat boyu istesek de gidemeyeceğimiz, kapalı bir ülkeyi onların sayesinde gezmiş gibi olduk. Kimi zaman bazı ansiklopedik bilgiler sıksa da kitap esas olarak güzel bir gezi kitabıydı. Trenleri ve gezmeyi sevenler için birebir. Kitaptan aldığım şu paragrafla bitireyim bu postu:

"Bazıları için tren ulaşım aracından başka bir şey değildir. Ama bazıları için trenler güç sembolü, savaşmak için silah, politika için araçtı. Fakirler için kurtuluş, banliyöler için yaşam damarıydı. Trenler bir kaçış şansı sunuyor, yalnızlara ev oluyordu. Geçmişle bağ olup, geleceğe geçit açıyorlardı. Benim içinse ülkelerin ve insanların ruhuna açılan pencereydi."

Güzel geçsin hafta sonunuz...


3 Şubat 2022 Perşembe

OCAK OKUMALARI / 3 ŞUBAT

Aslında neyle karşılaşacağımı dün akşamdan biliyordum ama sabah kalkıp sapsarı bir hava, karanlık bulutlar, Antalya'da alışık olduğumuz balkon perdelerini göbekli adamlara döndüren şiddetli rüzgar ve şakırdak bir yağmur görmek hiç hoşuma gitmedi. Evin içi gece gibi karanlıktı. İşin açıkçası bu kıştan da, soğuktan da, bitmek bilmeyen yağmurdan da fena halde bıktım. Tam dizlerim epeyce yoluna girdi diyorum, ortamdaki nemden neneler gibi "Ah evladım romatizmalarım azdı, yağmur mu gelecek ne?" diye dişsiz damaklarımı takırdatarak yakınasım geliyor 😃Takma dizler yağmur, soğuk ve nem sevmiyor arkadaşlar, bu kışın bana kazandırdığı tecrübe bu oldu. Neyse dört mevsim kış olacak değil ya, elbet bahar da gelecektir.

Şimşekler, gökgürültüleri abartılı boyutlara ulaşınca bilgisayarın fişini çektim, zira üç yıl önce ağır bir gökgürültüsünün ardından çatlayan şimşek bilgisayarımı da patlatmıştı. Muhtemelen yakın bir yerlere yıldırım düşmüştü. Sütten ağzım yanınca yoğurdu üfleyerek yiyorum artık, hava böyle oldu mu çekiyorum fişini sevgili bilgisayarımın. Zira ne laptop (Q klavye), ne telefon (fazla küçük) ne de tablet onun kolaylığını sağlamıyor. 

Bir süre pencereden yağan yağmuru ve fırtınayı izledim. Görüntü keyifsiz, yaz sonu yıkılan üç apartmanın yerine açılan inşaat çukuru henüz ruhsat alınamadığı için öylece duruyor çamur ve pislik yığını olarak. İki yanı da yeni yapılmış hepsi aynı model, 8 katlı apartmanlarla çevrili. Daracık ara sokağımız ne ara kazulet apartmanlarla doldu akıl erecek gibi değil. Göze hitap eden tek güzel şey inşaat arsasındaki, nasılsa kesilmesi unutulmuş üzeri portakallarla dolu ağaç. Balkon çınarımızın üstünde tek bir yaprak kalmıştı, o da fırtınayla uçup çırılçıplak bırakmış sevgili ağacımı. Şimşek, gökgürültüsü iyice artınca ayrıldım pencereden, bari egzersizimi çıkarayım aradan dedim. Doğumgünümde benim için seçtiğiniz şarkılardan 3 ayrı Spotify listesi yaptım, her fırsatta dinliyorum, açtım onlardan birini başladım egzersize. Bu vesileyle bir kez daha şarkılarınız için teşekkür ediyorum.

Gelelim kitaplara; Ocak ayı uzun bir ay olmasına rağmen 9 kitapla sınırlı kaldım, gerçi okuduğum 3 kitap tuğla boyutlarındaydı ve biraz zaman aldı, 10. kitabı da yarıladım ama Ocak ayına yetişmedi. Şubat'ta söz edeceğim ondan. 

Birkaç yıldır gelenek haline geldi, birkaç arkadaş karşılıklı kitaplaşıyoruz yeni yıl öncesi. Diğerlerini bilemem ama ben Ocak okumalarını bu kitaplara ayırıyorum geliş sırasıyla. "Bir Arkadaşlık" macerakitabım Özlem'den, hem de Kasım ayında gelmişti, aslında durduğu raftan sürekli göz kırpıyordu okumam için ama sabırla Ocak ayını bekledim. Silvia Avallone'nin yazıp Eren Yücesan Cendey'in çevirdiği kitap bir İtalyan romanı. İlkokulda tanışan ve karakterleri birbirine tamamen zıt olan iki kız arkadaşın romanı. Bir süre sonra yolları tamamen ayrılacak, biri kariyer yolunda ilerlerken, diğeri sanal alemde çok ünlü olacaktır. Bir tarafıyla Napoli romanlarını andırsa da onlar kadar sarmadı beni ama yine de akıcı ve keyifli bir kitap.

"Kalpten Gelen Armağan" da bir dost hediyesi. O'Henry'nin "Son Yaprak" hikayesinden esinlenilmiş bir bölümü, diğer bölümü ise "Yeni Tohumlar, Yeni Hayat" adını taşıyor ve birkaç hikayeden oluşuyor. Yazarı "Kurtlarla Koşan Kadınlar"ı da yazan Clarissa Pinkola Estes. İçeriğinden de öte ismi çarptı beni, hele bir dosttan gelince, adı da "Kalpten Gelen Armağan" olunca.

"Sus Barbatus" çeşitli ortamlarda karşıma çıkan ve çok övülen bir kitaptı. Daha önceki Faruk Duman okumalarım hep yarım kalmıştı, o yüzden almaya pek niyet etmiyordum ki, bu da yeni yıl kitaplaşması kapsamında geldi. Tüm cesaretimi toplayıp başladım. Zor ve uzun süren bir okuma oldu ama hiç pişman olmadım, yalnız aleni üşüdüm. Zira kitap Çıldır'da, kar ve buzlar altında geçen upuzun bir öykü, hatta 2. ve 3. kitapları da var ama ben artık yeter diyorum. Lakin kitabı beğendim, bunu da belirtmeden geçemeyeceğim. 

Ahmet Altan'ın eski yıllarda yazdığı kitaplarının hemen hepsini okumuş ve hepsini çok beğenmiştim. "Hayat Hanım"ı da artık yazmasa da sevgili Düşlerin Rengi Zeynep'ten bizzat ben istedim sorduğunda. Hepimiz çok okuyan insanlar olduğundan kitapları sorarak alıyoruz ki daha önce okuduğumuz bir kitap gelmesin. Gelgelelim hayal kırıklığı oldu, nerede Ahmet Altan'ın o eski tarzı, sığ ve edebi anlamda yetersiz buldum kitabı. Adet yerini bulsun diye yazılmı sanki. Kapakta yazan ödülleri nasıl almış anlayamadım.

"Can Kırığı" Natalim'in hediyesi idi ve güzel bir müzik dinlermişcesine okudum. Bir keman yapım ustası ve bir keman virtüozu kadın arasında tesadüflere dayalı şahane bir öykü. Kitaba konu olan Klasik Müzik parçalarını dinleyerek okudum ve kitabı kapattığımda içimde konserden çıkmış duygusu vardı. Tavsiye ediyorum.

Çok sevgili Charlie Brown ve Snoopy'nin çizgi romanları yayınlanır da ben edinmez miyim? Şimdilik piyasada olan üçünü de edindim ama sadece bunu okudum. Saftirik Charlie, Cingöz Snoopy ve ekibiyle vakit geçirmek keyifliydi.  

"Lanetlilerin Oyunu" Portekizli bir yazar, "Antonio Lobo Antunes" tarafından yazılmış ilginç bir aile öyküsü. Üç ayrı bireyin ağzından bölümler halinde anlatılıyor. Biraz sert bir öykü, öyle kolaycacık akmıyor fakat edebi anlamda tatmin edici. Bu kitap da "Mindmills" blogunun sahibi sevgili Neslihan'dan yeni yıl kitaplaşması armağanı. 

"Elbette Çiçek" ve "Yaşar Kemal'li Anılar" daha ziyade işletmeciliğini yaptığı Çiçek Bar nedeniyle "Çiçek Arif" olarak tanınan film yapımcısı, yazar ve işletmeci Arif Keskiner'in kitapları. Daha önce benzer iki kitabı daha var; "Çiçek Gibi" ve "Yine mi Çiçek?", ikisini de okumuştum, keyifli anı kitapları. Sinema dünyasını yakından tanıyorsunuz. "Elbette Çiçek" de bir devam kitabı, diğeri ise yazarın yakın arkadaşı olan Yaşar Kemal'i her yönüyle anlatan bir kitap. İkisini de severek okudum, bu tür kitapları seviyorsanız sizin de ilginizi çekecektir.  

Bu ay bu kadar, yeni yıl kitaplaşması nedeniyle gelen birkaç kitabım daha var, onlar Şubat'a kaldı, umarım bu kısa ay daha uzun okumalara vesile olur. Kalın sağlıcakla...