.

.
.

31 Mart 2017 Cuma

GEZME-TOZMA, KALEİÇİ, ROSSİSTA

Bütün bir kış o kadar az yürüdüm ki kaslarım adeta hareket kabiliyetini yitirmiş gibiler. "Bu işe yeter demenin zamanı geldi" diyerek geçen hafta boyunca sürekli hareket halindeydim. Bu defa da fazla yüklenmişim galiba eklemlerimden canhıraş feryatlar yükselmeye başladı: "Hop usta, biraz ağırdan alsak?". Ağırdan almayı ancak bugün başarabildim, dizlerimi, kaslarımı, bir terleyip bir koğumaktan tutulan sırtımı istirahate çektim, hazır istirahatteyken de Çarşamba günkü keyifli yürüyüşümden bahsedeyim dedim. 

Epeydir Kaleiçi'nde kaybolmuyordum, oysa çok severim rastgele bir sokağa, bir geçide dalıp nereye çıkacağımı merak ederek yürümeyi. Arkadaşım beni Kaleiçi'ndeki yeni bir mekana götürmeyi teklif edince hemen kabul ettim. 


"Rossista" elden geçirilmiş eski bir Antalya evinin tamamını içeren bir cafe. Üst katta sergi salonları, bahçede çocukların kaya tırmanışı yapabileceği bir duvar var. Yakında bir dart yarışması düzenleneceği bilgisini aldık. Yoga dersleri, resim ve mandala atölyeleri yapılıyor. Çeşitli sanatsal objeleri satın alma imkanınız var, ayrıca çay-kahve içip yemek yiyebilir, içkinizi yudumlayabilirsiniz. Çok renkli, çok neşeli, çok sanatkarane bir dekor da cabası. Biz ilk gidişte mekanı tanımak amacındaydık, her yerini dolaştık, portakal çiçeklerinin kokularını salmaya başladığı bahçede uzun uzun oturduk, kahve içtik, üst kattaki salonda ressam Himmet Öcal'ın "Sessiz Çığlıklarım" isimli sergisini gezdik ve halimizden memnun ayrıldık. Haydi biraz da birlikte gezelim:


Pencereden gelecek konukları gözleyen bu tavuskuşları Tufan Dağıstanlı'ya ait, Antalya'nın simgesi haline gelmiş tavusları şehrin çeşitli noktalarında da görebilirsiniz.


Cafe'nin girişi, raflardaki seramik balıklar yine Tufan Dağıstanlı'nın eseri. Resimler ise ressam Derya Bardakçı'nın, cafenin resim atölyesini de Derya Bardakçı yürütüyor. 


Üst kattaki iki salonda Himmet Öcal'ın tabloları sergileniyor:


Tabloların ismi "Konuşanlar" ve "Susanlar". Soldaki sesli harfler konuşanları, sağdaki sessizler ise susanları simgeliyor. Hoş bir mecaz olmuş. 


Sadece tablolara değil, sandalyelerin sırtlarına da dikkat lütfen :)



Üst kattan avluya bakış


Ağaçlar üşümesin


Cıvıl cıvıl, rengarenk duvarlar


Bahçe


Mis kokular buradan


Bir kahve alır mıydınız?


Ya da menüden başka bir şey seçin


Sevdik burayı, yine gelecek biz 😀💖


Çıkışta Vecihi'ye rastlıyoruz, uçuşa hazır

"Rossista Cafe" Antalya Kaleiçi, Kılıçarslan Mahallesi Hamam Sokak 17 Numara'da, bir uğrayın derim...

26 Mart 2017 Pazar

SERGİLERDEN

Epeydir dişe dokunur bir sergi gezmemiştim. ATSO Kültür Sanat'ta "İmparatorluktan Portreler Sergisi"nin açılacağını duyunca ilk günden koşturdum. İyi ki de gitmişim, pek güzeldi. Suna ve İnan Kıraç Vakfı'nın Oryantalist Resim Koleksiyonu'ndan seçilmiş bazı eserler 3 Eylül'e kadar gösterimde kalacak, Antalyalılara duyurulur. Şimdi sergiyi birlikte gezelim:




Bizi salonun girişinde Mahmud Celaleddin Paşa karşıladı. O kadar canlı bir portre idi ki çerçeveden atlayıp elimizi sıkacak zannettik 😀


Efenim, Sultan Abdülmecid hazretleri. Gençken epey yakışıklıymış kendileri, şu keman kaşlara bakın hele, baby face 😀


Yüce padişahımız 2. Mahmud. Tiroid hastası olduğundan şüpheye düştüm, gözlerinden dolayı 😀 Bunlar hep mi keman kaşlı, yoksa ressamların mı öyle işine geliyor?


Bu sevimli Şehzade Abdürrahim Efendi'yi Fausto Zonaro resmetmiş. Küçücük çocuğa efendi denmesine gülesi geliyor insanın, kılıcını, çizmesini sevdiğim :)


Ve bu da bir şehzade, galiba kafasında balkabağıyla gezmeyi seviyor. 

Padişahları, şehzadeleri selamlayıp alt salona indik, orası daha samimi bir ortamdı, selamlıktan hareme inmiş gibi oldu. Saray kadınlarıyla doluydu, kadın kadına iyi anlaştık. 


Yine Fausto Zonaro'dan "Feraceli Kadın"


"Fener'li Rum Kadınlar"


"Genç Kadın Portresi"


"Haseki ve Sultan"


"Gözde/Etienne Ray"


"Kahve Keyfi"


"Kadın Portresi/Bertha von Bayer"


"Tef Çalan Saraylı Kadın"


"Saz Çalan Kadın"


"Haliç'te Gezinti"


"Oturan Genç Kız"


"Dolmabahçe Sırtlarında Kahvehane"


"Düğün Ertesi: Paça Günü"

Tabii ki bu kadar değil, daha pek çok tablo var. Sergi 3 Eylül'e kadar açık, Pazartesi hariç her gün 10.00'dan 18.00'a kadar gezilebilir. Giriş ücreti indirimli 7,5 lira (ben öyle girdim, normal fiyatı hatırlayamadım), 14 yaşa kadar çocuklara ve 65 yaş üstüne ücretsiz. Çok beğendi, yine gelecek ben...

20 Mart 2017 Pazartesi

YOVURTLU PAKLA

"Yovurtlu pakla", anneannem öyle derdi 😀

Kısa bir süre için dışarı çıktım, niyetim önce PTT şubesine uğrayıp paket yollamak, sonra marketten kahve alıp dönmekti. Döndüm dönmesine de sadece kahveyle değil tabii, üç koca poşetle. Bu gittiğim market peyniriyle meşhur, yıllar önce küçücük bir dükkanda "dünyanın en güzel peyniri" sloganıyla sattığı beyaz peynir pek rağbet görünce açıldı, saçıldı, yayıldı. Şimdi bizim mahallede kocaman bir yeri ve birkaç semtte de şubesi var, peynirlerse mekan kadar gelişti, hangi çeşitten isterseniz alâsıyla mevcut, kendisini sevme sebebim de bu zaten. 

Kahve almak niyetiyle girdim ya, az daha unutup almadan çıkıyordum. Kahve yerine peynir, özel imalat süzme yoğurt, makarna, şapşahane bir tava ekmeği, cevizli acuka sosu, tane karabiber (ki bunların hiçbiri aklımda olan şeyler değildi, ah market rafları ah) alıp kasaya yürüyordum ki kahve sol yanımdan seslendi: "Hişt hoop, hemşerim nereye bensiz? Sen buraya ne sebeple geldiydin? Gördün güzelleri beni unuttun" dedi, evet öyle dedi, kimse duymadı ama ben duydum. "Pardon ya" dedim, "seni unutur muyum iki gözümün çiçaaa, ben senin adına blog açmış kadınım, affeyle dalmışım" diyerek attım sepete, başını okşayıp gönlünü almayı da ihmal etmedim. Gelmişken manav reyonuna da bir bakayım dedim, aa bir de ne göreyim anneannemin paklası. Yerleştirildiği kasada görücüye çıkma zamanı gelmiş gelinlik kız gibi kırıtıp duruyor. Yanaştım yanına ve bir süreliğine ruhum uçup marketten dışarı çıktı. 


Ben evleninceye kadar ailemle Ankara'da yaşadım, sonra evlenip Denizli'ye yerleştik, orada bir okula tayinimiz de çıkmıştı aynı zamanda. 1,5-2 yıl kadar kaldık orada, unutamayacağım güzellikte günler geçirdim ailemden ve alıştığım şehirden ayrı kalmanın hüznü ve özlemi her daim yüreğimde olsa da. O aralar ne hikmetse konut sıkıntısı vardı ve uzun çabalar sonucu şehrin dış mahallelerinden birinde bir ev bulmuştuk. Komik bir evdi, kullanışsızdı, kurduğumuz soba bacanın yanlış yerde oluşundan dolayı her daim akardı, tren gibi içiçe odaları, mavi marleyleri, cart yeşil duvarları ve tam salonun orta yerinde pembeye boyalı bir yüklüğü vardı. Neredeyse salon büyüklüğünde bir mutfağa sahiptik ve o koca mutfakta adeta kaybolan 1,5 metrelik bir tezgahta öğrendim yemek pişirmeyi. Sonbaharda evlenmiştik ve ben ilkbaharda bayağı iyi bir aşçı olmuştum sıfırdan başlamama rağmen. Bu süreçte bana yazdığı yemek kitabıyla yol gösteren Leman Cılızoğlu Eryılmaz'a ve bu kitabı bana hediye eden kuzenim Emoş'a müteşekkirim. İlk zamanlar o kadar elimin uzantısı haline dönüşmüştü ki kitap eşim "Bu kitap kaybolsa aç kalırız" diye dalga geçerdi. İşte aşçılığı ilerlettiğim zamanlarda bir bahar başlangıcında Şeytan Pazarı'nda dolaşırken rastladım baklaya. İyice turfandaydı. Şeytan Pazarı şehrin ortasında kurulan, her daim açık, rengarenk bir pazar yeriydi. Tezgahlar arasında kaybolmaya bayılırdım, hele de bahar aylarında. Nergisler, baklalar ve kazanlarda kavrulup mis kokularını havaya saçan leblebilerle kazınmıştır hafızama. Hala zaman zaman rüyalarıma girer. Sonraki gidişlerimde ne yazık ki eski güzelliğini kaybetmişti, adı da ne hikmetse Şeytan Pazarı'ndan Melek Pazarı'na evrilmişti. Çocukken baklayı hiç sevmezdim, ne zaman sofraya gelse burun kıvırır, yiyecek başka bir şey arardım. Gençliğimde birdenbire ilgi alanıma girdi, hele de turfandayken pek sever oldum. Sanırım Şeytan Pazarı'nda rastladığımda iyice turfandaydı ki epey bir para bayılıp aldığımı hatırlıyorum. Elimle pişirdiğim ilk baklaydı o ve ondan sonra ne zaman bakla pişirsem penceresinden içeriye solgun bahar güneşi vuran kocaman mutfağımı ve Denizli'yi anarım. Markette bakla kasasının başında kaç dakika geçirdim bilmiyorum ama hayalen gittiğim Denizli'den geri döndüğümde bakla tartılıp market sepetime yerleşmişti bile. Az evvel de mutfağa gidip altını söndürdüm. Artık mevsiminde bir ya da taş çatlasa iki defa pişiriyorum, eski düşkünlüğüm yok ama sırf Denizli'yi hatırlamak için alıyorum desem yeridir. Bu kadar nostaljiden sonra gidip düdüklü tencerenin kapağını açayım. Güzel anılarınız çok olsun...

17 Mart 2017 Cuma

CUMADIR CUMA

Şu satırları yazmaya başlarken saat sabahın 7'siydi. 5'te uyanıp bir süre yastık ve yorganla kavga ettikten sonra daha fazla direnmenin nevresim eskitmekten başka bir işe yaramayacağını anlayıp kalktım yataktan. Uzun zamandır ilk kez-zorunlu durumlar hariç-bu kadar erken kalkıyorum. Bir müddet havanın hala karanlık olmasına şaşırdıktan sonra çayı demledim, kendime bir kahvaltı tabağı hazırladım, ortalığı alelusul toparladım ve çayımla kahvaltımı alıp geçtim bilgisayarın başına. Başlangıçta her şey güzel gidiyordu. Facebook'ta, Instagram'da, Twitter'de gezindim. Bir-iki blog okudum, seyretmeyi düşündüğüm filmin linkini ararken fazla mı acele ettim nedir, elim sol tarafta duran çay kupasına çarptı ve bingo. Henüz yeni doldurulmuş koca bir kupa dolusu çay sol yandaki puangın üstüne zarif bir pirüetle inip bir güzel döküldü. Hem arka, hem alt minderler sırılsıklam. İlave olarak sırt kısmına dayanmış yastık ve köşeye kurulmuş sakin sakin kitap okuyan peluş tavşan Zekai de sırılsıklam. Bir kupa çay ne çok zemini ıslatabilirmiş meğer. Bir an panikledim, daha afyonum patlamamış üstelik sabahın seherinde. Sonra söktüm minderi iskeletten koştum banyoya. Yok yıkamak ya da silmekle olmayacak, açtım fermuarları soydum kılıfı, bereket iç süngerlere geçememiş kumaş kalın olduğundan. Teptim makineye, yanına arkadaş olarak çifte baykuşlu yastık kılıfını verdim, makineyi çalıştırdım ve Zekai'ye banyo yaptırmaya gittim. Şu anda koltuk kılıfı, yastık kılıfı ve Zekai çamaşır ipinde kurumak üzere asılı duruyorlar. Bense kargalar kahvaltısını yapmadan başardığım bu nadide vukuat  için kendimi kutlamakla meşgulum. 


Kaç gündür sakarlığım üstümde zaten, bunda biraz da şu aralar zirve yapmış carpal tunnel sendromlu ellerimin rolü var. Geçen gün tarhana çorbası pişiriyordum, su kaynayıp erittiğim tarhanayı ilave edeyim derken kaseyi olduğu gibi tencerenin içine düşürdüm. Çorba volkan patlaması gibi havalanıp tüm ocağı ve duvar fayanslarını tarhanaya buladı. Üstüne üstlük tası tencereden çıkarayım derken elimi yaktım. Neredeyse bir saat ocak temizledim, tabii kaynar suya lak diye düşen tarhana erimedi, topak topak bir acaip çorba içmek zorunda kaldık. Bardak kırıyorum, kahve taşırıyorum, yemeği ocakta unutuyorum falan filan. Astrolojiden anlayanlar söyleyin bakalım ne etkisi bu, Merkür? Venüs? Dolunay, Yeniay? Ne zaman kurt kadına dönüşeceğim, yoksa ben bir cadı mıyım?

Dün uzun zamandır ilk defa sokağa çıkıp uzun bir yürüyüş yaptım. Birtakım alışverişler yapmam gerekiyordu. Öncelikle evde sular kesik olduğu için (evet asfalttaki kazı işi hala bitmedi ve sık sık sular kesiliyor) kuaföre uğrayıp saçımı yıkattım. Kalfa kız kuruturken kahküllerimin bir bölümünü yaktı. Ortalığı bir mangal kokusu sardı önce, sonra güya bana çaktırmadan yaktığı bölümü tarakla temizlemeye çalışıyordu ki eline yapıştım. Zaten iyice seyrelmiş tepe saçlarımı bir de tarağın zülmüne uğratacaktı. Saçlarıma kibar davranmasını, yoksa onun saçlarını kesip kendi saçıma ekleyeceğimi söyleyerek korkuttum (hee, ödü koptu😀). Neyse fazla zayiat yok, ufak bir tutamın ucundan bir santimlik kadar kısmı feda edip kurtardık vaziyeti ama kokuyu almasam halim harapmış, zira fön makinesinin ağzı bile erimiş. Bu defaki sakarlığın müsebbibi ben değilim görüldüğü gibi ama kabak yine benim başıma, daha doğrusu saçıma patladı. Kuaförde saçlarımı üteleme işini bitirince otobüse atladım, neyse ki boş yer vardı, ters yön olsa da oturdum, bulantım başlamak üzereyken ineceğim durağa geldim. Meydana Ceza ve İnfaz Kurumlarının çadırları kurulmuş, ürettikleri ürünler sergilenip satışa sunuluyordu. Şöyle bir dolaşıp baktım, dişe dokunur bir şey göremedim. Gereken alışverişi yapınca acıktığımı farkettim, Subway'dan yarım boy sandviçle karnımı doyurdum, birtakım mağazaları gezdim. Paşabahçe'den kuş koleksiyonuma iki parça ilave ettim. Sonra ara yollara daldım, daha önce hiç girmediğim bir sokakta eski bir konaktan bozma tuhaf bir otele rastladım. Payandalarına altın rengi devasa kartallar yerleştirilmişti ve balkonlarından birinde elinde kılıç kalkanıyla yine altın rengi bir yeniçeri maketi mahalleyi kesiyordu. Evlerden ırak, o otelde kalmaya yürek ister 😀

Eve döndüğümde vakit epey ilerlemiş, yorgun ayaklarım da isyan etmekteydi. Günün son faaliyetlerini de sona erdirip "Cesur ve Güzel" izlemek için kanepeye yerleştim. Günün Çorbası Yeliz'in deyimiyle Kıvanç Tatlıtuğ'un bidon mavisi gözleri TV ekranında donup bölüm finalini haber verirken benim sıradan kahverengi gözlerim de uyku moduna geçmeye başlamıştı. Haydi kalın sağlıcakla, ben şu izlemek isterken vukuata sebep olduğum filmi izleyim...

13 Mart 2017 Pazartesi

"ÖLÜM LİMUZİNİ" ÜZERİNE "LACİVERT ÖYKÜ VE ŞİİR DERGİSİ"NDE BİR SÖYLEŞİ

Bir süredir "Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi"nde bir arkadaşımla birlikte yazarlarla yaptığımız söyleşiler yayınlanıyor. Sürekli yazarı değilim derginin, ara ara katkılarım oluyor. Derginin Mart-Nisan aylarını kapsayan 74. sayısında Nazlı Eray ile son kitabı "Ölüm Limuzini" üzerine yaptığımız söyleşi yayınlandı.


 
"Ölüm Limuzini" ABD Başkanı John F. Kenndy'nin 1963 yılında uğradığı suikasti konu alan fantastik bir roman. Yazar kimi zaman Kennedy'ye dönüşüyor, Kennedy kimi zaman Ankara Tuzluçayır'da boy gösterip kurşun döktürüyor, kimi zaman  yazar Kennedy kılığında ABD Büyükelçiliği'nde düzenlenen bir davete katılıyor, kimi zaman tam suikast esnasında Jackie ile birlikte aracın içinde yer alıyor. Hasılı zaman mekan birbirine karışıyor. Nazlı Eray daha önce de "Venüs'ün Son Gecesi" kitabında Robert Kennedy-Marylin Monroe ilişkisini konu almıştı. (Daha önce şurada yazmıştım) Kennedy'lerin öyküsünü öğrenmek isteyenler için her ikisi de ilginç kitaplar. Dergiyi bulup okuyamayan ve merak edenler için de söyleşi aşağıda:

NAZLI ERAY ile “Ölüm Limuzini” üzerine, Einstein Kıvamında
Ayla Şenel: Dergimizin dosya konusu sizinle yaptığımız bu söyleşiye ilginç bir şekilde denk düştü. Bu sayımızda Edebiyatçı Gözüyle Einstein’i ele alıyoruz. Einstein, geçmiş, şimdi ve geleceğin aynı onda mümkün olabileceğini, hızın zamanı yavaşlattığını, zamanın büküldüğünü söylüyor. Fantastik yazan bir edebiyatçı olarak onun hakkında siz de bir şeyler söylemek ister misiniz?

Nazlı Eray: Ben de şimdiki zamanın, geçmişin ve geleceğin bir arada olabileceğine inanıyorum. Zamanın uzun bütünlüğüne inanıyorum. Kimi zaman geçmişi, geleceği ve şu anı ayrı bölümler olarak görmüyorum. Zaten yazdıklarımda bu var. Geçmişte yaşanan bir şey, bugüne yansıyabilir ve yarına sıçrayabilir. Ve bütün bunların hepsi aynı zamanın içinde olabilir.

Ayla: Fantastik eser yazmanın kendine özgü şartları var mıdır? Her yazar, isterse fantastik roman ya da öykü yazabilir mi?

N. Eray: Her yazar isterse fantastik roman yazamaz. Yazabilmesi için beyninde belli bir görüş özgürlüğü, büyük bir düş gücü, sınırsız bir cesareti ve kaybetmediği bir çocukluğu olması lazımdır. Geniş bir bilgi dağarcığı ve özel bir tekniği olması da işin cabası...

Ayla: Fantastik tarzda yazmak kimi zaman güncelden ve can sıkıcı gerçeklere dokunmaktan bir kaçış olarak değerlendirilebiliyor. Ne dersiniz?

N. Eray: Ben öyle düşünmüyorum. Gerçekler niçin can sıkıcı olabiliyor? Gerçeklerin can sıkıcı olması Einstein'ın İzafiyet Teorisi gibi değil mi? Bana can sıkıcı gelen şey başkasını eğlendirebilir. Yaşamda çok çeşitli görüşler var, onun için ben bu kaçış teorisine inanmıyorum ve buna yaratıcılık diyorum.

Ayla-Nurşen: Yazım şeklinizi “Belgesel Büyülü Gerçekçilik” olarak niteliyorsunuz. Gerçekten kitaplarınızı okuduğumuzda yaşanmış tarihi bir olaya ilişkin bilmediğimiz detayları öğrenebiliyoruz. Zaman-mekân birbirine karışmış, fantastik unsurlar havada uçuşuyor ama bunların yanında taş gibi bir gerçek de var. J.F.K. cinayetinde karanlıkta kalan unsurlar açığa çıkarılıyor. Bunu tarih okumayı sevmeyenler, özellikle de gençler için edebiyat yoluyla tarih öğretmek olarak nitelesek ne dersiniz?

N. Eray: Çok doğru diye düşünüyorum. Gençler bir romanı okurken yakın tarihin bazı ayrıntılarını da öğreniyorlarsa bu benim için büyük bir mutluluk. Ama bunu sadece gençler için düşünmüyorum. Birçok okurum bu kitabı okuduktan sonra kitapta geçen pek çok şeyi merak ettiğini ve araştırdığını bana bildirdi. Bu da kitabın ve içinde yazılmış olan olayların şimdiki zamanda yaşanması oluyor. İlk başta Einstein'ın dediği gibi; yakın tarih, şimdiki zaman ve geleceğe fırlatılmış bir yaşam parçası aynı anda oluşup bir fotoğraf karesini oluşturuyor. İşte bu da benim taş gibi bir gerçeğe dayanan büyülü gerçekçiliğim.

Ayla: Bir yazarın okuyucuyu bilgilendirmek ya da eğitmek gibi bir kaygısı olmalı mı? Yoksa bu size özgü bir tercih mi?

N. Eray: Ben böyle bir kaygıyla yazdığımı sanmıyorum. Yalnızca uzun araştırmalar ve okumalar yapıp birtakım yaşamların içine giriyorum. Ondan sonra bu çok değişik yolculuklarımı okuruma anlatıyorum. Bir yazarın bilgilendirmek gibi bir kaygısı olsa da olur, olmasa da olur. Yazar asıl bilgiyi, yazdığı metnin bir ok gibi insan ruhuna saplanışıyla anlatır.

Nurşen-Ayla: Kitaplarınızı genellikle kendi ağzınızdan yazdığınız için insan ister istemez konuyla sizi bütünleştiriyor. Herhangi bir romanınızı okurken sizinle sohbet ediyormuş duygusuna kapılıyoruz. Hatta sesiniz kulağımıza geliyor ve çoğu romanın kahramanını Nazlı Eray olarak düşünüyoruz. Bunu özellikle mi yapıyorsunuz? Kitaplarınızdaki kadın kahraman ile kişiliğiniz, alışkanlıklarınız ve yaşam biçiminiz ne ölçüde benzeşiyor?

N. Eray: Çok benzeşir. Ben romanlarımı size fısıldıyorum. Romanlarımı size haykırıyorum. Romanlarımı size ağlıyorum ve romanlarımı size gülüyorum. Hepsi benim sesim.

Ayla: “Ölüm Limuzini”nde; ‘Hayat buydu işte. Anılar, hüzün, umutlar ve tedirginlik. Başka nasıl tanımlayabilirdim ki hayatı?’(sf.14) ‘Hayat öyle bir şeydi. Her şey iç içeydi.’(sf.118) diyorsunuz. Birbirini tamamlayan bu somut tanımlamaların yanında, bir söyleşinizde, hayatı fantastik bir prizmadan gördüğünüzü söylemişsiniz. Biraz açıklar mısınız?
N. Eray: Fantastik bir prizmadan baktığınız zaman da hayat birbirinin içine geçmiş hüzünler, anılar, neşeler ve korkularla dolu olabilir. Prizmayı çevirdikçe bütün bu değişik algılar yer değiştirir ve hayatı oluşturur. Mesela romanın önsözü gibi:

“Sanki dünya sallanmış, geçmişle gelecek birbirine karışmış; şimdiki zaman sanki yalnızca düşüncelerden oluşmuştu.

Canlı mıydım cansız mıydım, onu da anlayamıyordum.

Acaba başka bir dünyaya mı geçmiştim bir aralıktan?

Akıl sır ermez şeyler görüyordum.”

 Nurşen: İlginç bir şekilde ve tamamen tesadüfî olarak “Jackie” filmini izlemem ve “Ölüm Limuzini”ni okumam senkronize oldu. Kitapta okuduğum bazı bölümleri filmde canlandırılmış olarak görmem bende hem bir “deja vu”, hem de “tarihe tanıklık etme” duygusu uyandırdı. Daha önce de “Marilyn-Venüs’ün Son Gecesi” romanınızla Kennedy ailesiyle hayli içli dışlı olmuştum sayenizde. “Marilyn”den beri aklımda, J. F. Kennedy ve ailesi ile bu kadar yakından ilgili olmanız, bu konuda oldukça derin araştırmalar yapmanız ve bunu yazıya dökmenizin belirgin bir sebebi var mı?

N. Eray: Kennedy ailesini ilginç bulurum. İki suikast, değişik ölümler, etkileyici kadınlar, çapkın erkekler ve kaderin ördüğü ürkütücü bir ağ... Bir yazar daha başka ne isteyebilir? Ve üstelik bütün bunlar gerçek.
Ayla: Hayatının tehlikede olduğunu söyleyen telefondaki sesi de dikkate aldığımızda; kitabın J.F.Kennedy’ye dönüşen kadın kahramanının limuzinde J.F. Kennedy olarak bulunması ve cinayete kurban gitmesi gerekmiyor muydu? 
N. Eray: Hayır, gerekmiyor. Çünkü o suikasti anlatan yazıları çok dikkatle okumuş ve kurşunların atılacağı saati, dakikaları ve hatta saniyeleri biliyor.
Nurşen: Bazı şehirlere özel bir tutkunuz var sanırım, genellikle her kitabın başrolünde kahramanlara ek olarak bir ya da birkaç şehir var. “Sis Kelebekleri”nde Sinop, “Halfeti’nin Siyah Gülü”nde Mardin, “Kayıp Gölgeler Kenti”nde Prag ve “Ölüm Limuzini”nde Bursa, bunlar ilk anda hatırlayabildiklerim. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz bize?
N. Eray: Evet, şehirlere büyük bir tutkum var. Ve romanlarımın çoğunda bir şehir bir bölümde yaşayıp gider. Bazen ana konuyla hiç ilgisi olmasa bile. Ölüm Limuzini'ndeki Bursa gibi. Bursa'yı seviyorum ve severek yazdığım bu kitabımda yanımdaydı. İnsanın sevdiği ve hep yanında taşıdığı küçük bir el çantası gibi.  
Nurşen: “Marilyn”de Kennedy Caddesi’ndeki Kennedy Taksi’den bir şoför eşlik ediyordu size ve yazdıklarınıza, “Ölüm Limuzini”nde de bir eski şoför çıkıyor sık sık karşımıza. Acaba aynı şoförler mi bunlar?
N. Eray: Hayır, ikisi ayrı bu şoförlerin. Birisi bir taksi şoförü, birisi özel bir sürücü.
Nurşen: Her iki kitapta da Ankara’nın semtlerini sıklıkla kullanıyorsunuz. “Marilyn”de Yenimahalle (İvedik Caddesi), “Ölüm Limuzini”nde Tuzluçayır başta olmak üzere birtakım semtlerde geçiyor olaylar. İşin ilginci bir okur olarak beni de ekstra etkileyen bir durum bu, zira her iki semtle de bağlarım var. Bu yaşadığınız şehre bir vefa borcu mu, benim gibi okuyucuları bağlayıcı bir unsur mu, yoksa tamamen sizin kişisel yazım tercihinizden mi kaynaklanıyor?
N. Eray: Tamamen kişisel yazım tercihimden ve dolaştığım, gördüğüm yerlerden kaynaklanıyor.
Nurşen: Kitapta 1963’teki Kennedy suikastından birdenbire 2016 Temmuzundaki darbe girişimine atlayıveriyoruz. Zamanda geçişler yapmak sizin tarzınız ama aklıma takılan şu; 2016 Temmuzunu zaten yazacak mıydınız; yoksa yazım sürerken darbe girişimi yaşanınca mı kitaba dâhil mi ettiniz?
N. Eray: 15 Temmuz darbe girişimi olduğunda kitaba daha başlamamıştım. Kitabın içine eski sepya fotoğraflar, anılar, kanlı bir suikast ile birlikte öylesine girdi.
Nurşen-Ayla: Kitabın anlatıcısı Ankara’nın çeşitli kafelerinde, lokantalarında oturup notlar alıyor. Anlatıcının siz olduğunu düşünürsek Nazlı Eray da kitaplarını böyle mekânlarda mı kaleme alıyor? “Ölüm Limuzini”nde çokça adı geçen Dikmen Vadisi kenarındaki Fokurtu Cafe’nin ya da Batıkent’te İlayda Cafe’nin sizde ne gibi ayrıcalıklı yeri var?
N. Eray: Bu iki mekanın da bende çok büyük anıları var. Bu kitabımı Batıkent'teki İlayda Rose Garden'da ve Dikmen Vadisi'ndeki Fokurtu Kafe'de yazdım. Noktayı da Çukurambar'daki Mavi Tuna'da koydum.
Ayla: Çağımızın hızlı bir çağ olması nedeniyle, romanın, özgür, hafif fönlü bir saç gibi ve çarpıcı olması gerektiği şeklindeki görüşünüz, edebi bir eserin, hem dilinin hem kurgusunun önemli olduğu şeklindeki genel kabulle pek uyuşmuyor. Bu uyuşmazlığı önemsemiyor musunuz?
N. Eray: Bu tarifimde böyle bir uyuşmazlık olduğunu sanmıyorum. Hızlı bir çağda yaşıyoruz, roman çarpıcı ve hafif fönlü dağınık bir saç gibi olmalıdır. Bu söylemimde ısrar ediyorum. Kallavi kahve gibi kalın ve klasik kitaplar aynen Einstein'ın dediği gibi; hem mazide kalıyor, bazen bugün de okunuyor veya fırlatılıp yarına atılıyor. Ama hafif fönlü bir saç gibi çarpıcı bir roman üç zamanı bir arada kapladığından daha etkili oluyor. (Gülüp kallavi kahvesini yudumladı.)
Ayrıca paşa karısı tarzı muntazam bukleli saçlar, yani eski roman anlayışı artık demode.
Ayla: Size Yeni Sait Faik denmiş olmasına rağmen, onun adına verilen ödülü hiç alamamış olmanıza içerlemişsiniz. Size bu ödülün verilmeme nedeninin, jürinin yapısından mı, öykü tarzınızdan mı, yoksa yazım dilinizden mi kaynaklandığını düşünüyorsunuz?
N. Eray: Ay tabii jürinin yapısından! Yıllarca ödüllere katılmadım.
Rahmetli eniştem Sait Faik jürisi başkanıydı. Yıllar sonra aynı jüride olan Hilmi Yavuz'un bana söylediği gibi, rahmetli eniştem çift oy hakkını hiçbir zaman benim için kullanmamış. Bu ödülü vermiş olmak için iki kere verdikleri yazar bile oldu. Zamanında kırmıştı bu beni. Ama Einstein'ın dediği gibi; zamanda bükülmeler oluyor.
Nurşen: Canlı bir sosyal hayatın ve yazım dışındaki sanatsal faaliyetlerin, ilhamı besleyici olduğunu düşünür müsünüz? Sosyal ya da siyasal uğraşılarınız, kişisel hobileriniz vb. hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?
N. Eray: Hayatın tam içindeyim. Bir şehri bütün sokaklarıyla, bir insanı bütün duygularıyla, bir olayı bütün dedikodularıyla, bir rüyayı bütün tabirleriyle yaşayan bir insanım. Her kesimin her yaşın içindeyim. Hayatı seviyorum. Aktif politikayla uğraştığım yıllar da oldu. Köşe yazarlığı bile başlı başına bir tetiktir. Böyle işte...
Ayla: Çok hızlı yazabilen ve çok sayıda eser vermiş bir yazar olarak yazarlıkta profesyonelleşme konusunda neler söylersiniz? Sizce, olumlu olumsuz yanları nelerdir?
N. Eray: Hala duygu dolu yazdığım için ve satış amacını düşünmeden yazdığım için; 45 kitabım olduğu halde, çok okunduğum halde profesyonel saymam kendimi. Hızlı yazmak ise başka bir şey. Bir Tanrı vergisi. Toparlayıp aktarabilmek. Einstein'ın dediği gibi; dünü bugüne, bugünü yarına katıp bir kaşık sabah pekmezi gibi yutuvermek.
Nurşen: Yazarak zengin olmanın istisnalar hariç mümkün olmadığını göz önüne alırsak, size yazmazsam olmaz dedirten şey nedir? Yılgınlığa düştüğünüz ve yazmayı bırakmayı düşündüğünüz anlar oldu mu?
N. Eray: Yılgınlığa düştüğüm ve yazmayı bırakmayı düşündüğüm anlar hiç olmadı. Yazmak benimle birlikte doğmuş ve benimle birlikte gelen bir şey. Yazmak benim hayat yolculuğumun kısa özeti ve dünya üstündeki izdüşümüm. Ölüme veya umutsuzluğa karşı koyuşum. Yazmak benim varoluşum.
Ayla: Öyküleri ya da romanları bir okuyucu ya da eleştirmen gözüyle değerlendirmekle, onları yazanın kendini değerlendirmesi farklı... Kendi yazdıklarınıza dışarıdan bakıp eleştirseniz neler söylerdiniz?
N. Eray: Bütün yazarlar kendi yazdıklarını beğenir. Bu istisnasız bir gerçektir. Ama ben kendi yazdığımı ilk kez okusam 'Ne değişik bir beyin, onunla tanışmalıyım, konuşmalıyım' derdim herhalde.
Ayla: Bazı romanların, öykülerin yarınlara kalabilmesinde, yüzyıllarca okunabilmesinde hangi unsurların etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
N. Eray: İnsanlık, insanı anlatması, insanın zaaflarını anlatması. Merhamet, aşk, tutku, cimrilik, serserilik gibi. Tabii çok iyi bir kurguyla yazılmış olmaları gerek.
Ayla: Bir insan olarak yaşadığımız ülkenin en büyük sorunları olarak neleri görüyorsunuz? Sihirli değneğiniz olsa nelere dokunmak isterdiniz?
N. Eray: Sihirli değneğimle cehalete dokunmak isterdim. Onu yok etmek isterdim.
Nurşen-Ayla: Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi adına teşekkür ederiz.
N. Eray: Ben bu güzel sorular için Lacivert dergisine çok teşekkür ederim.