.

.
.

31 Ekim 2022 Pazartesi

EKİM SONU / 31 EKİM

Annem çocukları sokaklarda neşeli, keyifli gördü mü, "Bahara salınmış kıriler gibi" derdi. Kıri "eşek yavrusu, sıpa" demek. Koca gözlü bir sıpayı yeşil çimenlerin üstünde zıplarken görmek isterdim doğrusu. Bunun yerine testte negatifi gördüm ve kendimi sonbahara saldım. Hoş sonbahar demek ne derece doğru, tartışılır. Antalya burası ve hala yaz. Hava sıcak, insanlar denizde, ağaçlar, otlar yemyeşil, çiçekler rengarenk. Sonbaharı hatırlatan tek şey kızarma hazırlığındaki Amerikan sarmaşıkları ve uçlarından kuruyan çınar yaprakları. Bir de şu adını bilmediğim, hüdayinabit çalılar:

İlk gün falezler üstünde, denize nazır bir cafeye konuşlandık ve kendimizi ödüllendirdik. Kaplan desenli bir yavru kedi vardı ortalıkta gezinen. Sonra birden anne kedi ağzında iki dilim salamla şimşek gibi atıldı ortaya, sağa baktı, sola baktı, masaların altını kontrol etti ve sonunda yavru kaplanı bulup ağzındaki salamı ona sundu. Tüm cafe onları seyrettik, pek firaklı bir görüntüydü. 

Ertesi gün Covid nedeniyle geciken grip aşımı yaptırmaya gittim, önce aile hekimine uğrayıp "Yaptırmam caiz midir ya hekim efendi?" dedim, icazet verince günlerdir eczanede bekleyen aşıyı alıp sağlık merkezine geri döndüm, eli hafif bir hemşire tarafından aşılandım. Sonra da arkadaşımla buluşma saatim gelene kadar mahallemin sokaklarında turladım. Bugüne kadar farkına varmadığım bahçeler, evler, dükkanlar gördüm, dibimizde bir otel bile varmış, şaşakaldım.

Vee aylar sonra pedikürcüme uğradım, gariban ayaklarıma kıyak çektim. Sonra da parkta yürüyüş yaptım. Miss gibiydi...


Ağaç mineleri coşmuş, parkın her yanında allı morlu serilmişlerdi. Yıllar önce, Antalya'ya ilk kez kamp nedeniyle geldiğimizde çiçeklere hastalık derecesinde tutkun anneannem bunlara bayılmış, bir tanesini kökleyip yanında Ankara'ya götürmüştü. Balkonunda bir tenekeye ektiği dal neredeyse ağaç boyutlarına gelmişti. Ölümünden sonra evini boşalttığımızda balkon kapısından geçirip içeriye alamamıştık, o derece büyümüştü. Kendi haline bıraktık balkonda, sahibiyle birlikte onun da varlığı silindi yeryüzünden. O yüzden her gördüğümde annennemi yanımda imiş gibi hissederim. 

Parkta iki tur attım, cesaretimi toplayıp, dizlerime tembihler edip merdivenlerden Falezler'in alt taraflarına indim. Her yer çok pisti, çekirdek kabukları, bira ve cola şişeleri, plastik poşetler, pet şişeler, kahve bardakları dört bir yanı sarmış. Keyfini yapan çöpünü arkada bırakıp gitmiş. Ah halkımızın iflah olmaz bencilliği, şu manzaralara reva görülenler... 


Dün Falez Park'a yürüdük Kocam Bey'le. Cam Piramit'te Kitap Fuarı açılmıştı ama girip gezmek içimden gelmedi. Hem Pazar günü kalabalığı, hem evdeki okunmayı bekleyen kuleler, hem de internet sitelerindeki indirim daha fazla olduğundan kişisel tarihimde ilk kez bir Kitap Fuarı cezbetmedi beni. Onun yerine parkın içinde turladık, müdavimi olduğumuz gözlemeciye uğradık, gün batımını seyrettik, döndük eve.



Katıklı ev hapsinden kurtulmam şerefine gezmek dışında film ve dizi izleyip kitap okudum. Şu aralar Netflix'de çok adı geçen "Cici", "The Good Nurse" ile "Anadolu Leoparı"nı seyrettim. Sonuncusu pek parlak değildi ama Uğur Polat'ın oyunu ve çocukluğumun mekanlarından, artık dağılmış AOÇ Hayvanat Bahçesi'nde çekilmiş olması durumu kurtardı. GAİN'de "Cezailer" diye bir dizi izliyorum, "Andropoz"u izleyip bitirdim ve E. Günaydın'ın hep aynı rol, hep aynı ses tonu halinden sıkıldım. Ha bir de "Hotel Portofino" dizisini izledim, konu bilindik ama Portofino manzaraları ve oyuncuların kendileriyle giysileri o kadar güzeldi ki, çok keyif aldım.

Kitapları ve Storytel'den dinlediklerimi bir dahaki postta detaylı anlatacağım, o zamana kadar güneşli geçsin günleriniz...




24 Ekim 2022 Pazartesi

ÜÇÜNCÜ ŞAHIS HİKAYELERİ 1 (SABAHLIK) / 24 EKİM

Kadın yine sabahın köründe uyandı. Çekili perdelerden sızmaya çalışan erken gün ışığının gönülsüzce aydınlattığı odanın kapalı kapısına, daha doğrusu kapıya monteli askıya kaydı gözleri. Kapüşonlu, uzun kollu bir eşofman üstü, yine kapüşonlu ama kolsuz bir eşofman üstü ve bir kot pantolon asılıydı. "Burada daha çok giysi vardı, evde yanan ışık sızmazdı odaya, nereye gitti onlar?" diye düşündü sabah mahmurluğuyla, sonra hatırladı. Yaz başında elbise dolabında bir düzenleme yapıp pek çok giysiyi tasfiye etmiş, onlardan boşalan yerlere de kapı arkası askısındakileri yerleştirmişti. 

Kapı arkası askıları; orta sınıf evlerin olmazsa olmazı, "koyacak yer bulamadığını as merkezi", zihni bir an çok gerilere gitti. Yıllar önce, daha çok gençlerken yaptıkları bir seyahati hatırladı. Arkadaşlardan birinin evinde konuk olmuşlardı bir geceliğine. Kendi odalarını vermişti arkadaşları, yattığı yerden yine kapı arkasına takılmıştı gözü kadının. Tabii ki askı vardı ve askıda bir sabahlık, bir de robdöşambr asılıydı. "Robdöşambr" ne görkemli bir isim, dedesinin de vardı, deve tüyü rengi, yaka ve kol ağızları kahverengi biyeli, dili dönmez "Davlumbaz" deyip geçerdi isterken, "Davlumbazım nerde benim?". Ne dedesiyle, ne misafiri oldukları arkadaşla robdöşambr arasında bir bağlantı kuramadı, gözünün önünde Önder Somer canlandı. El örgüsü bir yelek daha çok yakışırdı esasen arkadaşa ve dedeye. Sabahlığa kaydı gözü, pazen olduğunu karar verdi karanlıkta görebildiği kadarıyla, "Sıcak tutar" diye düşünürken kendi sabahlığını hatırladı, hayatta sahip olduğu tek sabahlığı. Nişanlıyken almıştı arkadaşlarıyla çıktığı bir alışverişte, iyi bir marka, şık bir şey. Pembeli, eflatunlu çiçek desenli, kapitone astarlı, kol ve yaka ağızları fırfırlı, kalın ve uzun bir sabahlık. Evlenip Denizli'ye gittiğinde, o ıssız sokaktaki sürekli tüten bir sobayla ısıtmaya çalıştıkları tuhaf evde, tayini çıkmadığı için eve mahkum olduğu, arkadaşsız, yalnız günlerinde uyanınca üzerine geçiriverdiği sabahlığı sıcacık bir dost olmuştu ona. Fırfırları kopup kapitoneleri sökülene kadar giymişti onu, bir daha da sabahlık almamıştı. Sabahın köründe derse yetişmeye çabalarken hangi sabahlıkla salınacak vakti vardı ki? Eşofmanların pratik arkadaşlığına geçiş yapmıştı. 

Sabahlık, sabah, Sabahat, Urkuş...

Urkuş? Urkuş nereden çıktı şimdi? Hatırladı, çocukluk yıllarında aynı apartmanda komşularıydı. İri yarı, çok esmer, konuşkan, girişken, külhan bir kadın. Kendini Sabahat diye tanıtmıştı taşındığında ama komşular aralarında adının aslında "Urkuş" olduğunu fısıldaşırlardı toplaştıklarında. Kadının aklına bir anısı geldi, sabahlıktan Urkuş'a, zihin tuhaf bir çağrışımlar yumağı. Apartmanlarının çevresi göz alabildiğine kırlıktı, baharda gözlere ziyafet sunardı çiçekli çimenli. Sabahat ya da Urkuş'un, her neyse ismi, yiğeni gelmişti memleketten. Kadının akranıydı, karışmıştı aralarına. Evin civarında "lik toplama" yarışı başlamıştı. "Lik nedir?" mi diyeceksiniz, gazoz kapağına lik denirdi kadının çocukluğunda, toplanıp biriktirilirdi ne işe yarayacaksa, garip bir oyun da oynanırdı galiba. Bir süre sonra anneler hışımla hepsini çöpe atardı ama "aramak" eyleminin heyecanı sanırım, hiç vazgeçilmezdi toplamaktan. Urkuş Sabahat'in misafir yiğeni de dahil bir grup çocuk daha fazla lik toplama telaşıyla otların arasında eşelenirken kadın ve yiğen aynı liki aynı anda görüverdiler. Eller aynı anda uzandı, kadının eli daha hızlıydı, lik onda kaldı. "İlk ben gördüm" diye bağırdı yiğen, "Hayır ben!" dedi kadın, sen gördün, ben gördüm derken yiğen kadının üstüne atladı. Kadın çocukken de kavga etmeyi bilmezdi, ancak sonu bir-iki gün süren küslükle bitecek hafif bir ağız dalaşı, o kadar. Örgülü saçına yapışan ele, yüzünü tırmıklamaya çalışan parmaklara hayretle baktı önce, yiğeni itip ağlayarak kaçmaya başladı, merdivenleri nefes nefese tırmanıp eve gitti. Anneanne evdeydi, torununu saçı-başı dağılmış gözyaşları içinde görünce "Ne olduuu?" diye feryadı koyuverdi. O ağlayarak anlatmaya çalışırken kapıda Urkuş Sabahat ve yiğen göründü. Urkuş Sabahat çıldırmış gibiydi, "Misafirimi dövmüş, anası-babası eşek demiş" diye bağırıyordu. İftiranın böylesi ama anneanne yer mi? Ellerini beline koyup Urkuş'la torunun arasına bir kale gibi dikildi, "Defol git çaşarat" dedi, "benim torunum ne adam döver, ne kötü söz söyler, sen önce yanındaki yoluk saçlıya terbiye ver". Anneanne sinirlenince sınır tanımazdı, hele de sözkonusu yakınlarını korumaksa, söylenmeye devam ediyordu ki Urkuş pes etti, yiğenin toruna yaptığını anneanne kendisine yapacak diye korktu zahir. "Çocuktur, olur" diyerek indi merdivenlerden. 

Ey sabahlık sen nelere kadirsin, kadına neler hatırlattın. Sabahlık demişken bir de "lizöz" vardı kadının "işe yaramayan giysiler" listesinde ilk sıralarda yer alan. "Robdöşambr" gibi Fransızca'dan geçme bir isim, doğum yapan kadınlara giydirilir. Her genç kızın çeyizinin olmazsa olmazıdır. Herkesin çocuk doğuracağına kesin gözle bakılır ne hikmetse, bu bir işe yaradığı çok ender görünen giysilerden de bir, bazen birkaç tane yapılır. Kadının da vardı, annesi ne rengini, ne şeklini ona danışmadan örmüştü bir tane; pembe, üstelik kolunun bacağının, yakasının nerede olduğu belirsiz bir garip model. Kadın doğum için hastaneye giderken tüm itirazlarına rağmen eklendi hastane çantasına bebek giysilerinin yanına. Orlondan örülmüş, kapkalın bu giysi Antalya'nın Temmuz sıcağında nasıl giyilecekti, bunu düşünen yok. Nitekim giyilmeyi bırak hastanede unutulup taburcu olundu. İlk ve son sabahlıktan sonra ilk ve son lizöz de tarihin karanlıklarında kayboldu...

Görsel: Buradan


19 Ekim 2022 Çarşamba

HELLÖ / 19 EKİM

Ekim'in 19'u olmuş, hiç söylemiyorsunuz. Bu nasıl bir ay böyle, burası neresi, ben kimim? Günden, saatten haberim yok kaç gündür. Oysa her şey ne güzel başlamıştı, Ankara'dan maaile dönmüş, çocukları Side'ye yolcu edip kız kardeşle binlerce adım atmıştık. Hava sıcak, Antalya mis, biz pek keyifliydik. Sonra çocuklar döndü, daha keyifli olacağız diye beklerken sırayla Covid olduk. Ben assolist olduğum için en son girdim sıraya ve en son çıkacağım tüm muhasebe kurallarını altüst ederek, ne FİFO, ne LİFO, benimki LİLO 😃

Diğer tüm aile bireyleri iyi şükür, teskereyi aldılar, evlerine döndüler. Ben 8. günümü eda etmekteyim, şafak sayıyorum, ağır bir durumum yok, grip tarzında geçirmekteyim ama yine de yoruyor kerata, kerata fazla sevimli oldu, şerefsiz daha uygun 😡 Bütün mesele kafamda, tüm kanalizasyon boruları tıkalı. Basınç farkından dolayı kulaklarım tıkırdıyor, burnum lıkırdıyor, genzimden çağlayanlar akıyor, dünyanın tüm samanları kafamın içine dolmuş gibi, işin garibi gövdemin bu durumdan haberi yok, olağan sürecinde yaşayıp gidiyor. İlk birkaç günü çoğunlukla istirahat halinde geçirdim ve bu süreçte laptopu ayak ucuma kurarak 4 bölüm "Yargı", tüm bölümleriyle "Andropoz" ve 3 bölüm "Cezailer" izledim. Sayısız şeker patlattım. 15 gün tek satır bile okuyamadığım için sonunda elime bir kitap alabildim, Nilüfer Kuyaş'ın tuğla boyutundaki 600 küsur sayfalık "Yeni Baştan"ına başladım. Henüz başlardayım ama ilgiyle okuyorum, fonda 27 Mayıs İhtilali ve arka planı var. Kendime saman kafayla bir hafta süre tanıdım bitirmek için, bakalım...

Covid'i bir yana bırakırsak evimi özlemişim, Antalya'yı da haliyle. Gel gör ki Antalya bizden iyilere karışmış gibi, sokakta benzerimize rastlamak biraz zorlaşmış, Ruslar, Ukraynalılar, Araplar ve Orta Asyalı arkadaşlar her yerdeler, geçen gün 3 yıl sonra bindiğimiz belediye otobüsünde yegane yerliler şoför ve bizdik. Buralar hala yaz, arada 2-3 gün yağmur yağdı, serinledi, bir gece fena gökgürültülü ve şimşekli fırtına çıktı. Bugün güzel, yakıcı olmayan bir güneş var, iyi geliyor bana. 

Bende durum bundan ibaret. Bugünlük bu kadar olsun, yazıyı kız kardeş buradayken gittiğimiz yerlerden iki fotoğrafla bitireyim de içiniz açılsın; Yat Limanı panoraması ve Düden Park'ın şelalesi:


Not: Daha önceki postuma yazdığınız yorumlara malum sebeple cevap veremedim, affeyleyin...


8 Ekim 2022 Cumartesi

HOME SWEET HOME 2022 / 8 EKİM

Antalya'ya döneli 6 gün oldu ama öyle hızlı yaşıyoruz ki bilgisayarın başına ancak geçebildim ve her an yarım bırakıp kalkmam olası. İki kişi gitmiştik Ankara'ya, geçici de olsa altı kişi döndük, çocuklar ve kız kardeşle birlikte. 6 gündür de birlikte olmanın tadının çıkarıyoruz, haldır haldır gezip, haldır haldır yaşıyoruz. Evi biraz derleyip toplamaya ancak bugün fırsat buldum, oh sefam olsun 😉 Olsun olmasına da iyi saatte olsunlar da boş durmuyor. Çok sıcak bir günde döndük Antalya'ya, Ağustos geri gelmiş gibi fırın ısısında girdik şehre. Evi gelmeden temizletmiştim, getirdiklerimizi yaydık ortaya, attık kendimizi koltuğa, kanepeye. Sonra acıktık haliyle, İkbal'de yediğimiz çiğ sucuklu tost çoktan eriyip gitmişti. Çocuklar pide almaya gitti, ben de sofra hazırlamaya niyetlendim. Ankara dönüşü bir süre yabancılık yaşıyorum evde, Ankara alışkanlıklarım devam ediyor elektrik düğmelerinin, muslukların, dolapların yerini karıştırıyorum. O sebepten midir nedir, tabakları almak için dolabı açtım, ne yapsam diye bir süre düşündüm, üstüste duran tabakları tek tek indirmektense alttakileri çekmeye karar verdim, çok iyi etmişim aferin! Alttakileri çektim çekmesine de üsttekiler de gelmek istedi. 5 adet çukur tabak elele tutuşup öncü koyunun yardan atlamasının ardından teker teker onu takip eden sürüdeki koyunlar gibi raftan aşağı bıraktılar kendilerini. Hayır doğrudan atlasalar neyse, kafama doğru pike yaptılar ve her biri tek tek alnıma çarparak indi aşağıya. Haliyle onlar paramparça oldu, benim de alnım kanamaya başladı. Bıçak gibi kesmiş şerrefsizler 😃 "Dakka bir, gol bir" hesabı ilk sakarlığı yaptık gelir gelmez. Nazar çıktı ayağına yattık ama kanayıp şişen alnıma mı yanayım, takımı bozulan tabaklarıma mı, yerdeki şangırdamış parçaların nasıl temizleneceğine mi? Neyse mağdur durumda olduğumdan alnıma buzu dayayıp kırık tabakları temizlemeye evin diğer elemanları koşturdu. Ben kazazede modunda izleyip tabaklarım için ah-vah ettim 😀

Ardından "Hoşgeldin" dercesine bir nezle tebelleş oldu ama ne tuhaf bir nezle. Gündüz hiçbir şey yok, gece yattım mı başlıyor: Hapşur, tıksır, tıkan. Sabaha kadar burnunu sil, sabah olsun sanki bütün gece elde mendil uyuyan sen değilsin, çekip gitmiş, "Nöbetçi Nezle".

Bu arada gezip tozmaya devam tabii, gece nezlesi, alında tabak yarası vız gelir tırıs gider. Kardeşle gelmişiz boru mu, elbet gezeceğiz. Bir yandan da sıcak ki ne sıcak, terleye poflaya devam. Perge'ye gittik cayır güneşte öğlen vakti. Lakin ben görmeyeli maşallah pek büyümüş evladım, gez gez bitmedi 😄




 

Perge'ye gelmişken Aksu'da tahinli piyaz yemeden olmazdı, bu farzı da yerine getirdikten sonra hazır buralardayken Kurşunlu Şelalesi'ne de bir ziyaret yapalım dedik ve daldık içeri. Uzun zamandır uğramamıştım, 15 yılı aşmıştır en son gelişim. Her şey çok güzel başlamıştı, "Blue Lagoon" filmindekine benzeyen görüntülerle, debisi fazla olmayan ama görünüşü pek güzel şelaleyi, oluşturduğu küçük havuzu, ağacı, çiçeği seyrederek bize sunulan rotaya adım attık. 




Oldukça engebeli ama yemyeşil ve güzel manzaralı patikalardan "Çıkış" levhalarını takip ederek yürüdük de yürüdük. Bir noktaya geldiğimizde önümüzden geçip giden insanların aynı patikadan geri döndüğünü gördüysek de bir anlam veremedik. Zira "Çıkış"ı işaret eden levhalar devam ediyordu. Biz de levhaların izini sürüp parkura devam ettik, etmez olaydık. Meğer ondan sonrası pek zahmetli imiş, hele de benim sonradan yapılma dizlere hiç uygun değilmiş. Babamın deyimiyle "Yokuşlarda ter dökerek, inişlerde tırnak sökerek", kah tırmanıp kah taşların üstünden atlayarak, kah daracık inişlerde cambazlık yaparak bir saatten fazla devam ettik. Neredeyse ormanda kaybolduğumuza ikna olacaktım. Yer yer karşımıza çıkan çöp bidonlarını ve "Çıkış" yazan levhaları görmesek Hansel ve Gretel masalına düştük diye bizi yiyecek cadının kulübesine ulaşacağımızı düşünecektim 😃 Bir yandan da nasıl sıcak, terler akıyor her yanımızdan, dilim damağıma yapıştı susuzluktan. Millet işi biliyormuş, parkurun zor kısmına gelince "Bize müsaade" deyip geri dönmüşler, insan bir tüyo verir değil mi; "Hemşerim dizinizden zorunuz mu var, dönün normal yoldan" diye.

Sonunda bu merdivenleri görünce "Yaşasın medeniyet" diye bağırasım geldi. Giriş kapısına ulaşıp kendimizi arabaya atınca bir oh çektim ki neredeyse karşıki dağlar yıkılacaktı. Hamam suyuna dönmüş pet şişedeki suyu tepeme diktim yetmedi, piyazcıdan yadigar ayranı da dipledim de öyle kendime geldim 😄 Ve fakat parkur sonunda en büyük aferini dizlerim aldı, bu maceradan sağ çıktıysa kendileri şunu 🧿 🧿 ve hatta şunu🎖🎖 hakettiler.

Efendim bugünlük bu kadarla kalayım, bizde macera çok, devamı bir dahaki postta gelsin. Kalın sağlıcakla...


1 Ekim 2022 Cumartesi

EYLÜL OKUMALARI / 1 EKİM

Eylül ayını 8 kitapla kapattım, normalde rutinim 10 kitaptır ama bu sefer epey baba kitaplar okuyunca haliyle sayı düştü. Sayfa sayısıyla kıyaslarsak 10 kitabı bile aşarım. Zaten sayı niye önemli olsun ki, önemli olan okunan şeyin kalitesi. Bakalım neler okumuşum:

-Ayın ilk kitabı Bernhard Schlink'in "Olga"sı oldu. Kapağın güzelliğine bakar mısınız? Sevgili Peyman arkadaşımın armağanı idi, sağ olsun. Yetim bir çocuk olarak büyüyüp öğretmen olan Olga'nın öyküsü anlatılıyor kitapta. Çok sevdiği Herbert'le evlenip mutlu bir yaşam düşlerken maceracı Herbert'in Kuzey Kutbu'na gidip dönmemesi ile büyük bir özlem yaşıyor. Hüzünlü ve güzel kitaptı...

-Samanta Schweblin ilk kez okuduğum bir yazar ama öykülerinin toplandığı "Yedi Boş Ev"i bitirince tanışmakla kalmayacağımızı, diğer kitaplarını da kitaplığıma ekleyeceğimi anladım. Son derece güzel öyküler, okumadıysanız tavsiye ederim...

-"Ateş Sönene Kadar" Aylin Balboa'dan okuduğum ikinci kitaptı, insanın içini paralayan öyküler yazmış Balboa. Eskişehir yolculuğu sırasında iki-üç öyküyü Storytel'den, kendi sesinden dinledim ve içime işledi. Okunası ya da dinlenesi...

-Orta halli bir çekirdek aile var "Vahşi Hayat"ın merkezinde, adının akla getirdiği gibi Amazon ormanlarında falan geçmiyor. Golf eğitmeni bir baba, yüzme öğretmeni bir anne ve 16 yaşında, yeni taşındıkları kente henüz ısınamamış bir ergen oğlan. Her şey yolunda gidiyormuş gibi görünürken bir aldatma sızıyor aileye ve o sakin hayat babanın deyimiyle "Vahşi Hayat" oluyor. Tansiyonu yükseltmeden yazmış Richard Ford, en ağır bölümü bile...

-Bu ayın en klas kitabına geldi sıra, 708 sayfası ve minicik puntolarıyla beni hayli zorlasa da müthiş etkilendiğim bir kitap oldu "Ülkenin Sonuna". Öyle ki ne o bitmeyen sayfalara, ne de o küçük puntolara kızabildim. Annelik, ebeveynlik, aşk, sevgi, dostluk, düşmanlık, savaş, halklar; sorgulayıp durdum her sayfada kendimi ve insanlığı. Çağlar boyunca barış içinde yaşamayı beceremediğimiz, savaşlardan ders alamadığımız için kahırlandım durdum. Yazarın son sözleri de cabası oldu. Uzun yıllar unutamayacağım bir kitap olacak...

-"Su Diyarı"nda tarih öğretmeni Tom Crick aile trajedisini bir tarih dersine çevirerek öğrencilerine anlatıyor. Genç yaşta ölen bir anne, kanal bekçisi baba, zihinsel özürlü bir ağabey, sonradan karası olacak sevgilisi, arkadaşları. Her şey kanal bekçisi babanın kanalda bir ceset bulmasıyla başlıyor ve olaylar tarih öğretmeninin ağzından bir ders gibi dökülüyor. Kolay okunan bir kitap değil ama içeriği çok zengin...

-Bir Yeşilçam filminin 19. Yüzyılda İngiliz oyuncularla İtalya'da çekilmiş bir versiyonu gibi "Büyülü Nisan". İhmal edilmiş kadınlar, ilgisiz kocalar, asalet meraklısı yaşlı hanımlar, zengin ve güzel genç kızlar, şahane bir şato ve mutlu sonlar. Bol çiçekli, pek neşeli, hoşça vakit geçirmek isteyenlere birebir...

-Ve ayın son kitabı: "Hamnet". William Shakespeare'nin ve ailesinin yaşadığı bir trajediyi kurgulayarak bir roman yazmış yazar Maggie O'Farrell. Shakespeare'in üç çocuğundan ikiz eşi olan oğlu bilinmeyen bir nedenle ölür (kitapta veba). Ardından anne ve babanın, ikiz eşi olan Judith'in yaşadığı acı sanki gerçekten karşınızda yaşanıyormuş gibi etkileyici bir biçimde anlatılmış. Shakespeare'in ünlü "Hamlet"i yazması da olayın akabinde gerçekleşir. Hüzünlü bir öykü...

Geçen ayki kitap yazımda bahsetmiştim. Uzun süre direndikten, gereksiz diye cak cak ettikten sonra bir Storytel aboneliği aldım. Meğer ben hep Storytel'im olsun, durmadan dinleyeyim istermişim. Spotify'ın bile pabucu dama atıldı. Kitap okumadığım ya da biriyle sohbet etmediğim her an dinliyorum. Yemek yapmak, ev işiyle uğraşmak, tablette şeker patlatmak, yolda yürümek falan artık asla tek başına olmuyor, hep Storytel eşliğinde. Güncelliğini yitiren kitapları, fazla hafif bulup para vermek istemediklerimi, okumak için vakit bulamadıklarımı, baskısı bitenleri dinliyorum da dinliyorum. Oh be, Storytel varmış. Düşünün bu ay 16 kitap dinlemişim. Bazıları gerçekten çok güzeldi, kitapçıda görsem buna da para verilir mi diyeceğim kitaplar beni utandırdı. Yıllık abonelik ücretini çoktan amorti ettim de kâra bile geçtim. Bakalım neler dinlemişim, sadece beğendiklerimi tavsiye edeceğim:

-"Liseden Arkadaşlar" eğlenceli bir kitap, öyle edebi derinlik falan aramayın, fakat iş yaparken dinlemesi zevkli oluyor. Murat Eken de çok güzel seslendirmiş.

-"Hacı Komünist"i anlatmama gerek var mı bilmiyorum. Ferhan Şensoy'un okumadığım 1-2 kitabının arasındaydı, burada bulunca hemen dinledim. Sanatçı başrolünü oynadığı, Küba'da çekilen "Şans Kapıyı Kırınca" filminin arka planını öyle güzel, öyle mizahi bir tarzda anlatıyor ki adeta yaşıyorsunuz. Yine Murat Eken seslendirmiş ve sanki Ferhan Şensoy'un ağzından dinliyormuşum gibi geldi...

-"Kibirli Palmiye"yi Storytel tavsiye etti, ben de hatırını kırmadım, iyi ki de kırmamışım, oldukça keyifli, polisiyemsi tadı olan bir dinleme oldu. Başak Daşman'ın güzel seslendirmesinin etkisini de unutmayalım haliyle...

-"Dünyaya Açılan Kapı" Bogota'da tek göz odada yaşayan, oradan oraya savrulan ve sonunda kendisini ablası Helena ile bir manastırda bulan yetim Emma'nın kendi ağzından mektuplarla yazdığı öyküsü. Gerçek bir yaşam, Marquez'in teşvikiyle yazıyor ve yayınlatıyor o mektupları. İlginç ve hüzünlü bir hikaye ve edebi anlamda da takdire şayan. Deniz Yüce Başarır'ın temiz seslendirmesi de kitabın değerini arttırmış..

-"Süreya Kuaför Salonu" bu ay dinlediğim en hoş, en keyifli kitaplardan biriydi. Yazarının adını bile duymamıştım ama kitabı sevdim. Süreyya ve Feza'nın iki arkadaşın öyküsü, olaylar ilerledikçe farklı durumlar çıkıyor ortaya, bu da ilgiyi gündemde tutuyor. Ayşe Melike Çerçi, Başak Daşman ve Umut Temizaş seslendirmiş..

-Yekta Kopan malum, birkaç kitabını daha önce okumuş ama "Aile Çay Bahçesi"ni çok duyduğum halde okumak kısmet olmamıştı, dinlemek kısmetmiş. Pek de güzelmiş. Okumadıysanız dinleyin derim. İkinci bir kitabını da dinledim; "İki Şiirin Arasında" ama ilk kitaptan sonra bu vasat geldi. İlkini Sevinç Erbulak, ikinciyi Beyti Engin seslendirmiş.

-Fuat Sevimay'ı "Kapalıçarşı" kitabı ile tanıdım, hoş bir kitaptı. "Anarşık"da da aynı tadı aldım, keyifle dinledim. Gürsu Gür seslendirmiş. 

-Mühendislik öğrencisi Gamze, Köy Enstitüsü kökenli babası İhsan Sami Bey, misafir öğrenci Yunanlı Stavros üçgeninde Türkiye ve Yunanistan'da geçen bölümleriyle oldukça hoş bir öykü idi "Dolunay İki Gece Sürer". Yazarın eşi Deniz Yüce Başarır seslendirmiş. 

-"Aklımın Aynalı Çarşısı" oyuncu Devrim Yakut'un öykülerinin toplandığı bir kitap, seslendirmesini de kendisi yapmış ve öyküleri bir kat daha güzelleştirmiş. Özellikle birkaç tanesini çok beğenerek dinledim.

-Halikarnas Balıkçısı ile Oğuz Atay'ı anlatmaya gerek yok diyorum. Diğerleri de dinlenebilir nitelikte ama beni ta kalbimden vuran Nobel ödüllü gazeteci yazan Svetlana Aleksiyeviç'in 2. Dünya Savaşı'na katılmış kadınlarla yaptığı söyleşileri topladığı kitabı "Kadın Yok Savaşın Yüzünde" oldu. Çoğu zaman gözyaşlarımı tutamadan dinledim Gökçe Eyüboğlu'nun seslendirdiği söyleşileri. Esasen kitabı da almıştım ama okumak istiyordum, taşımak istemiyordum Antalya'ya giderayak, o yüzden dinledim ve aslında iyi etmişim. Dinlemek anlatılanları daha derinlikli, daha iyi anlamamı sağladı. Yüreğiniz dayanacaksa okuyun ya da dinleyin derim...

Nice kitaplara, bundan sonra Antalya'dan seslenmek üzere hoşçakalın...