.

.
.

31 Ekim 2013 Perşembe

HEBELE HÜBELE

Salı günü bayram etkinlikleri nedeniyle hayli hırpaladığım dizimi dün korumaya alarak istirahate çektim, yegane etkinliğim sokağın köşesindeki PTT şubesine gitmek oldu, lakin onun için de 2 sefer yapmak gerekti. Camlarında kargo-aps vs yazan şubede tek memur çalışıyordu, yazdığı halde bu hizmetler verilemiyordu ve fatura yatırmaya gelenlerin kuyruğu kapının dışına taşmıştı. Mecburen akşama doğru bir kez daha gittim, bu sefer mektup ve kartlarımı postaya vermeyi başarabildim. 

PTT ziyareti dışında yaptığım en önemli şey "Downton Abbey" dizisinin 1. sezonunu bitirmek oldu. Her bölümü izledikçe "ben bu zamana kadar nerelerdeymişim yahu?" diye kendi kendime söylendim.


Aşağıda yukarıda ne entrikalar dönüyormuş o zamanlar, pek eğlenceliymiş yahu. 

Dünün en önemli olayı ise çekmecenin birini zorlarken sarsıntıyla dolap kapağının kafama düşmesi oldu. Voovv, gözümde şimşekler çaktı inanın. Kendime buz pedinden şapka yapıp evin içinde bir süre öyle dolaştım. Pek yakıştı, Victoria devri kadınlarına döndüm :) Sonuçta ne kadar kalın kafalı olduğum da böylece ispatlanmış oldu, yıkılmadım ayaktayım. Sadece başımın arka tarafında ağrılı minik bir ceviz var :)

Beyin kanaması geçirmeyeceğim kesinleşince bugün sinemaya gittim, şu meşhur "Benim Dünyam"a. 


Benim büyük beklentilerle sinemaya gitmemem gerektiği bir kez daha ıspatlanmış oldu, çok şey bekliyormuşum az şey buldum. Tamam Uğur Yücel, Beren Saat ve Beren'in çocukluğunu canlandıran miniğin oyunculukları oldukça iyiydi. Ama onun dışında bana çok şey ifade etmeyen ortalama bir film izledim. Yanıbaşımdakiler höykürerek ağladılar ama bende tık yok. Afedersiniz öküz müyüm neyim? Neyse siz yine de bana bakmayın, böyle şeyler  şahsa göre değişir, benim bayıldığım başkasına pek fena gelebilir, öte yandan ben sevmem ama bir diğeri çok hoşlanabilir. Siz istiyorsanız gidip izleyin, hem yerli filmdir katkımız olsun. Böylece Ekim ayında 19 film izleyerek kendime ait rekoru da kırmış bulunuyorum. Kendilerini uğurlarken aynı performansı Kasım'dan da beklediğimizi ekliyor cümleten sevgiler yolluyorum...

29 Ekim 2013 Salı

ANTALYA'DA 90. YIL

 (Dikkat, bu yazı bol fotoğraf içerir:)

Öğleden sonra başladık kutlamalara, Konyaaltı sahili Türk Yıldızları gösterisiyle şenlendi bugün. Oldukça erken gittiğimiz halde sahildeki cafeler, plajlar ve oturulabilecek her türlü zemin hıncahınç doluydu. Sevildiğinizi bilin, aşağıdaki fotoğrafların hepsini 2 saate yakın ayakta dikilerek sizler için çektim :)


Jetler gösteriye başlayıncaya kadar deniz taşıtlarıyla idare ettik, biri geldi, biri gitti. Hava şurup, deniz çarşaf, ışık şahane idi. Ve sonra aniden gümbür gümbür geldiler...


 

Ardından atraksiyonlar başladı.







Kalp çizmeden olur mu?



Güne ve sahile çok yakışan bu güzel gösteri tadı damağımızda kalarak sona erdi.  Sırada 29 Ekim nedeniyle düzenlenen bir başka etkinlik vardı: Antalya Oda Orkestrası'ndan Vivaldi/4 Mevsim konseri. Konser başlayana kadar kendime kahve ve havuçlu kek molası verdim:


Sonra da konser dinlemeye gittim. Fotoğrafta da gördüğünüz gibi "İlkbahar" bölümü çalarken arkadaki panoyla bana jest yapmışlardı övünmek gibi olmasın :)

 
Konser biter bitmez yıldırım gibi fırlayıp Fener Alayı'na yetiştim, son derece kalabalık ve coşkuluydu:


Günün finalini Yat Limanı'na karşı çayımızı yudumlarken meydanda kurulan paltformda sahne alan Zülfü Livaneli'den şarkılar dinleyerek yaptık. Şimdi sızlayan dizimi ovuşturarak bu satırları yazıyorum :)


İnsanın insanca yaşayacağı, huzurlu, hoşgörü ve barış içinde nice yaşlara Cumhuriyet...


28 Ekim 2013 Pazartesi

GÜNÜ GÜZELLEŞTİRENLER


Dün karar vermiştim ne zamandır aklımda olan "Yerçekimi" filmini izlemeye, toparlandım ve düştüm yola. Dolmuşa adımımı atar atmaz "Hoşgeldin abla" diyerek karşılandım sürücü tarafından. İlk kez böylesine rastlıyordum, üstelik devamı da varmış. Şirin suratlı, tombik şoförümüz arabaya her bineni "Hoşgeldin"le karşılayıp "İyi günler"le uğurluyor, durduğu duraklarda "şuraya gider mi, buradan geçer mi, falanca yere hangi numara gider?" diye soranlara sabırla cevap veriyor, durak dışı inmek için ricada bulunan yaşlı ve çocuklulara tolerans gösteriyor ve beni şaşırttıkça şaşırtıyordu. Bir okulun önünden cümbür cemaat binen bir grup liseliyi de "Buyrun gençler buyrun" diyerek kabul etti içeriye ve binbir şamatayla paralarını ödeyip yerlerine oturduktan sonra da "Nasılsınız gençler, hayat size güzel, kaptınız yine tatili" diyerek şakalaştı gülerek. Ardından da radyonun düğmesini çevirdi, içeriyi önce gevşek gevşek konuşan kadın spikerin "öyle bir şarkı geliyor ki, aboooov" sunumu, ardından da "Alavere dalavere" nakaratlı oynak bir Angara havası doldurdu. Öyle cümbüşlü bir ortam oluştu ki birdenbire minibüste, neredeyse "çek sağa dostum, iki döktürelim" diyecektim şoföre. Sağa çekmedi ama çöp konteynerinin yanından geçerken otomatik kapıyı açıp elindeki kağıt mendili bidonun içine fırlattı, isabetli bir basketti :) Üniversite hastanesinin önündeki durakta binmek için hamle eden herkese nereye gideceğini sordu ve işe bakın ki binenlerden yarısı yanlış bindiği için geri indi, lakin bunca sabırla bu işleri yapan adam kampüs önündeki durakta "Çallı'ya gider mi?" diye soran genci "tabelayı okumuyor musun, bir de üniversiteli olacaksın" diye fena halde payladı. Adama göre muamele :)

Sinemanın bulunduğu AVM'nin önündeki durakta inerken son yılların en klas sürücüsüne "hayırlı işler" dileyerek veda ettim. Biletimi aldım ve vakit geçirmek için girdiğim D&R'dan  4 kitapla çıktım: Hakan Günday'dan "Daha", Şebnem İşigüzel'den "Venüs", Uygar Şirin'den "Anne, Tut Elimi" ve Esra Türkekul'dan "Kapalıçarşı Cinayeti". Allahtan film başlamak üzereydi de kendimi kaybetmeden çıktım kitapçıdan. Filmi bir salon dolusu yarım gün tatil ergeniyle birlikte izledim ve bir daha böyle günlerde sinemaya gelmeye tövbe ettim. Mısır çıtırtısı, koltuk gıcırtısı, cola fışırtısı, cep telefonu ışıltısı, gülme fıkırtısı ve konuşma zırıltısı arasında uzay yolculuğuna çıktık. Film sona erdiğinde salon görevlileri bir enkaz devralmıştı adeta. Yerler ve koltukların oturma yerleri mısır patlağı, karton ambalaj, teneke kutu ve kağıt mendille kaplanmıştı. Sabır dileyerek çıktım salondan onlara. Filme gelince beklentilerimi karşıladığını söyleyemeyeceğim; uzay görüntüleri fazla karton, konu abartılıydu. Hiç sevmediğim et suratlı George Clooney filmin yarısında uzayın boşluğunda kayboldu Allahtan, çok sevdiğim Sandra Bullock ise yaşlanmış ve pek erkeksi görünümlüydü. Zaten astronot başlığından yüzünü fazla da görmedik. Sonuçta büyüyünce astronot olmamaya karar verdim, zor zenaatmış. 

Bunca şeyin üstüne eve dönerken bir taşıtın arkasında gördüğüm reklam günün son bombası oldu. "Ye.şilçam Kuru.yemiş" adında bir çerez firması kendine yüz olarak Tec.avüzcü Coş.kun'u seçmiş, oncağız da eline aldığı paketten çıkardığı fıstıkları ağzına götürürken "En güzel fıstıkları ben yerim" diyordu koskocaman fotoğrafta. Ah yurdum insanı, hayranım sana :)


27 Ekim 2013 Pazar

YAZDAN KALMA PAZAR

Antalya galiba yazın en güzel günlerini yaşıyor, sonbahar henüz uğramadı buraya. O azgın sıcaklar ve nem yok artık, hava şurup gibi, denizse bardağa konulup içilecek derecede berrak. Zaten plajlar insan kaynıyor. Hal böyle olunca sahilde bir yürüyüşü hakettiğimizi düşündük, hem aklımda bugünlerde başlayan "Mizahi Heykel Sempozyumu" kapsamında yapılmaya başlayan heykelleri de görmek vardı, düştük yola.

Heykeller henüz başlangıç aşamasında, bugün Pazar olduğu için de heykeltraşların çoğu yoktu, birkaç kişi çalışıyordu. Gözüme Karagöz-Hacivat heykelleri çarptı, bir de aşağıdaki. Diğer mermer bloklar henüz işlenmeye başlamamış, sanırım bitince şehrimizi güzel heykeller süsleyecek:



Antalya'da bugün koşulan triatlon nedeniyle Konyaaltı'nda yollar trafiğe kapanmıştı. Deniz kenarından yürümeye başladık biz de. Tesbih ağaçları yapraklarını dökünce son derece estetik bir görünüm alıyor, sahil boyunca bol miktarda var:


Bu aralar çatırdayarak gezmeme sebep olan vücudumdaki elektriği atmak için ayaklarımı suya sokmaya karar verdim ve plaja yatay geçiş yaptık:


Fotoğrafın sol köşesinde ayak başparmağımla müşerref oluyorsunuz, deniz öyle berraktı ve ılıktı ki akşama kadar ayaklarım suyun içinde oturabilirdim aşağıdaki manzaraya karşı:


Beydağları, ah Beydağları sizi seyretmeye hiç doyamıyorum. Yeterince hafızama nakşettiğime ve elektriğimi attığıma karar verince keyifli gezimizi arkadaşımıza uğrayıp kahve içerek sonlandırdık. Sevgili Antalya, Ekim performansınızdan çok memnun kaldık, aynısını Kasım ayında da bekliyor sevgiler sunuyorum...

25 Ekim 2013 Cuma

BİBER GÜNÜ


Bugünü biber günü ilan ettim. Kırmızı kapya biberler ve evde ne zamandır kullanılmayı bekleyen iri kıyım yeşil biberler közlenip kabukları soyuldu ve buzdolabı poşetlerine nakledilip dondurucuya istiflendi. İstiflendi diyorsam o kadar da çok değildi, hatta gözüme az göründüğü için bir miktar daha satın aldım, yarını da biber günü ilan edeceğim. 

Biberlerin icabına baktıktan sonra epeydir ertelediğim bir eylemi gerçekleştirdim: Saç boyatma. Kuaförümle özleşmişiz, hasret giderdik. Ben görmeyeli bebeği 8 aylık olmuş, vay canına zaman ne çabuk geçiyor. 

Saçları da hallederek bir miktar alışverip eve döndüm ve ağrıyan dizimi korumaya aldım. Yemekten sonra 3. Magda Szabo kitabıma başlayacağım: Yavru Ceylan. Bakalım diğerleri kadar güzel miymiş.

Bugünün ahvali budur sevgili dostlar, iyi bir hafta sonu diler ve kaçarım...


23 Ekim 2013 Çarşamba

OTOBÜSTE KİM VAR?

Kadın durağa gelir gelmez önünde durup kapılarını açan otobüse şaşkınlıkla bindi. Neredeyse ilk kez beklemeden bir toplu taşım aracına binmek kısmet olmuştu. Etrafına bakındı, oturacak boş yer yoktu ama otobüs tenhaydı, biraz ilerledi, önde oturan oğlunun "Anne, bir sonraki durakta ineceğiz, değil mi?" sorusuna "Evet" diye yanıt veren kadının koltuğunun yanına dikildi o kalkınca oturmak için. Çok sürmedi zaten bir sonraki durağa gelmeleri, pencere kenarı tekli koltuga yerleşir yerleşmez dikkatini sol tarafta oturan genç kız çekti. Kucağına yaydığı notalara eliyle eşlik ederek sessizce bir ezgiye çalışıyordu. "Koro çalışmasına gidiyor olsa gerek" diye düşündü kadın. Tam önünde oturan kızın uzun ve güzel saçları vardı, öyle uzundu ki neredeyse otobüsün zeminine değecekti, "bakımı çok zor olmalı" diye içinden fikir yürüttü, sonra arkadan gelen seslere kulak kabarttı. Ayakta duran 2 orta yaşlı adam, oturan bir yaşlı adamla memleket kurtarmakta idiler. Kulağına "demokrasi", "halk", "seçim" gibi sözcükler ulaştı, sıkıldı. Her akşam TV'lerdeki açık oturumlardan bıkmıştı zaten, önüne gelen vatan kurtarıyordu bu aralar. Sakindi otobüs, üç erkeğin konuşmaları dışında ses duyulmuyordu, bir nevi altın günü samimiyeti vardı sanki. Nota çalışan kızın önünde oturan aynı yaşlardaki diğer kızın yannda büyükçe bir çanta duruyordu, onun içinde bir müzik aleti olabileceğini düşündü kadın. Gözleri tekrar notalı kıza takılınca şaşkınlıkla bakakaldı, kızın önünde o ana kadar farketmediği, siyah kılıfının içinde kocaman bir bağlama duruyordu. "Gökte ararken yerde bulmak buna denir" diyerek güldü kendi kendine. Otobüs merkezi duraklardan birinde durdu, epey inen oldu. Tam hareket edecekken ön koltuklardan birinde oturan beyaz saçlı, esmer, yaşına görev çevik görünümlü kadın hızla atıldı ve son anda kendini otobüsten dışarı attı. Şoför "cıkcık" ederek hareket ettirdi otobüsü. Antalya parlak güneşin altında yeni yıkanmış gibi taze bir güzelliğe sahipti bugün. İç geçirdi kadın, "ne kadar özlemişim" diye düşündü. Vatan kurtaran adamlardan ikisi boşalan yerlere oturunca sohbet sona ermişti. Kırmızı tişörtlü olanı karısıyla konuşmaya başladı bu defa. Soket çoraplarının üstüne atkılı terlikler geçirmiş tombul hanım halkın saygısızlığından söz etmeye başladı. Yurt dışında hele de Almanya'da yayalara, çocuk arabalılara, bisikletlilere ayrılan özel yollar olduğu, neden bizim ülkemizde böyle şeylerin olmadığı konusunda yüksek sesle bildirimde bulunup birkaç fırın ekmeğe ihtiyacımız olduğunu söyledi. "Biraz daha ekmek yersek bundan da beter oluruz galiba" diye düşündü kadın ama dillendirmedi, zaten ineceği durağa gelmişti. Otobüsten inip kendini sonbaharın limonataya benzeyen havasına bıraktı. Az sonra Yat Limanı'nda, çok sevdiği cafelerden birinde aşağıdaki manzaraya karşı oturuyor olacaktı, daha ne istesindi:



20 Ekim 2013 Pazar

TATİL BİTERKEN

Tatilin son günü; sakin, duru bir Pazar. Yarından itibaren normal hayatımıza döneceğimizi umuyorum. Yorucu, hareketli ama çocuklar ve aile büyükleriyle keyifli bir bayramdı. Lakin sıkıldım artık, gündelik hayatın monotonluğunu özledim. Ankara'dan geldiğimden beri her günüm koşturmakla geçtiği için olsa gerek ayaklarımı uzatıp hiçbir şey yapmadan tavana bakmak istiyorum.

Dün çok sevdiğim kuzenlerimden biri bir geceliğine bizde konuktu, akşama yakın çarşaf gibi denize ve şurup gibi havaya karşı çay-kahve içerek Antalya'nın  tadını çıkardık.


Bir de garson kahveyi tabağa dökmeden getirmeyi başarsaydı daha da güzel olacaktı.

Güneş battığında eve dönerken bugüne kadar gördüğüm en güzel dolunaya rastladım. Sarışın, tabak gibi, efsunlu bir ay. Öylece bakakaldım. Fotoğrafını da çekmek istedim ama üzerinde bulunduğum üst geçitten o kadar çok geçen vardı ki titreşim yüzünden başaramadım. Olsun, ben de hafızama kaydettim, ne diyordu Uluslararası Yarışma birincisi film "36"da: "Ne kadar fotoğraf çekerseniz çekin  hatırladığınız hafızanızda kalandır".

Hafızanızda hep güzel şeylerin kalması dileğiyle...

18 Ekim 2013 Cuma

17 Ekim 2013 Perşembe

16 Ekim 2013 Çarşamba

15 Ekim 2013 Salı

12 Ekim 2013 Cumartesi

KRİTİK


Dün akşam tüm yorgunluğumla TV başında yaprak sararken Altın Portakal'ın kapanış törenini izledim canlı yayında. Ulusal Yarışma'ya katılmış filmlerin hiçbirini izlemediğim için verilen ödüller bana bir şey ifade etmedi, lakin Uluslararası Yarışma'da birincilik portakalını "36" filminin yediğini görünce özenle sardığım yaprak elimden düştü. İzlediğim filmlerden biri ve en sıkıcısıydı. Deneysel bir çalışmaydı sonuçta; bir ilk film, oyuncuların ilk rol tecrübesi ve durağan bir yapımdı. Analog fotoğraf filmlerinin 36'lık olmasından yola çıkılmış 36 kısa sahneden oluşuyordu ve hem hareket, hem diyalog çok azdı. Verilmek istenen mesaj da "ne kadar fotoğraf çekerseniz çekin hatırladığınız hafızanızda kalandır" şeklindeydi. Film sonrası salonda bulunan oyuncularla bir söyleşi yapılmıştı, izleyenlerin çoğunun görüşü de filmin durağan ve sıkıcı olduğu yönündeydi. Lakin jüri farklı düşünmüş olmalı ki çok daha güzel filmler izlemiş olmamıza rağmen ödül buna gitti. Eh onlar da sinemacı gözüyle değerlendirip bir nevi teşvik etmek istediler gençleri sanırım ama halk için yapılmayan film de biraz havada kalıyor sanki. Her neyse ben kişisel portakalımı-yarışmaya katılmış katılmamış ayırmadan- Asghar Farhadi'nin "Geçmiş"ine, en iyi ilk film ödülünü "Arkadaşlar Arasında"ya, en iyi kadın oyuncu portakalını Nazan Kesal'a, en iyi erkek oyuncu portakalını "Omar" filminin sevimli Omar'ına, en kanlı kasap portakalını da Kim Ki Duk'a takdim ettim. Afiyetle yesinler. Kendime de "Yılın İzleyicisi" portakalını uygun gördüm, itiraz edebilirsiniz ama hiç derdim değil, jüri ben değil miyim istediğime veririm :)

Şimdi bu defteri kapatıp bayram moduna geçme, çocuklarla keyif çatma, yiyip-içme, gezip tozma zamanıdır. Hâlâ dinlenemedim esasen, tembellik hakkımı bayram sonrası için saklı tutuyorum. Haydi şimdilik kalın sağlıcakla...

11 Ekim 2013 Cuma

PORTAKAL 6

Benim 6, festivalinse 8. günüyle birlikte bir Altın Portakal'ı daha soyup yemiş bulunuyoruz. Portakal teyzemiz bu sene 50. yaşını kutlayarak yarım yüzyılı devirdi maşallah. Vücut taş gibi amma velakin yüzü çökmüş hatunun. Ee kolay değil onca stres, sahne ışığı, makyaj ihtiyarlattı kadını. Bugün kulağına fısıldayarak seneye yüz estetiği yaptırmasını, biraz da güler yüzlü olmasını tavsiye ettim. Helallik istedim, vedalaştık 2014'e kadar. Sonra ben Filistin yapımı "Omar" filmini seyretmek için salona girdim.

Son gün olması sebebiyle festivalin neşesi kaçmış, ortalık ıssızlaşmıştı. Salonda çok fazla izleyici yoktu oysa "Omar" oldukça güzel bir filmdi. Kâdim insanlık sorunları konu edilmişti yine, işgal altındaki Batı Şeria, İsrail-Filistin çekişmesi ve arada kaybolan hayatlar. "Omar" benim için festivalin kayda değer filmlerinden biriydi. 

Günün ikinci ve festivalin benim için son filmi ise bir kahve molasından sonra izlediğimiz "Serbest Düşüş" oldu. 

Alman yapımı film bu yıl festivalde gösterime giren filmlerin çoğunun işlediği bir konuyu, eşcinselliği işlemişti. İki meslektaş polis arasında gelişen ilişkiyi ve sevgilisinden bebek bekleyen Marc'ın tereddütle karşıladığı duygularını, kontrolden çıkan hayatını izledik perdede. Daha önce "Metabolizma" filminde de benzer bir konu ele alınmıştı ama bu film diğerine göre daha bir izlemeye değerdi.

Bir festival de böylece bitti. O coşkulu havayı, sinemalar arası koşturmaları, iki arada bir derede atıştırılan yemekleri, içilen kahveleri, elimizin uzantısı haline gelen festival broşürünü, yanıbaşımıza oturup birlikte film izlediğimiz oyuncuları, yönetmenleri, film sonrası söyleşilerini özleyeceğiz. Yeni bir festivale-ki sırada Piyano Festivali var-kadar bayram koşuşturması içine dalarken 51. Altın Portakal'da görüşmek dileğiyle diyorum...

10 Ekim 2013 Perşembe

PORTAKAL 5

 

Efendim, sabahın köründe kalkıp, akşamdan biten tüpü rica minnet bir saatte yenileyip ilk seans için sinema salonuna koşturdum. Aklımca bugün 4 filmle en yoğun festival günüm olacaktı. Lakin görmeyi en çok istediğim filmlerden "Gerçeğin Dansı" teknik bir aksaklık nedeniyle gösterime giremedi. Kös kös boşalttık salonu ve kahve içmeye gittik. Kanıtı yukarıda; festival günlerinin olmazsa olmazı el uzantısı haline gelip eskimiş festival programı, biletler ve uzak gözlüğü eşliğinde sade kahve. Görünmeyen kalemler ise çanta içindeki hırka ve şal. Film yerine kahve ve sohbet seansından sonra "36" isimli Tayland filmini izledik. Nawapol Thamrongrattanarit adındaki, soyadı bateri solosuna benzeyen bir yönetmenin çektiği film son yıllarda izlediğim en durağan filmdi. 

Film sonrası salonda bulunan filmin oyuncuları Koramit Vajrasthira ve Wanlop Rungkumjad izleyicilerle yaptıkları söyleşide filmin mesajının "hafıza" olduğunu, "36" isminin ise fotoğraf filminin 36 poz olmasından kaynaklandığını söylediler.

"36" dan pek fazla keyif almadan çıkıp AKM'ye, tamamı Antalya'da çekilen "Her Şey Yolunda" isimli filmi izlemeye gittim. Gitmez olaydım. Sanki Antalya'da yaşamıyorum, git o görüntüleri bizzat orijinalinden gör, filme ne hacet. Hayatımda bu kadar kötü film çok az izledim, müsamereden hallice diyeyim siz anlayın. Oturduğum yer sıranın ortası olmasa ve insanları rahatsız etmekten çekinmesem ilk 10 dakikanın sonunda çıkacaktım. Çaresiz sonuna kadar katlandım bu eziyete. 

Allahtan akşam seansında gittiğim Asghar Farhadi'nin "Geçmiş" isimli filmi gündüz çektiğim eziyeti unutturdu. Başrollerinde "Artist" filminden tanıdığımız Berenice Bejo ve ilk gün "Son Adım" filminde yönetmen ve oyuncu olarak izlediğimiz Ali Mosaffa'nın olduğu film boşanma aşamasındaki bir çiftin geçmişteki ve günümüzdeki sorunlarını konu alıyor. Vizyona girerse kaçırmayın derim.


Yarın festivalin son günü, hiçbir ulusal yarışma filmini izlemediğim için sonucu merak etmiyorum. Uluslararası yarışma ödüllerinin izlediğim filmlerden birine gitmesini umuyorum ve son olarak  2 film izleyip 50. Altın Portakal'a veda ediyorum...


9 Ekim 2013 Çarşamba

PORTAKAL 4

4. Festival günümde niyetim tek bir filme gidip kalan zamanda eve çeki düzen vermekti. Ancak sabah erken kalkıp yapmayı planladığım işleri düşündüğüm zamandan önce bitirince bari 2 belgesel seyredeyim dedim ve yollandım AKM'ye. Dışarıda gayet güzel ve güneşli bir hava varken morg düzeyinde soğutulmuş salonda ceketlere ve şallara bürünerek 2 güzel belgesel izledim. Birkaç yıl önce festival salonlarında öyle üşümüştüm ki artık çantama bir hırka, bir şal atmadan çıkmıyorum.

İlk belgesel "Antigoni/Küçük Adamız Hayatımız", Burgaz Adası'ndan başta Yunanistan olmak üzere çeşitli ülkelere göçmüş adalı Rumların adayla ilgili anılarını ve yıllar sonra adaya ziyaret amaçlı geri dönüşlerini konu alan hoş bir yapımdı. Yer yer hüzünle izledik.


İkinci belgesel  "Bûke Baranê/Yağmurun Gelini" Kürtçe'de gökkuşağı anlamına gelmekti imiş. İlkokulu Yüksekova'nın bir köyünde aynı sınıfta okuyan çocukların o yıllarda çekilmiş bir fotoğrafından hareketle hazırlanan ve güneydoğu sorununu o yöre insanlarının ağzından anlatan bir yapımdı. Her iki belgeselin sonunda yönetmenleriyle küçük bir söyleşi gerçekleştirildi.

Fotoğrafta yönetmenler Nilüfer Uzunoğlu ve Dilek Gökçin söyleşi esnasında görülüyor.

Belgesellerin bitiminde koşarak diğer salona gittim "Ölüler ve Yaşayanlar/The Dead and The Living" isimli filmi izlemek üzere yerleştim yerime. Uluslararası Yarışma jürisinde İranlı aktrist Leila Hatami var ve her görüşümde kadının güzelliğine bir kez daha hayran olmaktayım, onu da bu arada belirteyim. 

Filmin kahramanı Sita büyükbabasının 2.Dünya Savaşı'nda Auschwitz'de görevli bir SS subayı olduğunu öğrenir ve geçmişinin peşine düşer.  Benzerlerini çok gördüğümüz bir konu olsa da başrol oyuncusu Anna Fischer'in sempatik oyunu filmi seyredilir kıldı.

Bu arada neredeyse tüm filmlerde tesadüfen yanyana koltuklara düştüğümüz festival arkadaşımla bu filmde ayrıldık ne yazık ki, ben bir arka sıradaydım. Kendisine buradan sevgilerimi gönderiyorum. Yarın yoğun bir film trafiğim olacak, bu arada finale de yaklaştık. Portakal 5'te görüşelim diyor iyi geceler diliyorum...