.

.
.

28 Şubat 2018 Çarşamba

KEDİCİLER BURAYA, PATİLER HAVAYA :)

Bugün epeydir görmek istediğim bir sergiye gittim. Ankara'da kaçırmış ve pek üzülmüştüm, neyse ki ummadığım şekilde burada yakaladım. Sözkonusu sergi Gürbüz Doğan Ekşioğlu'nun "Benim Kedilerim" isimli sergisi. Şebnem Bahar Sanat Galerisi sağolsun, bize böyle sürprizler yapıyor. Fazla söze gerek yok, sizin için seçtiğim pisiler aşağıda, buyrun miyavlatın :)












26 Şubat 2018 Pazartesi

HAFTA SONU, OPERA, SİNEMA, ÇELINÇ, ANI VS VS

Geçtiğimiz hafta farklı hava ve farklı ruh durumları yaşayarak geçti. Yağmur yağdıkça efkar bastı, güneş çıktıkça iyimser olmaya çalıştım, öksürdüm, tıksırdım, sırtım, dizim ağrıdı, kış mevsimine söylendim, Antalya'da yaşayıp daha açmış tek bir bahar dalı göremediğime esef ettim, saçımı boyattım, geçirdiğim ayak parmağı koterizasyonundan sonra korka korka pediküre gittim, iki kitap okuyup bitirdim, birsürü film izledim, gitmeye niyetlendiğim hatta gittiğim konser haberimiz olmadan iptal edildiği için kapıdan döndüm, üstüne bir bardak su yerine kahve içtim, böyle böyle hafta sonunu buldum. Cumartesi günü gayet güzel ve güneşli bir sabaha gözlerimi açtım. Öğleden sonra Opera Sahnesi'nde "Don Pasquale" operasının matinesine biletim vardı. "Don Pasquale" Gaetano Donizetti'nin bestelediği bir opera-komik. Gaetano adlı İtalyan kardeşimiz şu bizim meşhur, Osmanlı'da ilk bando olan "Mızıka-i Hümayun"u kuran ve geliştiren, bizleri Batı müziğiyle tanıştıran, bu hizmetlerden dolayı kendisine paşalık ünvanı verilen Guiseppe Donizetti Paşa'nın biraderi olurmuş. Analar ne marifetli yavrular doğuruyor. İşte biraderlerden Osmanlı'ya bulaşmamış olanın operasını bizin ANTDOB sahneye koymuş, bize de keyifle izlemek düşmüş. Tüm opera-komikler gibi sabun köpüğü bilindik bir konu ama müzikler, dekorlar, kostümler harika idi, hayli uzun olmasına rağmen keyifle izledik. Aşağıdaki  fotoğraflar ANTDOB'un sitesinden:







Pazar günü bir türlü uykuya geçemediğim gecenin sersemliğiyle akşamı bulup, akşam sinemaya gitmeye karar verdik, Oscar adayı filmlerden "I, Tonya"yı izlemeye. "En İyi Film" adaylığı dışında, "En İyi Kadın Oyuncu" ve "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu" dallarında da adaylıkları var filmin.


Margot Robbie'nin öncesinde epey emek verilmiş olduğu belli oyunculuğuna diyecek lafım yok. Üçlü axel gibi zor hareketlerde dublör kullanılmış olmasına rağmen buz pateni sahnelerinde de, diğer sahnelerde de oldukça başarılıydı.  Dediğim dedik, otoriter annesi rolünde  Allison Janney de fena değildi. Bu yıl yardımcı kadın oyuncu adaylıkları sanki mecburiyetten gösterilmiş gibi geldi biraz ama tabii ki otorite değilim bilemem. Film fena değildi, biraz belgesel havasında olsa da özellikle buz pateni sahneleri ilgi çekiciydi. Oscar adayı filmler genelde gerçek olaylardan uyarlanmış, 2018'in konsepti de bu olsa gerek. 

Hafta sonumun özetini verdikten sonra 52 haftalık çelıncımızın 9. haftasının sorusuna geçelim. Bir çocukluk anımızı anlatmamızı istiyor bu kez. Benim çocukluk anılarımın çoğunu biliyorsunuz zaten, kitabımı okuyanlar daha da çoğunu biliyor, o yüzden ne anlatsam diye bir süre düşündüm ve şu geldi aklıma:

5-6 yaşında olmalıyım, çok net hatırlayamıyorum şimdi. Annem ve babamla birlikte halamın hükümet tabibi olarak görev yaptığı Trilye'ye gittik bir yaz. Bu benim hafızamda net olarak yer etmiş denizi ve halamı ilk görüşümdü diyebilirim. Öncesi varsa da hatırlamıyorum. Mudanya'da aktarma yaptığımızda birdenbire karşıma çıkan kocaman lacivert su bugün gibi aklımda. Sonra Trilye'ye geçtik. Doktor olan halam ve onunla birlikte kalan en küçük halam tarafından coşkuyla karşılandık. Trilye'nin ahşap evlerinin o günden bugüne hiç değişmediğini 3 yıl önce kızkardeşle yaptığımız Trilye gezisinde şaşkınlıkla farkedecektim. Halamın evini elimle koymuş gibi buldum. Kızkardeş inanmadı, hemen oradaki bakkalı çalıştıran kadına sordum, anında hatırladı halamı ve benim tesbit ettiğim evi doğruladı, fotoğrafı aşağıda:


Trilye'ye giden hemen herkesin fotoğrafladığı bu köşe bina değil tabii ama arkada iki yönlü görünen yeşile boyalı ev halamın oturduğu ev idi. Sağ köşede kadın bu konuda açıklama yapıyor bana :) Kendisi o eve halam gittikten sonra yeni gelin olarak girmiş, halamı adıyla, sanıyla, tipiyle hatırladı zaten. Ev şurada daha belirgin:


Bir yönü bu dar sokağa, diğer yönü ise meydanlığa bakıyordu. Tabii o zaman bu kadar bakımlı olmayabilir, neyse geldik, bu eve yerleştik birkaç günlüğüne. İçe kapanık, utangaç bir çocuktum o zamanlar. Her şeyi, şehri, evi, yeni ayırdına vardığım halalarımı yadırgıyorum, annemin koltuğunun altından çıkmıyorum. Bir de küçük bebeğim var yanımdan ayırmadığım. Halam benimle yakınlık kurmak istiyor ama diyorum ya utangacım, aslında istediğim halde yanaşamıyorum, lakin kimse beni anlamıyor, uzaklığımı yabaniliğime, soğukluğuma, inatçılığıma veriyorlar, oysa ben utanıyorum. Halam kendince bir yol buldu. Bebeğime giysi örmeye başladı ve dedi ki, "Bunları örüp bitirince halacığım diye boynuma sarılırsan vereceğim, yoksa vermem". Halam doktor, akşama kadar muayenehanede hasta kabul ediyor ama becerikli. İki akşamda benim bebeğe ağzımın sularını akıtacak kadar güzel bir pantolon ve ceket ördü. Rengini bile unutmuyorum, sütlü kahve, paça ve kol kenarları sarı çizgili. Ördüklerini kenara koydu ve "Haydi bakalım, halacığım diye sarıl vereceğim" dedi. Off nasıl içim gidiyor ama bir şey beni tutuyor, müthiş utanıyor ve çekiniyor bir türlü sarılamıyorum. Oysa birkaç yıl sonra halam Ankara'ya ihtisasa gelecek ve ben onun eteğinin dibinde ayrılmaz elemanı olacağım fakat henüz ısınma turları bile başlamadı. Hasılı ben sarılamadım, halam da inat etti ördüklerini vermedi bana. Aklım örgüde iyice kapandım içime. Sonra bir gün küçük halam ve arkadaşları beni alıp plaja götürdüler, küçük hala o zaman ortaokulda. Şu aşağıdaki plaja gittik, mevsim yaz zaten:


Plajı sevdim, kum-çakıl oynamaya başladım. Dalmışım. Birdenbire kendimi havada buldum, halam ve arkadaşları kollarımdan bacaklarımdan tutmuş beni karga tulumba denize doğru götürmekteydiler. Neye uğradığımı anlamadan suya batırıp çıkarmaya başladılar. Ben çığlık çığlığa bağırdıkça onlar kahkaha atmaktaydılar. Ağzıma burnuma dolan sularla boğulacak duruma gelmiş, korkudan delirmek üzereyken çıkardılar beni sudan. Aslında biraz ergenlik ruhu, biraz beni suya alıştırma niyetiyle düşüncesizce bir iş yapmışlardı. O kadar korktum ki, o korku bende travma olarak kaldı. Şu yaşıma geldi, yıllardır içinden denize gayet rahat girilebilen bir şehirde oturuyorum, daha öncesinde her yıl deniz tatili yapan bir aileydik ama yüzme bilmiyorum, daha doğrusu öğrenemiyorum. Su göğüs hizamı geçtiği anda Trilye sularında yaşadığım boğulma hissi çıkıp geliyor ve panikle kendimi dışarı atıyorum. Halam çoktan unutmuştur bunu, çünkü diyorum ya sessiz ve içine kapanıktım, mızmızlanıp şikayetlenmediğime eminim, gelip geçici bir korku olarak düşünmüşlerdir. Sonuçta eve dönüş zamanı geldi, ben yine utanıp kimseye sarılamadan döndük. Bebeğime örülen pantolon-ceket aklımda, deniz korkusu belleğimde geldik eve. Annem valizi açtığında beni bir sürpriz bekliyordu, valizdeki eşyaların en üstünde bebeğime örülmüş ceket ve pantolon duruyordu. Halam kıyamamış bana çaktırmadan anneme vermişti.

Kızkardeşle Trilye'de gezerken beni kolumdan tutup bu plaja getirdi, "Belki" dedi, "aksi etki yapar, yaşadıklarını unutur, denize girme korkunu yenersin". Olmadı tabii öyle bir şey, bol bol güldük sadece :)

Evet efendim, bugünlükte bu kadar, güzel anılarınız çok olsun...

22 Şubat 2018 Perşembe

İLKGENÇLİĞE VEDA



Bugün internette yukarıdaki fotoğrafları görünce içim nasıl cız etti anlatamam. Bu bina benim ortaokul ve liseyi okuduğum, ömrümün en güzel yıllarının duvarları arasında geçtiği okuldu. İlkokulu bitirdiğim yaz annemle kayıt yaptırmaya gitmiştik. Sonradan spor salonu olduğunu öğreneceğim zemin kattaki geniş mekanda kaydım yapılmış, sonra önüme uzatılan bir torbadan dil kurası çekmiştim: Fransızca. Panikle çıkmıştım salondan, İngilizce ummaktaydım zira, üstelik ilkokulda iki yıl ingilizce kursuna gitmiştim, epey hazırlıklıydım. Sonra ilkokuldan bir arkadaşıma rastladım bahçede, meğer o da Fransızca istermiş, Almanca çekmiş. Almanca daha bir sempatik mi geldi nedir anlaştık, idareye gittik, değiş tokuş yaptık lisanları. İngilizce okusam daha iyi mi olurdu bilmem ama son sınıfa kadar hep çok iyi öğretmenlere rast geldim ve Almanca'yı çok sevdim, okulun müdürünün damgasını vurup bildiğimizi de unutturduğu son yıldan bahsetmeyelim daha iyi. Sonra okulun ilk günü geldi çattı, boyu dizimizin altında biten kara önlüklerimiz, beyaz yakamız, iki yandan örgülü saçlarımızla bahçede yerimizi aldık. Bahçe de bahçe ha, yere döşeli paket taşların aralarından çimler fışkırmış, dört bir yan çam ağaçları ve güllerle kaplı, tarhlarda mevsim çiçekleri, binanın yan duvarı çatıya kadar sonbaharda kızaran, ilkbaharda yemyeşil olan bir sarmaşıkla kaplı, duvarın hemen dibinde bir iğde dallarını yan bahçeye uzatmış, çiçeklenince kokusu dünyayı tutuyor, hasılı okul bahçesi değil adeta park. İlk konuşmalar yapıldı, okul kuralları biz çaylaklara hatırlatıldı, dağıldık sınıflara. İlk ders neydi, kim geldi hatırlamıyorum ama teneffüs zili çalar çalmaz aynı sınıfa düştüğümüz mahalle arkadaşım Filiz'le elele tutuşup bahçeye çıkmak için kapıya koşturduk. Açmak için elimizi uzatmaya kalmadan hademe önümüze gerildi: "Nereye?" "Bahçeye" "Ne bahçesi be, yallah sınıfınıza". Korktuk, kös kös döndük, acemiyiz ya. Gittik sıramıza oturduk. Meğer bahçeye çıkmak yasakmış, ağaçları, çiçekleri koruma amaçlı, ancak giriş ve çıkışlarda iznimiz varmış. Beden eğitimi dersleri de sıcak havalarda ön bahçenin tersine toprak kaplı, kurak bir yer olan arka bahçede yapılırmış. Daha öğreneceğimiz çok şey vardı haliyle. Daha Sıfırcı Mustafa dersimize gelmemişti, Türkçeci Nuriye Noyan üç yıl boyunca baharda pencereyi açıp "Yenimahallemiz ne güzel" diye derin nefesler almamıştı, matematik öğretmeni Yücel hanım Anadol'u ile kaza yapmamıştı, tarihçi Vacide tık tık topuklarıyla sıraların arasında dolaşarak "Sen sözlüye kalk!" dememişti, Süeda hanımın kırmızı ruju ve rujuyla takım ojelerini, yılan derisi çanta ve ayakkabılarını görmemiştik, felsefeci bıyıklı Fikriye henüz "Ben falanca lisede çalışırken okulun en güzel öğretmeni seçilmiştim" dememişti, Aysel hanım mini eteğiyle yatılı kızların ön kapağını çıkardığı kürsüye oturmamıştı, Kel Sabri fizik dersimize girmemişti, coğrafyacı Ali Rıfat "Baldırı çıplak Araplar hurmaya sümüklerini karıştırırlar" dememişti, başmuavin Nejla hanım elinde makas saç kontrolüne başlamamıştı, tarihçi Fahğünnisa ile Müdüğ Yusuf henüz evlenmemişti, Deli Melek diktiğimiz dikişi beğenmeyip cetveli ellerimize vurmamıştı, matematikçi Mualla hanımın ne kadar şık giyindiğini daha bilmiyorduk, Kerim bey henüz okula gelmemişti, ter ve toz kokan spor salonunda, rengi solmuş, yırtık minderlerin üstünde takla bile atmamıştık, münazara için coşmamıza, Kapadokya gezisine gitmemize, boş derslerde kanto söyleyip coşmamıza, yıl sonlarında arka bahçedeki tek ağacın altında gitar çalan Tayfun'a eşlik etmemize, her teneffüs önce tuvalete, sonra minicik kantine koşturmamıza, kalorifer peteklerinin üstünde dedikodu yapmamıza, aşırı disiplinden gına getirmemize, etekleri önce kemerin üstüne çekip öğretmen görünce indirmemize, saçlarımızı uzasın diye çekiştirmemize vakit vardı. Sadece Müzikçi Ayten "Ses veriyorum: Kooorkmaaa" demişti incecik sesiyle, önce onu öğrenmiştik sonra da bahçeye çıkılmayacağını. Şu camı çerçevesi sökülmüş, harabeye dönmüş koridorlarda az mı yürüdük, az mı koştuk, az mı gülüp ağladık. Okulun son günü o merdivenlere oturup fotoğraf çektirmiştik, artık fotoğraflarda yaşayacak anılar. Teşbihte hata olmazmış, Marshall Berman'ın ünlü kitabının adı gibi "Katı olan her şey buharlaşıyor". Güle güle Yenimahalle Kız Lisesi...

19 Şubat 2018 Pazartesi

YENİ HAFTA, ÇELİNÇ, SİNEMA, TİYATRO, ANI, ŞU, BU

Evde yayılarak geçirdiğim şahane güneşli pazar günü dışında bol etkinlikli bir hafta sonu idi. Sakin sakin yağan bir yağmurun eşlik ettiği cuma akşamını vizyona giren "Hadi Be Oğlum" filmini izleyerek geçirdim. Tahminlerimin ötesinde memnun ayrıldım salondan. Kıvanç Tatlıtuğ'un oyunculuğunu, özellikle şımarmadan kendini geliştirme, oyun gücünü her filmde, her dizide biraz daha arttırma çabasını çok takdir ediyorum. "Bebek yüzüm bana yeter, perdede görünmem yürek hoplatır" demeden aşama kaydediyor. Bu filmde de çok iyiydi, özellikle ağladığı sahneler içime oturdu, öyle doğal, öyle içten bir ağlama idi. Yer yer tutarsızlıklar, saçmalıklar olsa da eli yüzü düzgün, sıcak bir filmdi, oyunculuklar-minik Alihan'ınki de dahil olmak üzere-oldukça iyiydi. Filmin Kaş'ta çekilmiş olması da işin bonusuydu. O masmavi deniz her göründüğünde yüzmeye meraklı biri olmadığım halde perdeye atlayasım geldi. 


Cumartesi günü ise tiyatrodaydık, matinede. Bu yıl Belediye Tiyatrosu yeni açılan, uzak bir AVM'nin sahnesine taşınınca Devlet Tiyatrosu dışında seçeneğimiz kalmadı. Arada turneye gelen özel tiyatrolardan denk düşürebilirsek izleyeceğiz inşallah. Sezon başlayalı beri üç oyun izledim DT'de, Deli Dumrul hariç diğer ikisi benim için tam bir eziyetti. "Gökten Yağar Gibi" isimli oyuna ise geçen sezon iki defa bilet almış, ikisinde de oyun iptal edildiği için izleyememiştim. Kısmet bu güne imiş. Eğlenceli bir komedi idi oyun, olumsuz bir yargıya varmadan izledik, beğendik. Zira rol alan dört oyuncu da rollerinin hakkını gayet iyi vermişlerdi.


Tiyatro deyince aklıma geldi, zaten ne zaman tiyatroya gitsem bu olayı hatırlar, her seferinde hem güler, hem utanırım. Daha önce de yazmıştım, okumayanlar vardır, buraya kopyalayım da ben her okuyuşta biraz daha utanayım, siz de gülün:

"Sanırım ortaokulun ilk yılındaydım. Halam tiyatro bileti almış beni ve anneannemi tiyatroya davet etti. Oyunu bile netlikle hatırlıyorum; "Hırsızlar Balosu". Başoyuncusu da şimdi aşırı kilo alıp kel ve göbekli yaşlı bir adama dönüşen, o zamanlar ise bana son derece yakışıklı gelen Enis Fosforoğlu. Tiyatroya gidilirken özenilen yıllar, erkekler takım elbise-kravatlı, kadınlar abiye giysili, saçlar başlar kuaförden çıkma (o zamanlar fön çekilmez mizanpli yapılırdı), salona genel bir şıklık ve ağır bir hava hakim. Girişteki vestiyere numara karşılığı kürkler, paltolar emanet edilmiş, fuayedeki barda içki alan izleyiciler var falan, yani kısacası elit bir ortam. Şimdiki tiyatro izleyicisiyle(ben de dahil) alakası olmayan bir kitle. Neyse oyun başladı, biz en ön sıranın en ortasındayız üçümüz. Sahne tabak gibi karşımızda, Enis Fosforoğlu dik yakalı siyah kazağı, dar siyah pantolonu ve hırsız imajını güçlendiren siyah maskesiyle döktürmekte. Az zorlasak çıkmaya başlayan sakalının tellerini göreceğiz, o derece yakınız yani. Dalmış oyunu izlerken anneannem sol yanımdan dürttü, dönüp baktım dolma parmaklarını kırmızı taşlı bir yüzüğün süslediği tombul eli yengemden kalma büzgülü, kocaman siyah çantasının içinde. "Ne oldu" dercesine yüzüne bakınca o el avucu kapalı olarak çantanın içinden çıktı, aramızdaki koltukta oturan halamın kucağından sessizce geçti ve yavaşca benim kucağıma süzülüp elimin içine 7-8 kadar caneriği bıraktı. Mevsimlerden bahar, aylardan Nisan başı, caneriğinin en turfanda zamanı, benim en sevdiğim şey caneriği ve henüz hiç siftah yapmamışım. O karanlıkta bile sahneden süzülen ışıkla yeşil yeşil öyle bir parlıyorlar ki can dayanmaz. Adı da o yüzden caneriği olsa gerek:) Ne yapacağımı bilemeden halamın yüzüne baktım, o da bana baktı, aramızda sözsüz bir dayanışma gelişti ve içimizden sahnede ter döken Enis Fosforoğlu'na bir özür göndererek ilk eriği ağzımıza attık. Attık atmasına da muhallebi değil ki bu mubarek sessizce yiyesin. Bir çiğneyip bir birbirimize bakıyoruz, halam yavaşça soruyor: "Çatırtısı duyuluyor mu?". Anneannemin dünya umurunda değil, ağzı oynayıp duruyor, götürüyor erikleri, eh ses gelmediğine göre belli ki duyulmuyor, o zaman hücum:) Böyle böyle utana-sıkıla endişe içinde bir kilo eriği yedik. Haydi ben çocuk sayılırım daha, anneannem de yaşlı ama halam aklı başında kadın ne demeye bize uydu, bilemedim. Caneriğinin dayanılmaz cazibesi bu olsa gerek. Enis Bey halimizi farkettiyse ağzının sularını zor zaptetmiştir muhtemelen. Bunca zaman geçti, bu yaptığım şeyden hala utanırım ve olur a Enis Fosforoğlu bu yazıyı kazara okursa ondan ve sahne arkadaşlarından gecikmiş bir özür dilerim:))"

Anılaaar, anılaaaar, şimdi gözümde canlandılaaarrr, nırınım. Ay pardon birden nerede olduğumu unuttum :) Efendim, sinemada film ve tiyatroda oyun izlemenin dışında iki adet filmi de evde iyi ettim, "Altın Küre-Oscar Çelıncı" kapsamında: "Battle Of The Sexes" ve "Phantom Thread". İkisini de çok beğendim ama "Phantom Thread"daki Daniel Day Lewis performansına olmayan şapkamı çıkarıp hazırola geçtim. Zaten "En İyi Erkek Oyuncu" dalında Oscar adayı ve umarım kazanır. Bir de filmde şahane giysiler var, zira Daniel modacı rolünde ve şık giysiler tasarlıyor. Her ikisini de yan taraftaki çelınç sayfasında detayıyla anlattım.

Efendiim, gelelim 52 haftalık çelıncımızın 8. haftasına:

8. Hafta: Hayatınızı etkilemiş bir kitap:

Bir kitap bir hayatı ne kadar etkileyebilir? Ancak seversiniz, döner döner okursunuz, kahramanını rol model alırsınız, bazı şeyleri günlük hayatınıza uygulamaya çalışırsınız ama o kadar. Bir kitapla hayat değişmez ama birçok kitapla değişebilir. Hayatımı etkileyen bir kitap demeyeyim de kahramanını rol model aldığım kitap-bugün bile-ilkokulda okuyup, sonra defalarca farklı baskılarını elden geçirdiğim "Küçük Kadınlar" oldu, tabii ki "Jo".  Aşağıda baskılardan birinin kapağı ve yazan ellerini sevdiğim Louisa May Alcott var:


İlk okuduğum 90-100 sayfalık ilkokullar için olan baskılardan biriydi. İri harfli, kırmızının ağırlıkta olduğu kapaklı. Öyle sevmiştim ki babama yalvar yakar serinin diğer kitaplarını da aldırdım: "İyi Zevceler", "Küçük Erkekler", "Jo'nun Çocukları". Ortaokuldayken biraz daha geniş baskılar geçti elime, dönüp dönüp okudum, her seferinde Beth'in ölümüne ağladım. Tabii arkası yarın programlarında yayınlanan ve açılışta cıngılın ardından genç kız seslerinin "Meg, Jo, Beth, Amy" diye bağırıp sonra kocaman bir kahkaha attıkları temsillerini de kulağımı radyoya yapıştırarak dinledim adeta. Sonra bir arkadaşımın babasının tesadüfen sahaftan bulup aldığı ve kızlarına getirdiği kapkalın ciltli ve tüm serinin yer aldığı bir "Küçük Kadınlar" geçti elime. Daha doğrusu arkadaşım kendisi okumadan bana verdi okumam için, sanki ilk kez okuyormuş kadar keyifle okuduğumu hatırlıyorum. Öyle genişletilmiş, tam bir baskı geçse elime yine okumaktan kaçınmam. Zaten TV'deki dizilerini ve Jo rolünü Wynona Ryder'in oynadığı filmini de izlemiş bulunmaktayım. Öyle bir aşk benimkisi, yaşasın yaşam gurum Jo :))

Eh bugünlük bu kadar, görüşürüz...

15 Şubat 2018 Perşembe

PERŞEMBE İŞTE, BİLDİĞİMİZ PERŞEMBE

Kitap bitti, yüreğimi paralayarak bitti. "Dünya Ağrısı"ndan fenası olmaz diyordum, varmış. Umut ve Sanem'in birbirlerine söyleyemedikleri meğer bırak dünyayı, kainat ağrısıymış. Bir de Sophie var ki, diz ağrıma taktığım Cevriye adını getirdi aklıma evlerden ırak. O Cevriye ki, Sophie'nin yanında sütten çıkmış ak kaşık kalır. Kitap-zaten ikinci adı da böyle-"Yazı" ve "Tura" olarak iki bölüme ayrılmış, "Yazı" 1, 3, 5... diye numaralanarak Umut'un ağzından, "Tura" 2, 4, 6... diye numaralanarak Sanem'in ağzından anlatılıyor. Birkaç sayfalık son bölümde ise anlatılar içiçe geçmiş. Kısacası Ayfer Tunç kendi yazınının şahikasına ermiş bu kitapla, içimi parçalasa da, yüreğimi dağlasa da, unutmaya çalıştığım anıları beynime üşüştürse de çok beğendim "Aşıklar Delidir"i. Kitabın kahramanı aslında ne Umut, ne de Sanem, kitabın kahramanı Sophie, Sophie bir hastalığa takılmış ironik bir isim (Sophie'nin Seçimi filminden hareketle) ve bu genetik hastalıkla birlikte, bir şekilde yolları kesişen Umut ve Sanem'in umarsız öyküsü. Bir de Cathy var mesela, Umut'un Amerika'da kaldığı pansiyonun evsahibi, Alzheimer hastası, giderek ilerliyor hastalığı. Umut bir gün eve geldiğinde Cathy'yi neredeyse çıplak bir durumda yere oturmuş ve hayatında yer etmiş bütün objeleri bir daire  şeklinde etrafına dizmiş ağlarken buluyor. Canımı nasıl yaktı bu paragraf okurken anlatamam, aile geçmişimizde Alzheimer yok çok şükür, üstelik çoğunlukla canavar gibi bir hafızayla göçüp gitti neneler dedeler ama belli mi olur? Beni Alzheimerden ziyade tüm ömür boyunca biriktirilen, ölümle ve hafıza yitimiyle öksüz kalan eşyalar incitti. Annem öldüğünde geride bıraktığı, daha elinin izi, teninin kokusu bile kaybolmamış eşyalarını getirdi aklıma. Çantasının cebinde buruşuk birkaç kağıt para, keyfi yerindeyken arada bir yaktığı, tütünleri dökülmüş bir paket sigara, üzeri taşlı bir çakmak, gözünden sakındığı, kılıfını kirlenmiş minnak bir tavşanın süslediği cep telefonu, sık sık burnu kanadığı için evden eksik etmediği, her çekmeceden, her dolaptan çıkan kağıt mendiller, karton bir poşette başlayıp da bitiremediği ağ ipinden perde, perdenin üstünde elinin şeklini almış, yamru yumru tığı, vestiyerde ceketi, ayakkabılıkta parmak kemiğinin izi çıkmış, "hiçbiriyle bu kadar rahat etmedim" dediği sokak terliği, epeyce aradıktan sonra bulduğumuz bir kutunun içindeki üç-beş takısı,  tıpkı babasınınkine benzeyen sağa iyice eğik, uzun harfli yazısıyla "Bunlar Funda'nın" yazdığı kareli  kağıda sarılmış bir küpe, yakın gözlüğünün camında parmak izleri... Hepsi 12 yıl öncesinden geri gelip kalbime asit damlaları gibi aktılar. Bilinç manyak bir şey, unutmuyor. Sadece üstüne bir örtü örtüyor, en ufak esintiyle de o örtü havalanıp altında ne varsa döküyor ortaya. Kısacası "Aşıklar Delidir" üzerimden buldozer gibi geçti dostlar ama yine de okuyun diyorum, ısrarlıyım.

Hüzün yaptım değil mi, olsun. "Hüzün ki en çok yakışandır bize/Belki de en çok anladığımız" dememiş mi Hilmi Yavuz. Neyse, bugün oğlum e-devletten soy kütüğümüze bakıp bana yollamış. Büyük emellerle geçtim başına, hayal kırıklığıyla kalktım. Fazlaca yerli ve milli çıktık :) 7 sülale Niğde civarında dolanmış, yav bir hava alın, bir açılın açık denizlere değil mi? Hasan dağıyla, Bor ovasıyla, Ulukışla tren hattıyla biter mi koca ömürler. Hani diyordum ki acaba Balkanlardan, Kafkaslardan, bilemedin Afrika'dan, Orta Asya'dan kopup gelen bir dede, bir nene vardır, bir uzak kuzen, yakın yeğen falan bulunur da yaz tatillerini beleşe getiririz. Yok ki yok. Kocamın Arnavut'un hası, orada doğmuş, ergen olana kadar orada yaşamış, Türkiye'ye gelince yufka ekmeği kağıt sanmış nenesi bile Antalya doğumlu çıktı iyi mi :)))) Hay bin kunduz, anam sağ olsa yakasına yapışacaktım, "hani babama övündüğün Horasan'dan gelme sülale?" diye, ya babam "Ne oldu Harputlu atalarına, zaten akıl olsa seninkilerde, eller Amerika'ya yerleşirken Ulukışla'yı mesken tutmazlardı". Yok, yedi sülale İç Anadolu dolaylarından çıktı ama bir sevindirici haber var ki nenemin, nenesinin nenesi 1834 doğumlu Afife nenem zombi imiş, hala sağ görünüyor, adresini bulursam gidip mubarek elini öpeceğim, belki uzun ömür bulaşır. Ah bir de nenelerimden birinin adına bittim, torunum olursa onun adını koymayı düşünüyorum: "Küçükkadın" :)))) Sonra öğrendim ki bu neneler, dedeler hepsi Yengeç burcu, topu 1 Temmuz doğumlu. Denizcilik ve Kabotaj Bayramı kutlamaya gelmiş canını sevdiklerim akın akın. Sonuç itibarıyle bizim oğlan, bizim kız, farklı bir şey çıkmadı piyangodan. Ne edecen ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. Haydi kalın siz de sağlıcakla, Snoopy geçmiş Valentininizi valentinler :)


12 Şubat 2018 Pazartesi

İNSANI MUTLU EDEN KİTAPLAR VE HAFTALIK ÇELINÇ


Pazartesiyi bulduk yine, nasıl geçiyor anlamıyorum. Haftasonunu kapıdan dışarı adım atmadan geçirdim. Böylece hem kapıyı zorlayan Cevriye'yi ekarte ettim, hem de birikmiş dizi bölümlerini ve elimdeki kitabı bitirdim. Bitirir bitirmez de cuma günü kargodan çıkan Ayfer Tunç'un uzun isimli yeni kitabına başladım: "Aşıklar Delidir Ya Da Yazı Tura". İnsanın içine oturan bir kitap yazmış yine Ayfer Tunç, "Dünya Ağrısı" da öyleydi, bu da daha ilk sayfalardan çarptı. Akşam yemeğinden sonra elime alıp dörtte birini okuyuvermişim. Esasen tuğla boyutunda bir kitap, 445 sayfa yanılmıyorsam ama 2 saatte 110. sayfaya gelivermişim farkına varmadan.


Ayfer Tunç'la tanışıklığım "Kapak Kızı" ile başlamıştı. 90'lı yılların başıydı yanlış hatırlamıyorsam. Antalya'nın henüz küçük bir şehir olduğu zamanlar, şehrin göbeğinde ama üzerinde gecekonduların düzensizce yer aldığı bozuk bir sokakken birdenbire iki yanına yüksek katlı apartmanların sıralandığı bir bulvara dönüşerek rantı yükselmiş, yeni açılan caddelerden birindeki bir kitapçıdan alırdım o yıllarda kitaplarımı. Okulla ev arasında, tam orta noktada yer alan, neredeyse bir oda büyüklüğünde, karşılıklı iki duvarı kitap raflarıyla kaplı mütevazı bir mekandı Dünya Kitabevi. Diğer pek çok yer gibi o da zaman içerisinde tarihin tozlu sayfalarına gömüldü, sanırım yerinde bir asansörcü var şimdi. Henüz bu kadar çok yayınevi, durmadan yazan yazarlar ve yazarımsılar, durmadan basılan kitaplar yoktu, haliyle fazla seçme şansımız da. Şimdiki gibi raflar dolusu okunmadık kitap birikmezdi yani evlerde. Elimde okuyacağım kitap kalmadığında okul çıkışı Dünya Kitabevi'ne uğrar, raflardan bir birinin, bir diğerinin karşısına geçip ne alsam diye uzun uzun incelerdim. Sahibini hiç hatırlamıyorum, para ödeme dışında bir muhabbetim olmamış demek ki. İşte böyle zamanlardan birinde gözüme çarptı "Kapak Kızı". Parlak mavi kapağı ilgimi çekmiş olsa gerek. Yine tarihe karışmış bir yerden, Simavi Yayınları'ndan çıkmıştı kitap. Bir dönem çok güzel kitaplar basmıştı, evde hala durur yerli-yabancı Simavi baskıları. Yazarı tanımıyordum, "Ayfer Tunç da kim ola ki?" diye düşünüp kitabı incelemeye başlamıştım. İtici bir kapak resmi vardı; kafasına Çinlilerin hasır şapkaları gibi yayvan bir şapka geçirmiş, yüzünde sadece kırmızıya boyalı dudakları görünen, göğüsleri meydanda bir kadının bele kadar çizimiyle caydırıcı bir görüntü. Bir an hem bu resim, hem de "Kapak Kızı" gibi bir isimle kitabın sıradan, erotik bir roman olduğunu düşündüm. Sonra Simavi'nin o tarz kitaplar basmayacağına karar vererek kitabı alıp çıktım. İki gün içinde okuyup bitirdiğim romanın ne kapağının, ne de adının çağrıştırdığı  basitlikle alakası yoktu. İsim neyse de, kapak resmi cidden şanssız bir seçimdi. Zaten sonra farklı yayınevleri farklı kapaklar yaptı aynı kitaba. 

Tereddütle aldığım kitap bana bir yazar kazandırmıştı. Yeni kitaplarını sabırsızlıkla beklemeye başladım, sanırım bunun ardından YKY'den "Mağara Arkadaşları" çıktı. Zaten kendisi de YKY'de çalışmaya başlamıştı Enis Batur'la. Kanımca YKY'de en güzel kitapların basıldığı zamanlardı onların yayınevinde çalıştığı zamanlar. Ve çok geçmeden "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" yayınlandı, Ayfer Tunç'u herkese tanıtan kitap. Kızkardeş Ankara'dan alıp yollamıştı bana ve nasıl keyifle okumuştum anlatamam. Hatta bir mailleşmemiz olmuştu kutlama amaçlı, çok samimi cevaplar verip kalbimi kazanmıştı. Tesadüf o ara Ankara'ya gitmiş ve "Bir Maniniz Yoksa"nın imza gününe denk gelmiştim, yine yerinde yeller esen Konur Sokak'taki "Bilim ve Sanat Kitabevi'nde". Ne çok kitabevi kapandı yıllar içinde. Koşa koşa gittim, böylece tanışmış da olduk, çok keyifli bir sohbet yaptığımızı hatırlıyorum, hatta birlikte bir fotoğrafımız da var. "Kapak Kızı"nı biliyor olmama, ilk baskısını okumama şaşmıştı çok. Ve çok geçmedi kitaplar ardarda geldi, her kitabı bir öncekinden daha yetkin, daha güzel olarak. Ben "Bir Deliler Evi......"nin üstüne daha güzel bir kitap yazılamaz derken "Dünya Ağrısı" ile kalbimden vurdu. Boyuna bosuna bakmayan "Suzan Defter" ayrı bir güzellikti. Ve sanırım bu kitap ayrı bir çarpacak beni. Hatta hemen gireyim postu da bir an önce alayım tekrar elime diye sabırsızlanıyorum. Umarım ilerleyen sayfalar hayal kırıklığına uğratmaz.

Nasıl kurak bir ruh haline girdiysek sevilen bir yazarın yeni kitap çıkarması bile satırlar dolusu post yazdırabiliyor insana, küçük sevinçlere tutunup ayakta kalmaya çabalıyoruz işte. Neyse bugün pazartesi olduğuna göre 52 haftalık çelincın 7. hafta sorusuna geçeyim artık:

7. Hafta: Sizi geren, endişelendiren bir şey yazın.

Şu aralar her şey beni gerip endişelendiriyor, eminim çoğunuz için de böyledir. Belirgin bir şey yazmam gerekirse  en büyük endişem yakınlarımın ve kendimin sağlık problemi yaşaması ihtimali. O kadar çok sıkıntılı hastalık süreçleri geçirdik ki bu korku yapıştı kaldı üstüme. Annemin uzun süren hastalığı sırasında doktor tabelalarına bakmak bile strese sokuyordu beni, o derece yani. Eh, bu yazı çok uzadı, herkese sağlıklı günler dileyip bu uzun yazıyı bitireyim artık.

9 Şubat 2018 Cuma

CUMA

Kaç gündür uykuyla aramızda ciddi bir çekişme var, gün boyu ben direndikçe o gözkapaklarımın üstüne yerleşiyor, geceleri ise ben çağırıyorum o ortalarda yok. Haliyle yataktan zombi modunda kalkıyorum ve sersem sepelek dolaşıyorum. Evden kaçmış uykuya, eve sızmaya çalışan Cevriye de eşlik edince tadından yenmiyor geceler. Hayatta en çok imrendiğim insanlar kafasını yastığa koyar koymaz sızanlarla sporu alışkanlık haline getirenler, benim muhite asla uğramayan işler bunlar. Annem de benim gibiydi rahmetli, her sabah "Bu gece hiç uyumadım" diyerek çıkardı yataktan. Anneannem keza, onun tabiri daha fantastikti: "Sorman uşaaak, bi dene gözüm gözüme değmedi". Kastettiği gözkapağı olacak muhtemelen ama anneannem bu, atasözlerini, deyimleri kendine uydurmakta üstüne yoktu. Bunca uykusuz kadın nüfusa karşılık babam uyku konusunda hiç sıkıntı yaşamazdı, çabuk ve derin uyurdu. Uykusuzluğun ne olduğunu bilmediği için de anneme sürekli üç konuda takılırdı: "Benim hanım evlendiğimizden beri hasta, hala ölmedi. Her tartılmada kilo verir hala bitmedi. Her sabah hiç uyumadım diye kalkar, akabinde rüya anlatır" derdi. Haliyle annem köpürür "Seninki nasıl uyumak peki, yanından götürseler haberin olmayacak" diye yapıştırırdı cevabı. Uyku konusunda iki uç ebeveyne sahip bir kişi olarak anneme çekmem tatsız tabii ki, şimdi sağ olsa "Çektiğin damar kurusun" derdi. Der miydi? Sanmam, bu deyim genellikle baba tarafına çeken huylar için geçerliydi çünkü 😀 Lakin ne yaparsam yapayım giderek anneme benziyorum, yoğurt kaplarını biriktirmeye de başlarsam işlem tamamlanacak 😀

Çarşamba günü sinemaya gittik üç arkadaş. Fatih Akın'ın "Paramparça"sını izlemeye, paramparça olup çıktık zaten. Film tek bir salonda oynuyor, o da hiç alışkın olmadığımız bir salon, mecburen gittik. Küçük çaplı bir AVM'nin üst katında, janjanlı, havalı salonlar toplamı. 56 Şevrole'nin arka kasasından  (orijinal miydi bilemeyeceğim) oluşturma kırmızı kanepeler, laminat zeminler, duvarın birinde tavana kadar çapraz bir kitaplık, labirent benzeri koridorlarla şık olmaktan ziyade iç sıkıcıydı. Bunca tantanaya tuvaleti bile yoktu ama, film arasında AVM'nin ortak WC'sine koşturduk. Salon girişten daha da sevimsizdi. Siyah-beyaz, loş bir konsept, koltukların tamamı çiftli, bej rengi ve oturduğun zaman 10 santim kadar dibe gömülüyorsun. Ortada kol koyacak yer yok tabii ki, haydi biz arkadaşla gittik oturduk, farketmedi ama yalnız gidip de yanına tanımadığın biri oturursa pek gereksiz bir samimiyet hasıl olacak sanki. Duvarın birine boydan boya keçe benzeri bir malzemeyle külah şeklinde anlamını çözemediğim süsler yapmışlar, kısacası salon beni boğdu, yakamı paçamı yırtmak istedim, bunaldım. Özlemle her zamanki sinema salonumu andım. Neyse ki neredeyse boş salonda illa numaralı yerimize oturacağız diye durmadan koltuk değiştiren teyzeler vardı da gülecek bir şeyler bulduk, neyse ki film güzeldi de kendimizi kaptırdık, yoksa çekilir dert değildi. Film şehrinize gelirse izleyin arkadaşlar, cidden çok iyiydi. Detayları yan taraftaki Altın Küre-Oscar Çelınç sayfasında bulabilirsiniz. 

Haftanın son gününde size şu güzelim nergisleri bırakarak ayrılayım, bunlar kadar güzel geçsin gününüz...




6 Şubat 2018 Salı

UNUTULMUŞ ÇELINÇ VE BAŞKA ŞEYLER

Yahu 52 haftalık bir çelınça girmiştik ve de her pazartesi bir madde yazıyorduk ya, niye söylemiyorsunuz, aşkolsun. Ödev dediğin gününde yapılır, sonra gelen ödevin hükmü yoktur, onca yıl öğretmenlik yaptık değil mi, öğrenciye parmak sallayıp da kendimize gelince "olsun varsın" demek olur mu :) Hemen çelıncın sorusuna geçiyorum, bir puanımı kırabilirsiniz gecikmeden ötürü :)

6. Hafta: Bu haftanın en güzel hadisesi:

Doğumgünümdü, bundan daha güzel bir hadise olur mu, doğmuşum ayol doğmuşum. Şarkıcı Hadise kaça geçecek bu hadisenin yanında. Dünya benden mahrum kalmamış. Şenliklerle, havai fişenklerle, bandolarla, mehter takımlarıyla kutlanmalıydı ama olmadı. Olmayacağından değil de şahsım çok alçakgönüllü bir insan olduğumdan Lale Belkıs tonlamasıyla "Reca ediciiim, yorulmayınız, kuşları ürkütüp gürültü kirliliğine sebep olmayınız, insanları rahatsız etmeyiniz" dedim, caydırdım. Bir mum üfledim geçti gitti, az bazen çoktur değil mi?
😀🎉

Dün bütün gün evde ayaklarımı uzatıp oturdum. Sürekli bir uyku hali üstümde, arada şekerleme yaparak günü bitirdim ama boş durdum sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sonuçta ben hamarat bir kadınım, uyuklarken bile çalışabilirim.....desem inanmayın. Altın Küre-Oscar çelıncı yapıyoruz ya, o bağlamda bir film izledim önce "On Body and Soul/Beden ve Ruh". Çok beğendim.

 
Konu çok farklı, metaforlar çok vurucu ve oyunculuklar çok güçlü idi, Yabancı Film dalında Oscar adayım budur. Detayları bilahare yan taraftaki çelınç sayfasında yazacağım. 

Filmi izleyip ruhumu doyurduktan sonra hane halkının ve hatta uzakta olan hane halkının da doyurulması gerektiğinden mutfağa girdim. Bir tepsi şamfıstıklı-hindistancevizli kurabiye, bir tencere Antep usulü kuru patlıcan dolması ve tarhana çorbası pişirdim. Hazır fırın yanmışken bir miktar da badem kavurdum. Sonra da "Vay sırtım, ah dizim" diyerek çıktım mutfaktan. Elime nakışımı aldım, hahaha komik oldu bu cümle 😀 Nakış dediysem hazır, iplikleriyle birlikte gelen etaminler var ya, sağolsun bir arkadaşım doğumgünümde onların leylak desenlisinden armağan etti. Fırsat buldukça iki iğne dürtüyorum. Hiç de göründüğü kadar kolay değilmiş, bir kere etamin kolalı olduğundan eğilip bükülmüyor, sonra işle işle bitmiyor ama son derecede zevkli. Hem acelesi mi var, ne zaman biterse. Böylece benim gibi film ya da başka bir şey izlerken boş boş TV,  bilgisayar ekranına bakmaktan haz etmeyenler için bir taşla iki kuş, İşle izle, izle işle. 

Bugünlük de bu kadar olsun, maksat çelınç maddesi yazmaktı zaten, kalın sağlıcakla...

5 Şubat 2018 Pazartesi

ÖZETLE


Cuma günü sürekli kullandığım ilaçları yazdırmak için sağlık ocağına kadar yürüdüm. Hava tek kelime ile şahaneydi, bahar kokusu vardı. Antalya'da şubat geldi mi bahar el sallamaya başlar zaten, çok yakında ilk bademler çiçeklerini patlatır. Sağlık ocağına geldiğimde vatandaşlık numaramı girip aile hekimimin yanına vasıl oldum. Kendisi bir nevi heykel, yüzünde mimik oynamaz. Toplamda konuştuğum sözcük sayısı 10'u bulmaz bunca yıldır, daha hiç muayene olmadım. Aslında bir kez grip olup muayeneye gitmiştim ama tesadüf o gün izinli imiş, bir kadın hekim ilgilendi şahsımla. Küçük bir kağıda sürekli kullandığım ilaçları not alıyor, kağıdı uzatıp ricada bulunuyorum, o da sağolsun kırmayıp yazıyor, sonra aynı kağıdın arkasına barkod girip geri uzatıyor, iyi günler dileğime bile cevap vermiyor. Bu kadar, aileden biri ama sanırım küsüz, belki dedelerin paylaşamadığı bir miras mevzuu vardır :)

İlaç barkodum cebimde pastaneye kadar yürüdüm, bir adet kestaneli pasta kapıp otobüse bindim, kutlu doğum ayı içindeyiz hala, çeşitli şekillerde kutlamaların devam etmesi lazım. Otobüste bildiğin izdiham var, topluca tuttuğumuz takımın derbisine gidiyoruz sanki, üstelik ne gezme, ne mesai saati ama insanların otobüse binesi gelmiş. Elim kolum dolu, ayakta durmak o kalabalıkta ayrı sıkıntı. Tam önümde oturan gençten bir kadın bir yandan telefonla konuşarak kalktı oturduğu yerden. "Hah" dedim, "yer boşaldı, şanslıyım". Ama baktım çantası koltukta duruyor, "çantanızı unuttunuz" dedim, "Yok" dedi, "ben gelecem birazdan". Haydaa, başka bir yerde olsak tuvalete, sigara içmeye, su almaya falan gitti dersin ama burası otobüs, her yeri otobüs yani, seçenek yok. Arkadaş yerini rezerve olarak bıraktıktan sonra kapı hizasına gidip uzun uzun telefonda konuştu, koltukta çekmiyordu sanırsam. Bu arada otobüse her binen koltuğu boş görüp hamle ediyor ama tarafımdan "rezerve orası" diyerek püskürtülüyordu. Tabii bu durumda ufaktan gıybet dönmeye başladı, "Bu nasıl iş?", "Burası otobüs, özel mülk mü?", "Gençlerde hiç saygı yok" vs vs. Gençlerde saygı olmaması dışındaki gıybetlere dahil olduğumu itiraf edeyim :) Gençlerin ve hatta çocukların oturmasına, yer vermemesine kesinlikle söz etmem ama bu koltuk rezerveleme durumu cidden komikti. Neyse koltuğun sahibi bir süre sonra geldi oturdu, etraftakı gıybet mırıldanmalarını duyduğu için karşısında oturan kendi yaşlarındaki yolcu ile onlar da muhalefete başladılar. Gezmeye giden yaşlıların işe giden gençlerden yer beklemelerinin ayıp olduğuna falan dönünce muhabbete bir miktar karışmak gereğini duydum. Aramızda düşük dozlu bir tartışma başlamak üzereyken kesip attım, otobüste kavga etmek özel zevklerime girmiyor zira. 

Epeyce maceralı ve harareti yüksek yolculuk sonrası menzilime ulaştım, arkadaşlarla biraz muhabbet, pasta eşliğinde ilave bir kutlama falan derken ikindiyi bulduk. Sıra geldi sinemaya. Sıcağı sıcağına "Cebimdeki Yabancı"ya girdik. Ferzan Özpetek'in yönetmen olmasa da yapımcı olarak elinin değdiği belli olan bir filmdi. Özpeteğin kitaplarını ne kadar sevmiyorsam filmlerini o kadar seviyorum, o hep film çeksin, kitabı başkaları yazsın. Kitabından uyarlanan "İstanbul Kırmızısı"nı bile pek sevememişim. Filmin yönetmeni şirin şahsiyet Serra Yılmaz'dı. Eh ekip bu ikisi, oyuncuların çoğu da işinin ustası olunca ortaya oldukça iyi bir film çıkmıştı.


Film "Perfetti Sconoscuiti" isimli bir İtalyan yapımından uyarlanmış, sözkonusu film Türkiye'de gösterilmediği için bence sakıncası yok, uyarlansın :) Çok yakın 7 arkadaş bir akşam yemeğinde bir araya geliyorlar ve cep telefonu ile bir oyun oynamaya karar veriyorlar, kime mesaj, çağrı vs gelirse yüksek sesle okunacak, dinlenecek deniyor. İlk mesajdan sonra da işler sarpa sarmaya başlıyor. Ben sevdim filmi, kalabalık kadrolu, sofralı İtalyan filmleri tadında olmuş. Hele hele o sofradaki yiyecekler bence başrolde idi. Diyette olunca gözüm döndü zaten, sakın ola aç gitmeyin. Bir de izleyenlerden ricam o kavunlu zımbırtının içindekiler neydi, bilen varsa lütfen aydınlatsın. Salon tenha idi ama bendeki şans eşek sansı olunca onca boş yer varken önüme düşen iki kişi çileden çıkardı. Cep telefonunu elinden bırakmayan bir tanesi ilk yarı boyunca filmin muhtelif yerlerini videoya aldı, ne yapacaksa, gözümün önünde ışıl ışıl. Şeytanlar al telefonu elinden, vur kafasına dedi. Böyle zamanlarda içimden bir seri katil çıkıyor :) Neyse ki söz dinliyor, höt dedin mi oturuyor gerisingeri yerine :) Film sofrasındaki yemeklerden sonra öyle acıkmışım ki aynı şeyleri bulamasam da eve gitmeden karnımı doyurup nefsimi körelttim :)

Vizyon filmlerini izlerken bir yandan da çelınç filmlerine devam ediyorum. Cumartesi günü "Get Out/Kapan"ı izledim. Aslında türü hiç sevmem, bir korku gerilim filmi idi ama sıkılmadan buldum sonunu, ayrıntılar yan taraftaki Çelınç sayfasında, tıklayıp okuyabilirsiniz.

Ve pazar günü Ayizi Kitap'tan yazar arkadaşım Ayten Kaya Görgün yeni çıkan kitabıyla ilgili hem söyleşi, hem imza için Antalya Ansan'da idi. Onu dinlemeye ve kitabı almaya gittim. İlk kitabı "Arıza Babaların Çatlak Kızları"nı çok büyük bir keyifle okumuştum. Yeni kitabı "Çatlak Kızlar Sağlam Kapıda" eminim ki onun kadar güzeldir. Yolu açık, okuru bol olsun.



Yeni hafta güzel gelsin...

3 Şubat 2018 Cumartesi

OCAK OKUMALARI

Ocak derken yarısı Ankara'da, yarısı Antalya'da geçen bir aydan söz ediyoruz. İçine bir sürü koşuşturma, etkinlik, buluşma, yolculuk, yerleşme telaşları, çelinç nedeniyle izlenmesi gereken filmler ve bir de doğumgünü sığmış bir aydan. Bu yoğun süreçte yine de 12 kitap okumayı başardığım için öncelikle kendimi tebrik ediyorum, sonra da kitap sayısını arttırmama neden olan sayfa sayılarını. Evet, genellikle çok hacimli olmayan kitaplardı, öyle de olsa çok ekstra durumlar dışında 10'un altına inmeyen aylık okuma sayım düşünülürse pek de mühim bir rakam sayılmaz. Gelelim Ocak ayında sayfaları arasında kaybolduğum kitaplara:


-2018'in ve Ocak ayının ilk kitabı, daha doğrusu bir önceki yıldan yarısı okunup aktarılmış kitabı Mahir Ünsal Eriş'in yeni raflara çıkan "Öbürküler"i oldu. Çağdaş bir "Gulyabani" okuyor olmanın hazzı ve gülümsemesi ile okudum. Lakin beni ecinnilerden ziyade eski İstanbul'a rengini veren azınlıkların hüzünlü öyküleri etkiledi. Zorla yerinden yurdundan edilen birinin evini ecinnniler değil uzaylılar bassa yeridir, o evlerde ne yaşanmışlıklar ve ne yaşanamamışlıklar gizlidir kimbilir. Diğer yazdıklarını da çok severek okuduğum Mahir Ünsal Eriş'in romandan ziyade bir novella niteliğinde olan kitabını öneririm. Ayrıca yine bir yerden baba memleketim Niğde'ye dokunulmuş olması da kitabın sürprizi oldu benim için...


-"Avuntular"ı genç bir yazarın ilk kitabı olarak biraz da "Bizim Büyük Challengemiz" kapsamında okudum. Bir süredir okuduğum öyküler bana gerçek anlamda öykü tadı vermiyor ve şu sıralar özleyinceye kadar öykü okumamak niyetindeyim. Hoş ara sıra kendi kuralımı kendim bozuyorum ama Avuntular'daki öyküler de beni birkaçı dışında pek etkilemedi. O kadar söyleyeyim...


-"Palto" hakkında bir şey söylemeye gerek var mı bilmiyorum, benimki bir hafıza tazeleme okumasıydı. yoksa malum "Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık". Bu sözü eden Dostoyevski'nin bir bildiği vardır elbet. Memur Akaki Akakiyeviç ve paltosunun öyküsünü bugüne kadar okumadıysanız "Ne duruyorsunuz?" diyeceğim sadece...


-Anı ve biyografi okumayı ne kadar sevdiğim benim okuma maceramı takip edenlerce malumdur. TV'nin siyah-beyaz ve tek kanallı olduğu yıllarda, İzzet Öz'ün hazırladığı programlarda danslarıyla hatırladığım Aysun Aslan Uğur'un anılarını-daha doğrusu Cebeci Konservatuarı anılarını-topladığı "Anne Ben Leylek mi Oldum?" kitabını Dost Kitabevi'nde (Ankara'da olmanın faydaları) görünce hemen kaptım ve gerçekten çok büyük bir zevkle okudum. Hem dansçının bir dönem yaşam öyküsü, hem de çocukluğumun civarındaki evlerden birinde geçtiği Cebeci Konservatuarının öyküsü biraraya gelince tadından yenmedi kitap. Anı türünü sevenlere tavsiyemdir. 


-"Toza Sor" arkadaşım Lale ile gelenekselleşmiş yılbaşı kitaplaşmaları ile isteğim dahilinde (çünkü sorarız birbirimize) bana gelmiş bir hediye idi, epeydir aklımda olan, okumak istediğim, sağda solda çok izine rastladığım bir kitaptı. Okumaya 45+45 dakikalık bir metro gidiş-dönüşünde başladım. Metrodan indiğimde yarısı bitmişti bile. Yazar kahramanı Bandi'nin yazarlık ve aşk sancılarında kendi yaşamından kesitler sunuyor. Naif, gizemli ve çekici bir kitap, okunmalı...


-Tüm külliyatını büyük bir keyifle okuduğum Mehmet Eroğlu'nun son kitabı "Kıyıdan Uzakta" bir novella, uzun bir mektup. Doğanın kucağında, ölümü beklenen ve hiçbir zaman iyi ilişkiler kurulmamış bir annenin başucunda eski eşe yazılmış ters köşe eden bir itiraflar silsilesi. Eroğlu kitaplarından çok farklı bir okuma idi, bir önceki kitabı "Mermer Köşk" için de aynı şeyi düşünmüştüm. Kitap için kötü diyemeyeceğim ama ben yazarın alıştığım tarzdaki kitaplarını özlüyorum.


-Bugüne kadar Christopher Isherwood okumamış olmaktan dolayı kendimi ayıplayarak aldım "Prater'in Menekşesi"ni. Bu kitabını seçmemdeki kriter itiraf edeyim ki isminin güzelliği oldu. Her ne kadar menekşe ya da romantizmle bir ilgisi olmasa da benim için farklı bir okuma deneyimi idi. 2. Dünya Savaşı öncesi ve savaşın başlangıcında çekilmeye çalışılan bir filmin adı "Prater'in Menekşesi". Sayfalar boyunca yönetmen ve senaristi yazar arasında olan bitenleri, filmin çekilme kaygılarını ve savaşın etkilerini okuduk. Üslup olarak çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim ama yine de ilginç bir okuma oldu. 


-Bu kitabı niye aldım, neden okumak istedim hiç bilmiyorum. İsmi mi ilginç geldi, yoksa arka kapakta sözü edilen şapkacıyı mı merak ettim bilmiyorum. Ama sonuç hayal kırıklığı idi, boşa geçirilmiş bir okuma vakti, gereksiz zaman kaybı. Bir süre tanımadığım yazarlara ara versem iyi olacak diye düşünmekteyim. "Kapıyı İçerden Kilitledim" vasat ve kolay bir okuma, o kadar söyleyeyim...


-Bu ayın 2. anı kitabı Deniz Türkali'nin Murat Çelikkan tarafından kaleme alınmış "...daha dans edicem..." isimli yaşam öyküsü oldu. Maceralı ve atak bir yaşamı olmuş Deniz Türkali'nin, babası Vedat Türkali ile aralarındaki bir küs, bir barışık inişli çıkışlı ilişki, ilk eşi ile olan yorucu ve bir türlü bitemeyen evlilikleri, Atıf Yılmaz ile yol arkadaşlığı ve daha pek çok şey kitabın içinde yer alıyor. İnsanın çevresinde bu kadar çok ünlü ve çeşitli olaylara damgasını vurmuş insan olunca kendi hayatı da doğal olarak filmlere konu olacak bir duruma gelebiliyor. Aysun Aslan'ın anıları kadar olmasa da severek okudum. Anı türünü seviyorsanız siz de seveceksiniz. 


-"Denizlere Çıkar Sokaklar", "Zamansız Mevsimler"den sonra Reyhan Saygın'ın okuduğum ikinci kitabı. Kendisiyle Ayizi'nden kardeşliğimiz var zaten. Eski bir İstanbul evinde babasıyla yaşayan Sevin, kiracıları Derya ve oğlu Can, araya giren eski ve ünlü bir yazar, bir psikiyatrist. Hasılı dopdolu ve sokakların denize çıktığı bir hikaye...


-Mutfak öykülerine olan düşkünlüğümü fotoğraftaki pembe kapaklı kitabı okuyanlar zaten bileceklerdir. Yanındaki arkadaşı "Mutfaktaki Teselli" henüz benim kitabın çıkma projesi bile gündemde değilken aldığım ve bir türlü okumaya fırsat bulamadığım bir kitap idi. Kısmet yeni yıla ve Ocak ayına imiş. Kitabı okudukça benim kitabımdaki bazı şeylerle ortaklığına hayret ettim ve yazarı Özlem Birsel Graves'in akıcı ve kusursuz yazım diline hayran oldum. Yazar çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Akhisar'da geçirmiş bir Egeli, sonra aupair olarak İngiltere'ye gidiyor ve orada evlenip İngiltere'de yaşamaya başlıyor. Kitapta Ege ve İngiliz yaşam tarzlarından örnekler, mutfak hikayeleri, aile öyküleri var. Büyük bir zevkle okudum. Bu tarzı sevenler için de mutlaka okuyun diyorum...


-Ve Ocak ayının son kitabı, Rus yazar Ivan Panayev'in "Akrabalar"ı. Panayev ilk kez okuduğum bir yazar ama yazım dilinden midir, çeviri hatası mıdır, Rus romanlarının geleneksel yapısı mıdır çözemediğim bir sıkıntı vardı kitapta. Küçük bir taşra köyünde akrabalık ilişkileri, aşk-meşk meseleri ele alınmış ama çok sıkıcı bir okuma oldu benim için. O yüzden okumasanız bir şey kaybetmezsiniz diyor ve gelecek ay görüşmek dileğiyle kaçıyorum...

1 Şubat 2018 Perşembe

MİMLİ, FİLMLİ BİŞİLER

Efendiiiim buraya uğramadığım sürede dudağımın üstündeki iki adet aile boyu uçuk eşliğinde bir yaş daha büyüdüm. Doğumgünüm şerefine diyete bir gün ara verdim, çilekli pastamdan bir dilim yiyip bir kadeh de şarap içtim. Hakkımdır herhalde değil mi? Sağolsunlar gerek burada, gerek Facebook ve Instagram'da arkadaşlarım beni kutlamalarıyla mutlu ettiler, şarkılar yolladılar, listeler yapıp gönderdiler. Günboyu o şarkıları dinledim. Kısacası akına gitmiş bin atlı kadar olmasam da çocuklar gibi şendim. 

Bir yaş daha yaşlanmış olmanın ağırlığı ve olgunluğuyla (benden mi bahsediliyor acaba?) bugün evde oturmaya karar verdim. Arka arkaya 2 film izledim, malum Altın Küre-Oscar çelincımız var. İlki "Dunkirk". Çelinç sayfasına daha detayla yazacağım ama burada da iki satırla bahsedeyim istedim. 


"Dunkirk" Oscar'ın en güçlü adaylarından biri. Film gerçekten teknik açıdan ele alacak olursanız kusursuz, insanı rahatsız edecek, gerçekten bir savaş ortamında imiş gibi gerecek kadar kusursuz. Ama gelgelelim beni hakikaten gerdi, bomba sesleri, uçak vızıltılar, çığlıklar, ölenler, yaralananlar, offf! Hayat zaten çok zor be kardeşim, bir de film izleyerek kendimi niye gerdim ki, dudağıma ilave bir uçuğa daha ihtiyacım mı var? Hasılı ben bitene kadar zor dayandım ama meraklıları eminim çok seveceklerdir. Sana hayatta ve Oscar'da başarılar diliyorum Christopher Nolan ama bana bir daha bunlarla gelme. 


Ve en merak ettiğim upuzun isimli filmi de bugün izleyiverdim: "Three Billboards Outside Ebbing Missouri". Filmin adı başlıbaşına roman yahu. Lakin işte bugüne kadar izlediklerim içinde en beğendiğim bu oldu. Benim adayım budur arkadaşlar, anamın ak sütü gibi helal olsun Oscar, filme de, başroldeki en iyi kadın oyuncu adayı soğuk nevale Frances McDormand'a da. Detayları bilahare çelınç sayfasına yazacağım.

Madem filmlerle başladık filmlerle gidelim o zaman, pek niyetim yoktu ama haydi attırayım şu filmli mimi, gerçi beni kimse mimlemedi ama ne gam, ben kendimi mimlerim :)

1- Sinemada İlk İzlediğin Film:

"Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı" dermişim ahaha, böylece 104 yaşına girdiğimi de öğrenmiş olursunuz, malum film 1914 yapımı ya 😝 Şaka bir yana 2 yaşında iken falan sinemaya götürüldüğümü düşünüyorum, annem ve anneannem pek meraklı idiler zira. Hatta gündüz matineye gittikleri bir gün akşam da suareye babamı razı etmek için bana tembih etmişlerdi, sakın söyleme sinemaya gittiğimizi diye. Daha babam kapıdan girerken atlamış, "Baba baba, biz bugün sinemaya falan gitmedik ki" demiştim, demişim daha doğrusu hatırlamıyorum. O nedenle aklım erene kadar bir sürü filme boş bakışlarla bakmış olmam gerek. Aklımın erdiği ilk film ise "Ayşecik". Yanlış hatırlamıyorsam bir açıkhava sinemasında izlemiş ve öyle çok ve öyle yüksek sesle ağlamıştım ki insanlar filmi bırakıp bana bakmıştı. Ah o zamandan belliymiş ne gadan hassas, ne gadan narin kelebek kibin bir ruhum olduğu 😀 Aşağıda filmin afişi, afişten anladığınız kadarıyla 104 yaşında değilsem de 94 varım 😜



Bu da meşhur Ayşecik:



Bu poz çok meşhurdu efenim, bunun bir de kollar göğüste kavuşturulmuş versiyonu vardı ki o dönem kız çocuklarının çoğunun stüdyoda çekilmiş Ayşecik pozlu fotoğrafı mevcuttur. Benim var mesela :) Ayşecik'ten sonra ilkokula gidene kadar annem ve anneannemle gittiğim Cebeci civarındaki sinemalarda oynayan tüm filmleri kesin görmüşümdür. Hatta birinde Orhan Günşiray ve Nurhan Nur galaya gelmişti de kalabalık sokaklara taşmıştı, filmin adını hatırlamıyorum ama.

2- Film en güzel ....de/da izlenir:

Elbette ki rahat koltuklu, ses sistemi güzel, perdesi geniş ve yerleşimi anfi tarzı bir sinema salonunda izlenir. Lakin Antalya bu bakımdan biraz sorunlu, her filmi bulabilmek sıkıntılı (bazen de kimselerin bulamadığı filmleri festivalde izliyoruz ama ben genel anlamda söylüyorum), o yüzden evde izlediğim de çok oluyor. Tamam ev ortamı rahat ama dikkatim dağılıyor, hele film uzunsa sıkılıyor, dolanıp geliyorum. Ekran küçük geliyor falan filan ama yani sinema fiyatları da düşünülürse evde izlemekten de vazgeçilemiyor. 

3- Film izlerken olmazsa olmazın var mı, varsa neler?

Eğer sinemada izliyorsam mutlaka miyop gözlüğüm. Gündelik hayatta gözlük takmadan idare ettiğim ve beni yakın gözlüğü kullanmaktan alıkoyduğu için şükran duyduğum miyobum sinema, tiyatro, konser gibi etkinliklerde sıkıntı yaratıyor haliyle. Perde ya da sahnedekinin ağzını burnunu net görmek, alt yazıları okumak için şart oluyor. O yüzden ani sinema girişimim hiç olmaz, yola çıkarken mutlaka gözlüğü çantama atarım. Evde izliyorsam sorun yok, gözlük gerekmiyor ama hani kahve-çay olursa hoş olur yani.

4- Filmi tek başına mı, kalabalık mı izlemek?

Mümkünse salonda bile bir başıma olayım. Kimse telefonunun ışığını gözüme tutmasın, yanımda mısır haşırdatmasın, filme yorum yapmasın, telefonda konuşmasın, çocuğu vızırdamasın, ayağını koltuklara vurmasın, cak cak sakız çiğnemesin. Huysuzum işte var mı diyeceğiniz.

5- Film izlerken mısır mı, cips mi?

Salondaysam hiçbiri, yanımda yiyene bile tahammülsüzüm. Kaldı ki mısırı çok severim, evde isem yemek bile yiyebilirim izlerken ama salonda yok, hiçbir şey yenmesin, hatta yasak olsun, hatta su dışında bir şey satılmasın. (tehlikeli müşteri diye adım kara listelere girecek :)

6- İki boyutlu mu, üç boyutlu mu?

İki, üç midemi bulandırabiliyor. ayrıca gözlük üstüne gözlük takmak da sıkıntılı. Her şey üç boyutlu zaten, varsın filmler 2 boyutlu oluversin. 

7- AVM sineması mı, sokak sineması mı?

Öyle bir seçme lüksümüz kaldı mı Allahaşkına? Antalya'da tek bir sinema var sokak sineması sayılacak onun da ses düzeni problem. Ben alıştığım AVM'nin alıştığım salonları dışında bir yerde izlemek istemiyorum. Hatta başka AVM bile istemiyorum. Ha bir de festival zamanı Kültür Merkezi salonunu severim. Nerde o Ankara'daki eski sinema salonları. Yenimahalle'de bir Seyran Sineması vardı, Allahım nasıl güzel bir salondu. Lambri kaplı duvarlar, kadife perdeler, kristal aplikler, ahşap yer döşemeleri. Zeki Müren'in "Hayat Bazen Tatlıdır" filmini hatırlıyorum mesela, daha renkli filmler çok yaygın değildi ama Zeki Müren filmlerinde mutlaka birkaç sahne renklendirilirdi. Gözümün önünde o sahneler. Aynı salonda şöyle bir maceramız var. Ortaokuldayız, 13 yaşında falan. Arkadaşımın sarı, lüle saçlı, mavi gözlü, tombik taşbebek modunda 4-5 yaşlarında bir kızkardeşi var, annesi nereye gitsek peşimize takardı. Bir hafta sonu bu sinemaya "Oliver Twist" filmini izlemeye gitik, saat 10.00 matinesi. Tabii bıdık peşimizde. Heyecanla seyrediyoruz, derken bıdık demesin mi "çişim geldi". Sonuçta biz de çocuğuz, "tut biraz", "çıkılmaz şimdi", "az bekle" falan ama çocuk isyan etti sonunda, ağlamaya başladı. Lakin filmin en can alıcı yeri, çıkıp tuvalete götürsek kaçıracağız. Oturttuk çocuğu koltukların arasına, yap çişini dedik. Ah çocukluk aklı, kendimizi büyük sanıyoruz bir de. Bıdık başladı şır şırrr, millet duymasın diye biz de ayaklarımızı yere vuruyoruz. İşin kötüsü salon meyilli, şırıltının muhteviyatı ön sıralara doğru akıp gider. Nasıl kimseye farkettirmeden hallettik bilmiyorum ama bunca yıl sonra bile hatırlayınca utanıp telaşlanıyorum 😀

8- Filmden önce fragmanını mı, izlemek yorumunu mu okumak? 

İkisi de değil, fragmanı sadece sinema salonlarında mecburen izlerim. Filmi izlemeden de pek yorum okumam, ne zaman ki izlerim o zaman  yorumlara bakarım. Bir-iki kişi dışında kimsenin filmle ilgili görüşlerine de itibar etmem. Kısacası az evvel de yazdım ya, ben huysuz ve başına buyruk bir izleyiciyim.

Haydi bakalım bitti, size kolay gelmiştir inşallah bu kadar uzun yazıyı okurken. İsteyen kendini mimlesin...