.

.
.

28 Eylül 2020 Pazartesi

28 EYLÜL (EVLER EVLER-SON)

Bu serinin son yazısı olacak bu post. Pandemi nedeniyle eve kapandığımız şu günlerde (Sizi bilmem ama ben üç haftadır bir kez arabayla çocuklara gidip geldim o kadar, dışarıyla yegane bağlantım balkonun görüş açısıyla sınırlı) dış alemle ilgili yazmak çok zor, ister istemez insan geçmişe odaklanıyor ve hafızanın neleri kayda aldığına şaşıp kalıyor. Ben kendi nostaljimi yapıp anılarımı tazeler, kalanlara gidenlere bir selam yollarken umarım sizi sıkmamışımdır. Bugün artık Antalya'ya gidiyor ve oradaki ilk evimin kulaklarını çınlatıyoruz (Evlerin kulağı var mıdır sizce? Bence evler safi kulaktır ama konuşmazlar).

Tam Denizli'ye, eve alıştık, iyi dostlar edindik, Denizlice'yi söktük hatta doktora bile yaptık derken pat diye tayinimiz çıktı Antalya'ya, gerçi kendimiz istemiştik sürpriz olmadı ama ayrılırken burulmadım desem yalan olur. Öncesinde gerek bizzat giderek, gerek eş dost aracılığıyla yaptığımız ev aramaları sonuçsuz kaldı. Ev bulma konusunda çok ters giden bir şansımız var, bulamıyoruz, bulduğumuzu da beğenmiyoruz, bu hep böyle oldu. Elimize geçene razı olmak zorunda kalıyoruz. O yıllarda emlakçılık bu kadar gelişmemişti ve bu kadar yoğun inşaat yapılmadığı için kiralık evler sınırlı idi ya da bütçemize uymuyordu. Hasılı ev bulamadan yükledik kamyonu Denizli'den, zira göreve başlamamız gerekiyordu. Göç yolda düzelir dedik, bir daha bakalım, elbet buluruz. 

Antalya'ya ulaştığımızda oldukça geç bir vakitti, yağmur yağıyordu, kamyonu kapıya parkettik, ev bulana kadar üç-beş gün kalırız diyerek eşimin ailesinin evine yerleştik.  O ev iki ay bulunmadı, kaldığımız ev çok küçüktü, ben bebek bekliyordum, çok sıkıntılı bir süreçti. Eşyalar yan tarafta kayınbiraderime ait depoya yığıldı, gece yağan yağmurda kamyonun tentesindeki delikten sızan su en üstte duran yatağımızın ortasına, elden çıkarana kadar o günün nişanesi olarak gördüğümüz, kocaman, kahverengi ve bir türlü yok edemediğimiz bir iz bırakmıştı.

Günlerce ev aradık, abartıyorum sanırsınız belki ama bir çift ayakkabımın altını deldim ev ararken. Bütün evler bize sırtını dönmüş, muhatap olmak istemez gibiydiler. Okula başlamıştık bir yandan ki okul evlere şenlikti. 12 Eylül darbesinin birkaç ay öncesiydi, öğrencilerde tam bir kargaşa hakimdi. Dersler ya yapılmıyor ya alelusul yapılıyor, benim Denizli'de 1. dönemin ortasında tamamladığım konulara henüz gelinmemiş oluyor, idare başını kuma gömmüş çıkarmıyor, bir gün ders yapılıyorsa beş gün boykot yapılıyor, hasılı tam bir kaos ortamına düşmüştük. Denizli'deki o düzenli okulu, zaman zaman disiplininden bezdiğimiz idareyi mumla arıyorduk.  Sabrımın sınırlarını zorlamaktaydım ki bir gün eşimin akrabalarından bir hanım heyecanla kapıdan içeri girdi, "Ev buldum size" dedi. Kadına sarılıp öpmekle, zil takıp oynamak arasında kararsız kaldım, ikisini de yapamadım, birinciye kadınla fazla samimiyetim olmaması, ikinciye fiziki durumum engeldi. Hemen kalkıp ev sahibiyle görüşmeye gittik, bulunduğumuz yere çok yakındı. Emekli bir ilkokul öğretmenine ait yeni yapılmış bir apartmanın birinci kat arka cephesiydi söz konusu ev, kaldı ki ben bodruma bile razı olacak duruma gelmiştim. Evi gezdik, ev sahibi kendisi oturmayacağı, kiraya vermek amacıyla elinde bulunduracağı için içine hiç özenilmemişti. Islak zeminler mozaik, mutfak dolapsız, banyo klozetsiz ve malzemeler tam müteahhit işi idi ama bana o anda Versay Sarayı gibi göründü. Sonradan çok işimize yarayacak bazı artıları da yok değildi, kocaman bir balkonu ve oğlumun oradan taşınana kadar arkadaşlarıyla oynayabildiği korunaklı bir arka bahçesi vardı, güney doğu cephesi olduğu için de yazları nispeten serin oluyordu. Hemen sözleşme yapmaya niyet ettik lakin ev sahibi 6 aylık peşin isterim diye tutturdu. Yeni evliyiz, taşınmışız, bir sürü masrafımız olmuş, bebek gelecek, işe yeni başlamış iki öğretmeniz, 6 aylık kira toplamını kim kaybetmiş ki biz bulalım. Evsizlik o derece canımıza tak etmiş ki ev sahibi ısrarcı olunca borç harç bulduk, ödedik 6 aylık peşinatı, ev temizlendi ve sonunda taşındık, oh be!

Taşınma günümüz tam bir seyirlikti ve o evde geçecek günlerin fragmanı gibiydi. Kamyon kapıya yanaşıp eşyalar inmeye başlar başlamaz arı kovanı boşalmış gibi bir sürü çocuk peydah oluverdi ortalıkta. Kızlı oğlanlı, kimi ufacık, kimi daha hallice, bazısı sümüklü, asker traşlı ya da uzun saçlı envai çeşit ufaklık. Her biri gücünün yettiğince bir eşyayı kucaklayıp taşıyıcılarla birlikte eve çıkarmaya başladılar. Karınca gibi çalıştılar Allah için, epeyce de faydaları dokundu, iş bittiğinde ellerine üç-beş kuruş sıkıştırdık, "Sağol yinge" diyen gitti. Bu durum eve odun-kömür aldığımızda, pazardan yüklüce torbalarla geldiğimizde de devam edecekti. Çocuklardan oluşan bir taşıma timimiz vardı artık. Bunca çocuğun nereden çıktığını ilk taşınma telaşı bitince keşfettik. Yanımızdaki apartmanın inşaatında kendi iş makinalarıyla çalışan Batman'dan göçmüş bir ailenin erkeklerine para yerine apartmanın giriş katında iki daire vermişti müteahhit. Ailenin 9 erkek kardeş ve birinin iki tane olmak üzere karıları, tekne kazıntısı kız kardeşleri ve "Hökümat gibi" dedikleri görünümdeki asık yüzlü, otoriter anneleri ve o annenin yanında biblo gibi kalan sessiz sakin babaları da her biri birer oda alarak o dairelere yerleşmişlerdi. Onca çocuk da ailenin son kuşağıydı. En büyük oğul üçüncü kattaki müstakil bir dairede oturuyordu karısı ve çocuklarıyla. "Gurbet" isminde bir kızları vardı yeni yetme, ismini de uzun yıllar çalıştıkları Lübnan'da doğduğu için vermişlerdi. Gurbet beni çok sevdi, balkondan balkona muhabbet ederdik, muhabbet uzarsa annesi seslenirdi: "Oyy Gurbeetiii", bazen de Gurbet alt kattaki komşuya seslenirdi bir şey gerektiğinde: "Nezzeketi Teyze, Nezzeketi Teyze". Hep yoluk yoluk duran örgülü saçları, kara gözleri, dallı güllü elbiseleri ile Gurbet'e bayılırdım. Doğum yaptığımda ilk hayırlı olsuna gelenlerden biri de Gurbet'in annesiydi, beni ve bebeği görmüş, iyi dileklerde bulunmuş giderken de Temmuz ayında yün çorap giymemi ve "bulgurluk pilav" yememi tembihlemişti. İşin fenası annem de neredeyse o yün çorapları sokacaktı ayağıma 40 derece Antalya sıcağında 😃

Karşı apartmanın gelinleri örgülü saçları, allı pullu yazmaları, insanın içini coşturan renklerdeki güllü çiçekli kadifeden uzun elbiseleriyle yöresel bir defiledelermiş gibi girip çıkarlardı apartmana kaynananın gözünden ırak oldukları zamanlarda. İki muhabbetin belini kırar, onu gördüler mi çil yavrusu gibi dağılırlardı. Çocuklarsa her daim sokaktaydılar, kimileyin oyun kurar, kimileyin arka bahçede besledikleri kuzunun önüne atılmış karpuz kabuklarına ortak olur, balkon yıkayanların oluklarından akan suyla serinler, yardıma ihtiyacı olanların torbalarını taşır, çocukluklarını dibine kadar yaşarlardı. İçlerinden biri vardı ki kanka olmuştuk onunla: İsmail. Yolun karşısındaki çiçekçinin ıskartaya çıkardığı çiçeklerin arasından işe yarayanları seçer, zili çalar, açtığımda gülü burnuma uzatıp "Yinga sana çiçek getirmişem" derdi. Ah İsmail, kara gözleri pırıl pırıl parlardı. Her daim traşlı kafasını severdim elimi uzatıp, bazen biraz harçlık, bazen çikolata, kurabiye, kek, günlük yevmiyesini alıp giderdi. Küçücük yaşta kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş, onca kalabalığın içinde varolmaya çalışan, sevgi, şefkat peşinde koşan, küçücük kara oğlan. Annesi babasının ilk karısının üstüne kuma gelmişti, pek güzel bir kadındı. İki kuma ayrı odalarda yaşardı, sonra ilkine şehrin dışında bir gecekondu yaptılar, oraya taşındı, İsmail iki ev arasında gidip gelmeye başladı. İkinci el bir de bisiklet almışlardı, pek mutluydu. Oraya taşındıktan üç yıl falan sonraydı, mutfakta bulaşık yıkıyordum, bir ara çöp atmak için balkona çıktığımda karşıya iki polisin girdiğini gördüm ama önemsemedim. Biraz sonra çığlıklar başladı. Meğer İsmail üç gündür yokmuş, kimse önemsememiş, her ev diğer evde olduğunu düşünmüş. Halbuki İsmail bisikletle dolaşırken araba çarpmış ve sağken bile güzel gün görmeyen yavru sahipsiz minicik bir ölü olarak morgda üç gün beklemiş. İsmail'i hiç unutamadım, şunları yazarken bile burnumun direği sızlıyor, "Sana çiçek getirmişem yinga" diyen sesi kulağımda. Her gariban ölü gibi İsmail de çabuk unutuldu, annesi yeni bir İsmail getirdi dünyaya, adı da İsmail, kendi de İsmail'in kopyası ama benim kalbim artık İsmaillere kapanmıştı, bir bağ kuramadım onunla. İsmail'in yerini Siraç aldı. 

Zemin kat sakinlerinden bir oğulun kendine ev yapıp karısını da alarak gitmesi kaynanayı fena kızdırdı, çünkü müsaadesi yoktu. Kızgınlık oğuldan ziyade geline yönelikti haliyle, neden bırakıp gitmişti ki klanı, tek oda neyine yetmiyordu. Nisbet için kırkını aşmış oğluna onbeş yaşında bir gelin getirdi kuma olarak. Daha çocuk sayılan gencecik kız üç-beş boncuğa, dallı güllü elbiseye mum olup geldi ve gelir gelmez ilk işi bir nevi başlık parası gibi tüm dişlerini altın kaplatmak oldu. Gün boyu altın dişlerini ortaya seren bir gülümsemeyle eteklerini savurarak gezer, kaynanadan azar işitene kadar eve girmezdi. 9 ay sonra da Siraç'ı doğurdu. Adamın hevesi çabuk geçmişti zaten genç kızdan, ilk karısının yanına döndü, yılda üç-beş adet yerini bulsun kabilinden ziyarete gelir gibi gelirdi. Siraç'la kalmadı tabii ki Altın Diş, ardından "Bebek" geldi. Herkesin adını söylemek yerine "Bebek" dediği bir kız çocuğu, o geldi, anne gitti. Babası gelip götürdü Altın Diş'i, kaynananın bağırtılarına çıktık hepimiz balkonlara. Çocuklar geride kaldı, Siraç ve Bebek. Bakımsız büyüdüler kendi kendilerine, İsmail'in sığınacağı bir annesi vardı en azından, bunlar ondan da yoksundu. Siraç beni dert ortağı yaptı, gördüm mü "Oy Siraco napirsen?" derdim, koşarak gelirdi yanıma. Verdiğim üç-beş kuruştan ziyade başının okşanması, gönlünün alınmasıydı beklediği. Oradan taşındığımızda kapıma kadar gelip "Bak yinga, sınıftan geçtim" diyerek karnesini göstermişti bana. Canım Siraco, kimbilir nerelerdedir şimdi?

Bebek büyüttüğüm için yeterince kültürel ve sanatsal hayata karışamadığım bir dönemdi o evdeki ilk yıllar. Daha önce hiç yapmadığım, sonradan da çok ender yapacağım komşuluk ilişkilerine geçiş yapmıştım okuldan arta kalan zamanlarda. Annemden bile büyük Nigar teyzeyle, Ankaralı komşu Melihanımla, komşunun deyimiyle "Sandukacının  (sendika :)" karısıyla, Cemanur'un annesiyle, adlarını unuttuğum cümle komşuyla evcilik oynadım bir süre. O komşu çocuklarının hemen hemen çoğu bu samimiyetle öğrencim oldu, bir alay Ticaret Lisesi mezunu verdi mahalle. Arka bahçe ve hemen yan taraftaki kırmızı toprak kaplı boş arazi çocukların oyun yeriydi zaten, yaz-kış boş kalmazdı. İki incir ve bir yenidünya ağacı kendini kurtarabilmişti eski bahçe içi ev yıkılıp apartman yapılırken. O ağaçların gölgesinde envai çeşit oyunlar oynardı iki apartmanın çocukları. Bir akşam TV'de "İyi, Kötü, Çirkin" filmini izledik. Ertesi gün ilkokul birdeki oğlum kendinden iki yaş büyük, apartmanın afacanı Ali ile bahçede oynamaya indi. Bir ara ne yapıyorlar diye balkona çıktığımda gözlerim yuvalarından uğradı, bizimkiler incir ağacının altında "İyi, Kötü, Çirkin" filminden bir sahne canlandırıyorlardı, hem de ne sahne? Ali elindeki urganı kendini asmak için ağaca bağlamaya çalışırken benimki aşağıda "narananarannaa naanaanaaa" diye filmin müziğini söylüyordu. Çığlık çığlığa bağırınca Ali ipi bıraktı, benimki sustu, evlere yolladım ikisini de. Benimki geldi, "Oğlum ne yapıyorsunuz, ya kendini gerçekten assaydı?" dediğimde cevap şu oldu: "O zaman müziği kesecektim". Of of incir ağacı, sayemde kurtuldun katil olmaktan 😃 

Kırmızı topraklı arsada paslanmış, bozuk bir dozer vardı. Eğer bir süre sonra hurdacı gelip götürmeseydi tüm çocuklar birer dozer operatörü olabilirdi, bütün zamanlarını onun üstünde geçiriyorlardı, dozer gidince futbol sahasına dönüştü, sıkı bir maçın sonunda her biri terden üstlerine yapışmış toprakla kızılderiliye dönmüş olarak gelirlerdi eve. Pufpuf atmak modaydı bir dönem, ellerindeki boruyla küçük kağıt külahlar fırlatırlardı, Murat kıvırcık saçlarının arasına depolardı cephanesini ve ben her sabah balkondan o cephaneleri süpürürdüm. Sanırım sokakta oynayarak büyüyen son kuşaktı o çocuklar.

Bir kış Antalya'ya şiddetli bir dolu yağdı, ömrümde bir daha öylesini görmedim. Tüm şehir kar yağmış gibi bir karış yüksekliğinde doluyla kaplandı. Tahliye borularının içine dolan dolular yüzünden balkonu ve dolayısıyla evi su bastı. Gümüşhaneli bir komşumuz vardı, hani şu mahallenin çok bilen teyzelerinden, bizi öyle çaresiz görünce "pimaşi kirun, pimaşi kirun" diye yol gösterdi 😃 Plastik boruya çekici indirince dolular çığ gibi döküldü, balkon tahliye oldu ama ev su içinde. Tam temizledik, oturacağız, tuvaletin S borusundan sular akmaya başladı. Üst kat boştu, giden kiracı S borusunu bizim evden değiştirmiş ve anlaşıldığı üzere yapıştırılmamış ki ek yerlerinden yağmur gibi sular akmaya başladı. Meğer açık kalan bir pencereden boş eve de sular dolmuş ve tuvalete dolan sular bizim tepemize bereket yağdırmaya başlamış. O günü hiç unutamıyorum, ayaklarımın buz kestiğini hatırlıyorum saatler süren temizlik sonrası. 

Üst katımızda genç bir çift otururdu, inanılmaz gürültücü tiplerdi. Halı silkeler, çamaşırlarımın üstüne balkon yıkar, yediklerinin kabuklarını aşağı atar, beni deli ederlerdi. Uyarmak için ne zaman kapılarına gitsem daha ben ağzımı açmadan "Buyur bir gahvaa iç" diye eve davet eder, sinirimi yutup gülerek geri dönerdim. Ama bir gün bardağı taşırdılar, sabah kalkıp balkona çıktığımda yatak odasının pencere pervazında ve balkon demirlerinde ne olduğunu anlamayamadığım birikintiler gördüm. Yakından bakayım diye yanaştığımda kokusu kendini ele verdi. Anlaşılan evin beyi içkiyi fazla kaçırmış, geceyarısı tuvalete yetişemeyince midesini pencereden aşağı boşaltmıştı. Bir hışımla yukarı çıktığımda ne oldu dersiniz? "Buyur bir gahvaa iç" oldu tabii ki, temizlemek de bana düştü 😃

O evde bir de hırsızımız oldu. Eylül sonuydu, annemler bizdeydi, hafta sonu Kemer'e gittik, piknik yaptık, denize girdik, Kemer'de dolaştık, hatta babam yemek yedirmeyi teklif etti, aç değiliz diye istemedik. Yorgun döndük eve, getirdiklerimizi bile yerleştirmeden yattık. Piknik sepeti üstünde Sürmene işi kırmızı saplı bıçakla mutfak masasında kaldı öylece. Sabah kalkıp annemler yatarken okula gittik. İlk dersten çıkmıştık ki nöbetçi öğrenci telefona beklendiğimi söyledi. Telefonda annem "Kızım hırsız girmiş galiba, gelip bir bakın, eksik bir şey var mı?" dedi. Nasıl izin alıp eve koşturduk bilmiyorum. Babam ve oğlum aynı odada yatıyordu, kapının girişinde bir askı vardı, babam pantolonunu oraya asardı yatarken. Sabah uyanınca pantolonunu bulamamış, ara tara pantolon balkonda çıkmış. Babam "Pantolonumun balkonda ne işi var?" diye sormuş, annem "Ben ne bileyim, orada çıkardın zahir" demiş hatta o yüzden bir de kavga çıkmış, "Ben teşhirci miyim balkonda pantolon çıkarayım" deyince babam 😃 Şimdi gülüyoruz tabii, hayat yakın plan dram, uzak plan komedi sonuçta ama o zaman çok dehşet verici gelmişti. Tabii pantolon var cüzdan yok olunca hırsız girdiği anlaşılmış. Geldik bakındık hiçbir şey eksik değil, hatta yatarken çıkarıp başucumdaki komodine koyduğum altın kolyem ve yüzüğüm bile duruyor. Giden sadece babamın cüzdanı ve kırmızı saplı Sürmene bıçağı olmuş ki, uyanıp da farkına varmadığımıza şükrettik, o bıçak birimizin sebebi olabilirdi. Babam "Ya" dedi, "Kemer'de size yemek yedirseydim daha az param çalınmış olacaktı" 😃

Böyle böyle geçti 10 yıl, oğlumun doğup büyüdüğü, zor bela bulup yerleştiğimiz ama güzel günler geçirdiğimiz evden bir aralık ayında taşındık, geride bir sürü anı bırakarak. Bu yazı biraz uzun oldu farkındayım ama "Evler Evler"in son yazısı idare edin artık. Hep güzel anılar bırakacağınız evlerde yaşamanız dileğiyle, haftanız sağlıklı geçsin...


26 Eylül 2020 Cumartesi

26 EYLÜL (EVLER EVLER 5)

Yenimahalle'den sonra taşındığımız ve hala ara sıra kaldığımız evimizi ilk yazıda yazmıştım, eh bu durumda Ankara evleri bitmiş oluyor ve ben yeni bir hayata yelken açıyordum. Yaşamımda bir sürü ilk başlıyordu; evlilik, yeni bir iş, farklı bir şehir. Başlangıçta yadırgasam, özlemim çok yoğun boyutlara ulaşsa da bir süre sonra şehre alışıp sevmiştim, hala zaman zaman ziyarete gider, özlem gideririz.

Denizli'de oturduğum ev bir daha öylesini görmediğim tuhaflık ve çirkinlikte idi. Daha önce bir kez yazmıştım, o yazıyı buraya tekrar ekleyeceğim. Aslında çok daha fazla şeyler yazabilirdim ama uzatıp başınızı şişirmek istemiyorum, bu kadar bile yeterince fikir verecektir.

Denizli'nin yaşamımda çok özel bir yeri vardır. Çok yıllar önce nikah törenimizin ardından bir Murat 124 ile geceyarısı varmıştık o çirkin ötesi binadaki evimize. Öncesinde günlerce aradığımız halde uygun bir kiralık ev bulamamış, bir tanıdık aracılığı ile bulunan bu eve mecbur olmuştuk. Denizli'ye ilk gelişimde en çok nar ağaçlarına bakakalmıştım. O zamana kadar tatiller dışında ömrünün tamamı İç Anadolu bozkırında geçmiş benim için mucize gibi bir şeydi; sonbahardı, narlar olgunlaşmıştı ve öyle güzel bir rengi vardı ki, dahasını ilkbaharda ilk nar çiçeklerini gördüğümde yaşayacaktım. Ev gerçekten bir mimarlık yüzkarasıydı. Tek avantajı okula yakın olmasıydı. Kenar bir mahallede, ara sokaklardan birine bitişik nizam sıralanmış apartmanlardan birinin 2. katındaydı. İşte şu, aşağıdaki fotoğrafta görünen, penceresini siyah nokta ile işaretlediğim daire. Gidip ziyaret ettim tabii ki, etmesem mahzun kalırdı gibi geldi, onca yılda daha da çirkinleşmiş, eskiden hiç olmazsa beyazdı, şimdi yeşermiş:


Eşyaları yerleştirmek için gidip evi ilk kez gördüğümde şok geçirmiştim adeta. O zamana kadar yaşadığım evlerin en biçimsiziydi. L bir salon iki camekanlı kapıyla üçe ayrılıyordı, kendimi tren katarında gibi hissetmiştim. Parlak yeşil bir renge boyanmış duvarlara yerdeki mavi marleyden karolar eşlik ediyordu. Renk çeşitliliği az gelmiş olacak ki salonun en göz alıcı duvarına yerleştirilmiş iri gömme dolap bebek pembesi yağlıboya ile çarpıcı hale getirilmişti. Neredeyse salon boyutundaki kocaman mutfağa bir metrelik tezgah layık görülmüştü. Elbette ki aynı ebata uyacak dolaplar yine bebek pembesine boyanmıştı. Mutfaktan çıkılan balkon yan taraftaki-fotoğrafta balkonunun ucu ve anten görünen bina-inşaata bakıyordu. Ev kesinlikle çirkindi, şekilsizdi ama yapacak bir şey yoktu. Nikah tarihi yakındı, eşyalar gelmişti ve memlekette kiralık ev kıtlığı vardı. Özene bezene seçtiğim eşyalarımı evin konumuna uydurmaya çalışarak yerleştirmiş ve o camekanlı kapıları çıkararak salonu biraz yüzüne bakılır hale getirmiştik. Bir süre sonra alışmış ve hatta sevmeye başlamıştım. Alışamadığım şeyse evsahibemizdi. Cabbar, cevval, cin gibi bir korkunç yenge. Kirasını aksatmadığımız, kafasına estiğinde yaptığı zamlara itiraz etmediğimiz için bizi severdi, öyle severdi ki acemiliğimizden yararlanıp evindeki işe yaramaz, ısıtmaz ve berbat tüten kömürleri bize kakalamıştı. Bir gün boyunca çarşıda dolanıp soba aramıştık, henüz Denizli şivesini sökememiştim, "Filiman maaka govulu zobunun üstten dooodurulup alttan yakilceeeni, bi kee yandı mı aaaşama gadaa yanceeni" algılamakta epey zorlanmıştım. Ardından pazarda "malır" alırken "bunu aacen, bekmezi batıııcen batııcen yeeecen ama bekmez Babıdaa bekmezi olcek" diyen teyzeyle lisans düzeyine gelmiş, 12 Eylül öncesinin en yoğun dönemlerinde sınıfın penceresinden bakarken karşı duvarda "Denizli'ye faşitleri mezaa edivecez" yazan sloganı okuyunca da master seviyesine ulaşmış, evde bile öyle konuşmaya başlamıştım. Tüten ve upuzun borusunun (zira boru, salon duvarını katederek yatak odasına girer, bir süre düz devam eder, virajı aldıktan sonra baca deliğine vasıl olurdu)  sebep olduğu ısı değişikliği nedeniyle akıp altındaki kitaplıktaki kitaplarımızı katran karasına boyayan sobamıza, kahverengiye boyayıp rengarenk minderlerle canlandırdığımız tahta sandalyelerimize, arada görüntüsü karlansa da "Dallas"ı seyrettiğimiz Nordmende marka siyah-beyaz TV'mize, TV'mizin çatal boynuzlu antenine, regülatörüne, turuncu tüllerimize, günlerce uğraşıp boncuklarla motiflendirerek duvara astığımız tahta dirgenimize, sık sık buluştuğumuz, yemek masalarımızda uzun sohbetler yaptığımız, hatta bazen yatıya kaldığımız akran arkadaşlarımıza, çılgın yağan yağmurlara, tozlu sıcağa, kışın hasret kokan nergislere, baharda bahçelerden sarkan leylaklara, Şeytan Pazarı'na, Bayramyeri'ndeki halde satılan peynirlere, şahane yoğurtlara, salkım salkım patlıcan kurularına, ilk gördüğümde erik sandığım yeşil zeytinlere, okula, canım öğrencilere, kısacası şehre alışmış, acemiliğimi gidermiştim. Oturduğumuz sokaktan tek tük araç geçerdi, insan gürültüyü arar mı? Ararmış, araba sesi duyduğumda sevinirdim, Ankara'daki evimiz işlek bir cadde üzerindeydi, sanırım kulaklarım o uğultuya alışmıştı ve araç sesi sıla özlemimi bir nebze gideriyordu. İki yıl kadar sonra tayinimiz Antalya'ya çıktığında şehri bu kadar sevip, ayrılırken bu kadar üzüleceğimi birisi söylese inanmazdım. Alt katta oturan ve kirayı arttırmayıp üstelik evi de boşaltmayan kiracıyı cezalandırmak için teneke içinde suyla kurum karıp bacasından aşağı boşaltan cadı evsahibinden bile ayrılırken burulmuştum. 

Bunca yıl geçti hala rüyalarımda tekrar Denizli'ye tayinimiz çıkar ve aynı evi kiralarız. Her rüyada farklı bir planı olur evin, kimi zaman iki katlı, kimi zaman çok kötü bir mahallede, kimi zaman hoş ve sevimli ama ben yine de bir türlü istediğim gibi yerleştiremem eşyalarımı. Bilinçaltı tuhaf bir şey, tıpkı yıllardır lise öğrencisi olup matematik sınavına çalışmadan girdiğimi gördüğüm rüya gibi bu da bitmek bilmedi. Eh vardır bir bildiği, bilinçaltımızdan daha akıllı değiliz ya 😃

25 Eylül 2020 Cuma

25 EYLÜL (EVLER EVLER 4)

Geçen yazımdaki minik evi kürkçü dükkanına dönerek terk etmiştik, geride çok güzel anılar bırakarak. 1957'deki büyük sel baskınında evi yıkılan anneannem sel felaketzedeleri için yapılan ve "Seylap Evleri" olarak anılan dört blokluk sitedeki evine yerleşmiş, hatta biz de iki yıla yakın onunla birlikte yaşamıştık. Bir yıllık aradan sonra aynı sitedeki bir başka bloğa kiracı olarak taşınıyorduk. C Blok 16 Numara. Bu eve ne zaman ve nasıl taşındık, hafızamdan tamamen silinmiş, muhtemel ki yine bir Eylül günü, okullar açılmadan olmuştur taşınma. Taşınmayı hatırlamıyorum ama evi görmeye gidişimiz gayet net aklımda. Ev sahibi Denizlili idi ve kirden kararmış duvarları, pislik içindeki zeminiyle evini öve öve bitiremiyordu. Hatta salonun tavanından sarkan kolları küf tutmuş, fanusları kırık yampiri avizeyi de evin demirbaşı olarak sözleşmeye ekletmeye çalışmıştı. Avizenin sadece tavana raptedilen oymalı pirinç tutamağı sağlamdı, babam taşınır taşınmaz avizenin bu kısmı dışındaki her yerini çöpe atmış, kendi avizemizi o tutamağa bağlamıştı. Şimdi başımı kaldırıp baktım da, bana selam verdi, o günden bu yana bizimle birlikte yaşamaya devam etmiş 😃 Biz evi gezerken birkaç komşu olaya dahil olmuş, bizden önceki kiracıların ne kadar pis ve mendebur olduklarını anlata anlata bitiremiyorlardı. Balkonlardan halı silkerlermiş, alttaki çamaşırların üstüne su dökerlermiş ve ne derece doğru bilemedim ama lazımlığa işeyip bahçeye serperlermiş, çünkü çok kalabalıklarmış, tuvalet sırası gelmezmiş. Maşallah daha taşınmadan her türlü magazinel bilgiyi almış, bol gıybet mevzuu çıkacağından emin olmuştuk 😃

Sonra taşındık; büyümemde, hayata bakışımda, insani ilişkiler geliştirmemde, dostluğu ve fedakarlığı tanımamda çok büyük katkıları olan bu Babil Kulesi benzeri, ülkenin her köşesinden çok karakterli, çok değişik yapıda insanların oturduğu kocaman binaya. Bir nevi komün hayatının içine girdiğimizin henüz farkında değildik. Sosyal konut mimarisiyle yapılmış 4 katlı, 24 daireli, her kattaki 6 dairenin kapısının aynı ortak balkona açıldığı, yüksek ve dar pencereli, ön taraftan Yenimahalle, arka taraftan Ankara panoramasına açılan manzarasıyla ferah ama küçücük daireler o zaman bize saray gibi geniş gelirdi. Üstelik bir çocuk için ideal bir konuma sahipti, binanın dört bir yanını çevreleyen kocaman bahçe, sitenin arkasında yer alan göz alabildiğine  kırlık alan, önünden geçen ana cadde hem hayata karışmaya, hem hayattan kendini soyutlamaya müsaitti. Şahane bir çocukluk geçirdim orada.


Üçüncü katta, en baştaki kapı bizim evin kapısı idi, bu fotoğrafı yıllar sonra çektim tabii ki, bir süre sonra da yıkıldı apartman, sitedeki diğerleri gibi, yerlerinde devasa kazuletler yükseliyor. Ön cephedeki pencereler yukarıda ve dar diye yazmıştım, çünkü ortak balkona bakıyordu ve içerisi görülmesin diye özellikle öyle yapılmıştı, fotoğrafta gördüğünüz bazı geniş pencereler sonradan taktırıldı. İnsanlar dışarı bakmak için bir yerlere tırmanmak zorunda kalıyorlardı zira. Kapıdan antreye girilirdi, hemen girişte, sağ yanda, ortadan yarım bir duvarla ayrılmış ortak banyo, WC, biraz ileride solda da küçük bir mutfak vardı. Antreden bize o zamanlar çok geniş görünen ortalama bir oda büyüklüğündeki salona geçilirdi. Evler sobalı olduğu için ısıtma sorunu düşünülerek tüm eski Ankara evlerindeki gibi salona açılan iki oda daha vardı. Arka cephede küçük bir balkonumuz daha vardı, bu diğeri gibi kamuya açık olmasa da konserve kutusu gibi yanyana sıralandığı için yine de kendinizi çok özgür hissedemezdiniz:


Üçüncü katta, uydu antenlinin arkasında kalmış olan balkon müthiş panoramik bir Ankara manzarasına açılan bizim balkonumuzdu. Atatürk Orman Çiftliğin'nden Anıtkabir'e kadar tüm Ankara manzarası ayaklarımızın altında idi o zamanlar, Sonraları pek çok bina yapıldı ve yine açıklık olsa da o görünüm kapandı. 

Bina biz çocuklar için Ali Baba'nın hazine mağarası gibiydi, oynayacak öyle çok açık alan, öyle çok kuytu köşe vardı ki yaz, kış farketmezdi kendimizi evden atmak için. Binanın dört bir yanını çevreleyen bahçe, hemen arka tarafta uzanan göz alabildiğine kırlık alan, sitenin bitimindeki arsa, balkonlar, merdiven sahanlıkları, balkon altları, bodrumdaki kömürlüğe inen merdivenler, kapı önleri, apartmanın merdivenli girişindeki beton alan, asla içinde bitki görmediğim geniş çiçeklik. Her mekanın ayrı oyunu vardı, bahçede yakantop, istop, kukalı saklambaç, çelik-çomak oynanır, kırlık alanda çift ip atlanır. Balkon altları kalabalık evcilikler ve bakkalcılık için uygundur, merdiven sahalıkları ise kauçuk toplarla "üçbuçuk" oynamak için. Bina önündeki betona ve balkonlara seksek çizgisi çizilir, kömürlüğü inen merdivende konser verilir. Girişteki çiçekliğin kenarı oturup dedikodu yapmak ve etrafı gözlemek için uygundur. Kapı önlerinde fısıltılı sohbetler yapılır ya da anneler zapturapt altına alınmamızı istiyorsa elimize tutuşturdukları nakışlar işlenir ekşimiş suratlarla. Biraz büyüdüğümüzde yaz geceleri birimizin kapısının önünde toplanıp Ankara İl Radyosu istekleri dinlenir: Tom Jones'dan "Delilah", Engelbert Humperdinck'en "A Man Without Love", Mary Hopkin'den "Those Were The Days" Simon and Garfunkel'den "El Condor Pasa", İngilizcemizin yettiğince uydurduğumuz sözlerle şarkıya eşlik edilip iç geçirilir. Ergenlik zor zanaat 😃

Taşınalı birkaç gün olmuştu, henüz okullar açılmamıştı, eve alışmaya çalışıyordum ki kapı çaldı, açtım. Apartmanda ilk tanıyacağım yüz belirdi karşımda; yuvarlak, akça parça bir surat, iki küçük kara göz, gülümseyen bir ağız, başta sakız beyazı bir tülbent. Elindeki tabağı uzattı: "Al kızım" dedi, "ekmek yaptım, yersiniz". Tabakta baklava biçimi kesilmiş üç parça mayalı ekmek vardı ve feci kötü kokuyordu. "Asker Anası verdi dersin annene" dedi ve gitti. Tabağı elimden mutfağa fırlatıp içeri gittim. Mayalı şeylerin kokusunu hiçbir zaman sevmedim ama herkes bayılıyordu o ekmeklere, ben asla yiyemedim. Böylece apartmanda ilk "Asker Anası"nı yani canım Müyesser Teyze'yi tanımış oldum. Oğlu askerde olduğu ve kendisi de ikisi ölen kızının, ikisi askerdeki oğlunun olmak üzere dört torunu ve geliniyle yaşamı sürdürmeye çalıştığı için kendine o adı takmıştı ve neredeyse tüm mahallede öyle tanınırdı. Yer yer huysuzluk yapsa da tanıdığım en fedakar, en sevecen kadınlardan biriydi. Mayalı ekmeklerine burun kıvırdım belki ama elinden bir daha asla o kadar lezzetlisini tatmadığım ne turşular yedim. Sonra adeta aile olduk Müyesser teyze ve aile efradıyla. Her anımız birlikte geçti, tatillere birlikte gittik, yemekler yedik, piknikler yaptık, birbirimize çocuklarımızı emanet ettik, dar günümüzü de, geniş zamanlarımızı da paylaştık, annemin can dostu oldu Şefika abla, annem çocuklarına hala. Bir ömre sığacak yoğunlukta bir dostluktu aramızda gelişen. 

Apartman öyle büyük, öyle çok insan barındırıyordu ki, her biri ayrı bir dünya idi. Benim payıma birçok arkadaş ve köşe dairede oturan sarışın, mavi gözlü, güzeller güzeli bir bebek düştü. İstanbullu Faruk abi, Hava Kuvvetleri Bandosu'nun şefi ve bir Hollywood aktörü kadar yakışıklı idi, karısı esmer güzeli Jale abla ve 1,5 yaşındaki bebekleri ile Ankara'ya alışmaya çalışıyorlarda. Ben bebeği sahiplendim, hayatım boyunca oğlum, torunum ve yiğenim dışında hiçbir küçük çocuğu onun kadar sevmedim, ismi oğlumda yadigardır. Müthiş zeki ve esprili bir adamdı Faruk abi, bir o kadar da geçim zorluğu çeken. Yeni evliydi, borcu harcı, masrafı çoktu. Bir gün o güzel bebek hastalanmış, iştahı kesilmiş, bir şey yemez olmuş. Babama ağlayarak anlatırken kulak misafiri olmuştum: "Borç buldum abi, muz aldım, belki yer diye. Soydum, uzattım, korktu çocuk muzdan, ağlamaya başladı". Bu anekdot benim için dünyanın en hüzünlü kısa öykülerinden biridir. Aslında hiçbirimiz muz yiyerek büyümedik, çocukluğumda çok kıymetliydi, pahalıydı, öyle zırt vırt alınacak bir şey değildi, yılbaşlarında ve aybaşlarında girerdi eve, şimdilerde muzun yüzüne bakan yok ama o zamanın muzları daha lezzetli, insanları daha tokgözlüydü. 

Cümbüşçü Amca bitişik komşumuzdu, iri yarı, gümbür gümbür sesli bir adamdı karısı minnacık Bedriye Teyze'nin tersine. Akşam gezmelerinde cümbüş çalardı bizlere, yaz tatillerinde gelen ve bana arkadaşlık eden kalabalık bir kız torun popülasyonuna sahipti. En büyük özelliği bizim eve yeni bir şey alındığında ertesi gün onların eve de alınmasıydı. Buzdolaplarının evlere yeni yeni girdiği yıllardı, bizim aileye de anneannemin kapağını açıp açıp "aman da ne güzelmiş pembiş pembiş" diye sevdiği küçük boy bir Arçelik katıldı. Lakin mutfağımız o kadar küçüktü ki dolabı yatak odasına koymak zorunda kaldık, hemen hemen hiç kimsenin evinde mutfağa sığmıyordu zaten, sadece köşe dairelerin antresinde bir girinti vardı, böylece onlar salonlarında buzdolabı ağırlamaktan kılpayı kurtarıyorlardı. Bizimki de yatak odasında sıkılınca daha aydınlık ve havadar olan salona geçmek istemişti, isteğini kırmamıştık. Dolabı alıp eve yerleştirdiğimizin ertesi günü Cümbüşçü amca da gidip bir buzdolabı aldı, hem onunki daha büyük boydu. Dolabı fişe takıp çalıştırır çalıştırmaz da bize koşturdu, yaz günüydü ve o apartmanın adetiydi, sokak kapıları hep açık durur, kendi evimize girer gibi girer çıkardık konu komşunun evine. Eve daldı Cümbüşçü amca, eve dalmakla kalmadı selamsız sabahsız yatak odasına da daldı. Elini kapağa atmadan önce bize döndü, "Biliyor musunuz?" dedi "İiyi buzdolabı kar yaparmış, bizimki yapıyor". Biz yatak odasının kapısında buzdolabı uzmanını dinleyen cahil periler şaşkın gözlerle olayın devamını beklemekteydik. Amca bir hışım önce buzdolabının kapağını, sonra buzluğun kapağını açtı ve fısss! O hava birden söndü: "Sizinki de yapıyormuş" 😃

Bununla bitmeyecekti tabii ki, babam pazardan plastik bir sürahi aldı, hatırlayanlar olacaktır, hani renkli kapaklı ve ibiğinin üstünde bir delik olan, suyu bardağa koyarken de "cik cik" diye kuş sesi çıkaran. Bizimki gerçek bir kuş gibi ötüyordu çok ilginçtir. Cümbüşcü amca her gelişinde su istiyor ve sürahimize olan takdir duygularını iletiyordu. Sonunda pazardan bir tane de kendisi aldı, lakin onun sürahisinin kuşu bizimkinden daha iyi ötmeliydi haliyle, ibiğin önündeki deliğin tam karşısına ikinci bir delik delmiş ki bizimki "cikcik" derken "civircik civircik" desin. Gelgelelim bu defa da fısss! ah Cümbüşcü amcam her şeye rağmen ne tatlı adamdın sen, tüm gidenler gibi sen de huzurla uyu.

Nedimanım teyze vardı mesela, alt katımızda oğlu ve geliniyle otururdu, üç kız torunu en iyi oyun arkadaşlarımdılar. Bir gece felç geçirmiş, uzun süre yatalak kalmış, sonra koltuk değneğiyle ağır ağır yürümeye başlamıştı. Oğlu çalıştığı kahvehanede kavgaya karışıp birisinin ölümüne neden olunca hapse girdi. Nedimanım teyze de oğlunun acısını gelinine eziyet ederek çıkarmaya başladı. Beyaz tenli, sakin, sessiz, madalyon üstlerine resmedilen eski zaman kadınlarına benzeyen bir kadındı üç arkadaşımın annesi. Onlar evde olmadığı zaman beni mahpustaki oğluna mektup yazmaya çağırırdı Nedimanım. Daha oğlunun hatırını sormadan o sessiz kadından şikayete başlardı. Hiçbirini yazmaz, kafamdan havadan sudan bir şeyler uydururdum. Nasıl bir kötü yürektir ki hem evdeki kadına iftira atıp hem zaten hapiste yeterince mutsuz olan adamın canını sıkacaksın. Zaten kadını o kadar bezdirdi ki bir süre sonra üç kızını toplayıp babasının evine döndü, haketmişti bunu cadı Nedimanım.

Düğünler, nişanlar, sünnetler, piknikler, Hıdrellez eğlenceleri, bayramlar, yılbaşları, kutlamalar, anmalar, cenazeler geldi geçti o binadan, hepsi elbirliğiyle, gönül birliğiyle yapıldı. Kapılar yazın hiç kapanmadı, kışın anahtarlar üstünde bırakıldı ki isteyen gelsin girsin. Bir evde pişenin diğer evde tadına bakıldı, saçlar ortak boyandı, kaşlar ortak alındı, giysiler birlikte dikildi, çocuklar adeta ortaklaşa büyüdü. Bir yazıyla bitecek bir serüven değildi orası, bir roman çıkar her şeyi yazsam. Liseyi bitirdiğim yıl ağlayarak ayrıldık o siteden, annemin gözyaşları günlerce dinmedi. Anneannem bir diğer blokta oturduğundan bağlantımız kopmamıştı, sık sık giderdik, ölümünden sonra seyrelttik, zaten komşuların çoğu da başka yerlere savrulmuşlardı. En son 2015'de gittiğimde ilkgençliğimin en güzel zamanlarını geçirdiğim sitenin hali şuydu:


Bir daha da gitmedim oraya. Mezar ziyaretleri için arabayla önünden geçerken yerine yapılan kazuletleri görmemek için başımı çeviriyorum. Benim hatırladıklarım her daim kalbimde...

21 Eylül 2020 Pazartesi

21 EYLÜL (EVLER EVLER 3)

Sonbahar ekinoksunun gerçekleştiği bu Eylül gününde yıllar önce başka bir Eylül günü taşındığımız evimizi anlatayım istedim. "Günler kısaldı, Kanlıca'nın ihtiyarları/Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları" demiş ya Yahya Kemal, umarım bize de önümüzdeki sene Çankaya'nın ihtiyarları olarak "Ya geçen sonbaharı ne biçim geçirmiştik, virüs canımıza okumuştu" diyerek hatırlamak kısmet olur. Başkentimizde durum pek vahim zira, Leylakınız kendini eve kapatsa da endişesi bitmiyor. Her neyse, biz gelelim konumuza. 

Anneannem inşaatı bitip ölene kadar oturacağı kendi evine taşındığında biz de onunla birlikte yerleşmiştik yeni binaya, bir nevi ön hazırlık olmuştu birkaç yıl içinde aynı sitede kiracı olarak 10 senemizi geçireceğimiz daire için. Anneannem ve iki dayımla (dayı sayısı ikiye çıkmıştı, zira İzmir'de Hava Harp Okulu'nda okuyan dayı da okulunu bitirmiş, teğmen rütbesiyle aramıza katılmıştı) 1,5 yıl kadar yaşadıktan sonra artık çekirdek aile haline dönüş yapmaya karar vermiş ve yine Yenimahalle'de, anneanneme yakın bir sokakta küçük bir ev kiralamıştık, bir yıl oturduğumuz bu evde geçen günleri anılarımın en nadide köşesinde saklarım. 

Eylül başıydı, çok da fazla olmayan eşyamız dayımın ayarladığı askeri bir kamyona yüklenmiş ve taşınacağımız apartmanın önüne yanaşmıştı. Bir yandan anneannemin elime tutuşturduğu elmayı yiyor, bir yandan eşyaların taşınmasını izliyordum ki önüme pat diye biri atladı, "Betonumuzu çatlattınız salak!" diye bağırdı. Karşımda gözlerinden ateş fışkıran bir ergen duruyordu, korktum, sindim. Cevap alamayınca daha da sinirlendi, ağzını tavşan gibi oynatarak elma yiyişimi taklit etti. Olay mahallini anında terk edip annemin eteğine sığındım, gözlerimi de kamyonun ağırlığına dayanamayan şaplı betondaki ince çatlağa diktim, biraz da suçlandım. Ergenin adı Tayyar'dı, aynı apartmanın ikinci katında ailesiyle oturuyorlardı, bir süre sonra pek anlaşıp ahbap olacaktık. Hatta yıllar sonra bindiğimiz taksinin sürücüsü olarak karşımıza çıkacak ve tüm ısrarlarımıza rağmen para almayı reddedecekti ama o gün gözümü fena korkutmuştu. 

Ben çatlağın bir fay hattına dönüşüp dönüşmeyeceğini inceleyedurayım eşyaların taşınması sona erdi, zaten kayda değer bir şey yoktu. Ev zemin kattaydı ve sokak kapısı bahçeye açılıyordu ki bu benim için şahane bir şeydi, varsın minnacık olsun, sonunda biz bizeydik ya. Aslında daire zemin kattaki çok büyük tek daireden bölünerek kiraya verilmişti, duvarın birinde daima kilitli duran ve bizi ev sahibemiz Kayserili Gül Hanım'dan ayıran bir kapı vardı. Gül Hanım... Bunca yıl geçti, ne yüzünü, ne halini tavrını, ne de ondan duyduğum çekinmeyi unuttum. Sanırım apartmanın tamamı onlarındı, kocası bakkal dükkanı işletirdi ama orada oturduğumuz bir yıl boyunca adamın yüzünü belki de hiç görmedim. Gül Hanım apartmanın tek hakimiydi. Kavruk denecek kadar esmer, zayıf ve sinirli bir yapıya sahip, hep yüksek sesle, dobra dobra konuşan bir kadındı. Annemle çabuk anlaştılar, benle asla ama beni çeken şey biri yaşıtım, diğeri iki yaş büyüğüm kızlarıydı. Bir yıl boyunca şahane arkadaşlık geliştirdik. 

Yeni evimize o zamanlar bana cangıl gibi gelen minicik bir bahçeden giriliyordu, arka cephe bize aitti yani. Birkaç ağaç, meyve vermeyen bir asma, sağda solda otlar, hüdainabit birkaç çiçek bahçemizin florasını oluşturuyordu. Ve harika bir oyun alanıydı. Aşağıdaki fotoğrafları 43 yıl aradan sonra ziyaret ettiğimde çekmiştim, şaşılası bir şey, apartman yerli yerindeydi, bahçe biraz kendinden geçmişti, gerçi kıştı, o sebepten olabilir.


Apartman bu, biz otururken öndeki o parmaklıklı, kocaman demir kapı yoktu. Çatlattığımız şaplı beton zeminden geçip küçük bir kapıdan bahçeye girerdik.


Evin girişi; pazar günleri sıcak havalarda annem kahvaltıyı bahçeye hazırlardı. Sokak kapısını açık bırakırdık, içerden radyo sesi gelirdi ve o saatte hep Zehra Eren'in buğulu, erkeksi sesinden tangolar yükselirdi: "Ey deniz gözlü kadın/Aşk mıdır senin adın?". Keza yaz akşamları akşam yemekleri yine bahçede yenirdi. Hiç unutamadığım bir anım vardır bu yaz akşamı yemekleriyle ilgili. Fotoğrafta gördüğünüz camlı giriş kapısına annem ağ ipinden kendi ördüğü, delikli, gül motifli, tığ işi bir perde asmıştı (o perdeler uzun süre benim mutfağımı da güzelleştirdi). Limonata gibi bir yaz akşamıydı, sinek girmesin diye evin ışığı söndürülmüş, asma çardağına asılı ampulün ışığında yemek yenmiş, babam kahvesini beklerken ben de içeri geçmiştim. Tekrar bahçeye çıkmak için kapıya geldiğimde zınk diye durdum. Babama bir şeyler olmuştu, bıraktığımda oturduğu koltukta küçük, parlak karelere ayrılmış vaziyette kıpırtısızdı. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım: "Babama ne oldu, babama ne oldu?" Annem yıkadığı bulaşıkları bırakıp sabunlu elleriyle koşana kadar babam çığlığıma koltuktan doğruldu. Aman tanrım, bu defa o minik parlak kareler babamın üstünden akıyor, babam adeta eriyordu. Daha çok bağırıp ağlamaya başladım: "Babam karelere ayrılmış". Ben ağlarken annemle babam kahkahalarla gülüyorlardı. Meğer içeriden gelen ışık delikli perdeye vurunca gölgesi babamın üstüne düşmüş ve adamcağıza uzaylı gibi bir görüntü vermişti. Olay izah edildi ama benim gözyaşları bir süre daha kurumadı 😃


Bahçemiz, o zamanlar eşya yığınları yoktu tabii ve ağaçları hep yemyeşil hatırlıyorum. Elbette ki kış mevsimi geçirdiğimize göre bu halini de görmüşüzdür.

Fotoğraftaki dış kapıdan küçük bir antreye girilirdi, sol tarafa mutfak vazifesi gören bir tezgah ve bir lavabo eklenmişti. Annem oraya perde asıp antreden ayırmış, tezgahın üstüne pirinç gövdesi pırıl pırıl parlayan, yanması için pofidi pofidi pompalanması gereken bir gaz ocağı yerleştirmiş, duvara da tabak-çanak için bir raf asmıştı. Henüz tüpgaz zamanı gelmemişti. Antreden sofaya geçiliyor, sofanın iki yanında da sağlı-sollu iki oda bulunuyordu. Sofa sürekli kullandığımız mekandı, bir somya, bir masa, birkaç sandalye ve annemlerin evlendiklerinde borç harç aldıkları, üzerlerinde boyutlarına uygun bordo halılarıyla katlanır dört tahta koltuk. Aslında evliliklerinin ilk yılında bunlar da yokmuş ama ben doğduktan sonra biraz ayaklanıp da ortalıkta dolaşmaya başlayıp yer sofrasına koydukları tencerelerin, tabakların içine büyük bir zevkle girince bir masa ve o dört tahta koltuğu almak zorunda kalmışlar. İnanır mısınız, o tahta koltuklardan biri hala benim evimde, boyaları yenilenmiş olarak durur, az kahrımızı çekmemiştir. Orada geçirdiğimiz kış mevsiminde kabakulak olmuştum, iyileşene kadar ağrıyan boğazımla sofadaki somyada yatmış, babamın getirdiği hikaye kitaplarıyla avunmuştum: "Zevzek Guguklu Saat", "Deve Yavrusu Çinçan", "Tekir ile Mekir" 😀Bazen de babam bir süre devam ettiği Hukuk Fakültesi'nin sınavlarına hazırlanır, Roma Hukuku kitabının sayfalarını yüksek sesle okur, ben de dinlerdim. "Corpus, Iuris, Civilis külliyatını neredeyse 7 yaşında hatmediyordum 😀

İki yandaki odalardan biri yatak odası, diğeri de yerdeki bej rengi, pembe göbekli Isparta halısı ve babamın iki arkadaşıyla bir heves açıp birkaç aya kalmadan kapattığı sağlık kabininden payına düşen üç formika sehpa ile neredeyse boş misafir odasıydı. Eşyamız az, ev minicik olsa da sanırım sadece ben değil, annem ve babam da hayatlarının en güzel bir yılını o evde geçirdiler. İlk kez çekirdek aile olarak başbaşa kalabilmiştik. Ve kısa süre sonra ilkokula başlamıştım, Allahım okul ne kadar güzel bir yerdi. Sanırım şapşallığım o zamandan kalma, yahu okulun neresini güzel bulur daha ilk günden bir çocuk 😃Geniş bir ana cadde ve bir sokak geçiyor olsak da okul eve yakın sayılırdı. İlk gün annemin diktiği pileli siyah önlüğüm, boynumu kesen kolalı pikeden bebe yakam, kafamdan büyük kurdelem ve kutu şeklindeki kahverengi çantamla annem götürmüştü okula. 


Fotoğrafta kurdelem eksik ama tip bu 😃 Kahkülüm de yokmuş hayret, ya da derste gözüme girmesin diye annem toplamış 👩 


O zaman buyurun, aile boyu kurdelelerim ve tek küpemle onlaynım 😀

O ilk gün bahçe kapısından girmiştik ki yanında porselen kutu bebeği kılıklı, bukleli sarı saçlı, elma yanaklı, tombik kızıyla bir kadın bağırarak annemin yanına koştu. Kutu bebeğiyle aynı sınıftaymışız meğer, kadın da babamın arkadaşının karısıymış. Bizi birbirimize emanet ettiler ve annemle kadın sohbete giriştiler. Emanetimin adı Beyza idi, beslenme saatlerinde annesi sınıfa gelir, plastik bir termosta meyve suyu ve pasta getirip kızını beslerdi. Ahbap kontenjanından olduğu için hiç hoşlanmadığım halde Beyza sıra arkadaşım olmuştu. Allahtan hafta dolmadan Beyza ortak sıramıza işedi ve sanırım utandığı için başka bir sınıfa kaydını aldırdı, ben de kurtulmuş oldum. Ama daha okulun ilk günündeyiz ve beş ders yapıp paydos ettiğimizde annem Beyza'nın annesi tarafından esir alınmış olarak bahçede ağaç olmuştu. Kısacası o idrar olayı annemi de kurtardı bir yerde. Ben zaten bir hafta sonra okula kendim gidip gelmeye başlamıştım. 

Okula iyice alışmıştım, bir gün eve geldiğimde annemi bulamadım, Gül hanım pazara gittiğini söyledi. Kapının önündeki beton zemine bir seksek çizgisi çizip oynamaya başlamıştım ki annem yanında tornetçi bir çocukla çıkıp geldi. Torneti bilmeyen vardır belki, o yıllarda portakal sandıklarının altına, dört bir yana rulman tekerlekler takılıp bir de sap ilave edilerek basit taşıma araçları yapardı gençler ve çocuklar, çoğunlukla pazardan ufak bir para karşılığı öteberi taşımak amaçlı kullanırlardı. Bizim tornette dört tane koltuk vardı, kıpkırmızı ve kol dayama yerleri siyah ahşap, 60'lı yılların modasına uygun. Annem sebze-meyve için gittiği pazarda bu ikinci el koltukları görmüş ve mutfak masrafından arttırdığı paralarla (ki biz onlara vallah billah kesesi derdik 😃) satın alıvermiş. Koltukları içeri taşırken annemin yüzünden taşan mutluluğu şu yaşımda bile hatırlarım. Hani "etekleri zil çalmak" diye bir sevinç deyimi vardır ya, o gün bu söz annemde cisimleşmişti. Yıllar içinde çeşit çeşit koltuklarımız oldu ama hiçbiri annemi o çok az kullandığımız ikinci el kırmızı koltuklar kadar sevindiremedi. Artık misafir odamızda sadece sehpalar ve halı değil, dört adet de koltuğumuz vardı, sanırım üç kere falan oturmuşuzdur (!)

Okulda sabahçıydım, öğleden sonraları çoğunlukla annem ve anneannemle birlikte "Vıdıvıdıların Türkan", "Kümsarın Pakize", "Mobilyacıların Menşure", "Pamuğun Sayime", "Baba Teberiği Tayyibe" gibi lakaplarına bir anlam veremediğim, tuhaf isimli Niğdeli ahbaplara kabul günlerine giderdim, daha doğrusu zorla götürülürdüm. Annem süslenir, kendi diktiği, mevsimine göre kaşmir ya da emprime, bele oturan, bol etekli elbiselerini ve sivri burunlu, topuklu pabuçlarını giyer, boynuna renkli boncuklarını takar yola koyulurdu. Öncesinde bir de benim giydirilme olayım vardı ki bir seferinde benim açımdan bir felaketle sonuçlanmıştı (ve Gül Hanım burada sahneye girer). Annem bana çok özenerek, çok şık elbiseler dikerdi ama bu benim onları her zaman severek giyeceğim anlamına gelmezdi. Siyah-beyaz pötikare bir kumaştan çok emek verdiği bir kıyafetim vardı. Belden kesik, iki yanda iki pli, plilerin içine kırmızı kumaş geçirilmiş ve üstüne çiçekler işlenmiş. Karpuz kollu, bebe yakalı, altta kırmızı, üstte pötikare kumaştan iki yaka, belinde kırmızı-siyah kurdeleden kuşak. Şimdi hakkını teslim ediyorum, gerçekten zor bir model. Gün için gideceğimiz evin yaşları bana yakın iki kızı var ve annem sanırım beni şık giydirerek biraz da gösteriş yapmak istiyor. Pötikare elbiseyi alıp geldi ve giy dedi. Bu arada Gül Hanım bilmem ne için bize uğramış, kırmızı koltuklarımızda oturuyor. Annem bir yandan Gül Hanım'la sohbette, bir yandan benimle uğraşıyor. Önlüğümü çıkarmış çamaşırlarımla bekliyorum, annem elbiseyi giymemi istiyor ama ben o gün o elbiseyi giymek istemiyorum. Giyerdin, giymezdin annemle didişmeye başladık. Orta sehpasının etrafında "Giymicem, giymicem" diye dört dönüyorum. Aslında annemle aramızda bir nevi oyun bu, bir süre sonra yenilecek ve giyeceğim. Birdenbire sırtıma inen bir darbeyle irkildim, o da ne? Gül hanım ayağından terliği çıkarmış, "çabuk giy, kadını üzme" diye ardı ardına indiriyor terliği orama burama. Annemse ne yapacağını şaşırmış, ev sahibine itiraz edemediğinden mi, yoksa için için "Oh olsun, benim yapamadığımı yaptı" diye düşündüğünden mi donmuş, müdahale bile etmeden bakıyor. Valla sıkı bir dayak yedim Gül Hanım'dan, afiyet olmadıysa da annemden yemediğim anne terliğini ev sahibinin elinden bir güzel hazmettim. Kadından zaten hoşlanmıyordum, o günden sonra nefret ettim. Yukarıdaki fotoğrafları çektiğim gün, bir kez daha yazayım 43 yıl sonra, ben elimde fotoğraf makinesi apartmana bakarken camlardan biri açıldı ve bir kafa sarktı dışarıya. "Neye bakmıştın kızım?" dedi, ossaat tanıdım ilk terliğimi elinden yediğim Gül Hanım'ı, daha beter zayıflamış, kararmış, yaşlansa da çevik. Kim olduğumu söyleyince hatırladı, patır patır indi merdivenlerden yanıma geldi. "Ben seni Maliye'den falan geldin sandım, korktum" dedi. İçimden "Sen bir şeyden korkar mıydın Gül Hanım?" dedim. Sonra artık evlenip 2. kata yerleşmiş kızına seslendi, Aysel'e, o bahçede saatlerce oynadığımız, okul yolunu birlikte yürüdüğümüz yaşıtım Aysel'e. Aysel de çıkıp geldi yanımıza, ablası, Ayşe maalesef çok genç yaşta ölmüş. Onu andık, sonra Gül Hanım'a döndüm, "Beni terlikle dövdüğünü hatırlıyor musun Gül Hanım?" dedim. Daha annesi ağzını açmadan Aysel atıldı: "Annem kimleri dövmedi ki?". Bahçeyi gezdim, evin kapısını çaldım ama açan olmadı. Hüzünle karışık bir mutluluk yayıldı içime evin hala duruyor olmasından dolayı. Sonra Gül Hanım'la, Aysel'le, 69/A kapı numaralı minik evimizle vedalaştım. Hala o küçük mutfak tezgahında, gazocağını yakmaya çalışıyormuş gibi hayallediğim anneme, öbür tarafa doğru bir selam yolladım...

17 Eylül 2020 Perşembe

17 EYLÜL (BİRTAKIM ŞAPŞALLIKLAR)

Daha önce de yazmıştım, pandemi sürecinde bugüne kadar hiç olmadığım kadar sakar ve dalgın oldum. Benden mi kaynaklanıyor yoksa eşyanın tabiatı mı öyle bilmiyorum ama keyifsiz ve gergin olduğum kesin, bu da gündelik hayatıma yansıyor. 

Dün sabah kahvaltı hazırlığına giriştim, birtakım gelişmelerden dolayı canım sıkkındı. Bizim evde birlikte kahvaltı alışkanlığı emekliye ayrıldığımızdan beri yok, hatta çalışırken de yoktu, zira ders saatlerimiz farklı olur, evden aynı anda çıkamazdık, eşimin dersi erkense akşamdan ona bir tepsi hazırlar, kendim de ayaküstü bir şeyler atıştırırdım yola çıkmadan önce. Emeklilikte iyice gevşedi kahvaltı işi, ben tipik bir kahvaltı manyağıyım, ömrümün tüm öğünlerini kahvaltı ederek geçirebilirim, eşimse tam tersi üç-beş zeytin yer kalkar genellikle. Yatılı misafirimiz olmadığı sürece ben uyanır uyanmaz kahvaltımı yaparım, eşimse geç kalkar ve hazırladığım kahvaltıdan birkaç lokma alıp sona erdirir ilk öğününü. Neyse kendi kahvaltımı hazırladım, eşimin kahvaltısına haşlamak için yumurta koydum, tepsimi alıp adetim üzere sabah gezintimi yapmaya bilgisayarın başına kuruldum. Çayımı tazelemek için mutfağa gittiğimde yumurtanın çatlayıp patladığını, taşan suların ocağı söndürdüğünü farkedip kendime mi, yumurtaya mı kızsam diye bir süre düşündüm. Sonra ikisinden de vazgeçip pencereyi açtım, ocağı sildim, patlayanı attım, yeni bir yumurta koydum, çayımı aldım içeri gittim. Beş dakika sonra mutfağa geri döndüğümde bu yumurtanın da aynı akibete uğradığını gördüm, birileri yumurtalarıma "çatla da patla" diye beddua etmiş galiba. "Azmettim, bu yumurtayı pişireceğim" dedim ve dolaptan yeni bir tane çıkarıp bu defa ısınsın diye tezgaha bıraktım. Ve üçüncü denemede pişirebildim. Kendimi tebrik edip yeni bir kitaba başlamak üzere kanepeye yayıldım. Niyetim Sefa Önal'la yapılan nehir söyleşiyi okumaktı, lakin puntolar o kadar küçük, kitap o kadar kalındı ki, bir süreliğine caydım. Tableti alıp oyun oynamaya koyuldum. Günlerdir atlayamadığım leveli yine atlayamayınca onu da fırlattım bir kenara. Tekrar kitaba dönüp kuleleri karıştırmaya başladım ve polisiye okumaya karar verdim. YKY'den çıkmış bir polisiyede karar kıldım: "Rom Kokteyli/Elmore Leonard". Açtım, başladım okumaya, 2. sayfada sıkıntı bastı, caydım. Kitaplıkta okumadığım bir kitap çarptı gözüme, ona niyetlendim: "Büyülü Şehir/Edith Nesbit". 15. sayfaya kadar zor dayandım, onu da fırlattım. "Bari gidip yemek yapayım" dedim, evde doğru dürüst malzeme kalmamış, mercimekli pilava karar verdim. Tam soğanları doğradım, kavurmak için ocağa koydum kapı çaldı. Sanal marketten ısmarladığım şeyler gelmiş, artık ahbap olduğumuz tombik, yüzünün üst yanı (alt tarafı maskeden dolayı hiç görmedim) oldukça sevimli görünen delikanlı poşetleri kapının önüne koydu, bahşişini aldı gitti. Bu arada yanan soğanların kokusu burnuma geldi. Poşetleri alamadan mutfağa koşturdum, soğanlar da sabahki yumurtaların yanında çöp kovasında yerine yerleşti. Yemek işine ara verip poşetleri yerleştirmeye karar verdim. Birini alıp balkona götürdüm, diğer ikisini alırken poşetin birinin ağzı açıldı, "Aaa o da ne?". Yemyeşil ve şipşirin bir karpuz bana selam veriyor. E ama ben karpuz istemedim ki, poşeti biraz eşeledim, cipsler, sosisler, kuruyemişler, hardal, ketçap vs vs. Haydaa, birisi parti yapacakmış ve kurye işleri karıştırmış. Satış fişi benim, ürünler başkasının. Fişin alt taraflarında bir telefon numarası buldum, çalar açılmaz. Marketin sitesine girip 444'lü bir numarayı aradım, neyse çok bekletmeden müşteri temsilcisine bağladılar, derdimi anlattım. "Kapatın ben sizi arayacağım" dedi, gerçekten de 10 dakika sonra ilgili birimi uyardığını belirterek geri döndü. Çok geçmeden de tekrar aranıp özürleriyle birlikte poşet değiş tokuşuna geleceklerini bildirdiler. Az sonra bizim tombik geldi, özür üstüne özür diledi, isim benzerliğinden karışıklık olmuş dedi. Gidecek kişinin adı Nurten'miş, bir harf yüzünden onca telefon trafiği yaşamışım. Aklıma bir anım geldi, yıllar önce kardeşimi görev yaptığı fakültede ziyaret etmiştim, oda arkadaşının adı Nurten'di. Tesadüf o gün İngiliz bir arkadaşı ziyarete geldi, Nurten beni tanıştırınca İngiliz çok şaşırdı, bir bana, bir Nurten'e dönüp "Ooo Norşın, oo Nortın, Norşın, Nortın" diye epey eğlenmişti şaşkın. İşte benim paketler de Norşın'a geleceğine Nortın'a gidivermiş. 

Günü 2 yumurta patlatıp bir soğan yakarak (şunu da söylemeden geçemeyeceğim, pilava mercimek diye buzluktaki maş fasulyesini koymuşum, çaktırmayın), kayıp poşetlerin peşinde koşarak, kitap beğenmeyerek geçirdikten sonra Murathan Mungan'ın son kitabı "Hamamname"de karar kıldım. Laf aramızda kitaba son derece solgun ve sevimsiz bir kapak yapmışlar, daha eline alırken insanın hevesi kaçıyor. Zaten hamam da sevmem ben, ne diye aldımsa, netice itibarıyla onu da beğenmedim. Koca günü toplam 20 sayfa okuyamadan kapatıp yatmaya gittim. Lakin başucu etajerinin üstü boş kalınca içime sinmedi, kalktım kuleleri biraz daha kurcaladım ve "Birlikte Yaşamanın Yolları" diye bir kitap alıp yatağa geri döndüm. Yazarı Camilla Bordas diye biri ve ben gündüzden devam eden şaşkınlığımla "Kamile Bordaş" diye okuyup, "Aa kadın Türk asıllı Fransız galiba" diye salaklıktan kaynaklanan bir milliyetçilik yaptıktan sonra ayıldım.  İnsan Fransızca ismi Türkçe okur mu yahu, ne oluyor bana? Neyse bu kitabı beğendim ve yaptığım hatayı affettirdim sanırım Kamile, ay pardon Camilla 😃

14 Eylül 2020 Pazartesi

14 EYLÜL (EVLER EVLER 2)

Bütün gün evde kitap, tablet, telefon, kanepe, mutfak arasında geçen vakitte kazara Twitter'e bakar ya da TV'de haberleri izlersem güç bela topladığım moralim anında yerlere yapışıyor. Beni ancak şuraya yazmak bir parça avutuyor. Yazalım o zaman, günlük, anı, yorum, kitap ne olursa, yeter ki corona olmasın. Evlerle başlamıştık evlerle devam edelim...

Dedem genç denecek bir yaşta ölünce 12 yaşında haşarı bir oğlanla yalnız kalan anneanneme destek olmak için 3 yıl kadar onunla birlikte yaşadık. Babamın görevi nedeniyle bulunduğu, bebekliğimin ve iki yaşımın geçtiği Meriç ve Karapınar'daki evleri haliyle hatırlamıyorum. İlk anılarım anneannemin yanına taşındığımız evden kırık dökük. Bahçede tıslayarak beni kovalayan komşunun kazları, tahta koltuğun eğimli kolçağında yürüttüğüm yeşil robotum, bebeğime güya elbise dikmek için alıp düşürdüğüm dikiş iğnesinin dayımın ayağına batması, anneannemin bu nedenle kopardığı küçük kıyamet, duvarda gördüğüm ve ödümün koptuğu kocaman peygamber devesi, hepsi bu. Sonra o ev yerine Site Yurdu yapılacağı için istimlak edildi ve geçici bir süre için oraya yakın bir semtte, eski tip bir binanın ikinci katına taşındık. Orada anılar daha net. İlk arkadaşımı orada edindim: Gülcan. Hemen önümüzde yer alan, bahçe içindeki tek katlı bir evde oturuyorlardı, bir sürü ağabeyi vardı, hiçbirinin ne yüzünü, ne adını hatırlıyorum, hatta her gün evlerine uğradığım halde Gülcan'ın yüzünü de silik. Sabah kahvaltımı yapar yapmaz her akşam babamın düzenli olarak getirdiği parmak çikolatanın işaret parmağımın tırnağıyla düzeltip parlattığım altınını alır, Gülcan koleksiyonuna ilave etsin diye kapılarını çalardım. Altın biriktirirdi Gülcan, altın dediğim de parlak çikolata kağıtları işte ama bizim için çok kıymetliydi. Bir sürü çocuk vardı mahallede, çoğunun ayağında yandan madeni tokalı plastik ayakkabılar. Çok imrenirdim, öyle imrenirdim ki bir gün ağlayıverdim bana da alın diye. Annemi kızdırdı bu isteğim ama anneannem araya girip ikna etti, pazardan bir çift de bana alındı, tokası parlak sarı, çirkin bir gri, üstelik kazık gibi sert, son derece rahatsız ama ben çok mutluydum. Bir de delikli plastik çantam vardı, ayakkabım ayağımda, çantam kolumda bir rüküşlük abidesi olarak epeyce dolaşmıştım. Yüzlerini hatırlamasam da komşuları hatırlıyorum, alt katımızda oturan genç adam ve ona yardımcı olmak için köyden gelen kızkardeşi Cennet. Babam ona nerede rastlasa ezgili bir maniye başlardı: "Nereye de gidiyon kız Cennet/Suya da gidiyom len Memmet" 😃Yan binadaki komşunun babasından Allah'tan korkar gibi korkardım, sevecen, kendi halinde bir adamdı aslında ama görünüşünde sert, otoriter bir hava vardı, daima takım elbise giyer, kalın kırçıl kaşları gözlerini örterdi. Adamı sokağın başında bile görsem soluğu evde alırdım. Çok üzülürdü benim bu halime ama kimse ikna edememişti onun korkulacak biri olmadığına. Çaprazımızdaki evde oturan aile kuru temizlemecilik yapardı. Mahallede idrar biriktirdikleri ve dükkanda giysilerdeki lekeleri çıkarmak için kullandıkları dedikodusu dolaşırdı. Eh amonyağa para vermektense 😃

O sokakta oturduğumuz kısa sürede aklımdan çıkmayan iki olay yaşadık. Bir gün sokaktaki elektrik direklerinden birinde bir arıza oldu, ekip geldi tamirat için. Gençten bir görevli direğe tırmandı, tamir etmeye uğraşırken birden direkten düştü, cereyana kapılmıştı, kurtaramadılar. Hiç unutamadım o olayı, küçük bir çocuk için büyük travma aslında. Bir başka gün şiddetli bir yağmur yağdı. Evin biraz arkasında akan bir dere vardı, o yağmurla dere taştı ve hayli büyük boyutlu bir sele sebebiyet verdi. Annem ve anneannem Hatip Çayı sel felaketinden kurtuldukları, anneannemin evi o selde yıkıldığı ve çok büyük zayiat verildiği için olaydan çok etkilendiler. Buna rağmen niye beni de alıp o derenin kıyısına, seli izlemeye gittiler hala anlam veremiyorum. Kudurmuş gibi akan derenin içinde arabalar, inekler, koyunlar, ev eşyaları sele kapılmış yuvarlana yuvarlana gidiyordu, inanılmaz bir şeydi. Hala düşünürüm bu bana hayalimin oynadığı bir oyun muydu, ben mi uyduruyorum diye ama annemlere teyit ettirdiğime göre gerçekti demek ki.

Öğle uykusu mecburiyeti vardı, nefret ederdim, annem zorlardı, ben inatlaşırdım. Sonra anneannem gelirdi, "Oh kızım, hadi uyu, kalkınca çocuk bahçesine götüreceğim" der kandırırdı beni. Uyurdum, uyanınca da gerçekten elimden tutar çocuk bahçesinin yoluna düşerdik. Giderken mutlaka seyyar koz helvacıya uğrar "kuşlubaş" alırdık. "Kuşlubaş" kağıt helvaya ortasındaki kuş kabartması yüzünden benim taktığım isimdi. Bir seferinde alnıma salıncak çarpmış, kanlar içinde kalmıştım, anneannem çığlık çığlığa ortalığı birbirine katmıştı. Annem sinema delisiydi, hafta içi, hafta sonu demez hemen hiçbir filmi kaçırmazdı. Saray Sineması'ydı sanırım Hamamönü civarında, en çok oraya giderdik. Pembeye boyalı bir salondu, genelde balkonda otururduk, perdenin iki yanında minyatür tarzında yapılmış biri tef çalan, diğeri oynayan iki kadın resmi vardı. Çocuk aklımla nereden duyduysam o resimlere bakar, "Çingen çalar, Kürt oynar" sözünü bu resimlere bakıp mı söylediler acaba diye düşünürdüm. Yahu sen 4 yaşındasın, nene gerek sosyolojik analizler 😃 Bir keresinde yine bu sinemada o yılların ünlü oyuncusu Orhan Günşiray ve Nurhan Nur'un oynadığı bir filmin galasına denk gelmiştik, her iki oyuncunun etrafında müthiş bir kalabalık yığılmıştı, tezahürat dersen gırla gidiyordu. Kimbilir hangi filmdi.

Seldi, elektrik çarpmalarıydı, geçirdiğim kızıl ya da kızamıkçık şimdi hatırlamadığım hastalıktı, dayımla didişmelerimizdi, sinemaydı, çocuk bahçesiydi derken bir çırpıda geçip gidivermişti o semtteki konukluğumuz. Anneannemin ve diğerlerinin sele giden evlerine karşılık yapılan site bitmişti ve artık oraya taşınacaktık. Bir sonbahar günü yüklendi yine kamyon, düştük başka bir evin yoluna...

Devamı başka bir yazıya olsun...

5 Eylül 2020 Cumartesi

5 EYLÜL (EVLER EVLER)


Ankara'daki vaka artışları beni sokaktan iyice alıkoyarken evde tavana bakma süremi de arttırdı. Bu tavan seanslarından birinde bu eve Eylül ayında taşındığımızı hatırladım ve bunca yılın sonunda bir kutlama yazısını hak eder o zaman, hem de benim ve evin kişisel tarihine bir not düşmüş oluruz dedim. 

Liseyi bitirmiştim, üniversite sınav sonuçlarını bekliyordum, ev de 2 yıldır benim liseyi bitirmemi ve taşınmamızı bekliyordu. Ramazan o yıl Eylül'e denk gelmişti, ben dahil ailecek oruçluyduk. Eşyaları getiren kamyonun şoför mahallindeki yolculuk bitip de indiğimizde ilk gözüme çarpan yan binanın alt katındaki kebapçı vitrini olmuştu. Camekanda muhtelif yazılar vardı: "Kıymalı pide", "Kuşbaşılı pide", "Kaşarlı pide", "Lahmacun" ve hiç sevmememe rağmen tepsi tepsi baklavalar. O anki acıkma duygumu hala hatırlarım. Ankara'nın 60'lı yıllar mimarisine ve soba ile ısınmaya göre planlanmış bir evdi yeni evimiz. At koştur denilecek tarzda bir salon buzlu camlı kırma kapılarla güya ikiye ayrılmıştı. Bu buzlu camlı, kırma tabir edilen kapılardan uzun süre kurtulamayacaktım, zira evlenip gittiğim Denizli'de mecburiyetten tuttuğumuz evde bir değil iki tane camlı kapı vardı. O kırma kapılar yaz gelince çıkarılıp bir kenara konur kış gelince ısınma sorunundan dolayı tekrar takılıp sıkı sıkı kapatılır, koca salonun loş ve karanlık bir bölümüne mahkum olurduk, tâ ki doğal gaz gelip de kat kaloriferine geçene kadar. O yıllarda Ankara'da hava kirliliği had safhada idi, bulunduğumuz semt  çukurda kaldığı için kirlilik çok daha fazla hissedilirdi. Balkona çamaşır asmak mümkün olmadığı için camekanla kapanan bölümü çamaşır kurutma yeri olarak kullanırdık kış boyu ve hatırlarım sabah donmuş olarak alırdık çoğunu, Ankara ayazı o yıllarda daha bir yakıcı imiş. 

Evi kısa sürede yerleştirmiştik ama alışma sürecimiz o denli kısa olmayacaktı. Komşuların aile gibi olduğu, adeta komün hayatı yaşadığımız bir yerden taşınmıştık buraya. Annem yeni evine, yeni eşyalarına rağmen çok mutsuzdu, her fırsatta ağlıyordu. Üç yaşındaki kardeşimse taşındığımız apartmanın yegane küçük çocuğuydu ve 24 dairenin tamamı tarafından bir prenses muamelesi görürdü. Onca ilgiden sonra tahtından edilmiş Prenses Süreyya'ya dönmüştü ve annem ağladıkça o da eteğine yapışıp "Kendi evimize gidelim" diye gözyaşlarıyla katkıda bulunurdu. Sanırım hayatından memnun olan bir ben vardım, salonda her akşam kendime yatak yapmaktan, kalabalık içinde ders çalışmaktan, kafam atınca sığınacağım bir mekan aramaktan kurtulmuştum. Virginia Woolf gibi "kendine ait bir oda"m vardı artık. Onlar ağlayadursun ben odamı dekore etmekle, kitaplığımı yerleştirmekle meşguldum. Ayçiçeği desenli perdeler dikmiştim balkona açılan pencerelere, her sabah neşeyle uyanıyordum. Yanımızdaki eski görünüşlü apartman kendisine Aptulla Efendi, karısına da Aptulla Teyze dediğimiz huysuz, cimri, pasaklı bir adama aitti. Odamın pencereleri Aptulla Efendi'nin kendi oturduğu dairenin mutfak balkonuna bakıyordu. Balkon demek ne derece doğruydu bilmiyorum, isten rengi kararmış, paslanmış eski eşyaların depolandığı bir nevi ardiye idi, mutfağın tozlu pencerelerinden kirden rengi değişmiş perdeler sarkar, arasına balkona çıkan Aptulla Teyze yıkanmasa da olurmuş diyeceğimiz kirlilikte çamaşırları rastgele asardı. Fotokopiyle çoğaltılmış kadar birbirine benzeyen üç tane çocukları vardı Aptullagillerin, iki kız, bir oğlan. Kırmızı saçlı, çilli, solgun benizli. Üçü de son derece asosyaldı, son derece pasaklıydı, son derece tuhaftı. Sadece en büyükleri, benimle yaşıt olan biraz daha normale yakındı. İşin tuhafı zaman içinde üçü de iyi üniversitelerde, başarılı yüksek tahsiller yaptılar, üstelik üçü de devrin en iyi kolejlerinden birinden mezundular. Lakin mühendislik okuyan oğlan apartmanın en üst kattaki merdiven boşluğu penceresine ayaklarını dışarıya sarkıtarak oturup avaz avaz şarkı söyleyebilir ya da karşıdaki yurtlarda kalanlara İngilizce dersi vermeye gittiğinde pencereden sarkıp 5 bina ötedeki kardeşlerine seslenebilirdi. En küçükleri olan kız balkonda kendi kendine konuşup elindeki ekmekleri parçalara bölerek balkondan aşağı rastgele fırlatabilirdi. Aptulla teyze çamaşır günlerinde kiracılarından birini çamaşır makinesinin kendine saldırmaması için bekçi olarak çağırabilirdi. Adams Family halt etmişti yani yanlarında. Bir gün o eve davet edildim evin en büyük kızı tarafından, yaşıttık ve zaman zaman balkonda karşılaştığımızda birkaç cümle sohbet ediyorduk, zaman zaman da okullarımız aynı yönde olduğu için yolda karşılaşıp birlikte yürüyorduk. "Hayır" diyemedim ama hemen yan apartmandaki daireye ayaklarımı sürüyerek adeta bin yılda ve son derece gönülsüzce gittim. Yerdeki halının gerçek rengini anlayamadım, oturduğum koltuktaki lekeler üstüme yapışacak gibiydi, ikram olarak gelen vişne suyunun içinden ağzıma giren şeyin sinek olduğunu düşündüğümde bayılacak duruma gelmiştim, neyse ki maydanoz yaprağı imiş. Tüm bunların üstüne ilk ziyaretim son ziyaretim oldu haliyle. Ahbaplığımız balkondan balkona devam etsindi. 

Annem ağlayadursun taşındıktan kısa bir süre sonra bayram geldi. İkinci gündü sanırım zil çaldı, kapıyı açtığımda bir çift hareli yeşil göz çarptı ilk anda gözüme, arkasında da yuvarlacık, kel bir kafa. Ellerinde bir kutu baklava ile bayram ziyaretine gelmişlerdi kapı komşumuz Kifo ile Mehemmed Ammi. Taşındığımız gün vitrinindeki yazılarla açlığımı zirveye çıkaran kebapçının sahipleri idiler. O lokanta kapanana kadar bayramlarda özel künefe ve baklavalarımız, ara ara da kebaplarımız eksik olmadı, Kifo bir gece uykusunda, Mehemmed Ammi de karısının hasretine dayanamayıp birkaç ay sonra ardından ölene kadar yıllar yılı has komşumuz oldular. Kapı zili çalar, yılların yıprattığı yüzünde hâlâ mücevher gibi parlayan yeşil gözleriyle Kifo'nun başı uzanır, "Kele bir lehme kısır katem de yeyek mi?" ya da "Ben bi dartılam sizde" derdi, maksat kısır ya da terazi değil yalnızlığını gidermekti. Tartıya her çıktığında aldığı kiloları döşlerinin büyüklüğüne verir, çok yağlı yiyorsun dediğimizde "Eveli bizim melmekette kasap eti yavsız verirse kötü et veriyor diye deniştirirdik" derdi.  Kısır kattığında onlara giderdik, duvarı kaplayan, her bir rafı dantelli örtülerle süslü, çoğu Kilis'in kaçakçılar çarşısından alınmış tabak çanakla bezeli vitrinlerine karşı oturur, "hemenem bir lehmede katılmış" kısırlarımızı yerdik. O vitrinin en nadide elemanı aile boyu bir termostu. Kifo ona "Homini" adını takmıştı, Tülden, fırfırlı bir elbisesi vardı Homini'nin, bizzat Kifo dikmişti. Homini yıllarca en üst raftan, bir kere bile çay ikramında bulunmaya gönül düşürmeksizin, bir kraliçe gibi ev halkını ve gelen misafirleri seyretti. 

Annem yeni evde ilk ahbabını edinmişti ki çok geçmeden ikincisi teşrif etti; Eminanım Teyze. Bütün çocukları Almanya'da çalıştığından yalnız yaşayan, ufacık-tefecik, huysuz, aksi, şüpheci bir ihtiyar. Çıkarıp ortaya bir anahtar koydu, "Bu benim evin anahtarı, alın sizde dursun, başıma bir iş gelirse girip bakarsınız" dedi. İlk kez gördüğü, evveliyatını bilmediği bir komşuya anahtar emanet etmek de hani bilmem ki, hepimizde bir huzursuzluk yarattı. "Şimdilik dursun" dedi babam, "ben ayrı bir anahtarlık alayım ki belli olsun, ondan sonra alırız". Maksat unutturmaktı, zaten bundan sözettiğimizde diğer komşular "Zinhar" dediler, "o her gelen komşuya anahtar emanet eder, sonra hırsız tutar, sakın kabul etmeyin". O anahtarı asla almadık ama Eminanım teyze evin demirbaşı oldu, her akşam çıkıp gelir, yaz günü bile olsa üşüyorsa kapıları kapattırır, kış günü terliyorsa açtırırdı. İşin mi var, gezmeye mi gideceksin anlamaz, mazeret belirtsen küser. Her akşam aynı çile, Eminanım teyze ağırlamaca. Sonunda bir yol bulduk, gece saat 10 dedi mi yatmak adetindeydi, bir süre sonra anladık. Kolunda saati olmadığından bize sorar, "10" dedik mi, "Saat on, yatağa kon" der kalkar giderdi. İşimizin olduğu ya da bir yere gideceğimiz zamanlarda "Aa saat 10 olmuş" derdik, "Saat on, yatağa kon" deyip giderdi. Babam pazara giderken bazı sebze ve meyveleri ısmarlar, geldiğinde babamın söylediği fiyatın doğruluğunu araştırmak için pazara giden bütün komşuları gezerdi. Sonunda artık kendini idare edemeyecek duruma gelince Türkiye'ye yerleşen çocukları yanına aldı, saat 10 ziyaretleri de bitti. 

Annemin çevresi giderek genişliyordu; merdivende ayak tıkırtısı duyar duymaz kapısını aralayıp kenardan ya da göz deliğinden dikiz yapan Hafizanım, uzun boyu, ince endamından dolayı taktığım isimle Basketbolcu Teyze, elinden düşmeyen sigarasıyla Neriman Hanım hepsi kısa sürede Yenimahalle'yi unutturup annemin gözyaşlarını dindirecekti. Kah bizde, kah onların evlerinde kabul günleri, gezmeler, Hafizanımın kimselere layık göremediği oğluna görücü gitmeler derken annem kendi habitatını oluşturmuştu. Bense Ankara ayazında bir türlü ısınmayan kuzeye bakan kendime ait odamda gündüzleri Aptulla Efendi ve Şürekasının balkon maceralarını izleyip akşamları sadece ayaklarımı sıcak tutabildiğim elektrikli soba eşliğinde ders çalışıyor, kitap okuyordum. Kitaplığım giderek doluyor, boş vakitlerimse Kızılay'daki yüncülerden alınma yumaklarla örgü örerek ya da Burda ve Samanyolu dergilerinden çıkarılmış patronlarla dikiş dikerek değerleniyordu. Taşındıktan beş yıl sonra yeni bir hayata açtım yelkenleri ve ilk kez evimden ayrıldım doğdum doğalı, evlilik rüzgarı Denizli'ye attı beni ama bu ev hayatımdan hiç çıkmadı. Neler gördü neler onca yılda, kahkahalar, göz yaşları, toplantılar, eğlenceler, mutsuzluklar, tartışmalar, barışmalar, endişeler, hastalıklar, şifa bulmalar. İki kez gelin yolcu etti, üç kez cenaze. Sonuncusu evi öksüz bıraktı, bir daha da iflah olmadı zaten. Şimdi ıssızlaşmış ve giderek eskiyen eşyaları, yıpranan duvarları, öksüren boruları, solan renkleri, yitirilen komşuları ile yazları bize ev sahipliği yapıyor, elimi attığım her şeyde iyi ya da kötü bir anıyı aklıma düşürerek. Taşındığımızda boyumuzu az geçen ağaçlar apartmanlara tepeden bakıyor, leylakların fışkırdığı bahçeler otomobillere yenik düşüp otoparka çevrildi. Sinirlendi mi rengi bordoya dönen kırmızı yüzlü Ahmet amcanın bakkalı defalarca el değiştirdi, şimdi boş. Her birinin ayrı anısı olan cadde üstü dükkanlar (fotoğrafçı, pastane, kuruyemişçi, eczane) birer birer kapanıp kiralık oto yazıhanelerine dönüyor. Aptulla Efendi'nin eski binasını çoktan müteahhit kaptı, sevimsiz bir kazulet dikildi yerine, artık kendime ait olmayan odanın manzarasında kimselerin görünmediği, perdeleri sıkı sıkı örtük cam balkonlar var. Sabaha kadar işleyen trafik, neredeyse günaşırı yapılan polis çevirmeleri, gece boyu açık çiğköfteciden gelen gürültüler, motorlu kuryelerin patpatları uykuyu bölüyor. Şehirler gibi caddeler, sokaklar da kimliğini kaybediyor. Ankara'nın seçkin bir semti olarak taşındığımız yer avamlaşmadan payını bolca alıyor. Her şey gibi anılarımız da yavaş yavaş yok oluyor.

Buraya kadar gelebildiyseniz tebrik ediyor, coronanın uğramadığı güzel bir hafta sonu diliyorum (coronayı cins isim gibi yazdım ki kendini bir mok sanmasın 😂)...

1 Eylül 2020 Salı

1 EYLÜL (AĞUSTOS OKUMALARI)

Efendim, Leylak Dalı gururla sunar, üzerime serpilmiş ölü toprağını şık bir hareketle silkeleyip özüme döndüğüm için mutluyum. 8 aylık dönemde okumayı planladığım kitap sayısını 1 Eylül itibariyle gerçekleştirmiş bulunuyorum.  Şimdi diyeceksiniz ki tek derdin bu mu, yoo başımızın üzerinde pandemi gibi kocaman bir Demokles kılıcı sallanırken tek derdim okuduğum kitap sayısı olamaz elbette ama bunlar da benim kişisel, küçük mutluluklarım. En azından her zamanki rutin alışkanlıklarımı gerçekleştirebilmenin keyfini yaşıyorum. Ağustos ayı 17 adet kitapla sona erdi, toplamda 80 kitaba ulaştım ki, yıllardır düzenli olarak okuduğum her ay 10 kitap hedefime de böylece kavuştum. Eve kapandığımız şu dönemde insanı-en azından ben insanı-mutlu eden okumaktan başka ne var ki?

Gelelim kitaplara:


-Ağustos ayının ilk kitabı herkesin okuyup çok beğendiğini söylediği, 2018 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Olga Tokarczuk'un "Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde"si oldu. Özellikle kışları iyice ıssızlaşan, soğuk, karlı bir köyde yaşayan, astrolojiye meraklı, çevreci, hayvansever, hafiften esrik Janina'nın polisiye tadı veren kendine özgü öyküsü anlatılıyor kitapta. Gizemli bir macera, sonuna kadar ilgiyi kaybetmeden okutuyor ama sanırım beklentimi fazla yüksek tutmuşum ki başkalarının göklere çıkardığı kadar çok sevemedim ama bir Tokarzuck kitabı daha okur musun deseler "Evet" derim, zira farklı bir yazım tarzı ve konulara farklı bir yaklaşımı var yazarın.


-Polisiye okumayı sevdiğimi beni takip edenler bilir, özellikle daha derinlikli, edebi okumaların aralarına teneffüs mahiyetinde polisiye kitaplar sıkıştırmayı tercih ederim. Gencoy Sümer'in ve kitaplarının adını yanılmıyorsan Twitter'de tesadüfen gördüm. Polisiyede farklı bir yazar arayışındaydım ve hemen ısmarladım iki kitabını ve "Feneryolu Cinayetleri" ile başladım. Polisiyede ilk kıstasım katilin daha kitabın başında tahmin edilmemesidir. Romanın bütün gizemini alır götürür zira. Gencoy Sümer bu bakımdan olumlu not aldı. İnsanı fazla yormayan, rahatlıkla okunan, yer yer eğlenceli bir polisiye idi. 80'li yıllarda geçen bir Kerim Ülkü polisiyesi, Kerim Ülkü Beyoğlu'nda ünlü ve şık bir restoranı olan tanınmış bir aşçı ama onun dedektiflik yönünü çok az kişi biliyor. Gizemleri Kerim Ülkü çözüyor, kendisine yardımcı olan gazeteci arkadaşına da olayın kitabını yazmak düşüyor. Polisiye sevenlere tavsiye ederim...


-"Yüklerin En Değerlisi" insanı hüzne boğan çağdaş bir masal, ince ama dolu dolu bir kitap. Parmak Çocuk masalından izler taşıyan kitapta 2. Dünya Savaşı, Yahudi kırımı, toplama kampları ve her şeye rağmen iyi insanlar bir masal atmosferinde konu ediliyor. Okumalısınız...


-Bu ay en severek okuduğum kitaplardan biri Ali Smith'in "Sonbahar"ı oldu. 100 yaşındaki Daniel Gluck ile 32 yaşındaki Elisabeth'in (s ile) bir ev ödevi ile başlayan dostluklarının katman katman açılan öyküsünü çok sevdim. Yazarın diğer mevsimlerin adını taşılan kitaplarını sabırsızlıkla bekleyeceğim. Kitap bana ayrıca bir nevi ansiklopedi görevi de gördü, adını ilk kez duyduğum, İngiltere'nin tek kadın pop-art sanatçısı Pauline Boty ile çocukluğumda evdeki bir katalogda görüp merakla sayfalarını çevirdiğim Profumo Skandalı'nın baş kişilerinden Christine Keeler hakkında epey bilgi edindim. Bu tarz araştırmaya yönelten, ilginç konulu kitapları seviyorsanız mutlaka okuyun derim...         


-"Kelliğimin Hikayesi" sonu kelliğe dönüşen, kendini ve aşkı bulma çabaları içeren, sancılı ve çarpıcı bir büyüme öyküsü. Her biri birbirinden sorunlu bir aile içinde olunca öykü daha da sıkıntılı oluyor haliyle. Kahraman açısından zor olsa da okuyanı yer yer güldürmeyi başarıyor. Kitabın ana kişisine kendi adını veren yazar meğerse ünlü "Tirza"nın yazarı Arnon Grunberg imiş. Takma ad kullanarak okuru yanıltan yazarları hepinizin huzurunda kınıyorum 😃 Kitap Alef Yayınevi'nden çıkmış ve her zamanki gibi yanıltmadı. Tavsiyemdir...


-"Düğün Birahanesi" Behçet Çelik'in ilk hikayelerinin yeniden basımı. Bu aralar öykü okumaktan nedense sıkılıyorum, bana uzun soluklu, pat diye bitmeyen ya da bir sonuca ulaşan kitaplar lazım. Bazı öyküleri biraz daha ilgiyle okudum ama tavsiye isterseniz cevabı "Hayır" olacak.


-Gönül Kıvılcım okumaya devam, okuduğum her kitabı beni yanıltmamakta devam ediyor. "Suç Sarayı" adalet peşinde bir avukat kadınla, eşinin aldatmasını hazmedemeyip evini terkeden bir genç adamın otostop aracılığı ile bir araya gelmelerini ve adalet arayışına birlikte devam etmelerini konu alan sürükleyici bir kitap, bir nevi yol hikayesi de denebilir. Ben ilgiyle, çok severek okudum, sizlere de tavsiye ederim...


-"Kimi Muhitlerde" daha önce "Gözetleme Kulesi" isimli kitabını okuduğum Avustralyalı yazar Elizabeth Harrower'in bir başka kitabı ve diğeri gibi Sydney'de geçiyor. Şehrin tanınmış ve zengin bir ailesinin oğlu olan Russell bir toplantıda tanıştığı, anne-babalarının genç yaşta ölümü üzerine küçük yaşta dayılarına sığınmak zorunda kalmış, depresif bir yengenin baskısıyla büyüyen ve hayli yoksul bir yaşam süren iki kardeşi, Amy ile Stephen'i kendi ailesine bir şekilde dahil eder. Evin kızı Zoe kendisinden farklı karakterdeki Stephen'e aşık olacak ve evlenecektir. Russell ile Amy'yi bekleyen şey ise daha zorlu ama daha mutluluk verici olacaktır. Severek okuduğum bir kitap. beklentiniz akıcılık değilse siz de seversiniz...

-Sheila Heti'nin "Annelik"i ise merakla başladığım ama beni çok sıkan, çok zor ilerleyen ve neredeyse bitirmek üzere iken fırlatıp attığım bir kitap oldu. Bazılarına ilginç geliyor olabilir ama sürekli yazı-tura atan, fal baktıran bir kadının anne olup olmamakla ilgili kaygıları ve çelişkili duyguları beni boğdu. O yüzden tavsiye listeme giremedi. 


-Nodar Dumbadze adını yıllar önce okuduğum "Savaştan Korkuyorum" isimli kitap ile duymuştum. "Ben, Ninem, İliko ve İlarion"u sanal alemde o kadar çok gördüm ve o kadar çok övgüsünü okudum ki dayanamayıp aldım. Gürcistan'da geçen bir savaş sonrası yoksulluk ve yoksunluk romanı, bana biraz çocuksu geldi ve çok sevemedim. Savaşta yetim kalan Zuriko, fedakar ninesi, Zuriko'ya kol kanat geren yaşlı komşuları İliko ve İlarion insanı hüzünlendiriyor ama o kadar.


-"Beni Nereden Vuralım" Twitter ve Instagram aracılığı ile tanıştığı Zeynep Tuğçe Karadağ'ın yeni çıkan şiir kitabı. Az sayfalı ama güzel şiirlerin olduğu bir kitap, şiirseverlerin ilgisini çekebilir...


-Bu ayın severek okuduğum, etkileyici kitaplarından biri daha, "Kırtasiye Dükkanı" önce güzel kapağıyla ilgimi çekmişti, okuduğum zaman kapağı kadar güzel olduğunu gördüm. İran'da, Musaddık'ı deviren darbe sırasında yaşanan, hüsranla biten bir aşk öyküsüyle başlıyor kitap ve kadın kahramanın okumak üzere gittiği Amerika'da devam ediyor. Bana Jhumpa Lahiri'nin "Saçında Günışığı"nı hatırlattı biraz, onun İran versiyonu gibi. Yazar Marjan Kamali İranlı bir anne-babanın Türkiye'de doğmuş, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşamış ve halen Boston'da yerleşmiş bir kadın. Roya ve Bahman'ın öyküsünü okuyun derim, seveceksiniz...


-Her ne kadar "Sevgili Arsız Ölüm" ve "Berci Kristin Çöp Masalları"ndan sonra yazdığı hiçbir kitabı okuyamasam da Latife Tekin benim yazarlarımdan biridir. Pelin Özer'in yaptığı ve daha önce başka basımları olmuş bu nehir söyleşinin geliştirilmiş son basımı Can'dan. Nehir söyleşi okumayı seven biri olarak "Latife Tekin Kitabı"nı da severek okudum. Aynı duygulardaysanız tavsiyedir...


-Fariba Vafi bu ay okuduğum ikinci İranlı yazar, İranlı kadın yazarların kitapları da İran sineması kadar güzel oluyor genellikle. "Uçup Giden Bir Kuş" ince cüssesinden umulmayacak kadar dolu dolu bir kitap. Gündelik yaşamın cenderesinden bir türlü çıkamayan, geçmişiyle barışıp geleceğinden emin olamayan, yoksul bir mahalledeki bahçe katında, kendine ait bir evde özgürlüğünü yaşamaya çalışsa da başaramayan iki çocuklu bir kadının öyküsü. Kesinlikle okunası...


-"Mavi Kolye" ayın başında "Feneryolu Cinayetleri"ni okuduğum Gencoy Sümer'in bir diğer polisiyesi ve yine bir Kerim Ülkü macerası. Konu bu defa daha yakın yıllarda, Zonguldak'ın küçük bir sahil kasabası olan Filyos'ta geçiyor. Şehrin en zengin adamı olan İhsan Bey Mavi Kolye isimli malikanesinin çalışma odasında ölü bulunur ve ev sahibinin davetlisi olarak tam da o gün Filyos'a gelen Kerim Ülkü olaya el koyar. Yine bir kapalı oda cinayeti ve Kerim Ülkü'ye bu defa Filyos'un yerel gazetesinin sahibi Vedat yardımcı olur. Kerim Ülkü'nün bu ikinci macerasını daha çok sevdim. Okumaya devam...


-Gönül Kıvılcım bu defa öyküleriyle konuk oldu okuma yolculuğuma. "Parçalı Aşklar"daki öyküler en az romanları kadar güzel. Özellikle "Mecburi Avrupa Yolculukları"nı çok severek okudum. 


-Ve ayın son kitabı yine Gencoy Sümer'den. Aslında yazarı tanımak adına ilk okunacak kitapmış ama ben sondan başladığım için bu kitap bana diğerlerinin maketi gibi geldi. Kerim Ülkü yok burada, onun yerine ünlü dedektif Hercule Poirot'un çakması Percule Hoirot var. "Aile Sırrı" çok sevdiğim bir polisiye olmadı, Gencoy Sümer'i Kerim Ülkü maceraları ile okumanızı tavsiye ederim...

Ben yazmaktan yoruldum, umarım siz okumaktan yorulmamışsınızdır. Nice kitaplara dileğiyle sevgiler...