.

.
.

30 Nisan 2022 Cumartesi

BAYRAM TEMİZLİĞİ / 30 NİSAN

Bir cumartesi gününe bir sürü iş sığdırmış olarak karşınızdayım sevgili takipçilerim. Esasen bunların hiçbirini yapmasam da olurdu ama anamın zamanında şiddetle karşı çıktığım bazı faaliyetleri ne yazık ki genlerime işlemiş, ruhumun tüm protestolarını beynim dinlemiyor. Annem bayram öncesi hafta gelince çıldırma modunda temizliğe sarardı. Sadece yapmakla kalsa iyi, yapacağı her şeyi öncesinde defalarca yineleyerek beynini motive eder, daha işe başlamadan yorulurdu. "Perdeler yıkanacak, perdeler yıkanacak, perdeler yıkanacak", "mutfak temizlenecek, mutfak temizlenecek, mutfak temizlenecek", "camlar silinecek, camlar silinecek, camlar silinecek", bu liste böylece uzar giderdi. "Anne bunları söyleyip duracağına yapsan daha az yorulursun" dediğimdeyse tembellikle, hazır yiyicilikle suçlanır, payıma düşen işleri yaptığımda azıcık şikayetlensem "Gördüğün banaysa öğrendiğin sana" annesel kalıbıyla cevabımı alırdım. Sanırsın üst düzey kalifiye eğitim alıyorum. Alt tarafı ev süpürüp toz almak, nesi öğrenilecek ki bunun, 3 yaşındaki çocuk bile birazcık gayretle yapar. Hele biraz üstünkörü yapayım verilen görevi, "okşama" diye söylenirdi, pataklamam istenirdi mobilyaları, camları, halıları. Annemin en sevdiği temizlik aleti elektrik süpürgesi idi, defalarca süprülmüş halıları temizlik sona erdiğinde perdah niyetine bir kere daha süpürür, babamın sabrının sınırlarını zorlar, geleneksel Arife Günü Kavgası patlak verirdi. 

Bizim eve en geç giren temizlik aleti elektrik süpürgesi olduğu için mi acaba annem bunca düşkündü halı temizlemeye yarayan robot benzeri bu garip şeye. Onca yıllık hasretin sonunda erdiği vuslatın tadını çıkarıyordu sanırım. Çok önceleri, ben daha ilkokulun ilk sınıflarındayken, elektrik süpürgesiz günlerimizde ot süpürgemizin yeterince temizlemediğine kanaat getirilen özel günlerde-ki karlı havalarda annem bir miktar karı taban halısının üstüne serper, sonra ot süpürgeyle süpürürdü, karla karışık süpürge otunun ferah kokusu hala burnumdadır-babamın hemşerisi, aynı zamanda da ilkokul arkadaşı olan ve bir üst sokağımızda oturan Ayşe Teyzeler'in elektrik süpürgesi bize misafirliğe gelirdi. Şu uzun sapında torbası takılı olanlardan, hani reklamı vardı: "Ho ho ho Hoover, süpürür döver, her yeri temizleyen, Hoover, Hoover, Hoover". Hoover Hanım sahibiyle birlikte gelir, Ayşe teyze kahvesini içerken, uzun boyuyla bir kenarda sessizce bekler, Ayşe Teyze'nin tembihleri bitince de göreve başlardı: "Yerde iğne falan olmasın ha, torbayı deler Allah korusun, sonra torba bulmak mesele, bulsan da pahalı". Annem hemen emektar ot süpürgeyi çıkarır, önce bir güzel süpürür, sonra Hoover Hanım'ın maharetli ellerine teslim ederdi göbekli kırmızı halımızı. Görev sona erince becerikli kızımız sarılıp sarmalanır, Ayşe Teyze annem tarafından "Allah razı olsun kız Ayşe, içim hiç rahat etmiyordu, sayende temizlendi halı" sözleriyle uğurlanır, babam süpürgeyi kucaklar, Ayşe Teyze'yi ilkokul günlerini ve memleketlerini yad ederek evine bırakırdı. 

Çok sonra envai çeşidinin evimize dahil olduğu elektrik süpürgelerinin ilki şu aşağıdaki oldu, her kullanışta ayağımı çarptığım ya da mobilyalara tosladığım, ağır mı ağır Siemens, kullanmalara doyamamış olacağım ki çeyizime de bir tane konmuştu, uzun süre yarenlik ettik yani kendisiyle. 


Annemin bir hafta önce başlayıp arife günü doruğa çıkardığı temizlik faaliyetleri yüzünden bayramları hiç sevemedim, hala de sevmem. Ev resmen kalkıp otururdu günlerce, annemin suratından düşen bin parça, ben peşinde yancı koşturup dururduk. Akşam yemekleri geçiştirilir, annem sürekli yorgunluktan şikayet eder, babam kıyametleri koparır, ev temizliğinin çoğunluk erkekler gibi gökten inen melekler tarafından yapıldığını düşündüğü için önünde cereyan eden faaliyete tahammül edemez, tartışmaların dozu günden güne artarak sonunda Arife Günü Meydan Savaşı'na dönüşürdü. Kavgalı, küsmeli, bağrışmalı temizlik geceyarısına yakın nihayete erer, annem iki saat önce açtığı elektrik süpürgesini, bir kez daha açmaya niyetlenirken babamın şimşek saçan bakışlarıyla karşılaşıp askere giden yavuklusunu uğurlar gibi hüzünle süpürgeyi yerine kaldırır, bu defa çamaşır derdine düşerdi. Bize bayram ziyaretine gelen misafirler banyoya girip kirli sepetini kontrol ettiği için (!) üç-beş parça da olsa çamaşırlar yıkanıp asılmadan temizlik bitmiş sayılmazdı. Son mandalı takan annem bu defa termosifondaki su soğumadan hepimizi yıkanmaya davet eder, "Ben daha yeni banyo yapmıştım" diye itiraz ettiğimizde de "Arife suyuyla yıkanan büyür" diye zorla sokardı banyo kapısından. Eğer arifelerde yıkanmasaydım sanırım cüce olarak kalırdım, şükür bu günüme 😃

Bunca badirenin üzerimde bıraktığı baskıyla bayramda gelen-giden olmayacağı, bir yere gitmeyeceğimiz, çoluk çocuk uzakta olduğu halde anneminki kadar olmasa da kendime bir bayram öncesi yorgunluğu hediye ettim bugün. Ama dikkatinizi çekerim arifeye bırakmadım 😃 Sabahın 6'sında hortlayıp daha fazla büyümek istemediğim için arifeye bırakmadan kendimi banyoya attım. Sonra da "Başka Sinema Online"dan satın aldığım beş filmin ilkini izlemek için ekran başına konuşlandım. Ee bizde temizlik böyle, eğlence soslu. "Yol Ayrımı" isimli bir Fransız filmi idi, severek izledim. Sarı yeleklilerin gösterileri esnasında bir acil servisde eksik personelle yaşanan kargaşayı konu alan hem eğlenceli, hem düşündürücü bir filmdi. Film bitince makineye çamaşır attım ve annemi anarak elektrik süpürgesini çalıştırdım, sadece annemi değil Ayşe Teyze'yi de andım. Havalar ısındığı için elektrik sobalarını yerine kaldırdım, yıkanan çamaşırları astım. Toz alma eylemini de bitirip dinlenmeye geçtim ve MUBİ'de, yönetmen Serhat Karaaslan'ın Sundance Film Festivali'nde ödül alan kısa filmi "Suçlular"ı izledim, tavsiye ederim. Filmi bitirip sona bıraktığım kitaplığın tozlarını aldım ve mutfağa geçtim. Domatesli, biberli meyhane pilavı pişirdim, kuruttuğum naneleri ovaladım, köfteleri buzluktan çıkardım. Kuruyan çamaşırları katlayıp kaldırdım ve "Eee, bu kadar yeter" diyerek kitabımı elime aldım. 50 sayfası kalmıştı, okuyup bitirdim ve hiç beğenmedim, siz de okumayın: "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi". Ve ardından okumakta olduğunuz yazıyı yazdım. Bu kadar uzun yazıyı bitirirken sabrınızın karşılığı olarak kardeşimin ta Ankaralardan yolladığı leylak fotoğraflarıyla içinizi açayım:


 

 

29 Nisan 2022 Cuma

CUMA / 29 NİSAN

Hala dolap savaşları ile hemhâl olmaktayım. İleri cephede muzaffer olduk, art saflardaki ufak çetelerle boğuşmaktayım. Dün cümle ıvır zıvırı içine depoladığım şifonyer çekmecesiyle uğraştım. Bir poşet dolusu eskimiş oje, ruj, takı kutusu (insan boş kutuları niye saklar?), küçük keseler (az daha dursa kendiliğinden dolar mıydı ki?), bayatlamış deodorant, kokusu ekşimiş parfüm, kaymak bağlamış krem attım. On santimlik yer açılmadı. Bu durumun gizemini bilen bana da açıklayıversin bi zahmet. Artanları gerisingeri tıktım çekmeceye, sadece biraz daha düzenlice ama aradığım şeyi bulamadığımda anında eski haline geleceğinden eminim. Bu da çekmece denilen yaratığın mâkus kaderi olsa gerek. Aslında bir alt komşusuna da protesto çekmem gerekiyor, içinde mahalleye yetecek kadar fular ve eşarp var. Çalışırken o küçük eşarpları çok kullanırdım boynuma bağlamak için, şimdilerde hiç ilgilenmiyorum ama renkleri ve desenleri o kadar güzel ki atmaya da kıyamıyorum. Onları elden çıkarsam fularlarım nefes alacak, her seferinde aradığımı bulamayıp üstte duran aynı siyah fuları bağlamak zorunda kalmayacağım. Dur ben yazıyı bitirince bu konuya da bir el atayım.

Dün giysileri elden geçirirken ayırdığım tadilat gerektiren birkaç parçayı terziye götürdüm. Bir vakitler kendine içli-dışlı kabanlar diken ben daraltma-kısaltma işlemleri için terziye gidiyordum. Güldüm kendi kendime, eh her şeyi ben yaparsam terziler kimden kazanacak, zaten makinemi de eltime bağışlamıştım. Dikiş de neymiş, mümkünse düğme bile kopmasın, iğneye iplik geçirmek dahi istemiyorum. 

Terzi dükkanı Antalya'da ilk oturduğum evin arka sokağında idi, sahiplerinden kadın olanı da alt kat komşumun kızı. Kendisi yoktu, eşine bıraktım düzeltilecekleri ve yıllar sonra o sokaklarda bir yürüyüş yaptım. Ne çok ayak izi bıraktım oysa o kaldırımlarda. Oğlumun gittiği ilkokul yüksek duvarlarla çevrilmiş, giriş kapısı örülüp başka cepheye taşınmış, hepsinden öte okul ortaokula dönüşmüş. Parmaklıkların arasından içeri şöyle bir baktım, duvar boyu çamlarla çevrili bahçe aynı bahçe, okula kat çıkılmış, pencere kenarları da rengarenk boyanıp hoş bir hava verilmiş. Ne çok bekledim o bahçede, ne çok çanta taşıdım, ne çok veliyle gereksiz muhabbet ettim. "Of, tekrar veli olmak istemem doğrusu" diyerek devam ettim. O sokaklardaki mahalle havası hala sürüyor, henüz rantsal dönüşümden nasibini almamış, apartmanların hemen hepsi bahçeli ve bahçeler ağaçlar, çiçeklerle dolu. Derken aklıma geldi, eskiden pazar kurulan sokakta tek katlı, eski bir ev vardı, bahçesinde de bir leylak ağacı, gidip bakayım dedim, belki hala duruyordur ve açmıştır. Ev duruyordu yerinde ama leylak yoktu, onun yerine beni mis kokusuyla hanımeli karşıladı. Eh o da bir şeydir. İlerdeki boş dükkan Mister Koca'nın ayakkabı tamir atölyesiydi. Pek modern bir yerdi, annemler bile Ankara'dan gelince bir uğrarlardı Mister Koca'ya, topuk tamiri için falan. Sanırım Almanya'da bu alanda çalışmış bir işçi idi sahibi, epey gelişmiş araç gereçle çalışırdı, pek de kibar bir beyefendi idi. Umarım hala sağdır. Birbirine paralel ve dik kesen birkaç sokağa eskiden pazar kurulurdu. Antalya pazarlarının ilginç bir adeti vardı o yıllarda. Bir önceki gün öğlen kurulan pazar tezgahları gece pazar yerinde kalır, ertesi gün öğleye kadar devam ederdi. Adları da sabah-öğlen arası kurulduğu günle anılırdı. Bu pazar Çarşamba pazarı idi ve pek meşhurdu, zira son zamanlarda giysi tezgahları kurulmaya başlamıştı ve cidden iyi kıyafetler, ayakkabılar hesaplı fiyata bulunurdu. "Nerden aldın?", "Çarpa'dan aldım" diye de bir söylemi vardı. Sonraları sokaklara araçlar giremediği için kaldırıldı, sabit bir yere taşındı. Ben de şurada limoncu dururdu, buradan erik alırdım diye diye dolaştım sokaklarda. Bu kadar uzun süredir niye uğramadığıma da şaşmadım desem yalan olur. 

Bütün bir kış atıl duran karşımızdaki inşaat alanında tam balkonda oturulacak zaman faaliyet başladı, kepçe çalışmaya başlamış. Hapı yuttuk, gürültü bir yandan, toz bir yandan, tadından yenmez. Fakat kepçe operatörünü kutlamak lazım, kıvraklıkta değme dansöze taş çıkarır. Koca kepçeyi bir yanı park etmiş araçlarla dolu daracık sokaktan ustalıkla geçirip inşaat alanına soktu, paletleriyle asfaltı kazıdı gerçi ama o kadar kusur kadı kızında da olur 😃 Ben de balkondan seyrettim, malum iş makinası izlemek ata sporumuz 😃

Haydi bakalım, macera başlasın 😋


26 Nisan 2022 Salı

PİNAna / 26 NİSAN

 


Sevgili Ayşe Başak Kaban'ın fırından yeni çıkan kitabı "Pinana"yı satışta olduğunu duyduğum gün, hem de bizzat yayınevinden sipariş ettim. Lakin "kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz" hesabı kitap bir türlü gelmez. PTT Kargo ile gönderildiğine dair bildirim geldiği günden bu yana takibe aldım. Önce yola çıktı, sonra Antalya'ya geldi, sonra kargo dağıtım merkezine ulaştı derken o da ne? Hoop kitap İstanbul'a geri gitti. Hem de benim adımla İstanbul'da bir adrese. Yayınevini arayıp durumu anlattım, "Bizim değil kargonun hatası" dediler. "Ee, ben ne yapayım, İstanbul'a gidip kitabın peşine mi düşeyim" dedim. "Bize iade olursa tekrar yollarız" dediler, boynum kıldan ince, kopmasın diye büktüm oturdum. Ha bekle gelmez, ha bekle gelmez. Bu arada kitap benim adımla İstanbul adresine gitti ve "Alıcı tanınmıyor" diye şerh düşüldü PTT Kargo Takip'e. Tanınmaz tabii, ne işim var benim İstanbul'da. Tekrar yayınevini aradım, güya kargo gelmiş, beni evde bulamamış, o yüzden geri gitmiş. Küllî yalan. Kargo dağıtıcısıyla aramız pek iyidir. Kargo geldiğinde "Aplaa" dile telefon eder, evdeysem aşağıya poşet sallarım, koyar içine, evde yoksam da alt kattaki dükkanlara, en kötü ihtimal zile basıp posta kutusunun üstüne bırakır. Bunları yapamıyorsa apartman giriş kapısının camına ihbar yapıştırır. Hiçbiri olmadı, tuhaf bir yanlışlık var. Son olarak Kargo Takip'i kontrol ettiğimde "Kayıp Kargo" ibaresini görünce artık tepem attı, tekrar yayınevini aradım ve siparişimi iptal ettirdim. Neyse üzmediler, IBAN alıp 10 dakika içinde paramı iade ettiler. Ben de akabinda stokta görünen Babil'e tekrar sipariş verdim. Ama yok, ilahlar kitabı bana okutmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Babil'den iki gün sonra mail geldi, tedarik gecikmesi. Bir hafta oldu hala ses yok, sonunda sevgili yazar arkadaşım imdadıma yetişti ve kitabı bana bizzat postaladı, hem de imzalı. Bunca maceranın üstüne lavanta ve altın otuyla kokulandırılmış, güneş rengi bir kağıda sarılmış kitabımı hemen okumaya başladım. 

Ayşe Başak Kaban'ı Ayizi Yayınevi'nden çıkan "Ben, Kendim ve Bergen" isimli kitabı ile tanımıştım. Kitabın adını taşıyan öykü ve diğer öyküler de çok güzeldi ama ben asıl Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü'nü aldığı "Garnik ile Şaşik"e çarpılmıştım. Kitap hakkında yazdığım bir yazı yazarla tanışmama vesile oldu, birbirimizle yüzyüze gelemesek de uzaktan da olsa dost olduk. Kalbinin güzelliğinı anlamak için tanışmaya gerek olmayan insanlardan Ayşe Başak Kaban. Zaten bir süre sonra onun "Ne Malum" Ve "Kırık Kalp Sendromu", benim de "Mutfağın Hatıra Defteri" kitaplarımız sayesinde "Ayizi" kardeşi olacaktık. O ilk öyküleri okurken bunu hayal bile edemezdim haliyle. 

PİNAna'ya gelince, çağdaş bir masal bu roman. Direnmenin, dostluğun, kadın dayanışmasının, iyiliğin, doğa ve hayvan sevgisinin, güçsüze ve ayrıksıya destek olmanın, hayata güzel bakmanın kitabı. Tanıdığım kadarıyla  yazar kendinde bulunan tüm özellikleri kitabına konu etmiş. Kitabın ana kahramanları bir bilge kişi, bir nevi modern şaman olan "Nana" ve torunu "Pina". KüçükFaraşKoyu'ndaki otlarla, çiçeklerle, ağaçlarla çevrili bir çiftlikte köpekler, Koyun Do ve kızı, tavuklar ve başka hayvanlarla doğal bir yaşam sürüyorlar. Evin önünde layemut (ölümsüz) bir koca çam ve verandaya dallarını uzatan bir leylak ağacı var ki, işte o benim kalbimi çarptırdı 😊Nana ve Pina ile birlikte yaşayan bir de Rabiş var, doğuştan çileli bir Rabiş, kambur ve şekilsiz vücudu ile herkesin dışladığı bu yavruyu Nana'nın annesi Emine kanatları altına alıyor ve Rabiş onlarla büyüyor. Nana bir çeşit otacı, şifalı otlar kaynatıyor, tütsüler yakıyor, merhemler, sağaltıcı doğal ilaçlar yapıyor. Her konuda çok yetenekli, sevilen ve sözü dinlenen bir kadın.Ve bir gün çiftliğe misafirler geliyor, Nana'nın kızı, Pina'nın teyzesi İnci ve üç kadın arkadaşı Dicle, İpek ve İris. Ortada bir sorun var ve bunun halledilmesi gerekmekte. Gerisini anlatmak spoiler vermek ve kitabın tadını kaçırmak olacağı için derim ki bu iç açan kitabı alın ve okuyun.

Ayşe Başak Kaban kitabını geçen yaz yanan ormanlara, orman canlarına ve yakınlarda kaybettiği köpeği Puik'e adamış. Zaten kitaptaki köpeklerden birinin adı da Puik. Kapak resmi ise kızkardeşi Burcu Derya Kaban'a ait çok hoş bir tasarım. Nota Bene Yayınları'ndan çıkan kitap 229 sayfa. Yolu açık, okuru ve baskısı çok olsun...


25 Nisan 2022 Pazartesi

DOLAP MEYDAN SAVAŞLARI / 25 NİSAN

Şu an o kadar yorgunum ki tarif edemem. Siz siz olun dolap falan düzenlemeye kalkmayın, bırakın dağınık kalsın.  Böyle bir yorgunluk görülmemiştir. İki gündür uğraşıyorum ve daha çekmecelere el atmadım, yalnızca kapaklı dolaplar ama şu an ayak tabanlarımdan yukarıya doğru sızım sızım sızlayan bir hareket var.

İki yıldır hem pandemi, hem ameliyat nedeniyle evden doğru dürüst çıkmayınca eşofman ve pijama mütemmim cüzüm oldu. Giysilerimi unuttum. Dolap raflarında en önde ne varsa çekip giyiyor sonra da geri tıkıştırıyordum. Bazen aklıma gelen bir kazağı, tişörtü bulmak için rafları altüst ediyordum ki artık buna bir dur demek zamanı geldi. Yazlık kışlık birbirine karışmış, her şey kırışmış buruşmuş. Cumartesi sabahı gözümü açar açmaz plan yaptım. Bugün elbise dolabı elden geçecek kararı aldım. Tam uygulamaya koyuyordum ki arkadaş aradı, daha şık bir program önerdi. Beachpark'da buluşalım dedi. Ne de olsa anneannemin torunuyum, şimdi gitmesek ayıp olur, gönül koyarlar. Elbise dolabı bekleyebilir sonuçta. Ertesi güne erteleyip soluğu Beachpark'da aldım. Bir yerde yemek, bir yerde tatlı, bir yerde kahve derken akşamı ettik. Hava nefis, her yer yemyeşil, çiçekler açmış, millet kendini denize atmış, güzel bir günü tükettik.

 
Hâl böyle olunca dolap düzenleme işi kaldı pazar gününe. Sabahın köründe kalktım, hayır dolaba yönelmedim. Önce Mubi'de "Her Şey Dahil" diye bir belgesel izledim. 5 yıldızlı otellerde çalışan işçileri konu alıyordu. Çok matah değildi esasen ama başlamışken bitirdim. Sonra da paçaları sıvayıp "Ya Allah" diyerek işe giriştim. Raflar ve askılar boşaldıkça resmen ürktüm. Tanımadığım bir sürü giysi, "Bunlar benim mi, ne zaman almışım, nereden almışım?" diye epey düşündüm bazıları için. Pandemi aklımızı almış resmen. Sonra elimi korkak alıştırmadan elden çıkaracaklarımı ayırdım. Torbalar doldu. Henüz dört raf ve bir elbise bölümünü bitirmiştim ki Kocam Bey giyinmiş geldi, "Ben yürüyüşe gidiyorum, geliyor musun?" diyerek. Çok yorulmuştum, ya aynı yorgunluğu dolap deşerek sürdürecektim, ya da yürüyerek yorulacaktım, ikinci şıkkı tercih ettim. En azından temiz hava alırdım. Hem de ayırdığım poşetleri yol üstündeki giysi kumbarasına atardım. Bıraktım her şeyi olduğu gibi, üstüme bir giysi geçirdim çıktık. Kumbarayı besledik, bir cafede biraz oturduk, epeyce yürüdük, biraz Bey Dağlarını seyrettik, siz de seyredin, özlemişsinizdir:

Dönüşte kapalı pazar yerine uğradık. Tenhaydı, sanırım Ramazan nedeniyle. Bir tezgahtan çilek aldık, köylü kadınlardan roka, pancar yaprağı ve kuzukulağı, her pazarın müdavimi enginarcıdan da enginar ve bakla. Kadının biri şevketibostan satıyordu, çeyrek altın fiyatına yakın bir rakam söyleyince "Hayırlı işler" dileyip ayrıldık pazardan. 

Dolabın eksik kalan düzenlemeleri haliyle bugüne kaldı. "Yargı" dizisini izleyip Ceylin'e ve anasına yeteri kadar sinir olduktan sonra açtım kapakları. Gözümü karartıp ne varsa ıskartaya çıkardım. Poşetler dolusu ayırdım lakin dolapta yine yer yok, yine yer yok. Bu giysiler genleşiyor mu nedir, onca askı boşalttım, onca kazak, tişört, pantolon ayırdım her şey yine tıklım tıkış. Hayır giyimine kuşamına çok da düşkün biri değilim, ne ara bu kadar biriktirdim onu da bilmiyorum. Kitaplıkta da böyle oluyor, senede iki kere sevmediğim, yazarına kızdığım, bir daha elime almayacağımı düşündüğüm kitapları toparlıyor sevdiğim bir kitapçı-sahafa bağışlıyorum. Lakin kitaplıkta yine yer açılmıyor. Ürüyor mu bu arkadaşlar anlamıyorum ki. Uzun bir müddet giysi almamaya kararlıyım ama kitap konusunda söz veremiyorum 😉

Dolabın kapaklı kısımları bitti, ben de bittim. Çekmecelere de bir el atmak lazım, ona da bir-iki gün dinlendikten sonra niyet edeceğim. Çekmeceleri halledip tadilata gidecek birkaç parçayı da terziye götürürsem keyfim yerine gelecek. 

Giysi dolabıyla boğuşmanın dışında kalan zamanlarda kitap okuyorum, Şu anda elimde "Natsume Soseki"nin "Ardından"ı ile, İtalo Calvino'nun "Görünmez Kentler"i var. Bir ondan, bir diğerinden okuyorum. "Ardından" çok övüldü ama neredeyse üçte birini okudum pek tat alamadım, ilerleyen sayfalarda ne olur bilmiyorum. Sanki kuru, renksiz  bir anlatımı var, "Görünmez Kentler" ise benim için gecikmiş bir okuma oldu ama belki de zamanı şimdiydi, çok keyif alarak okumaktayım. Bunlardan önce ise çok tatlı bir kitap okudum: "Pinana". Ayşe Başak Kaban'ın bu güzel kitabı için yarın başlıbaşına bir yazı yazmayı düşünüyorum. Şimdi gidip bir servet ödediğim enginarları ve baklaları pişireyim ki bozulmasınlar. Haydi yeni haftanız hayırlı olsun...




21 Nisan 2022 Perşembe

SIRADIŞI SIRADAN İNSANLAR 1 / 21 NİSAN

Dışarıdan bakıldığında sıradan görünen insanların biraz derinine inildiğinde nasıl sıradışı özellikleri olduğunu çocuk yaşlarımdan beri gözlemledim. Bu kanıya varmamda kendimi bildiğim yıllardan üniversiteye başlayana kadar yaşadığım mahallenin rolü çok büyüktür. Hâlâ da mahalle özelliğini tam anlamıyla yitirmemiş bir semtte geçirdim o yılları, 4 yaşımdan 18 yaşıma kadar oturduğumuz Babil Kulesi benzeri site beni asla unutulmayacak insanlarla tanıştırdı. 

Bir süre anneannemin evinde-ki o da aynı sitenin bir başka blogundaydı-ve yakındaki bir sokakta geçen bir yıldan sonra taşınmıştık C Blok'a. Taşındığımız günü değil ama eve bakmaya gittiğimiz günü iyi hatırlıyorum. İlkokul 2'ye geçtiğim yılın yaz tatiliydi. Nohut oda, bakla sofalı bahçe katı evimizden sonra ondan belki biraz daha geniş, sosyal konut tarzı yapılmış bir sitenin 3. kattaki dairesiydi baktığımız. Evsahibi eşliğinde gezmiştik evi, daha sonra canciğer komşumuz olacak Müyesser Teyze de nezaretçimizdi. Evsahibi evini övmekle bitiremezken Müyesser Teyze çıkan kiracının pisliğinden, kalabalığından, edepsizliklerinden bahsediyordu. Hâlâ hatırlarım, çünkü çok tuhafıma gitmişti, ne derece aslı vardı onu da bilemiyorum tabii, güya o kadar kalabalıklarmış ki tuvalet sırası gelmezmiş, çişlerini bir tasa yapıp balkondan aşağı dökerlermiş. Eğer gerçekse alt katımızda yaşayan ve "7 Bebeliler" olarak isimlendirilen Selver Teyze ve şürekası çok çekmiş olmalılar. 

Müyesser Teyze bunları anlatırken evsahibi hiç aldırmıyor, tavandaki kadidi çıkmış eğriş büğrüş avizeyi, "avizemiz de var" diyerek demirbaş defterine kaydettirmeye uğraşıyordu. Sonunda kiralandı ev, evsahibini de bir daha görmedik, arada sırada Denizli damgalı zarflarla gelen mektuplarda kirayı arttırmamızı veya evle ilgili bir sıkıntıyı çözmemizi isterdi, başka da muhataplığımız yoktu. 

İlk hoşgeldine bitişik dairedeki komşumuz geldi, yaşını başını almış bir karı-koca ya da bana o yıllarda öyle geliyordu. Asım Amca ile Bedriyanım Teyze. Asım Amca Gümrük şefi idi, eşi ise o apartmandaki tüm kadınlar gibi ev hanımı. Sonradan Asım Amca'nın cümbüş çaldığını, işyerinde pek sevilen bir şef olduğunu, komşuların yeni eşya aldığını görünce kendisinin de aşka geldiğini, özel hayatlara çok meraklı ve teklifsiz olduğunu da öğrenecektik ama daha vakit vardı. Şimdilik onlarla yaşayan bekar bir oğulları, şehir dışında evli bir kızları ve boy boy dört kız torunları olduğunu öğrenmiştik. O kızlardan ikisiyle neredeyse yaşdaştık ve yaz tatillerinde ziyarete geldiklerinde birlikte az oyun kurmadık. Sonradan doğan tekne kazıntısı toruna da Bedriyanım Teyze'nin önerisiyle  annemin adı verilecekti. 

Uzun boyu, yapılı gövdesi, kel kafası, tel çerçeveli yuvarlak gözlükleri ile ufacık tefecik karısının yanında daha da bir görkemli görünürdü Asım Amca ya da mahalledeki lakabıyla "Cümbüşçü Amca". Esasen o "Gümrükçü Amca" olarak anılmak isterdi ama o lakap sadece yüzüne karşı kullanılırdı. Henüz daha televizyonların evlere girmediği uzun kış gecelerinde "Bir maniniz yoksa annemler size gelecek" bildirimiyle yapılan komşu gezmelerinde Cümbüşçü Amcamız müzik aletiyle ve sesiyle neşe katardı toplantılara. Üzerine deri gerilmiş parlak bir tencereye benzettiğim o garip müzik aletine dalar gider, üzerindeki "Zeynel Abidin Cümbüş" yazısını okur, Asım Amca'nın cümbüşünün daha önce o isimdeki adamın kullandığı ikinci el bir müzik aleti olduğunu sanırdım. 

Konforun ortadirek evlere tam anlamıyla girmediği zamanlardı. İlk tüplü ocağı bu eve taşındığımız yıl almış, tüpçünün abonelik hediyesi olarak verdiği tombul tüp şeklindeki takvimi mutfak duvarına asmıştık, annem gaz ocağı derdinden kurtulduğu için çok mutluydu, bana göreyse hava hoştu, yemek önüme hazır geliyordu nasılsa. Lakin buzdolabı alındığında çok sevinmiştim. Babam bütçesinin ancak yettiği küçük boy bir Arçelik satın almıştı. Eve geldiği gün anneannem çok duygulanmış, kapağını açıp iç duvarının rengini görünce yüzü gülmüştü: "Pembiş pembiş, pek de güzelmiş". Gelgelelim mutfağımız o kadar dardı ki dolaba yer yoktu, çaresiz yatak odasının girişine yerleştirdik. Çalıştırdık, annemle babam buzdolabı mırıltısıyla daha derin uykular uyudular 😃 Dolabı aldığımızı gören Asım Amca "Başıma iş açtınız, hanım görmesin" demişti de ne dediğini anlamamıştık, haftasına Asım Amcalara da bir buzdolabı geldi, bizimkinden biraz daha toraman. O zaman anladık ki hanım görmüş 😃 İki gün sonra ortak balkonu uzun bacaklarıyla üç adımda aşarak yazboyu açık duran dış kapımızdan Asım Amca içeri daldı. Öyle telaşlıydı ki soran bakışlarımıza aldırmadan yatak odasına yöneldi, girişte duran buzdolabının kapağına elini attı ve şöyle dedi: "İyi buzdolabı kar yaparmış, bizimki yapıyor". Sonra bıyıkaltından gülerek bizim dolabın buzluğunu açtı ve gülüşü yüzünde dondu: "Aaa sizinki de yapıyormuş" 😃 Canım Asım Amca, bizimki de yapıyordur ama mutlaka sizin karın kalitesi çok daha yüksektir 😃

Yatak odası buzdolabımız kullanım zorluğundan dolayı bir süre sonra sürekli oturduğumuz salona taşındı, zaten o sitede sonraları buzdolabı sahibi olan herkesin dolabı salona mahkumdu, mutfaklara iki kişi ancak sığıyordu. Salondaki dolabımızın altı soğuk saklama, üstü ise nereye koyacağımız bilmediğimiz ıvır zıvır yeri olarak kullanıldı. Taşınıncaya kadar o dolabın üstünde Amasra gezimizden aldığımız, içinde plastik gülleriyle ahşap bir vazo, babamın nerelerden bulup getirdiği kulakları küpeli zenci bir kadın biblosu, halen resim çerçevesi olarak kullanılan bir masa saati, annemin göz kalemleri ve ruju, babamın gazeteleri, ilaç ve şırınga kutuları, daha bir sürü nesne. Kazara ben de bir şey koyacak olsam annem kıyamet koparırdı, "Hiçbir şeyinin yeri yok, bunun yeri buzdolabının üstü mü?". Haklıydı, ben bir şey koyunca onların zımbırtılarına yer kalmıyordu 😃

Buzdolabı güncelliğini yitirse de apartmanımıza buz, soğuk su ve kıyma dondurma hizmeti vermeye devam ederken babam pazardan plastik bir sürahi aldı. Hiç unutmuyorum, yeşil bir kapağı vardı. Kapağın ibiğe bakan yönünde de minik bir delik. O delik sayesinde bardağa su koyarken kuş gibi öterdi sürahi. Bizimkinin içinde gerçekten bir kuş mu gizliydi bilmem ama sürahiyi görmeyen evde gerçekten kuş var sanabilirdi, öyle bir ötüş. Asım Amca çok imrendi, bir benzerini de o aldı. Lakin onun sürahi bizimki gibi ötmüyordu. Sürahide miydi sorun, kullananda mıydı, yoksa evi mi sevmemişti, imalat hatası mıydı? Asım Amca çareler düşündü ve buldu. Neden tam karşısına ikinci bir delik açılmasın? Uygulamaya koydu. Pazar gününü sürahinin kapağına ikinci deliği hevesle açarak geçirdi. Ama hüsran, kuş temelli susmuştu. Babama şikayete geldi. Babam aylar boyunca bu olayı önüne gelene anlattı: Asım Amca kuşlu sürahi almış, bizimki "dürülü dürülü" ötüyor ya, o istemiş ki kendi sürahisi "dütdürülü dütdürülü" ötsün. İkinci deliği delmiş ama kuş susuvermiş". Asım Amca'nın fizik bilgisi biraz zayıfmış ne çare 😃

Ben ortaokula geçtiğim yıllardı, Asım Amca emekli oldu, cümbüşünü, buzdolabını, ötmeyen sürahisini ve diğer eşyalarını da alıp memleketine göçtü. Bir süre sonra da vefat ettiğini duyduk. Her şeye rağmen güzel komşulardı, mekanları Cennet olsun...

Sözkonusu sitenin teleferikten görüntüsü, baştaki anneannemin bloğu idi, bizimki fotoğrafta görünmüyor. Artık hiçbiri yok, yıkıldı ve yerine sevimsiz koca binalar yapıldı. Bundan böyle ara ara komşuları anlatan yazılar yazacağım ki unutulmasınlar...

18 Nisan 2022 Pazartesi

BAHAR EYYAMIDIR ŞİMDİ / 18 NİSAN

Havalar biraz ısındı ya, pandemi ve diz sorunları yüzünden iki yıldır sokağa çıkamamanın, baharı, çiçeği, kuşu, böceği atlamanın hıncını alır gibi fırsat buldukça atıyorum kendimi dışarı, doğada ne hoşluk bulursam önce içime, sonra fotoğrafa çekiyorum. 

Geçen hafta Yat Limanı'nın koydum kafaya, uzun zamandır inmemiştim. Gürültücü bir turist kalabalığıyla bindik asansöre, çok sürmedi aşağıdaydık. Eskiden ya kıvrımlı yokuştan, ya Kaleiçi'nin dar sokaklarından ya da 40 Merdiven denen merdivenlerden inerek ulaşırdık, haliyle epey yorucu olurdu. Hele sonuncusu, çook eski yıllardan kalma bir merdivendir, basamakların arası o kadar yüksektir ki yarı yolda kesilir insan, sanırım eski insanların bacakları iki metre falanmış. Birkaç yıldır Kaleiçi keyfi düşünmüyorsak asansörle şıp diye ulaşıyoruz. 

Yat Limanı'nda en sevdiğim yapılardan biri, altıgen konumu, kısacık, tıknaz minaresi ile yüzük taşı zerafetindeki İskele Camii'dir. Antalya'ya ilk geldiğimiz yıllarda daha bakımsız ama sanki daha doğal ve güzeldi, tam ortasında bir kaynak vardı, hala var mı bilmiyorum, restorasyon sonrası girip bakmadım:

Kıbrıs akasyasız Yat Limanı olur mu hiç? Biz eskiden buraya İskele derdik, hatta 1975'de ilk kez kamp için Antalya'ya geldiğimizde yalnız başımıza inmememiz için tembihlenmiştik, pek tekin değildi sanırım. Sonraları Güney Antalya projesi kapsamında esaslı bir restorasyondan geçti, İskele Yat Limanı oldu, görünümü de hayli şık ve modern bir hale geldi. 




Hava limonata gibiydi, teknelerin, tur için çığırtkanlık yapan görevlilerin, kale surlarının arasından geçip Mermerli'ye çıktık. Canım Mendirek'te bir yürüyüş çekti ama çok kalabalık ve rüzgarlı idi vaz geçtim. İki metre bacaklı insanlar için yapılmış merdivenleri zor bela tırmanıp Mermerli'nin Liman'a nazır masalarından birine yerleştik.


Minyatür Mermerli Plajı turist doluydu, çoğunluk güneşlense de denize girenler de yok değildi. Onlar yüzedursun biz panoramik manzaraya karşı günün keyfini çıkardık. 

"Alışmış kudurmuştan beterdir" derler. Sokağa çıkınca evde durmak, evde fazla durunca da sokağa çıkmak istemiyor insan. Lakin hava güzel olunca elbette sokak tercih sebebi idi, geçen haftadan ertelenmiş bir organizasyonumuz vardı. Hemen onun planlarını yaptım ve ertesi gün dört arkadaş buluşmak üzere sözleştik. Arabası olan arkadaşımız bizleri topladı ve bu defa çok çok daha uzun bir zamandır gitmediğim Fener Parkı'na doğru yol aldık. 

Çocuklar küçükken bu parkta akşam piknikleri yapardık birkaç aile buluşup. Ipıssız bir yerdi, ne bir cafe, ne bir lokanta. Birkaç piknik masası, bir de kendi halinde ufak tefek bir deniz feneri.  Sonraları piknikten mi bıktık, başka mekanları mı tercih ettik, hayat gailesi mi etkiledi nedir, uzun süre gelmedik bu tarafa. Arada bir Düden Çayı'nın denize döküldüğü yerde düzenleneN parka konuklarımızı getiriyorduk o kadar. Yani son halini görmeyeli yıllar olmuştu, Fener'i görünce şaşırdım. Yanına bir lokanta konuşlanmış, Fener şık giysiler içinde sosyeteye karışmış 😃 Ve inanın ilk kez adını öğrendim; "Bababurnu Feneri" imiş. Ben Baba Burnu'nu Anadolu'nun en batı noktası olarak bilirdim ve Çanakkale'de olduğunu da coğrafya derslerinde öğrenmiştik, gidip görmüşlüğüm yoktu. Demek ki bizim de bir Baba Burnu'muz varmış. Hem de fenerli, menerli 😃

Fener'in de içinde olduğu parktaki cafenin işletmesi Belediye'ye aitmiş, iyi ki de öyleymiş, fiyatlar oldukça makuldü. Çok kalabalıktı, son anda kalkan birilerinin yerine oturabildik. Bunca zaman sonra arkadaşlarla birlikte olmak hepimize o kadar iyi geldi ki anlatamam. Yeterince oturduğumuza kanaat getirince parK içinde yürüdük biraz, güzelim manzarayı seyrettik.



Falezlerin üstüne konuşlanmış yüksek binaların nasıl bir görüntü kirliliği yarattığı konusunda hemfikirizdir herhalde. Son fotoğrafta binaları traşlayıp turkuaz denizi ve falezleri göstermek istedim. 

Bu da parkın kendi çapındaki küçük şelalesi, büyük dedesi ise az ilerideki parkta kendini denize savuruyor 😃

Bu harika iki günün ardından hafta sonunu evde geçirip kendimi Hirokazu Koreeda filmlerine vurdum. "Benim Babam, Benim Oğlum" dan sonra "Küçük Kız Kardeşim"i izledim ki şahane filmdi. Araya bir de yönetmenliğini Wang Xiaoshuai'nin yaptığı 3 saatlik Çin filmi sıkıştırdım: "Elveda Oğlum". Evet biraz uzundu ama iyi filmdi doğrusu. Son sahneleri epey hüzünlendirse de...

Bugün halletmem gereken birkaç iş vardı, onları toparlayıp eve dönecektim esasen ama son anda program değişti. Evin yakınındaki postaneden çocuklara bir kargo yolladım, sonra online sipariş ettiğim bir-iki parça giysi bol gelince (bu olaya bayılıyorum, bollaşma bedenin büyüklüğünden olsa da kendimi zayıflamış hissettiriyor ahahaha 😃) biraz ilerdeki kargo şubesinden onları iade ettim. Tabedilecek fotoğraflar vardı, fotoğrafçıya bıraktım ve akabinde Kocam Bey'le yürüyüş yapmaya karar verdik. Havayı sıcak bulup ince giysilerle çıkmıştık ama bize nisbet yapar gibi bulutlandı ve serinledi. Ben fotoğraf işini hallederken Kocam Bey eve gidip üstümüze mont, hırka falan getirdi. Sonra ayaklarımız nereye götürürse diye düştüğümüz yol bizi epeydir açılmasını beklediğimiz Barbaros Çay Bahçesi'ne götürdü. Benim Antalya tarihim kadar eskidir bu çay bahçesinin tarihi. Şehrin en güzel yerinde ama gün geçtikçe taponlaşan bir özel işletme idi. Sonunda belediye el attı ve bu yıl yenilendi, işletmesi de belediyenin firmalarından birine geçti, pek de güzel olmuş test edip onayladığımız üzere:

Çay bahçesi alanının yanında eski bir ilkokul var, adını oradan alıyor, şimdilerde ortaokul oldu yanılmıyorsam. Sünepe masalar, örtüler değişmiş, bahçe çimlenip çiçeklenmiş, kapalı mekan eklenmiş, kısacası iyi olmuş. Fiyatlar da gayet makul, sevdik. Umarım bozulmaz. Bugün hava o kadar bulanıktı ki şehrin üzerini bir pus bulutu kaplamış gibiydi. Ara ara esen rüzgar biraz sıkıntı verse de yine de evde olmaktan güzeldi, hele de hemen önümüzdeki palmiyeye sarılmış şu mor salkımı görmek harikaydı:

Esinti rahatsız etmeye başlayınca kalktık, eve dönerken nostaljik tramvayımıza denk geldik. Refüjlerde dikili aslanağızlarının renkleri o kadar canlıydı ki insanın gözünü alıyordu fosforlu gibi, fotoğrafta yeterince belli olmamış.

Yine upuzun bir yazı oldu ama neyleyim bahar insanın aklını başından alıyor 😊


14 Nisan 2022 Perşembe

ORDAN-BURDAN / 14 NİSAN

Sümbül der ki boynum uzun
Yapraklarım düzüm düzüm
Beni ak gerdana dizin
Benden âlâ çiçek var mı?
 
Her sabah oturma odasına girdiğimde sümbül kokusu karşılıyor beni, uçucu bir nefes gibi, hafif ama çarpıcı. Sanal market siparişi verirken istemiştim bu arkadaşı, tomurcuk halinde geldi. Ne renk olacağını bilmeden aldım yani. Mor bekliyordum ama fotoğraftakinden de değişik bir fuşya çıktı. Pembenin tonlarını görmüştüm ama bu renkle ilk kez karşılaştım. Renk nefis, koku da öyle, yalnız bir şikayetim var kendisinden. Aynı yukarıdaki  dizelerde yazdığı gibi boynu uzun arkadaşın, o kadar uzun ve o kadar ince ki, o koca kafayı taşıyamıyor. Akşam dimdik bıraktığım sümbülü sabah eğilmiş saksısıyla muhabbet ederken buluyorum. Çareyi bir çubukla destek atmakta buldum ama o da olmadı, güneşe yönelip çubuktan ayrılıyor, yine eğiliyor yere. Bağladım çubuğa sonunda, güzel, iki gün bozmadı pozisyonunu ama sabah baktım yine yerlerde. Neden? Çünkü o uzun boyun biraz daha uzamış ve ipi de kendiyle taşımış. "Sabrımı taşırma, alırım ayağımın altına" dedim, bakalım söz dinleyecek mi?
 
Pandemiyle geçen ve eve kapatan iki yılın hıncını bu bahar önüme gelen çiçeği, böceği severek, taşıyabileceğimi eve taşıyarak alıyorum. Çuha çiçekleri, şakayıklar, anemonlar, nergisler, fulyalar, frezyalar taşıdım eve, bir tek leylak yok canına yandığım. Ama arkadaşlarım sağolsun, aslını yollayamasalar da suretini gönderiyorlar:


Bunlar bu yıl gördüğüm ilk leylaklar, taa Fethiye'den yolladı arkadaşım, bahçesinden. Kendini bulamayınca resmini sevdim. Allahını seven üstüme leylak atsın, varsa bahçenizde, sokağınızda bir zahmet çekin çekin yollayın arkadaşlar, bu fakir sevinsin. 
 
Dışarda hummalı bir faaliyet var. Üst katımıza yeni kiracı geliyor, eşyaları asansörlü kamyonla taşınıyor. Apartmanımız aile apartmanı gibiydi, yarısı aileye aitti ve herkes ev sahibiydi. Zamanla kimi sattı, kimi kiraya verip taşındı. Üst katımızdaki ev sahibi aile ile bir türlü anlaşamadık. Yıllarca bezdirdiler beni, gürültüleriyle, balkondan çırptıkları halılarla, yiyip attıkları çekirdek kabuklarıyla, silkeledikleri yemek artıklarıyla, hepsinde öte ergen oğullarının apartmana verdikleri zararla. Sonunda "Hadi gel köyümüze geri dönelim" dediler ve gittiler. Rahat bir nefes alacağız sandık ama daha beter oldu. Bir öğrenci grubu geldi, öbür öğrenci grubu gitti. Üst katta adeta bir yurt havası, gelen giden belirsiz. Sabahlara kadar bitmeyen gürültü, son perdeden müzik sesleri, bir grup Ankaralı gencin geceyarısı verdiği Misket, Fidayda partisi, evde biriktirilen dağ gibi çöplerin kokusu, faturası ödenmediği için kesilen suyun onlar evde yokken açılması ve açık kalan musluktan bizim evi su basması, tavandan, elektrik buvatlarından fışkıran sular, üstüne üstlük evde kimse olmadığı için o pisliği çıkıp bizim temizlememiz, daha neler neler. Öğrencilik yıllarımda pek çok arkadaşımın evine girdim çıktım, tamam pistiler, dağınıktılar ama ben bir dönem oturanlarınki gibisine rastlamadım, bir daha da rastlamam herhalde. Kocaman bir antresi vardır bizim dairelerin, o antre inanmayacaksınız belki ama tavana kadar çöp yığılıydı. Torbalara doldurup doldurup antrede ve balkonda biriktirmişler çöplerini. Simyacı mıydılar neydiler, çöpten altın yapmayı mı umuyorlardı bilmiyorum. Evin içi bir karış suyla dolu iken mecburen o çöpleri 4. kattan biz taşıdık, sonra da yerleri silip temizledik. Çamurlu postalları yatağın içinde, tuvalet umumi apteshaneden bin beter, böyle bir pislik görülmemiştir. Ailelerine telefon ettim, "kolera olacak çocuklarınız, gelin bir bakın" dedim, umurlarında bile olmadı. Sonunda kirayı ödemediler de evsahibi tekme tokat attı evden, biz de rahat bir nefes aldık. Bu sefer uzun bir süreden sonra ilk kez bir aile taşınıyor ve çok seviniyorum. Yaşını başını almış bir karı koca, adamcağız usta imiş, epey uğraştı evi adam etmek için ama nasıl becerdi, becerebildi mi bilmiyorum, zira ev ev olmaktan çıkmış, ahırdan bir tık üstteydi. Umarım huzur buluruz artık.

Arka arkaya iki güzel kitap okudum, biri Oya Baydar'ın son kitabı "Yazarlarevi Cinayeti" idi. Marmara Adası'nda geçiyor, malum Oya Baydar'ın da orada yazlığı var, hatta geçen yıl yayınlanan "80 Yaş, Zor Zamanlar Günlükleri"ni de orada yazmıştı, okuyanlar bilir. Bu kitaptan önce Oktay Rifat'ın oğlu Samih Rifat'ın çocukluğunun tatillerini geçirdiği Marmara Adası'nı anlatan "Ada" isimli kitabını okumuştum. Pastoral, şiirli bir dili vardı, sevmiştim, anılarını dile getirmişti. Tesadüf "Yazarlarevi"nin ilk sayfalarında bukitabın adı geçti. Böyle rastlantıları seviyorum, kitabı da sevdim, Oya Baydar'n yazım dilini özlemişim. Ardından Ayizi Yayınevi aracılığı ile tanıştığım  Aysun Kara'nın "Dünya'nın Orta Yeri" isimli şahane romanını okudum, çok çok sevdim. İnsanda Ayvalığa yerleşme arzusu uyandıran şiir gibi bir kitap olmuş. Dilerim okuyucusu bol olur. 

Ve "Uysallar" dizisi. Tereddütle başladım, absürd şeylerden, fantastik yapımlardan pek hoşlanmam çünkü ama bunu izledikçe sevdim. Son derece derinlemesine analizler yapılmış aile ve çevresindekiler üstüne. Ana rollerdeki Öner Erkan, Songül Öden, Uğur Yücel, Haluk Bilginer ve son zamanlarda hayranlıkla izlediğim Nezaket Erden de şahane oynamışlar rollerini. Öner Erkan'ın punk kostümlerine aldanıp saçma sapan bir şey izleyeceğinizi düşünmeyin, izleyin derim.

Evet yine çenem-pardon klavyem-düştü, tamam kesiyorum. Zaten yürüyüşe gideceğim. Kalın sağlıcakla. Perşembeniz güzel, Cumanız daha da güzel olsun...

11 Nisan 2022 Pazartesi

ANNEANNEM İÇİN / 11 NİSAN

 

 

Hafta sonu gittiğimiz parka girer girmez karşıma çıktı bu yeşillik Anneanne. Dizlerimdeki protezler müsaade etse yatıp uzanıverecektim çayırların, çiçeklerin arasına ama Kocam Bey'e döndüm ve dedim ki, "Anneannem görse 'Ohh, zümrüt gibi, bi bulgur pilavı pişirsek de yesek şurda' derdi". Bunca yıldan sonra gördüğüm her çayır, her çimen seni hatırlatıyor benim yeşil aşığı Anneannem.

Niğde'nin gümrah, sulak bağlarında, bahçelerinde geçen çocukluğun; ağaçlar, çiçekler, asmalar, dalları göklere erişmeye çalışan kavaklar, bolluk, bereket. Pekmezler, köfterler, tarhanalar, bulgurlar, kuruyan meyveler. Nereye gitti sonra bunlar? Cebinden "Kara Doktor" dediği kuru, siyah üzümü eksik etmeyen Anneannem.

15 yaşında evlendirilen mütedeyyin bir çocuk-kadın. Vakt-i kerahet geldiğinde içki sofrası, işve, cilve isteyen bir adam. Karşı geldikçe inatlaşma, ağrıyan dişe deva olur diye ağza zorla dökülen rakı, esriyen kafa. O tokadı dedemin suratına sarhoşlukla değil, bilerek attın değil mi Anneannem?

Rakısını yudumlarken keyfi artsın diye ud dersi aldırmış dedem sana. Ben ömrüm boyunca senden tek bir şarkı bile duymadım ki 😔 Zoraki ud derslerini mi protesto ettin acaba? Peki ben sana niye "Cevizin yaprağı dal arasında" türküsünü yakıştırırım hep Anneannem?

Senden bekleneni veremeyince üstüne getirilen kuma. Daha yaşı 20'ye varmamış iki çocuklu bir kadına edilen cefalar. Evin hanımıyken hizmetçi muamelesi görmek. Geceyarısı uykudan uyandırıp kahve isteyen dedeyle kumaya  ateş yakıp kahve pişirdiğini anlatırken gözlerine düşen gölgeler. Niye dedemden hep "iyi insan" diye bahsedilirdi be Anneannem, bu nasıl iyilik?

Acını, çileni, sabrını işlediğin danteller, bir günde bir yumak bitirirdim övünmelerin. Masamdaki yıllanmış örtünün her ilmeğinde göz nurun var Anneannem. 

"Üzüm koydum sepete/Zarif ağlar tepede", sana yakılmış güya bu türkü. Güzeller güzeli bir kadın, heba edilmiş bir gençlik. Çok ağladın gerçekten, ömrünün en büyük gururuydu sanırım ara ara dillendirdiğin "Beni bir müdde-i umumi istedi de varmadım" sözleri. Keşke varaydın be Anneannem.

Küçük kızının eline kına yaktığının ertesi günü kuman ölünce, bulaşan kınaları görüp laf etmesinler diye kollarını dirseklerine kadar mürekkebe batırman, eldivenler giymen. Lafı edilecek kişi sen miydin be Anneannem.

Üstüne kumalar getiren, içkisiyle, çapkınlığıyla canından bezdiren kocan tam biraz uslandığında erkenden göçüp gidecek, seni bir de parasal sıkıntılarla başbaşa koyacaktı. Sen bankadan bankaya, noterden notere koştururken eteğine yapışır, hiddetine, şiddetine bir anlam veremezdim Anneannem.

12 yaşında babasız kaldı diye ömür boyu "Öksüzüm, tırnak kadar etim" diye bahsettiğin, yan bakanı yakacak kadar patolojik bir bağlılık gösterdiğin, seni en çok üzen oğlunu en çok severdin. Onun derdiyle mi beslenirdin ki Anneannem.

Huysuzdun, yaşadıkların acıtmıştı seni, müdaanan yoktu kimseye, en yakınındakileri, seni en çok koruyup kollayanları bile bir lafla incitebilirdin. Ama keyfin yerindeyse kaynayan kazan gibi gurultularla göbeğini hoplata hoplata güldüğün zamanlarda nasıl tatlı olurdun. Benim bitter çikolata Anneannem.

Ne namaz, ne abdest, ne oruç atlanmazdı ama sinema, "teetora", gezme-tozma, düğün, seyahat, deniz deyince akan sular dururdu. Hem gidilmezse çağıranlara ayıp olurdu değil mi Anneannem?

"Öğünden giden ömürden gider"di, "Yenmeyecek olsa icat edilmezdi", koca öküzlere benzerdiniz, yemezseniz çökerdiniz. Tansiyon çıkarsa "samırsak yuduverirdiniz", çözüm basitti nasılsa Anneannem.

Dört kat merdivenine rağmen manzarası, esintisi, komşuları yüzünden deli divane olduğun evine müteahhit talip olduğunda müteahhite, balkonuna uzanan kavağı kesmeye kalktığında yöneticiye ettiğin beddualar içinden mi gelmişti, yoksa dilinin ucunda mıydı Anneannem?

Büyük oğlun evine telefon bağlattığında telefon etmek isteyen komşuların çevirme sayısını saymakta haklıydın elbet, ya şehir dışını arıyorlarsa? Hem sen "Dul garıydın, paran kendine göreydi", ne yapsaydın Anneannem.

İşin düştüğünde "Oh benim güzel kızlarım", kızdığında "Köpek suratlılar" olurduk, keşke hâlâ bizimle olaydın da varsın köpek suratlı olaydık Anneannem. 

Huysuzdun, aksiydin, bencildin ama nasıl tatlıydın, nasıl komiktin, nasıl eğlenceliydin. Şeytanın en güzel tüyünün şeytandan ödü kopan bir kadına gitmesi de tam bir ironiydi zaten. Sahi bizleri sever miydin Anneannem?

Seni en son 28 yıl önce, soğuk bir Şubat günü unuttuğum anahtarı almak için eve çıktığımda, Ankara'da görmüştüm. Banyoya yönelmiştin abdest almak için, aniden beni görünce korkmuştun. Üzerinde pembe geceliğin, başında hotoz yaptığın tülbentin, bileğini sıkan kocaman saatin. Katarakt yüzünden net göremediğin için yumruk yapıp gözüne tutmuştun elini beni taniyamayınca. "Korkma" demiştim, "benim, anahtarı unutmuşum da". Hemen ertesi gün hastalanacaktın, 2 ay sonra da yolcu edecektik seni bir Nisan günü. Başına diktiğimiz çam büyüdü, "Öksüzün, tırnak kadar etin" de veda etti dünyaya, babasının koynuna koyduk. Annemi de senin koynuna koyacaktık çok geçmeden. İyi misiniz oralarda, annemi yormuyorsun değil mi? Umarım şu fotoğraftaki gibi gülüyorsundur. Çok özledik hepinizi be Anneannem...



10 Nisan 2022 Pazar

BU BAHAR BAŞKA BAHAR / 10 NİSAN


"Bahar iyi bir şey" dedi sırıtarak, sabah birlikte balkona çıktığımızda çınarın yapraklandığını gören Charlie Brown.  "İyi bir şey, haklısın Charlie" dedim ama balkon kış boyu balkonluktan çıkmış. Poyraz aldığı için havalar soğuyunca sadece camından bakmakla yetindiğimiz mekanı havalar ısınıp çınar yeşerince kullanıma sunmaya karar verdik. Verdik vermesine de Charlie kaçtı, "Ben beyzbol oynayacağım" deyip sıvıştı. İş Kocam Bey'le bana kaldı. Kuşlar yokluğumuzdan istifade cirit atmışlar, gübreliğe dönmüş ortalık. Bir avuç buğday serpsen o gübreyle bir aya kalmaz ekin olup yeşerir. Sıvadık kolları. İlk olarak güneşte dura dura moleküllerine ayrışıp her oturanda bembeyaz "unutma beni" izleri bırakan plastik koltukları kullanımdan çıkarmaya karar verdik. Ama onları göndermeden önce yenilerini ısmarladık. Vay vay da vay vay, almış başını gitmiş fiyatlar, sanırsın balkon için iki kıçıkırık koltuk değil de çeyizlik oturma takımı düzüyorsun. Neyse kesemize uyan bir şeyler bulduk iyi kötü, siparişi verdik, ötekileri de yıkayıp çöp konteynerinin yanına bıraktık. Sonra da giriştik balkon temizliğine. İki saatimizi aldı desem yalan olmaz. Gübre, polen, çöl tozu omuz omuza verip halaya durmuşlar. Epey yorulduk ama değdi, gerçi kolum bu gece beni uyutmaz da el mecbur yapılacaktı bu eylem. 

Baharın iyi bir şey olduğunu dün gittiğimiz parkta da deneyimledik. İki yıldır Covid'dir, sokağa çıkma yasağıdır, diz ağrısıdır, hastane işleridir derken baharı görmeden ömrümüz kış olmuştu. Bu yıl geri dönüşümüzü muhteşem yapmak için faaliyetteyiz. Gökte güneş gördük mü salıyoruz kendimizi parklara. Dün beklediğimiz her şeyi bulduk, mis gibiydi ortalık. Parkın girişinde bizi şu manzara karşıladı, kokuyu da buraya koyabilseydim keşke ama görüntüsü bile neredeyse mutluluktan ağlatacaktı:

 "Leylak bulamazsanız mor salkım koklayınız" demiş atalarımız. Yok canım, dememişler öyle bir şey, ben uydurdum, çaresizlikten 😃 Ama şu görüntü de muhteşem değil mi?


 Hâlâ yeşermeyen birkaç ağaç olsa da beklediğim her ağaç çiçeklenmiş, park Cennet gibiydi. 

 
Erguvanlar küçük gölete eğmişler başlarını, çok geçmez hemen dibindeki mavi yaseminler de açar. Göletin suyu leş gibiydi ama yüzlerce yavru, birkaç tane büyük, üç tane de iri kırmızı balık kirli-temiz demeden yüzüp dururlardı. 


Kıbrıs akasyalarımız bu yıl biraz gecikti. Belki de isabet oldu, açsalardı bitmek bilmeyen Mart yağmurlarıyla çabucak dökülürdü ponponları. Çocuklar küçükken şimdi büyük bir bölümü Beachpark'a dahil edilen Konyaaltı Koruluğu'na pikniğe giderdik. Girişte onlarca Kıbrıs akasyası vardı, mimoza sanmıştık biz bozkır kuşları ilk yıllar o sarı topları, meğer Kıbrıs akasyası imişler, zamanla öğrendik. Altlarına oturur piknik yapardık, Dönüşte eve götürdüğümüz kap kacak, saçlarımız, giysilerimiz sarı bir tozla kaplanırdı. 

Pandemiden bu yana parkın içindeki en sevdiğimiz gözlemeciye de hasret kalmıştık. Hafta içi faaliyetini durdurmuş, sadece hafta sonları gözleme yapıyorlarmış. Neyse dün yakaladık, indirdik gövdeye çay eşliğinde. İyi geldi 😃

 Karnımız tok, sırtımız pek kalktık gözlemeciden, mercan ağaçlarını kontrole gittik. 

 
Aile reisi olan yeni yeni açmaya başlamış. Şu arkada, piste çıkmış "Angara'nın Bağları"na oynarmış gibi duran iki yavru henüz mevsime uyanamamış. Mayıs başında onlar da çiçeklenir. Yalnız ne tuhaf budamışlar, gece görsen hortlak sanırsın.

Manolyalar, jakarandalar ve fırça ağaçlarında henüz ses yok, biraz daha ısınmasını bekliyorlar havanın. Parkın arka bölümüne geçtik, kontrol sırası narenciye ağaçlarında idi, daha yaklaşırken sinyali aldık kokudan, açmış ve başdöndüren kokularını salmaya başlamışlardı:

 
İtiraf edeyim bir dal kopardım, şu anda yanımda, minik bir vazonun içinde kokmaya devam ediyor. Çiçek tanrıları beni affetsin, dayanamıyorum çiçek görünce. Küçükken de öyleymişim, nerede çiçek görsem çığlığı basarmışım "Çiçeeek" diye, kim nerde çiçek bulsa koparıp bana getirirmiş. Hatta bir dönem kuzenler bana "Çiçek" diye seslenirdi bu sebepten. Bir çiçeğim, bir de toplayıp kendimce yemek yaptığım "fişgene" denilen salyangozlarım meşhurdu. Ha bir de şu var; Konya Ereğli'de annemler dokuma fabrikası gezmeye gideceklerdi, beni götürmek istemediler. Öyle bir yıktım ki ortalığı "Ben de gitceeeeem" diye, yıllarca her görenin ilk söylediği "Ben de gitcaaaam!" oldu, tabii ki abartarak. İyi ki de gitmişim, bir daha nerede görecektim dokuma fabrikası, Sümerbank mı kaldı 😃

Uzun zamandır yaptığımız en verimli park gezisi bu oldu, yorgun ama keyifle döndük eve. Parktan çıkarken şu arkadaş da bizi yolcu etmeye gelmişti:



7 Nisan 2022 Perşembe

ÇÖL TOZLU BAHAR / 7 NİSAN

Günlerdir çöl tozu soluyoruz. Hava bir gün güneş, bir gün pus yaparak ayarlarımızla oynuyor. Alerjik öksürüğüm tavan yaptı. Esasen tam anlamıyla bahar geldi. Balkon çınarımız bile yapraklandı, hafta başına kadar orijinal boyutunu bulur yapraklar, mis gibi, tazecik bir yeşil. Serçelerin, kumruların biri konup biri kalkıyor, pencerelerine panjur yaptırmış gibi sevinçliler. 

Dün öğleden sonra Kocam Bey'i yürüyüşe davet ettim, kendisi bu aralar takdiri hak etti zira. Gittiği pazardan elinde iki kocaman kıvırcık ile döndü. Bu devirde tektaş almaktan daha makbul 😂 Geçen gün Meteoroloji Müdürlüğü'nün önünden geçerken görmüştüm, bahçesindeki erguvan ve mor salkımlar çiçeklenmiş. "Haydi" dedim, "biz de müze bahçesine gidelim, pergoladaki mor salkımlar açmıştır, altında otururuz morara morara". Düştük yola, aman ne sıcak, sanırsın yaz. Ayakkabılarımı giyerken yere bıraktığım polar ceketimi aşağı inince unuttuğumu farkettim. Kocam Bey çıkıp almayı teklif ettiyse de "Boşver" dedim, iyi ki demişim, zira üstümdeki nisbeten ince bluz bile fazla geldi, bir de elime yük olacaktı ceket. 

Yol boyu hangi ağaca, hangi çiçeğe bakacağımı şaştım. Bademler zaten yapraklanmış da erikler yarı yaprak, yarı çiçek, kayısılar, şeftaliler ve hatta ayvalar bile çiçek açmış. O zaman yaz geliyor dostlar, ben türkünün yalancısıyım. Bir de sarı ponponlu Kıbrıs akasyaları, nihayet baharın farkına varmışlar, çekmeyi akıl etmemişim onları ama diğerlerinden bir kolaj yaptım:

Bir apartman bahçesinden sarı boru çiçekleri, cami avlusundan erik, Karayolları lojmanından erguvan, müze bahçesinden ayva. Refüjlerde rengarenk aslanağızları ve pıtır pıtır açılıp kokularını salmaya başlayan narenciye çiçekleri. Bahar sen ne güzel bir şeysin, bir de alerjin olmasa.

Müze bahçesine geldik gelmesine de buradaki mor salkımlar nazlı çıktı, henüz pek azı çiçeklenmiş, biraz dolaşıp hayvanları seyrettik. Tavuslar kendilerine ağaç diplerinde yer yapmış uyukluyorlardı, bir ara uyanıp borazan gibi sesleriyle ortalığı velveleye verdiler. Geçen gelişimizde müze kahvesine verdiğim para hala içime oturduğu için yolun karşısındaki cafeye geçtik, birimiz çayladık, birimiz kahveledik.

Kedinin de şanslısı var, toraman Sarman hem besleniyor, hem deniz havası alıyor, hem de güneşte tüylerini kabartıyor. Yan masada üç genç vardı, kendileri beslenirken Sarman'la birlikte dört kediyi de beslediler. 

Biz de kahveyle beslenip deniz havamızı aldıktan sonra kalktık, bahara doyamayınca parkın içinden uzattık yolu, lakin fazla yürümüşüm dizlerim biraz sitem etti 😃

Bugün dünle alakası olmayan puslu, pis bir hava vardı, çöl tozuyla soslanmış, evden çıkmadım. Evvelsi gün Hirozaku Koreeda'dan "Benim Babam, Benim Oğlum" isimli çok güzel bir film izlemiştim Mubi'de, bugün de Saverio Constanzo'dan "Aç Kalpler" isimli bir film izledim. İlginçti, annelik, veganizm, seçimler üzerine değişik bir senaryo. Alba Rohrwacher bugünlerde ilgimi çeken bir kadın oyuncu, "Lübnan Semaları" isimli filmde de çok beğenmiştim. Adam Driver'e de ne diyeyim, hepiniz biliyorsunuz.

Sormayın, bir de ana akım dizilere sardırdım. Normal saatlerinde izlemiyorum tabii ki, sabahtan öğleye kadar benim izleme saatim. Puhu TV ya da kanalın sitesinden izliyorum. "Yargı" iyi bir dizi gerçekten, hevesle bekletiyor yeni bölümünü, itici bulduğum Kaan Urgancıoğlu'nu bile bu dizide sevdim. Bir de "Üç Kız Kardeş" izliyorum söylene söylene. Bir kayınvalide var ki evlere şenlik. Yapmayacağı numara yok, hain, sinsi, desiseci. Anneannemin bir lafı vardı, böyle bir şeyi kendi lehine çevirmek için uyanıklık, sinsilik yapanlara "Onun oyununa Hüllü'nün arabı oynayamaz" derdi. Hüllü'nün Arabı diye biri mi vardı, yoksa anneannemin şivesinde mi o isme bürünmüştü bilmiyorum ama bu laf kaynana hazretlerine cuk oturuyor. Veda Yurtsever şahane oynamış. Nasıl da süslü, sürekli takma kirpik, full makyaj geziyor, sabah kahvaltıya saten bluz, elmas küpe ve kolyeyle oturuyor, ayh evlerden ırak. Gelini olacak salağa ise diyecek lafım yok, yavrum akıl dağıtılırken sen neredeydin, kocan olacak adam da alık sevimsizin teki, ne duruyon daha o evde 😃

Bizde durumlar böyle, çınarımızın yaprakları büyüsün, çöl tozu dağılsın, biri de bir zahmet bizim balkonu yıkasın da oturalım diye bekliyoruz 😋 Haydi iyi geçsin gününüz...




6 Nisan 2022 Çarşamba

MART OKUMALARI / 6 NİSAN

Bitmek bilmeyen Mart ayı Ocak ve Şubat'ta yetersiz kalan okuma limitimi tamamladı da geçti bile.  14 kitapla kapatmışım ayı, gerçi bunlardan ikisi çizgi romandı ama beis yok, sonuçta kitap, üstelik ana kahramanı sevgili Çarlim. Okuduklarımın bir kısmı gerçekten güzeldi, son sayfayı çevirdiğimde hissettiğim doygunluk hissiyle "İyi ki okumuşum" dedirtti. Bir kısmı ise gerçekten aldığıma pişmen etti. Bakalım neler okumuşum:

-Maya Angelou'nun kitaplarını Deniz Yüce Başarır'ın podcastinde dinledikten sonra almaya karar vermiştim. Çok da iyi etmişim, şimdiye kadar okumadığım hata olmuş. "Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim" ile "Annem ve Ben ve Annem"i ardarda okudum. Maya Angelou Afroamerican bir kadın; yazar, şair, şarkıcı, dansçı, öğretmen ve daha pek çok vasfa sahip. Çocukluğundan beri çok zor koşullarla karşı karşıya kalan ama dik durup hayata tutunan bir insan. Etrafındaki güçlü kadınların etkisini de gözardı etmemek lazım. 3 yaşında iken anne ve babasının boşanması sonucunda, kendinden 1 yaş büyük ağabeyiyle, bileğinde "İlgiliye" yazan bir kağıtla trene bindirilip babaannesinin yanına yollanıyor. Hem de siyahilerin ikinci sınıf kabul edilip dışlandığı bir Güney eyaletine. Zor ama ilginç ve keyifli bir yaşamı olmuş Angelou'nun. İlk kitapta babaanne ve amcasıyla yaşadığı yılları, ikincisinde annesi ile olan hayatını anlatıyor. Her ikisi de çok okunası. 

-Kamil Erdem'in adını bu aralar çok sık duyunca "Yok Yolcu" isimli kitabını aldım. İlk öykü sarmıştı ama sonrakileri pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim, belki bu aralar öyküye biraz uzak duruşumun etkisi de vardır bunda. İkinci bir şans verebilirim kafamın daha sakin olduğu bir zamanda ama şimdilik tavsiye edeceğim bir kitap değil.

-"Küçük Eller" yaralayıcı ve tekinsiz bir kitap. Anne-babasıyla geçirdiği bir araba kazası sonucu yetim kalan Marina'nın yetimhaneye gelişi ve oradaki diğer kızlarla karşılaşmasıyla başlıyor kitap. Marina'nın sarsıcı anıları, yanından ayırmadığı bebeği, donuk, uzak ve diğer kızlardan farklı tavrı bir yerde akran zorbalığına dönüşüyor. Çocukların hem kırılgan, hem de vahşi olabileceğini bize gösteriyor. Beni biraz zorladı okuması, ruhu yoruyor çünkü...

-"Seçkin", çevirmen Seçkin Selvi'nin  Zeynep Miraç tarafından kaleme alınan yaşam öyküsü. Zor bir hayatı olmuş Selvi'nin ama tüm bunlara karşın dik durmayı başarabilmiş bir kadın. Ben takdirle okudum, biyografi seviyorsanız tavsiyemdir.

-Sally Rooney'i pek çok kişi gibi ben de "Normal İnsanlar" ile tanımıştım. "Arkadaşlarla Sohbetler" daha önceki kitabı imiş, zaten okuyunca bir nevi hazırlık çalışması gibi olduğu da anlaşılıyor. Kahramanlar arasında da, olaylarda da benzerlikler var. Bir kıyaslama yapmam gerekirse "Normal İnsanlar"dan daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. 

-Sevgili Charlie Brown'un ana kişisi olduğu Peanuts çetesinin aşk ve hayata dair maceralarını konu alan iki kitap sevenleri için eğlenceli çizgi romanlar. Ben özellikle "Aşk Dediğin Nedir Charlie Brown"u diğerine göre daha çok sevdim. 

-"Duygularını Pişiren Kadın: Man" bu ay okuduğum kitaplar arasında en sevdiğim oldu. Man'ın üç annesi var: Biri onu doğurup kaçan kadın, diğeri bir bamya tarlasında bulup bakan rahibe ve son olarak "Maman". Maman O'nu Vietnam'daki koşullar nedeniyle güvenliğini sağlayamayacağı düşüncesiyle zengin bir Vietnamlı lokantacı ile evlenmesi için Montreal'e yollar. Günlerini içine kapanık bir kocayla ve yemeklerle avunarak geçirir Man. Ta ki dostu Julie'ye rastlayana ve onun sayesinde gittiği Paris'te anılarını ve kalbini Vietnam'da bırakmış Fransız bir ailenin oğlu Luc ile tanışana kadar. Bu sayfası az ama içeriği derin romanı bir şiir gibi okudum ben, eminim siz de seversiniz.

-Her kitabında farklı konuları kaleme alıp beni şaşırtan yazarları severim. Eka Kurniawan'ı "Güzellik Bir Yaradır" ile tanımış ve kitabı çok sevmiştim. "Kaplan Adam"  ise tamamen farklı ama bir o kadar da güzel bir anlatı idi. Polisiye tadı da veren kitap Margio'nun öyküsü. Spoiler vermiyor, okuyun diyorum. 

-"Kamyon Kafe" sevgili Lokumcuğumun hediyesi idi bana, çok tatlı bir mahalle ve aile öyküsü. Daha ziyade ilkgençlik çağını hedef alsa da içindeki huzur nedeniyle büyükleri de etkiliyor. 

-"Patty Üniversiteye Gittiğinde" yazarının adını görünce düşünmeden sepete attığım bir kitap idi. Çünkü Jean Webster benim bayıldığımı "Leylek Dede" kitabının yazarı idi ama işte her kitap aynı çıkmıyor ya da ben büyüdüm. Açıkcası çok da zorlamadım ve bıraktım kitabı, ben aldım, siz almayın. Ya da ergenlik çağındaki tanıdıklarınıza hediye edin 😃

-"Hayatta Kalanlar" bu ayın iyi kitapları arasında idi. Annelerinin ölümü üzerine onun küllerini vasiyeti gereğince yazlık evlerinin kıyısında bulunduğu göle dökmek üzere biraraya gelen üç kardeşin öyküsü. Çekişmeler, geçmişle hesaplaşmalar, sevgi-nefret ilişkisi ve kitabın sonunda tam bir ters köşe. okuyun derim.

-Ayın son kitabı şair-yazar Oktay Rifat'ın oğlu Samih Rifat'ın ilkgençlik çağına kadar her yaz gittikleri Marmara Adası'nda onu etkileyen anılarından oluşan "Ada" oldu. Küçük ama duygulu, hoş bir kitap, bir çırpıda okunuyor zaten.

Bu ay hevesle beklediğim ve bir an önce okumak istediğim bir kitap vardı. Çok sevdiğim Ayşe Başak Kaban'ın (kendisiyle ayrıca kitaplarımız nedeniyle Ayizi kardeşiyiz) yeni çıkan kitabı "Pinana". Raflarda yerini aldığını duyduğum anda sipariş verdim, garantili olsun diye de siparişi yayınevinden yaptım, yanına da birkaç çocuk kitabı ekledim Umut için. Lakin "40 gün oldu kaynatırım kaynamaz" hesabı kargoya verildi dendiğinden sonra beklerim beklerim gelmez. Açtım kargo takibi, o da ne? Kitap Antalya'ya gelmiş, bir gün beklemiş, sonra İstanbul'a geri dönmüş. Ama yayınevine değil, benim adımla başka bir adrese yolculuk yapmış. O adreste oturan ben olmadığım için de "Tanımıyok hemşerim" demişler, kitap tekrar bir PTT şubesine naklolmuş. Bu arada 10 gün falan geçti, yayınevini aradım, "Bu konu bizi değil kargoyu ilgilendirir, bize geri dönerse tekrar size yollarız" şeklinde bir açıklama getirdiler. "Peki" dedim, ne diyeceğim zaten. Neyse birkaç gün daha geçti, yok kitap da yok, ses seda da. Tekrar girdim kargo takibe, aa kitap "kayıp kargo" olarak Kadıköy şubesinde mahzun mahzun beklemede. Tekrar yayınevini aradım, açıklama benim evde olmadığım, iki kere adrese gelindiği, kitabın o nedenle geri döndüğü. Külliyen yalan. Zira öyle bir kargo dağıtıcım var ki, yakında akraba olacağız. Bana bir kargo geldiğinde evde varsam da, yoksam da mutlaka telefon eder. Evde varsam, "poşet salla aplam" der, ben kargoyu poşetle yukarı çeker, onu merdiven çıkmaktan kurtarırım. Evde yoksam da alttaki dükkanlardan birine bırakır. Haydi ikisini de yapmadı, kapıya bir ihbar bırakılmaz mı? Postane 3 apartman ileride zaten, gider alırım. Bir saçmalıklar oldu ama akıl erdiremedim. Antalya'ya kadar gelen kitaplar niye İstanbul'a gitti ve ben niye orada arandım? Akıl sır ermez bir saçmalık. Gerçekten sinirlendim, dedim "Kitaplarınızın peşine kendiniz düşün, siz de benim yakamdan düşün, iptal edin siparişimi, paramı iade edin". Neyse itirazsız kabul ettiler, IBAN yolladım ve 10 dakika sonra para hesabıma geçti. Bu da takdir edilesi bir durum şimdi Allah için. Anında başka bir siteden sipariş verdim bekliyorum bakalım, bunda nasıl bir macera yaşayacağız. 

Daha yazacaklarım vardı ama bir başka posta kalsın zira çok uzamış. Ben şimdi bir yürüyüş yapıp hangi mor salkımlar açmış teftiş edeyim. Kalın sağlıcakla...


2 Nisan 2022 Cumartesi

GÜNLER / 2 NİSAN

Hayli koşturmalı ama bir o kadar da keyifli 6 günü bitirdik dün akşam, bugüne hüznü kaldı. Çocuklar geldi Cumartesi gecesi, ev şenlendi, özellikle minimal boyda olanı anlatılmaz, yaşanırdı.  Ne diyelim sağlıkla gitsinler, sağlıkla gelsinler, iyi olduklarını bilelim o da yeter...

Bahar gelmek için Umut'un gelmesini bekliyormuş, O gelince havanın da yüzü güldü bizimle birlikte. İlk durağımız ailemizin pidecisi oldu, ardından da evin yakınındaki parkta aldık soluğu. Minik adam aşağıdakilerle oyalanırken biz de dağlarımıza bakarak kahvemizi içtik.

"Abla sana bir kahve yapacağım, hayatında böylesini içmemişsindir" vaadiyle gelen kahve bol köpüklü ama bayattı. Bu kadar işlek bir yerde kahvenin bayatlaması da ilginç bir mevzu tabii ama kafa yormaya değmez, keyfimi kahve için bozamayacağım. Hesabı alırken "Nasıl olmuş, beğenmediysen para almayacağım" diyecek kadar da kendinden emindi. Hatırını kırmadık artık, "Pek güzeldi" dedik. Antalya'da cafelerde genellikle manzara satılır zira. 

İkinci gün evden çıktığımızda aklımızda başka bir program vardı ama hava kapayıp bulutlar yoğunlaşınca Boğaçay tarafına gidip kış boyu başlarına bir iş gelmediyse flamingoları gösterelim minnoşa dedik, yüksek sesle söylemişiz, çocuk gidene kadar "Fla, fla" diye heveslendi. Tabii ki flamingo falan yoktu, sadece faunası ve florası bozulmuş betona kesmiş bir çay vardı, üstüne bir de yağmur başladı. "Fla, fla" diye söylenen çocuğu "Yağmur yağınca flalar evlerine gitmiş" diye avutalım dedik ama adam bizi düzeltti: "Yuva" 😃

Eve dönünce aylardır bir türlü faaliyete geçmeyen inşaat alanında, henüz dokunulmamış ağaçları görünce şaşırdım, dikkatimden kaçmış telaştan. Kış, bahar hepsi birarada; portakal, yeni dünya ve erik. 

Bu da bizim apartmanın defnesi:

Üçüncü günümüzü en sevdiğimiz parka ayırdık, hava limonata gibiydi, henüz ağaçlar yapraklanıp çiçeklenmediyse de park yine yemyeşildi, mevsimin son menekşeleri tohuma kaçmış hindibalara eşlik ediyordu:


 Şu paytak arkadaşları da unutmayalım tabii ki 😃


Ayrılırken hayatımda gördüğüm en insan canlısı kediye denk geldim. Benim bildiğim kedi kısmı kasıntıdır, pek yüz vermez insanlara, canının istediğini seçer. Bunu daha Umut'a "Bak Miyav" diye göstermeye kalmadı, kimimizin ayağına, kimimizin bacağına, kimimizin kucağına yapıştı. Fena halde bir kedi psikiyatristine ihtiyacı var gibi geldi bana, bu denli şefkate muhtaç kedi görmedim. Minnoşko kedi seviyor ama usulden haberi yok, kedinin kuyruğunu ikiye katlamaya kalktı. Ona bile ses etmedi garip. Zor bela vedalaştık 😄

Ertesi günü çocukları gezmeye yollayıp evde, küçük oda için aldığımız yatağı getirmelerini bekliyerek geçirdik. Gün boyu hapis ettiler bizi, sonunda akşama doğru getirdiler. Tabii epey yordu beni bu iş, eski yatağı, karyolayı çıkar, altını temizle, odayı düzenle derken ne diz kaldı ses vermedik, ne kol. Bu arada epey ıvır zıvır attım, günün kârı da o oldu. Sonra yatak geldi ki yatak değil taht mubarek. Merdivenle çıkıp paraşütle inmek gerekiyor, tam bana ameliyat sonrası lazım olan türden ama fırsat kaçtı 😃

Birlikte son günümüz bize şahane kıyak yaptı, adeta yazdan kalma bir günde sahile indik. Pırıl pırıl denizde küçük dalgalar kıyıya vururken Bey Dağları'nın bir bölümü de kardan şapkasıyla "Bizde her mevsim bulunur" der gibiydi:

Denize giren de vardı, güneşlenen de, sahil boyu koşan da vardı, uzanıp yatan da. Minnoş kova, kürek, kum üçgeninde oyalanırken biz de dalgaların melodisini dinledik:


Devamı gelsin, en kötü günlerimiz böyle olsun diyerek bitireyim. Kalın sağlıcakla...