.

.
.

30 Kasım 2009 Pazartesi

OH! BAYRAM BİTTİ...

Bayramın 4. gününü de kapı dışarı çıkmadan tamamladım sonunda. Bu bir ilktir bunca yıllık yaşamımda, öyle kapandım kaldım evde; kasvetli, keyifsiz, kırık-dökük. Oysa bu ev zamanında ne kalabalık bayramlar görmüştü. Bayram büyüklerle bayram oluyor galiba, biri ebediyen gidip diğeri de yaşadığı kenti değiştirince bize de onların evinde kolu-kanadı kırık bayram yapmak düştü. Neyse fazla derinlere daldım, şarkıdaki gibi:
"Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, gönlümün kıyısına vurur."
Geçelim bu konuyu fazla açılmadan yoksa boğulacağız.

Ayşe Şasa'nın anılarını bitirdim. Oldukça ilginç bir yaşamöyküsüydü. Batılılaşma eğilimindeki zengin bir ailede doğmuş, yabancı mürebbiyelerle köşklerde büyümüş, iyi okullarda okutulmuş, sonraları sinema dünyasına dahil olmuş bir kadın Ayşe Şasa, Yeşilçam'ın önemli senaryo yazarlarından. "Ah Güzel İstanbul, Gramofon Avrat, Dinle Neyden gibi filmlerin senaryosu ona ait. Üç evlilik yapmış, üçü de sinema dünyasından; Atilla Tokatlı, Atıf Yılmaz ve Bülent Oran. Her üçü de yapımcı, yönetmen, senarist olarak Türk sinemasına emeği geçmiş kişiler. Ayşe Şasa'nın çocukluğu çok yalnız ve sorunlu geçiyor, aile en iyi Batılı eğitimi verebilmek adına çocuklarını Türkçe dahi bilmeyen yabancı mürebbiyelere emanet edip kendi dünyalarında yaşıyorlar. Çocukları çok sert bir disiplinle yetiştiren bu dadılar yeri geldiğinde şiddete başvurmaktan bile kaçınmıyorlar. Şefkat yoksunu ve yalnız geçirdiği yıllar depresif bir kişilik geliştirmesine neden oluyor. Okuduğu seçkin okullar, içine girdiği sanat dünyası bile ondaki bu şefkat açlığını, yalnızlığı gideremiyor ve hayatının uzun bir dönemini depresyon ve psikolojik bozukluklarla boğuşarak, dış dünyaya kapalı geçiriyor. Bu yoğun depresif dönemden çıkmasına son eşi Bülent Oran yardımcı oluyor ve Ayşe Şasa daha sonra doğduğu ve yetiştiği ortamın tam tersi bir yaşama, tasavvufa ve dine yöneliyor, kurtuluşu orada buluyor. İbret verici bir öyküydü aslında. Ebeveynlerin çocuklarına en iyi eğitimi vermek isterken onları nasıl harcayabildiklerine canlı bir örnek. Depresif bir yaşamöyküsü olması da bunalarak geçirdiğim dört günlük bayram tatiline pek uygun düştü doğrusu.

Tatil bitti, normal yaşama dönebiliriz artık. Emekli olsam bile tatil dönemlerinde kendimi hayattan soyutlanmış hissediyorum. Gündelik hayhuy normal düzeninde akmalı ki ben de içine girebileyim.

Antalya'dan Ankara'ya gelince balık bollaştı, çok komik aslında sahil şehrinde yaşayıp balığın iyisini Ankara'da yiyebilmek. Şimdi Ulus'taki Hal'den gelen iri iri çinekopları hazırlama zamanı, en sevdiğim balıktır, yiyelim bakalım belki içindeki fosfor beynimin daha iyi işlemesini sağlar. Ama önce içine bir çubuk tarçın ve birkaç karanfil atılmış ekinezya çayı içeceğim boğazımı yumuşatması için.

Kalın sağlıcakla...

29 Kasım 2009 Pazar

GEÇEN YIL BUGÜN


Üçüncü gün de aynı sıkıcılık ve temposuzlukla geçti, Farmville, Pet Society, Ayşe Şasa'nın anıları üçgeninde. Ben yorgun, keyifsiz, öksürüklü mızıklandım durdum günboyu. Sonra aklıma takıldı acaba geçen yıl bu vakitler de yine böyle durağan ve sıkıntılı mıydı diye. Açtım fotoğraf klasörünü, kurcaladım dosyaları ve buldum, hem de günü gününe. Meğer geçen sene tam da bugün bizim evde çiğköfte partisi varmış arkadaşlarla, elbette yanında tüketilmesi gereken içeceklerle birlikte. Yalnız zaman ne çabuk geçiyor ona akıl erdiremedim, mutfakta yaptığım hazırlık, eşim çiğköfteyi yoğururken ona verdiğim lojistik hizmet, masayı düzenleyişim, kahkahalı sohbetler daha dün gibi. Acaba dünyanın dönüşü mü hızlandı, bir yılın bu kadar çabuk geçmemesi gerekirdi. Neyse ne kadar kafa yorsak da bu sırrı çözemeyeceğiz, en iyisi ben sizi geçen yılın görüntüsüyle başbaşa bırakayım. Bir gün buyrun bekleriz, size de yaparız...

28 Kasım 2009 Cumartesi

İKİ GÜNLÜK BAYRAM RAPORU


1. GÜN:

-Yol yorgunluğuyla hiçbirşeye dokunulmadığı için bayram sabahı öğleye kadar temizlik yapıldı.
-Ara-sıra mola verilip evin asıl sahibi olan ve temelli giden anne ile bu bayram yanımızda olmayan baba düşünülüp ağlandı.
-Temizliğe ilaveten evde tedarik edilebilen malzemelerle cevizli-üzümlü-pekmezli kek (ceviz, üzüm Antalya'dan, pekmez burada mevcutmuş), peynirli börek ve kızkardeşin getirdiği yeşiliklerle kısır yapıldı.
-Acil aranması gereken büyüklere telefon edildi.
-Öğleye doğru uyanan hane halkıyla bayramlaşıldı.
-Bayram ziyaretine gelen kapı komşu ağırlandı.
-Gelen kutlama telefonlarına cevap verildi.
-Kızkardeş ve ailesi geldi, bayramlaşıldı, hasret giderildi, yendi-içildi. Minik yiğen mıncıklandı.
-Kızkardeşler yolcu edildi, ortalık toparlandı.
-Bayramlaşmaya ve hoşgeldine gelen diğer komşular da ağırlandı.
-Misafirler gider gitmez acilen eşofmanlar giyildi, yorgunluktan kanapeye iki seksen uzanıldı.
-Biraz dinlenince Farmville çiftliğindeki pembe güllerin hasadı yapılıp yerine zambak ekildi.
-Pet Society'deki peruklu hayvanımsım Cico beslendi, yıkandı, gerekli ziyaretleri yaptırıldı.
-Bol bol bitki çayı tüketildi, bol bol öksürüldü.
-Ayşe Şasa'nın anılarına başlandı: "Bir Ruh Macerası"
-Yorgunluğa daha fazla dayanamayıp yatıldı.

2. GÜN:

-Geç kalkıldı.
-Bilgisayarın başına çöküldü.
-Çay, kahve, bitki çayı, ıhlamur tüketildi.
-Öksürmeye devam edildi.
-Arasıra kalkılıp birşeyler atıştırıldı, tekrar bilgisayarın başına oturuldu.
-Ayşe Şasa'nın anılarını okumaya devam edildi, şaşıp şaşıp kalındı.
-Açık kalan TV'de Ayasofya üstüne bir belgesele kulak misafiri olundu. Mimarlarının Anthemios ve İsidoros olduğu hatırlandı.
-Kimse gelmedi, kimseye gidilmedi.
-İki gündür şaşırtıcı bir şekilde TV dışında kuzu, koyun, keçi, dana ve benzeri hayvan ile çiğ ya da pişmiş olarak et, ciğer, kelle, paça, barsak, deri görülmediği için mutlu olundu.
-Bayramın sıkıcı geçtiği konusunda hane halkıyla fikir birliğine varıldı.
-Blog yazısı girildikten sonra Ayşe Şasa'nın anılarına kalınan yerden devam edilmesine karar verildi.

Not: Fotoğrafın konu ve mekanla ilgisi yoktur. Sıkıcı bir bayram gününü renklendirsin diye eklenmiştir. Vazodaki papatyaları yeme girişiminde bulunan puanlı yaratık Antalya'daki eve bekçi olarak bıraktığım zürafam Zarife'dir.

27 Kasım 2009 Cuma

ANKARA YOLLARI YAR YAAR...

Antalya ile yaşadığımız 1,5 aylık balayı döneminden sonra kürkçü dükkanına dönmek üzere yollara düştük Arife günü sabahtan. Kaç gündür o kadar yorgundum ki sütçü beygiri gibi ayakta uyudum durdum yolboyu. Ara sıra uyanıp etrafa bir göz atıp tekrar kaldığım yerden devam ediyordum uyumaya. Çeltikçi ve Keçiborlu'da yol güzergahının değiştiğini farkettim mesela kısa süren uyanıklık faslımda, bir de meşe yapraklarının sonbaharda sararmayıp yanıksı bir kahverengiye görüştüğünü. Kavakların çoğu dökmüştü yapraklarını, diğer ağaçlarsa sarıdan kırmızıya, kırmızından kahveye değişen renkler taşıyan bir ressam paleti gibiydiler.

Afyon'a yaklaşıp İkbal Tesislerinde mola verdiğimizde kesin olarak uyandım ve düzgün kahvaltı yapmamanın da etkisiyle kurt gibi saldırdım İkbal'in enfes yemeklerine. Tatlı yemedim vallahi günahıma girmeyin ama oğlum için paket yaptırdım kaymaklı ve vişneli ekmek kadayıfını. Otoparkta iğne atsan yere düşmeyecek bir lüks araba kalabalığı vardı, içeride de bunların sahipleri olan çoğu göbekli beylerle, yüzde sekseni boyama platine saçlı, şık hanımlar. Garsonlar soluksuz yemek ve tatlı servisi yapmaktaydılar. Karnımızı doyurduktan sonra arabamızı da besledik ve tekrar yollara düştük. Zaten karşıdan gelen araba konvoyu da Afyon'dan sonra artış gösterdi, Ankara'ya girene kadar da bu sıklıkta devam etti.

Afyon'dan sonra tekrar girdiğim uyku faslından Sivrihisar'ı geçince çıktım. Değişmeyen mola yerimize gelmiştik çünkü, Muhteşem Tesisleri. Salkım söğüt ağaçlarının gölgelediği, sulak bir mekandır burası. Alabalık yaparlar ve her gidenin önüne ikram olarak getirdikleri "ballı gözleme"leri vardır, ne yaparsanız yapın buna karşılık para kabul ettiremezsiniz, güler yüzlü bir sahibi ve çalışanları vardır. Severiz Muhteşem Tesislerini, nitekim daha çaylarımızı içmeden gözlememiz geldi masamıza ama bu defa özür dileyerek geri çevirdik ziyan etmemek için, yeteri kadar doluydu çünkü midemiz. Eşim ikinci ve üçüncü çayını içeerken ben mıntıka incelemesi yaptım ve yol boyu rastlamadığım kadar görsel malzeme keşfettim sonbaharla özdeşleşen. Fotoğrafladım sizlerle paylaşayım diye.

Bu elmalar benim çok hoşuma gitti, üzerindeki kuru yapraklarla, doğal görünümleriyle, içine kondukları tahta sandıklarla çocukluğumun Ünite Dergilerindeki sonbahar resimlerine savruldum sanki.


Testiler ve güveçler sıra sıra dizilmişlerdi terasa. Bunların yaptığı çağrışımsa Çin'e götürdü beni. Onların terracota askerleri varsa bizim de terracota testilerimiz var diye düşündüm.

Çocukken benim bebeğimin de beşiği vardı tıpkı bunlar gibi, kimbilir belki sizin de çocukluk düşlerinize eşlik etmiştir bu Eyüp oyuncakları.

Balkabakları Adapazarı'ndan gelmiş, kabuklarından belli çok lezzetli oldukları, yüzlercesi yığılmıştı bahçeye.

Ya bunlara ne demeli? Sanki özel olarak boyanmış gibi.

Bu da uzaylı Kabak

Çay ve fotoğraf seansları bitince tekrar yola koyulduk ve artık uyumadım. İki saate kalmadan Ankara'ya ulaştık ama şehir içindeki trafik yoğunluğundan eve ulaşmamız daha uzun sürdü. Bir yolculuk daha böylece bitti, Ankara'da ilk günümüz de. Tekrar iyi bayramlar diliyor, müsaadenizle biraz dinlenmeye gidiyorum...

26 Kasım 2009 Perşembe

İYİ BAYRAMLAR

Koşun, yetişin, kaçırmayın... Çiftliğimizde kurbanlık ak koyun, kara koyun, keçi indirimli fiyatlarla satışa sunulmuştur, yetişen alıyor. Ama insan bunları kesmeye kıyamaz değil mi, bırakalım güllerin arasında otlasınlar, onların da bayramı kutlu olsun.

"Bayram nedir ki dedim kendi kendime
Bayram bir ömürdür ben gibi bir deliye"
demiş Can YÜCEL.

Bayramınız bir ömür sürsün, kutlu olsun...

25 Kasım 2009 Çarşamba

YİNE YOL GÖRÜNDÜ


Leylak Dalı'na yine yol göründü. Yarın bu vakitler kısmetse Ankara'da oluruz herhalde. Dışarda pırıl güneş, hava limonata tadında, sen bırak güzelim Antalya'yı git Ankara'ya. Eh, evlat hatırına çiğ tavuk bile yenir.Her seferinde giderken bir telaş, dönerken bir telaş. Tam bir yere alışırken, hop yollara düşüyoruz. Ne yapalım Allah başka keder vermesin.

İşim çok, toparlanmanın telaşına evden ayrılmanın hüznü karıştı. Üstelik bu sabah aklıma yıllardır hatırlamadığım birşey geldi. Üniversitedeyken sınıf arkadaşlarımdan biri yarıyıl tatilinde gittiği memleketinden dönerken trafik kazasında ölmüştü; böyle mahcup, az konuşan, tombul, elma yanaklı bir gençti, bize bahçelerinden kiraz getirirdi bazen tatil dönüşlerinde. Sen bunu hatırlayınca bir hüzünlen, otur bir güzel ağla kaç yılın ölümüne. İnsan yaşı ilerledikçe iyice hassaslaşıyor diyeceğim ama benimki de abartılı oldu yani, hem de bir yandan söylendim bir yandan ağladım: "İnsan 19 yaşında ölür mü be, yazık değil mi, sakin sakin otururdu, bize de kiraz getirirdi, nasıl da iyi çocuktu" diye. Ay kiraz getirmese üzülmeyeceğim sanki, bir de onu yerleştiriyorum gündeme. Yok yok bana mekan değişikliği iyi gelmiyor, debriyaj hafiften kaçırmaya başlıyor.

Neyse ağıdımı yapıp hafifledikten sonra kalkıp dişçiye gittim. Hep böyle olur, giderayak ya kaplamam düşer ya dolgum. Neyse ki diş hekimi eve çok yakın, acil durumlarda sorun olmuyor. Hemen bir dolgu yaptı ama sanırım çürük köke epeyce yakınmış, sinirlere dokundu hala çok sızlıyor. Orhan Veli'nin Süleyman Efendisi nasırından çekmiş bu dünyada, ben dişlerimden. Hayatta en kıskandığım kişiler üst ön dişleri sağlam ve düzgün olan insanlar. Benimkiler neredeyse her yıl tamir görmekteler; sırayla dolgu, kanal dolgu, kaplama, pivolu kron, diş kisti ameliyatı, ikili köprü, üçlü köprü, dörtlü köprü ve son olarak altılı köprü, olarak dört diş eksiğiyle şu anda ucu hafiften kırık ve şekli hoşuma gitmeyen bir köprü taşımaktayım üst, ön damağımda. Birinci 5 yıllık planımın ilk maddesinde köprülerimi yeniletmek var, hem dayanıklı hem de estetik olsun diye model olarak Mostar Köprüsünü almayı düşünüyorum:))

Bir sürü işim var, daha valizleri toparlamadım burada gevezelik ediyorum. Ruhum tembel ruhum, domestik işlere hiç gelemiyorum. Annem kızardı bana rahmetli, evişi yapmayı sevmiyorum diye. Ben anneanneme çekmişim, o "Nerde çalgı, orda kalgı" deyimine tam uygun bir kadındı. "Pek severim teetorayı" der, ikide bir tiyatro bileti almam için teşvik ederdi beni. Hava subayı olan dayım askerlikten ayrılıp THY'ye pilot olarak geçtiğinde "Tüh tüh, ben şimdi Orduevine gidemeyecek miyim?" diye dertlenmişti. Ölümünden bir yıl önceydi, en büyük üzüntülerinden biri pekçok kenti görmüş ama Erdeği görmemiş olmasıydı. Göremeden de gitti ne yazık ki. Bu kadın üstelik beş vakit namazında niyazında, dinibütün bir hatundu ama ruh işte, ruh sefa için yaratılmış.

Nerden nereye geldim, anneannem rahmet istedi. Arkadaşlar bana izin, "Çok memleketler gördüm, Ankara'dan güzeli yok" türküsünü söyleyip "Misket" oynayarak ayrılıyorum aranızdan, yığınla iş beni bekler. En kısa zamanda Ankara'dan seslenmek dileğiyle şimdilik hoşçakalın...

24 Kasım 2009 Salı

BİR ÖĞRETMENLER GÜNÜNDEN GERİYE NE KALIR?..

Kardeşi gibi sevdiği genç arkadaşının ördüğü atkıları boynuna dolayıp sevinçle şımaran Leylak Dalı

Dostlarla paylaşılan bir sofranın çiçekleri

Koca bir tencere mercimekli bulgur pilavı

Mımmm!.. Övünmek gibi olmasın, enfes kabak tatlısı

Arkadaşların elinden kekler, pastalar

Ve öğretmenlik yaşamımızı omuz omuza sürdürdüğümüz yıllanmış dostlar için çam sakızı-çoban armağanı hazırlanmış, birlikte kutlanan bir Öğretmenler Günü'nün nazar boncuklu anmalıkları

ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN...


"Geceler kara tahtamdır
Parmaklarım tebeşir
Ben bir öğretmenim
Fecrimde devler güreşir"

Tüm öğretmen arkadaşlarımın ve gönlümde yer etmiş bütün öğretmenlerimin Öğretmenler Günü kutlu olsun.

Sevgi ve minnetle...

23 Kasım 2009 Pazartesi

ÇOK ÖZEL BİR ÖĞRETMENE...


Öğretmenler Günü sonradan konulsa da, zorlama gibi dursa da, "yılda bir gün mü hatırlayacağız" dense de artık biz öğretmenlerin hayatına dahil olan bir gün haline dönüştü. Eski bir öğrenciden gelen bir mesaj, bir kutlama telefonu, bir sap çiçek insana hatırlanmanın mutluluğunu yaşatıyor. O yüzden bir şikayetim yok, bilakis benim gibi özel günlere coşkuyla yaklaşan biri için hayata anlam katan bir gün daha oluyor ekstradan, biraraya gelmek, birşeyler paylaşmak için.

Bu vesileyle ilkokul öğretmenimi anmak istedim, hayatıma giren en özel, en güzel insanlardan birini, çoktan toprak olmuş olsa da o olağanüstü kişiliğiyle hayatıma kattığı değerleri yazmak istedim. Buket Uzuner'in öykülerinden birinde geçen bir cümlesi vardır, "Bir insanın hayatta karşılaşabileceği en büyük küçük mucize iyi bir öğretmendir" mealinde. Çok doğru bir söz, sırf bu saptaması nedeniyle şapka çıkarırım Buket Uzuner'in önünde. Ben mucizemle karşılaştığımda 6 yaşını dolduralı birkaç ay geçmiş, sıska, dümdüz saçları tepesinde fıskıye modeli toplanıp kocaman beyaz bir kurdele iliştirilmiş, kolalı beyaz yakası boynunu kesse de siyah önlük giydiği için gururlu, elindeki kutu biçimi kahverengi çantasının sapına sıkı sıkı sarılmış ürkek, içine kapanık bir kız çocuğu idim. Mucizem, Firdevs öğretmenim ise 60 ına merdiven dayamış yaşı, dümdüz taradığı kır düşmüş kısa saçlarıyla sıradan giyimli, sıradan görünümlü bir babaanne gibi gelmişti bana. Hele ki bahçede toplanmış diğer öğretmenlerin bakımlı görünümleri ve abartılı şıklıkları arasında iyice silikleşiyordu varlığı. Annem beni sınıfa bırakıp gittikten sonra o silik görüntü parlayıp gözümü kamaştırdı, o okul ve Firdevs öğretmenim bir daha hiç çıkmamacasına yapışıp kaldı benliğime. Artık hayatımda annemden sonra bana sahiplenen, değer veren bir ikinci kadın daha vardı; hem de annemden daha çok şey biliyor, daha çok eğlendiriyordu.

Daha birinci sınıfta ayırdına vardım öğretmenimin çok özel bir insan olduğunun. Her öğrencisine ayrı değer veren, birbirlerini kıskanmasınlar diye okumayı sökene kırmızı kurdele takmayan, bir tek kişiye bir fiske vurmayan ve hatta azarlamayan, annesi köyde olduğu için okulda hizmetli olan babasıyla birlikte kalan sınıf arkadaşımız sarı Süleyman'ı mahzun olmasın diye bayram, yılbaşı gibi özel günlerde evinde misafir eden, bize kimsenin bilmediği muhteşem şarkılar öğreten, yeri geldiğinde bir büyük gibi sohbet edip yeri geldiğinde bebekmişiz gibi şefkatle yaklaşan o zamanki aklımca bir yaşlı melekti o. Yıllar geçip sınıflar büyüdükçe birbirimiz için daha özel olmaya başladık, ben onun "Çalıkuşu"ydum, o benim biricik Firdevs öğretmenim, annem çoğu zaman kıskanırdı onun varlığını. Utangaçlığım, içine kapanıklığım sayesinde yok olmuş, bir yıldız gibi parlamaya başlamıştım. Şevkle çalışıyor, her anlattığını can kulağıyla dinleyip içime sindiriyordum. "Kız Muallim Mektebi"nde Reşat Nuri Güntekin'den Türkçe dersi alan, savaş esnasında Bulgaristan'da geçen çocukluğunun acıları ve annesini o savaşta yitirmiş olmasının hüznüyle "Balkan ve Birinci Dünya Savaşları"nı anılarından anlatan bir öğretmenin öğrencisi olmak kaç kula nasip olmuştur bizim kuşakta. Hiçbir zaman korkmadım ondan, "kızar mı?" endişesi yaşamadım, hem öğretmenim hem arkadaşım oldu.

Ne yazık ki 5.sınıftan bizi mezun ettiği gün yaş haddinden emekliliğini istedi. O zamanlar ilkokul biterken bile sınava girilirdi. Müzik, Aile Bilgisi, Resim-İş gibi pratiğe dayalı derslerden bile. Her sınıf bir şarkı ve bir yiyecek hazırlamıştı Müzik ve Aile Bilgisi sınavları için. Biz yine özeldik, diğer sınıfların ezberlediği çocuk şarkılarının aksine koro halinde Aşık Çırakman'ın "Bugün bize hoşgeldiniz Erenler" türküsünü söyleyip öğretmenimizin öğrettiği tarifi kendine has limonatayı yapmıştık. Diğer öğretmenler bir odaya toplanıp yapılan yiyecekleri eğlenip gülerek yiyip içerken, bizimki kendi sınıfımızda bizlerle paylaşmayı uygun görmüştü. Bu onunla son birlikteliğimiz oldu. Diploma törenimizde bile bulunamadı, emeklilik başvurusunun hemen ardından taşınıp çok sevdiği istanbul'a yerleşmişti. Elimde ondan kalan artık sararmaya yüz tutmuş bir fotoğraftaki ufacık hayali ve sakladığım ilkokul karnelerimdeki imzasından başka birşey yok ama kalbimde ve belleğimde hala koskocaman bir yeri var. Nur içinde yat sevgili öğretmenim, sana çok şey borçluyum. Öğretmenler Günü'n kutlu olsun, bunu en çok sen hakediyorsun...

Fotoğraf: En öndeki koca kurdeleli henüz tomurcuk halindeki Leylak Dalı, arkasında oturan ufak-tefek oğlan çocuğu ise Milliyet köşe yazarı, gazeteci Derya Sazak'tır.

22 Kasım 2009 Pazar

UNUTULMAZ HEDİYE


Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı, Öğretmenler Günü yeni kabul edilmiş ve kutlanmaya başlanmıştı. Sanırım ikincisiydi, okulun salonunda tören yapılmış sonra derslere kaldığımız yerden devam için sınıflara girmiştik. Sıraların arasında dolaşarak konuyu anlatıyordum ki önüme uzanan kolla irkildim. Kolun bir ucunda uyanık bakışlı esmer bir genç kız, öbür ucunda ise gazete kağıdına özensizce sarılmış yassı bir paket vardı. Şaşkınlıkla öğrencinin yüzüne baktığımda "Öğretmenler Gününüz kutlu olsun Hocam" diyerek paketi bana uzattı. "Teşekkür ederim ama ben bunu kabul edemem" dediğimde ise neredeyse ağlamaklı bir yüzle ısrarını sürdürdü. Öğrenciden hediye kabul etmeme yolundaki ilkemi bu yüz ifadesi ve paketin gazete kağıdına sarılmış zavallılığı nedeniyle bozup kerhen de olsa hediyeyi alıp teşekkür ettim.

Dersten sonra açtığım pakette bir çift dizüstünden lastikli, kalın naylondan kadın çorabı vardı, hayatımın hiçbir döneminde kullanmayacağım türden birşey. Arkadaşlara çorabı gösterip "Galiba yoksul bir öğrenciydi, kırmamak için aldım ama çok huzursuz oldum" dediğimde bir hanım öğretmen kızı ve ailesini tanıdığını, hiç rahatsız olmamamı, babasının tuhafiyeci olduğunu, çorabı da dükkandan alıp getirmiş olabileceğini söyledi ve beni rahatlattı. Çekmecelerden birinde unutulmaya terkettiğim çorap da zaman içinde tasfiye edilen eşyalar arasına karışıp gitti.

Aradan yaklaşık 20 yıl geçti. Laf arasında kayınvalidemden yaşadıkları kasabaya yeni bir cami hocası geldiğini ve karısının benim öğrencim olduğu haberini aldım ama ne ismi çağrışım yaptı ne de fazla önemsedim. Bu haberden bir süre sonra kayınpederimi kaybettik. Cenaze günü her taziye evinde olduğu gibi eşimin ailesinin evinde de acının eşlik ettiği yoğun bir koşuşturma ve kalabalık vardı. Mutfakta, başsağlığına gelmiş insanlara çay vs. yetiştirmek için uğraşırken içeriye esmer, iri yarı bir hanım girdi ve "Kolay gelsin Hocam, başınız sağolsun" dedi. Anladım ki bahsedilen cami hocasının karısı ve benim eski öğrencim bu ve tesadüf odur ki yukarıda bahsettiğim kişinin ta kendisi. Meğer baba mesleğini devam ettirip sahip olduğu minibüsle yakın köylere tuhafiye eşyaları pazarlamakta imiş. Biraz sohbet ettik, sonra birlikte kalabalık salona geçtik. Tam oturmuştuk ve içeriye yeni girdiğimiz için bakışlar bize çevrilip bir sessizlik oluşmuştu ki eski öğrencim bana dönerek herkesin duyabileceği bir sesle şöyle dedi:

"Hocam, hatırlıyor musunuz? Hani bir Öğretmenler Günü'nde size kimse hediye getirmemişti de ben getirmiştim. Siz de ne çok sevinmiştiniz değil mi?"

Hediyeyi hatırlıyordum da hayatımda bu kadar utandığımı hatırlamıyordum.

Siz siz olun eğer bir prensibiniz varsa kimsenin görünüşüne aldanıp ya da merhamet edip bunu bozmayın, yoksa yıllar sonra bile hiç ummadığınız bir biçimde size geri dönebilir, kabul ettiğiniz uyduruk bir hediye bile başınıza taş gibi düşebilir...

Not: Öykü Atölyesi için yazılmıştır.

21 Kasım 2009 Cumartesi

FLAMENCO

Antalya'ya veda etme zamanı yaklaşırken etkinlikler son hızla devam etmekte. Hava bana resmen kıyak yaptı amiyane deyimle. Bu kadıncağız evinde taş çatlasa 1,5 ay kalabilecek bari güneşli günler görsün dedi sanırım Tanrı. Burada bulunduğum sürece birkaç günü geçmedi serin ve yağışlı hava, bitmek bilmeyen bir pastırma yazı yaşadık. Bugün de yazdan kalma bir gündü ve bunu değerlendirelim istedik, arkadaşlarla park içindeki denize nazır cafelerden birinde buluştuk. En yenisi 20 yıllık olan 10 arkadaş toplandık, aşağıdaki manzarayı izleyerek kahveler, çaylar içip sohbet ettik. Kasımın sonuna yaklaştık ama hala terasta oturup gözümüze giren güneşten rahatsız olabildik. İkindi üstüydü ve güneş doğruca benim üstüme vuruyordu, sizce bunun anlamı nedir, ikindi güneşi kimin üzerine gelir acaba, övünmek gibi olmasın? Bilen parmak kaldırsın. Ben alçakgönüllü bir kadın olduğum için daha fazla açıklama yapmak istemiyorum, arif olan anlar:)))

Akşam ikinci bir etkinlik daha vardı, bugün sona eren Piyano Festivali'nin son konserine, Miriam Mendez ve grubunun Flamenco ağırlıklı gösterisine gittim. "Mozart Sueno Flamenco" adını taşıyan gösteride Miriam Mendez piyanoyla Mozart'ın bazı eserlerini flamenco tarzında yorumlarken arkadaşları da kendisine gitar, klarnet, keman, çello ve vurmalı sazlarla eşlik ettiler. İki de kadın vokalist vardı, sesleri ve flamenko alkışıyla katıldılar gösteriye. Kadınlardan hayli şişman olan ve kırmızı bir şal ve bir çift parlak kırmızı küpe taşıyanın çığlık gibi, insanın içine işleyen çok etkileyici bir sesi vardı. Bu ikili kısa bir flamenco dans gösterisi de sundular aralarına Miriam Mendez'i de alarak.

Bir bölümde Türk Marşı'nı da seslendiren Mendez bu çalışmayı gözleri bağlı olarak yaptı. Zaten kadın piyano çalmıyor adeta onunla oynuyordu, arkası dönükken, sağa-sola bakarken, eğilip doğrulurken sıradan bir iş yaparmışcasına tuşlara basıyordu, gördüğüm en kıvrak virtüozlerden biriydi. Sahneye gri bir Endülüs tarzı elbiseyle çıktı-aslında kırmızı yakışırdı bu gösteriye-ayakları da çıplaktı. Piyanonun soğuk madeni pedallarına çıplak ayakla nasıl bastı anlayamadım, kesin ilerleyen yaşlarında böbrek sorunu çekecektir.

Olağanüstü gösteri 2 saate yakın sürdü ve plaket töreni ile sona erdi. Çıkışta fuayede kapanış kokteyli vardı, bir kadeh şampanya yuvarlayacak kadar iştirak ettik. Antalya günleri sanatsal açıdan çok verimli oldu benim için, 1,5 aylık süreye 9 sinema filmi, 3 tiyatro oyunu, 1 bale, 3 konser, birkaç sergi, bir panel ve bir imza günü sığdırdım ve çok mutlu oldum. Umarım devamı gelecektir...

20 Kasım 2009 Cuma

PASTIRMA YAZI BİTERKEN

Günlerdir bitmeyen bir pastırma yazı yaşıyoruz Antalya'da. Sabah evin içini parıldatan bir gün ışığıyla uyanıyorum ve akşama kadar devam ediyor bu aydınlık. Güneş pırıl pırıl, gök masmavi, ağaçlar sonbahar kostümlerini giymiş süzülmekteler, çiçek olarak şimdilik yolboyu beyaz ve kırmızı güller, parklarda da ağaç mineleri var. Diğer mevsimlik çiçekler henüz dikilme aşamasında.

Dün öğleden sonra güzel havayı değerlendirip yürüyüşe çıktık ve Atatürk Parkı'nda mola verdik. Bu park şehrin en havalı caddesinin denize bakan yönünde. Önceleri doğal bir parktı, iki yıl önce düzenleme çalışmaları yapıldı, iyi mi oldu kötü mü kestiremiyorum. Otopark yapmak amacıyla birçok ağacı kestiler, lokanta, cafe benzeri beton binalar yaptılar ama bu arada bazı bölümleri de düzenlediler. Onca ağacın kesimine neden olan otoparklar ne yazık ki pek kullanılmıyor, insanlar ille de oturacakları mekanın önüne kadar araçlarıyla gitmek istedikleri için, yürüyüş yolunda ikide bir kenara çekilip gelen araca yol vermek zorunda kalıyorsunuz. Yeme-içme mekanları da bir açılıp bir kapanıyor, dün baktık yine en güzel manzaralı olanlardan biri kapanmış, fiyatları bu kadar fahiş tutacaklarına ehven hesaplar çıkarsalar gelen insanlara sonunda kapılarına kilit vurmazlardı diye düşündük. Her ne hal ise parka girer girmez çarşaf gibi bir deniz görüntüsü karşıladı bizi, yapraklarını dökmüş tesbih ağaçlarının arasından görünen o güzel manzarayı sizler için fotoğrafladım, yukarıda görmektesiniz. Sonra çam, toprak ve kuru yaprak kokuları arasından yürüyerek en uçtaki mekanımıza, adeta kaptan köşkü konumundaki cafeye gidip oturduk.

Meşhur kayamız, bende hep başını annesinin omzuna dayamış bir çocuk duygusu uyandırır. Hem bu manzarayı, hem de dağları ve güneş altında cıva dökülmüş gibi parıldayan denizi görecek biçimde konuşlandık bir masaya. Tenhaydı cafe, girişteki yükseltiye yaşlıca iki hanım oturmuştu. Biri biz gelirken önündeki tabaktan birşeyler yiyordu, orada oturduğumuz sürece ve kalktığımızda da yeme işlemine devam etti. Neydi yediği bu kadar uzun süre anlayamadım, ya sürekli takviye yapıldı ya da dişleri yoktu yavaş yiyordu, bilemeyeceğim. Tam karşımızda ise orta yaşlı iki hanım sohbet ediyorlar, biri anlatırken diğeri de sıvadığı gömlek kolunun altından omuza yakın bir bölgede görülen dövmesini sürekli kremliyordu. Muhtemelen yeni yaptırmıştı ki bu kadar krem sürme ihtiyacı duymaktaydı. Cafenin en ücra masasında ise gözlüklü bir genç ile arkası müşterilere dönük oturan parlak, pembe türbanlı sevgilisi derin bir muhabbet içinde kendilerinden geçmiş durumdaydılar. Etraftakileri iyice inceleyip çaylarımızı da içtikten sonra tam kalkmak üzereydik ki aşağıdaki şirin şey ziyaretimize geldi.

Cafenin kadrolu zenci tavşanı. Ortalıkta kulaklarını oynatıp bıyıklarını titreterek epeyce bir dolandı, ağacın dibinde uyuklamakta olan sarman kedinin huzurunu kaçırıp uzaklaşmasına neden olduktan sonra da geldiği gibi zıplaya zıplaya gözden kayboldu.

Bu uzun yürüyüşün ardından bir de pazar alışverişi yapınca bende derman kalmadı, akşam arkadaştan gelen konser davetini bile reddetmek zorunda kaldım. Yine de sonbaharın bu güzel günlerinden yararlanabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum.

Ek: Az evvel çay almak için mutfağa gittiğimde balkon parmaklıklarında doğdukları mekanı ziyarete gelmiş, senkronize poz veren şu arkadaşları görüntüledim:


19 Kasım 2009 Perşembe

BİTPAZARINA NUR YAĞMIŞ


Bugün çok yorgunum, yaptığım uzun yürüyüş ve arkasından pazar alışverişi canıma okudu. Ruhum ve bedenim eşgüdümlü gitmiyor, daha doğrusu bedenim ruhumun hızına ayak uyduramıyor, o yüzden arada kendime yüksek sesle "hız kes" komutu vermem lazım. Nitekim az evvel telefon eden arkadaşımın konser davetini istemeyerek de olsa reddetmek zorunda kaldım, eşofmanlardan sıyrılıp insan içine çıkacak bir kılığa bürünecek halim bile yok çünkü. Hatta yazı yazacak halim bile yok. Bugün nereden geldiyse aklıma macun geldi ve çok canım istedi, ah olsa da yesem. Buradan hareketle blogu ilk açtığım zaman eklediğim ve o nedenle fazla okunmadığını düşündüğüm bir macun anımı tekrar koymak istiyorum bugün. Bu tekrardan dolayı beni mazur göreceğinizi umuyor, sevgilerimi yollayarak dinlenmeye gidiyorum.

"Macun; çocukluğumun rengarenk gözdesi... Hala bir düştür benim için, tadına ve rengine doyamadığım. Hep aynı macuncu geçerdi, yaz günleri mahalleden. Galvanizli sacdan yapılmış, içi yedi-sekiz üçgen parçaya bölünmüş, konik kapağının üstünde halka şeklinde bir tutamağı olan yuvarlak tepsisi başının üstünde, tepsiyi koymaya yarayan, portatif tahta ayaklığı sağ omzunda, genellikle öğleden sonraları, “Macuncuuuu” diye seslenerek gelir, oyun oynadığımız alana, aramıza sokulurdu. Bizimle hiç ilgilenmiyormuş gibi yapar, ayaklığını kurar, tepsisini yerleştirirdi. Satın almamız için özel bir girişimde bulunmazdı. Biliyordu ki kapağı açtığı anda ortaya çıkacak görüntü hepimizin aklını başından almaya yetecektir. Oyun bir anda kesilir, cezbeye tutulmuş gibi macun tablasının başına yönelirdik. Hangisini anlatsam, kırmızının parlaklığını mı, sarının ışıltısını mı, yeşilin tazeliğini mi? Kapak değil, bir gökkuşağıydı önümüzde açılan, sanki eğilip tablanın altından geçsek, cinsiyet değiştiriverecektik. Bir müddet sessizce, huşu içinde seyrederdik, derken en acelecimizin sesi bizi kendimize getirirdi: “Anneeeee! Para at macun alcam.” Anneler pek yüz vermezdi bu seslenişlere, nadiren atılırdı paralar. Parayı alabilen şanslılar tepsinin başına geçer, ağızlarının suyu aka aka beklerlerdi. Aceleye getirmezdi işi macuncu, malum, her şeyin bir raconu vardır. Önce yontulmuş tahta çubuklardan birini sol eline alır, sağ elinde tuttuğu tornavidayla, her renkli üçgene bir kez dalar, fazla kaçmamasına özen göstererek aldığı macunları çubuğa dolardı. Havada bir kez çevirerek sabırsızlıkla bekleyen çocuğa sunar, sıradakine geçerdi. Biz para koparamayan zavallılara da yutkunarak izlemek düşerdi. Bir Pazar günüydü sanırım, babamın evde olmasından hatırlıyorum, macuncu yine gelmiş, sessiz gösterisini yapıyordu. Benim tüm “Anne para at” seslenişlerim sonuçsuz kalmış, macun yeme arzumsa körelmemişti. Şansımı eve çıkarak denemeye karar verdim. Ailem macun yememe şiddetle karşıydı; pis, mikroplu, sağlıksız olduğunu düşünüyorlardı, kendilerine göre haklıydılar da, ama ben çocuktum ve macunun görüntüsü inanılmaz çekiciydi. Önce annemi denedim; zaten Pazar günü telaşı içinde, çamaşır, temizlik burnundan soluyordu, geri püskürtüldüm. Gazete okuyarak radyodaki uğultulu maç yayınını dinleyen babamı gözüme kestirdim, onu ikna etmek daha kolay olurdu çoğu zaman. Para istedim, sebebini sordu, macun alacağımı duyunca o da “Hayır”ı yapıştırdı. Israr ettim, cevap değişmedi, öyle pis şeylere para vermeyeceğini söyledi. Gelgelelim macun krizim tutmuştu, yemezsem ölecektim, mızıldanmaya başladım, sabırla “Olmaz” dedi. Mızıltım tepinmeye dönüşmüştü ki yanağımda hissettiğim acıyla kendime geldim. Babam, ilk kez kıymetli, biricik kızına tokat atmıştı. Yediğim tokada mı yanayım, yiyemediğim macuna mı, ağlayarak, odaya kapandım. Gelgelelim ne yanağıma inen tokat, ne de alınmayacağı konusundaki kesin tavır macuna olan imkânsız aşkımı köreltmedi. Bugün bile limonlu sarının kokusu, naneli yeşilin ferahlığı, tarçınlı kırmızının baharı zihin mutfağımda kayıtlıdır. Nerede macun tezgahı görsem yanaşır, çocukluğumun tadını yeniden yakalamaya çalışırım. Bulabilir miyim, işte o tartışılır."

*Resim: İbrahim BALABAN

18 Kasım 2009 Çarşamba

DEDEM VE İNGİLİZCE


Dün konserde Aziza Mustafazadeh, şarkılarını tanıtırken nedense İngilizce konuşmayı tercih etti. Halbuki Azeri Türkçesi ile konuşsa çok daha iyi anlaşabilirdik, uluslararası sanatçı olmanın getirdiği alışkanlık sanırım. O öyle İngilizce konuşunca aklıma dedem geldi, babamın babası. Ömrünü doğup büyüdüğü küçük ilçede geçirmiş, aydın, ileri görüşlü ve hoşsohbet dedem. Müthiş bir hafızası vardı ve çok meraklıydı. Yıllarca çalıştığı Devlet Demiryolları'ndan emekliye ayrıldıktan sonra uzun ömrünün geri kalanını namaz vakitleri camiye giderek, arkadaşlarıyla muhabbet ederek, fırsat buldukça indirimli seyahat hakkını kullandığı trenlerle gezerek ve kentin biraz dışındaki büyük bahçesinde ağaçla, toprakla uğraşarak geçirdi. Çocuklarının hepsini evlendirmiş, torunlarının yetiştiğini görmüş ve babaannemin ölümünden sonra evlendiği ikinci eşiyle huzurlu bir yaşam sürmüştü.

Halalarımdan biri evlendikten sonra dedemin yaşadığı kazada oturdu bir süre, eşi de İngilizce öğretmeni idi. Benim meraklı dedem damadının İngilizce öğretmeni olmasından yararlanıp İngilizce öğrenmeye karar vermiş ve en yakın arkadaşı emekli başkatip Yusuf Cemal'i de ders almaya ikna etmiş. İki ihtiyar enişteden birkaç saat İngilizce dersi almışlar. Eh yalnızca teoriyle öğrenilmez ki bu meret, pratik de yapmak lazım, aralarında İngilizce konuşmaya karar vermişler. Dedem birgün çarşıdan dönerken Yusuf Cemal'e rastlamış, hemen şapkasını çıkarıp selamlamış:

-Haf du yu du Mister Yusuf?

Yusuf Cemal cevap vermiş:

-Ayın fayın dı toz duman Mister Osman...

80 yaşından sonra öğrenilen İngilizce bu kadar olur:))

Not: Posta uygun bir fotoğraf bulamadım, sonra dedemi en iyi çok sevdiği ve yıllarca hizmet verdiği trenlerin anlatabileceğini düşündüm.

Görsel: Buradan

17 Kasım 2009 Salı

MUHTEŞEM AZİZA


Biletimi 15 gün önceden almış sabırsızlıkla etkinlik gününün gelmesini bekliyordum. 10. Antalya Piyano Festivali kapsamında sahne alacak olan Azeri caz sanatçısı Aziza Mustafazadeh idi beklediğim. Sabreden derviş sıkıntıdan gebermemiş, muradına ermiş benim gibi. Nihayet bu gece giyindim, kuşandım ve etkinliğin yapılacağı AKM'de aldım soluğu. Çok kalabalıktı, salon tek boş yer kalmamacasına dolmuş, üstelik boş kalan yerlere de sandalye ilavesi yapılmıştı. Sonunda nazlı bir kuğu gibi göründü sahnede Aziza hanım kızımız. Nasıl zarif, nasıl güzel. Su gibi deyimi cuk oturur üstüne, beline kadar inen ipek saçlarıyla porselen bir Çin biblosu gibi narin geçti piyanonun başına. Trionun diğer elemanları da gitar ve bateriyle eşlik ettiler bu güzel kuğuya. İlk üç parça vokalsiz olarak piyano ile geçildi. Sonra şakımaya başladı bülbülümüz. İnanılır gibi değil, o çağlayan gibi ses o incecik vücudun neresinden çıkar? Muhteşemdi. Hayatımda ilk defa birini kıskandım; o sese, o yeteneğe sahip olmak istedim. İki saat su gibi akıp geçti, ne piyano sololarına, ne söylediği şarkılara, ne de kudüm benzeri bir perküsyon aletiyle ritm tutarak yaptığı gırtlak nağmelerine doyabildik. Konserin sonunda Aşık Veysel'in "Uzun ince bir yoldayım" türküsünü caz üslubunda seslendirdi ve çılgıncasına alkışlanıp iki kere bis yaptı.



Hasılı doyamadım, kalbim Aziza'da kaldı. Çıkışta CD'lerini imzaladı fuayede, "Contrasts" CD'sine Aziza imzalı olarak sahibim artık. Kendime özel "Ölmeden önce yapılacak 100 şey" listesinden bir maddeyi daha hayata geçirdiğim için mutluyum. (Bir başka önemli madde, Füruzan'la tanışma geçen hafta gerçekleşmişti biliyorsunuz) Darısı diğerlerine...

16 Kasım 2009 Pazartesi

KONUKLAR VE KİTAP MİMİ

Bugün konuklarım vardı, uzun bir süreden beri ilk kez evimde misafir ağırladım, özlemişim doğrusu. İki yıldır seyyah olup Ankara-Antalya arası dolaştığım için bu tarz evcilik etkinliklerinin dışında kalıyorum. O yüzden hevesle daldım mutfağa ve birkaç ikramlık hazırladım. Ben yiyecek hazırlamaktan çok düzenlemesini ve süslemesini seviyorum. O nedenle ilk kez denediğim mayalı poğaçaları "Smiley" görünümünde pişirdim ki konuklarımın da yüzünde bir gülümseme oluşsun. İçlerinden biri Japon olan poğaça arkadaşlarımız kara gözlü, sırıtık ve çilliler gördüğünüz gibi. Aşçıları çiftlikte balkabağı hasadına daldığı için güneşte-pardon fırında- biraz fazla kalıp esmerleşseler de neşelerinden birşey kaybetmediler, tebessüm etmeye devam ediyorlar. Ha ortadaki mi, o pek misafir sevmiyor, güneşte de fazla kalınca biraz başı ağrımış o yüzden astı suratını. Ceza olarak da yenmeden kaldı.

"Körili Buğday Salatası" benim spesyalimdir. Aşurelik buğdayı kabartıp köri, pul biber, birkaç sap yeşil soğan ve maydanoz, bol ceviz ve ince doğranmış kornişon turşusu ile karıştırıyor ve sızma yağ ekliyorum. Lezzeti tahayyül edemezsiniz.

Mürdüm erikli, cevizli ve kuru meyvalı kek. Üzerine pudra şekeri-tarçın karışımı serpip toz şamfıstığı ile süsledim.

Vee en sevdiğim tatlı: Ayva Tatlısı. Bu defa kaymak yerine pişmaniye ilavesiyle sundum. Yalnız pişmaniyeyi ikram edileceği zaman eklemekte yarar var, aksi takdirde eriyor.

Biraz daha devam edersem yemek bloguna döneceğim ama o kadar uzun zamandır pasta vs yapmıyordum ki pek hevese geldim, o yüzden de yazmak istedim. En iyisi burada keseyim ve sevgili Kitap Kurdu beni mimlemiş, sorulara cevap vereyim. Ne de olsa konu kitap.

1. Şu an okumakta olduğunuz kitap nedir? Kısaca konusunu anlatır mısınız?
İlhan Eksen'in "Çok Kültürlü İstanbul Mutfağı"nı okuyorum. Konusu adından da anlaşıldığı gibi İstanbul'da yaşıyan Müslüman, Yahudi, Ermeni ve Rum'lardaki yeme-içme ritüellerini ve yemek türlerini ele alıyor.

2. En son aldığınız kitap?
En son 4 tane kitap aldım. 2 tanesi Selim İleri'nin İstanbul kitapları serisinden, ayrıca şu anda okuduğum İlhan Eksen'in kitabı ve Latife Tekin'in "Rüyalar ve Uyanışlar Defteri".

3. Şimdiye kadar aldığınız kitaplar içinde en sevdiğiniz hangisidir?
Diğer arkadaşlar gibi benim de buna tek bir cevap verebilmem mümkün değil, o kadar çok ki ama ille de bir isim vermem gerekirse Füruzan'ın tüm kitaplarının ayrı bir yeri vardır.

4. Bir türlü bitiremediğiniz, bitirseniz de sizi illallah ettiren kitap hangisidir?
Adeta fanatiği olmama, kitaplarını yutarcasına okumama rağmen Alev Alatlı'nın "Gogol'ün İzinde" üstbaşlığıyla yazdığı "Dünya Nöbeti" ve "Aydınlanma Değil, Merhamet" kitaplarının bitmesi bir türlü nasip olmadı.

5. Elinizdeki kitap bitince okumayı düşündüğünüz kitap nedir?
Latife Tekin'den "Rüyalar ve Uyanışlar Defteri"

Tüm kitapseverlere sevgiler yolluyor ve arzu ederse Kunegond'um, Prenses'imi mimliyorum.

Ben bugün çok yoruldum, iyi geceler dileyip dinlenmeye çekiliyorum.

15 Kasım 2009 Pazar

PORTAKALLI PAZAR


"Çıt çıt çıt çıt çedene de, sar bedeni bedene
Dünya dolu yâr olsa da, alacağım bir tane"

Türküyü bilirsiniz, "Ekin ektim çöllere". Yukardaki de onun nakaratı; içinde adı geçen çedene ya da nam-ı diğer çitlembik ve dahi menengiç ağacının altında poz veriyor. Bilmem hiç tattınız mı, olgunlaşıp kabuğu yeşil-mavi arası bir renk alınca kavrulur ve yenir çerez gibi. Yağı da çıkarılır. Bir de aşılanarak Antep fıstığı ağacına dönüşebilir. Bu botanik bilgisini niye mi veriyorum, bugün Antalya yakınlarında bir köy olan (gerçi şimdi mahalle oldu) Çakırlar'a gittik ve arabadan iner inmez bu ağaçla ve dallarından sarkan çitlembiklerle burun buruna geldim. Öyle güzeldiler ki, pembe pembe, karabiber tanesi gibi, dayanamayıp fotoğrafladım.

Çakırlar'da yalnızca çitlembik ağaçları yok. Asıl ününü narenciye ağaçlarından ve meşhuur pazarından alıyor. Şimdi bu pazar yıllar önce Pazar günleri kurulan, tarladan-bahçeden toplanmış doğal ürünlerin yanyana dizilmiş beş-altı tezgahta taze taze satıldığı kendi halinde bir köy pazarı idi. Sonra birileri burayı keşfetti ve her Pazar alışveriş için Çakırlar'a akmaya başladı insanlar. Hal böyle olunca da pazarın ne doğallığı kaldı, ne ucuzluğu ne de tazeliği. Şehrin içindeki semt pazarlarında aynı ürünleri daha ehven fiyata bulmak mümkün ama psikolojik bir etkisi var galiba, köyden alınmış olunca daha doğalmış gibi geliyor insanlara ve Pazar günleri burada adım atmak mümkün olmuyor. Biz de acilen gerekli birkaç sebze ve meyvayı almak ama daha çok meyveye durmuş narenciye ağaçlarını görmek için düştük yola. Hava o kadar güzeldi ki anlatamam, Kasım ortası olduğuna bin şahit isterdi, üzerimde yarım kollu bir penye ile gezdim bütün gün.


Pazarı dolaşmadan önce bir narenciye bahçesine daldık. Tepede yakmayan bir güneş, masmavi bir gökyüzü, dağların puslu silueti, yaprakları sararmış bodur narlar ve henüz tam kızarmamış sarı-yeşil kabuklu meyveleriyle portakal ağaçları; kısacası bir görsel şölen.



Portakal bahçesinde gözlerimi doyurduktan sonra pazarı dolaştık. Şehirde daha iyisini bulabileceğim ama mecburiyetten aldığım ayvalar, koca pazarda tek bir tezgahda denk geldiğim ezik-büzük bir demet yeşil soğan, buğulu görünümüyle iştahımı kabartan bir kilo mürdüm eriği ve koca bir demet kasımpatıyla ayrıldık pazardan.

Satın almadım ama bana sorarsanız pazarın en câzip tezgahı buydu; kırmızı kazaklı teyzemin yeşil yapraklı havuçları. Tam bir renk cümbüşü...

Oksijenden sarhoş, portakal bahçelerinden gözümüz gönlümüz bayram etmiş döndük eve. Şimdi kalkıp yarın gelecek konuklar için hazırlık yapmam lazım. İzninizi istiyor, yeni haftanızın çok güzel geçmesini diliyorum...

Not: Naçizane önerim fotoğraflara tıklayıp büyüterek bakmanızdır.

EN SEVDİĞİM YAZARLA TANIŞMA

Evden çıkmadan önce dirseğimi kapı pervazına vurup zıp zıp zıplamam, radyoyu elimden düşürmem ve en sevdiğim kahve fincanımı kırmam türündeki aksilikleri saymazsam bugün çok keyifli bir gündü. Bu ay tavan yapan etkinlik takvimim kapsamında ilk olarak Ankara Devlet Tiyatro'sunun turne oyunu olan "TEK KİŞİLİK ŞEHİR"i izlemeye gittim. Geçen haftaki fiyaskodan sonra biraz ihtiyatla yanaşmakta fayda görmüştüm ve beklentimi en alt düzeyde tutarak girdim salona. Gerçi oyunun yazarı Behiç Ak hakkında iyi düşüncelere sahiptim ve oyun hakkında da iyi duyumlar almıştım ama hayal kırıklığına hazır tutmakta fayda vardı bünyeyi. Ne mutlu ki harika bir yanılgı yaşadım. Son yıllarda izlediğim en iyi oyundu diyebilirim hem konu, hem oyuncular, hem de sahneye konuluşu yönünden. Dekor, kostüm, efektler herşey usta işiydi. İntihar gökdeleninin restoranında görevli garson rolündeki Devrim Yakut'un oyunu tartışmasız muhteşemdi. Cüneyt Mete ve Benian Dönmez de ondan aşağı kalmıyorlardı. Müthiş bir tatmin duygusuyla ayrıldım tiyatrodan. İzleme fırsatı olan herkese şiddetle tavsiye ediyorum.

Tiyatro salonundan adeta koşarak ayrıldım ve kendimi bir taksiye atıp "Antalya Öykü Günleri" kapsamında düzenlenen "Füruzan Öykücülüğü" konulu tartışmayı izlemek ve onur konuğu Füruzan'la tanışmak için etkinlik merkezine nefes nefese ulaştım.


16 yaşında bir lise öğrencisiydim Füruzan ve öyküleri hayatıma girdiğinde. "Parasız Yatılı" adlı öykü kitabı kendi harçlığımla ve seçimimle aldığım ilk kitaptı ve 12'den vurmuştum. Bu kitapla hayatıma giren Füruzan kalbimin en orta yerine kuruldu ve bir daha hiç çıkmadı. Tıpkı "Edirnenin Köprüleri"ndeki Hala Adile, "Gül Mevsimidir"deki Mesaadet Hanım, "Ah Güzel İstanbul"daki Cevahir, "Benim Sinemalarım"daki Nesibe, "Haraç" daki Besleme Servet ve diğerleri gibi. O kitabı okuduğum günden beri Füruzan'la birgün bir yerde karşılaşıp tanışmayı bekledim, sonunda beklediğim gerçekleşti. Geç oldu ama güç olmadı, üstelik Antalya'da bulunduğum bir tarihe denk gelmesi de çok güzel bir tesadüf oldu. Hem tartışmayı izledim, hem Füruzan'la tanışıp konuştum, hem de 16 yaşımın okunmaktan eskiyip yıpranmış kitabını, "Parasız Yatılı"nın ilk basımını imzalattım.


74 yaşında olmasına rağmen bir genç kız görünümündeki vücudu, zarif görüntüsü ve hayata bakışı ile çok yaşasın Füruzan, daha nice öyküler yazsın, nice kahramanlar yaratsın. Beni bugün mutlu etti ya, Allah da onu mutlu etsin ne deyim...