.

.
.

29 Nisan 2025 Salı

SALI SALLANIR / 29 NİSAN

Bugün insanlık için küçük, kendim için büyük bir adım atarak gardrop dolaylarına ayak bastım. Her yanından geçişte kıyın kıyın uzaklaştığım, uzaktan korkulu bakışlar attığım, kapağını her açışta lazım olanı alıp koşarak kaçtığım tehlikeli sulara sonunda balıklama daldım. Korkunun ecele faydası yok, kaç kaç nereye kadar. Dün gece yatarken bu işi planlamıştım, sabah kalkınca caymamak için önce raflarda ne varsa yatağın üstüne yığdım, ondan sonra günlük işlere başladım. Hal böyle olunca da kaçacak delik kalmadı haliyle. Tam 3 saatimi aldı ayırma, katlama, yerleştirme işleri. Gözüme kirli gelenleri yıkamaya attım, artık kullanmayacaklarımı verilmek üzere poşetledim, kalanları raflara düzgünce yerleştirdim (elimin altında olması gerekenleri ön saflara koyarak), aylardır, belki de yıllardır görmediklerime şaşıp "Benim böyle bir şeyim mi varmış" diye sorguladım, kendimi kınadım ve sonunda bitirdim. Ben de bittim, belim de bitti. Belim zaten günlerdir bitmeye fırsat arıyordu, aradığı fırsat bulundu. Yarınki gündemimde şifonyer çekmeceleri var, umarım kaytarmam. 

Ben bu işlerle uğraşırken  Kumru Hanım ya da Bey, topladığı kurumuş çam iğnelerini getirip mandal sepetimin üstüne yerleştirmiş, belli ki bir yumurtlama faaliyeti var. Çamaşırları asayım diye balkona bir çıktım ki ne göreyim, tapulu arsama gecekondu kurulmuş. Dellendim resmen, bezdim, usandım. 10+1 senedir verdiğim Kumru Doğumevi hizmeti yetmedi, bitmedi bu dünyanın en fingirdek kuşlarına. Ne bitlenmediğim kaldı, ne gübrelenmediğim. Parmaklarım anında dozere dönüştü, çam iğneleri çöpü boyladı, mandal sepeti mutfağa taşındı ve alt katın klimasının üstünde bana bakan kumruya da parmak sallandı. "Yürrü, başka kapıya, koca mahallede bir ben miyim enayi" dedim. Anlamadı salak 😂Böyle yazdım diye beni kumru düşmanı bellemeyin dostlar, bunların büyük büyük dedeleri Parmaksız Salih'den bu yana ne nesiller yetiştirdim ben. Balkonumda doğdular, kahvaltı masamda peynirimden sebeplendiler, balkon denizliğine serdiğim yemleri yuttular, hatta açık balkon kapısından girip salonumun baş köşesini WC olarak kullandılar. Ben daha ne yapayım, yeter istifa ediyorum.

Geçen haftanın son günleri ve bu haftanın ilk günü hep dışarlardaydım. Arkadaşlarımla, eski öğrencilerimle buluştum. Çok iyi geldi. Bol bol yürüdüm, güzel manzaralar seyreyledim, içim açıldı. 


 Ve inanmayacaksınız ama bir yürüyüş esnasında karşıma şunlar çıktı:

Yolumun üstündeki apartmanlardan birinin bahçesinde görüverince aklım başımdan gitti. Cılızdı, tek katlıydı, az serpilmişti ama olsundu, leylaktı ya. Yalnızca seyredip fotoğrafını çekebildim, elalemin bahçesine girip koklayamadım haliyle. Balkonlara baktım, birileri olsa rica edecektim ama sanırım apartmancak öğle uykusuna yatmışlardı, in cin top oynuyordu etrafta. 

Kitap okuma konusunda Nisan çok bereketli olmadı, memleket hallerinin de bunda etkisi var, kafalar bir milyon olunca okuduğunu da anlamıyor insan. Gerçi 7 kitabı bitirmişim her şeye rağmen ama benim için yeterli bir rakam değil. 

Kitap okuyamasam da epey film izledim. İçlerinde çok güzelleri olduğu gibi çok saçma olanları da vardı ki bunlardan birini dün başlayıp bugün bitirdim. Komedi niyetine çekilmiş bir yerli film: "Takıntılar". Netflix'de izledim, oyuncular iyiydi, konu saçmaydı ama kafa dağıtma açısından işe yaradı. 

Bu günü de böyle geçirdik. Bir süredir Antalya'da hava günde 4 mevsim şeklinde görülmekte. Sabah serin, öğlen oldukça sıcak, ikindi üstü bulutlu, akşam yağmurlu, çoğunlukla da esintili. Bakalım ne kadar sürecek böyle, şehrin standartlarına pek uygun değil, gerçi ne kadar geç ısınsa o kadar kârdır diyelim ve bu yazıyı da böylece bitirelim. Kalın sağlıcakla...



23 Nisan 2025 Çarşamba

ANKARA ALFABESİ 3 / 23 NİSAN

 Geldik alfabemizin son harflerine:

-M/MECLİS: Madem bugün 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, o zaman, şimdilerde Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak gezilebilen 1. Meclis ile başlayalım:

İnşasına 1915 yılında başlanan Ankara taşından yapılma bina ilk meclis oturumunun burada yapılmasına karar verilince halkın katılımıyla acilen tamamlanmış 23 Nisan 1920'de açılmış. 1924 yılından sonra hemen yan tarafında inşa edilen yeni binasına taşınmış. 1981'den bu yana da müze olarak hizmet vermekte. Özellikle ilk haliyle teşhir edilen toplantı salonu çok etkileyicidir. 

 2. Meclis binası ya da şimdiki adıyla "Cumhuriyet Müzesi". Mimar Vedat Tek tarafından tasarlanan bu güzelim bina 1924'den 1961'e kadar Meclis olarak hizmet vermiş, o yıl Meclis yeni binasına taşınınca CENTO binası olarak kullanılmış. CENTO'nun kaldırılması ile Kültür Bakanlığı'na devredilen bina bir süre farklı şekillerde değerlendirildikten sonra 1981 yılında Cumhuriyet Müzesi olarak faaliyete geçmiş. Binanın yan tarafında yemyeşil ve çok güzel bir park vardır. Çocukluğumda anneannemle giderdik bazen, su kaskatları kalmış aklımda. Park biraz küçülse de halen duruyor, sanırım şimdilerde halkın girişine de açık. Çocukken en sevdiğim ve ihmal etmediğim şeylerden biri binanın önünden geçerken duvarı oluşturan zincirlerin birleştiği kocaman taş kürelere dokunmakta. Ne mutlu ki halen mevcut ve hala geçerken elimi değdirmeden geçmem.

Ve bu fotoğrafta da şimdilerde faaliyet gösteren TBMM'nin genel kurul salonunu görmektesiniz. Önceden randevu almak kaydıyla haftanın belirli günlerinde gezilebiliyordu, şimdilerde devam ediyor mu bu durum bilmiyorum.

-N: Ankara'da doğup büyümüş, şehri çok seven ve halen sık sık ziyarette bulunan bir N var, hepiniz bilmektesiniz 😊 (Kendimi de alfabeye dahil ettim ya, tebrikler)

-O/ORMAN ÇİFTLİĞİ: Tam adı Atatürk Orman Çiftliği elbette, alfabeye uysun diye ormanla başladık. Şimdilerde darmaduman olsa, eski özelliğini yitirse de çocukluğumun vazgeçilmezlerindendir, anılarımda en büyük yeri kaplayanlardan biridir. 1960 yılında taşındığımız ve yıllarca oturduğumuz evimizin etrafı biz o semtten taşınana kadar bomboştu, arka bahçemizden başlayan kırlık alan Çiftik'e kadar devam ederdi. Bahar geldi mi konu komşu toplanır, nevaleleri hazırlar ve Çiftliğin hemen yanından geçen, çevresi yemyeşil eski İstanbul Yolu'na pikniğe giderdik. O zamanlar mangal adeti yoktu pikniklerde, evde hazırlanıp bozulmadan dayanacak ne varsa götürürdük yanımızda. Yer-içer sonra da bir Çiftlik turu atardık. Bazen piknik için değil sadece gezmek ve tadı halen damağımda olan Çiftlik dondurmasından yemek için gidilirdi. Dondurma şimdilerde hala mevcut ama tadı asla o eski tat değil. Çocukluğunda AOÇ dondurması yiyen ve kırmızı kapaklı şişedeki günlük AOÇ sütü içerek büyüyenlerin başka bir dondurmayı ve sütü sevmesi mümkün değildir zaten. 

Ve Hayvanat Bahçesi, henüz hayvanların mahpus edildiği düşüncesine erememiş zihinlerimizle oraya gidip hayvanlarla birlikte olmak mutluluk kaynağıydı. Hele "Mohini" adındaki fil bahçenin maskotuydu. Hindistan lideri Nehru'nun 1950 yılında Türk çocuklarına armağan ettiği fil yıllar boyu her hayvanat bahçesine gittiğimizde önünde dakikalarca oyalandığımız bir arkadaştı bizler için. Hayvanat Bahçesi artık yok, içindeki hayvanların akibeti ise meçhul.

-P/PAPAZIN BAĞI: Çocukluğumun unutulmaz mekanı Çiftlik ise, gençliğimin mekanı da Papazın Bağı idi. Ankara'nın beton kalabalığının içinde bir vaha idi orası. Arkadaşlarla orada buluşulur, doğum günleri kutlanır, sıcak yaz günlerinde serin bir mekan olarak nefes alınırdı. Ermeni bir aileden kalma çiftlik evi ve bağın restorasyonuyla hizmete girmiş bir tesisti. Birkaç yıl önce eski güzelliği ve azametinde olmasa da yine şehrin ortasında bir yeşil alan olarak hizmet veriyordu. Şimdilerde faaliyeti devam ediyor mu bilmiyorum. 


-R/RADYOEVİ: Çocukluğumuzun yegane eğlencesi radyo idi. Henüz okula gitmediğim yıllarda radyonun içinde küçücük adamların olduğunu ve dinlediğimiz her şeyin onlar tarafından gerçekleştiriliğini sanırdım. Biraz haşarı ve teknik becerisi olan bir çocuk olsam radyonun içini açıp bakardım eminim, öyle merak ederdim. Bunu yapan çok kişi olmuştur diye düşünüyorum. Minik, siyah bir radyomuz vardı, tepesine yumruk vurmadan çalışmazdı. Sonraları babam yeni bir radyo aldı, önünde iri dişler gibi tuşları olan bir Siera. Anneannem "sigara" adını takmıştı ona. Oyılların radyo programları bir başkaydı. Uğurlugiller, Okul Radyosu, Mikrofonda Tiyatro, Arkası Yarın, Çocuk Saati, şarkılar, türküler, reklam aralarına giren skeçler. Hiç kapanmazdı ki radyo, öyle sevilirdi. Ve şu aşağıda fotoğrafını gördüğünüz binanın önünden ne zaman geçsem kapısından çıkan bir ünlüyü görmeyi umut ederdim. Yıllar sonra blogum nedeniyle davet edildiğim bir programda hem konuşma yapmak, hem de radyoevinin içini görmek şansını yakalamış ve çok mutlu olmuştum. 

-S/SEYLAP EVLERİ: Blogumu açtığımdan beri o kadar çok bahsettim ki bu evlerden takipçilerimin büyük kısmı aşinadır. 1957'de Ankara'nın bir bölümünü vuran, yüzden fazla kişinin ölümüne ve çok daha fazlasının evsiz kalmasına sebep olan Hatip Çayı taşkınında evlerini kaybedenler için 2 yıl sonra yaptırılan ve uzun taksitlerle hak sahiplerine dağıtılan, bu nedenle ismi de Seylap Evleri olan bu bloklardan birinde geçirdim çocukluğumu ve ilk gençliğimi. Hayatıma damga vuran, kişiliğimin gelişmesinde önemli katkısı olan, mahalle kültürünü tam anlamıyla yaşamamı sağlayan, hiç unutamadığım konutlardır bunlar. Ne yazık ki 4 bloktan hiçbiri yok artık. Yıkıldılar ve yerlerine çirkin ötesi beton bloklar dikildi. Göz alabildiğine uzanan yeşil kırların yerini yine beton binalan aldı. Artık hüzünden başka duygu yaratmıyor bende semtin o bölümü. İyi ki orada yaşamışım ve iyi ki anılarım var diyerek avunuyorum. 

-T/TUNALI HİLMİ: Tunalı Hilmi Caddesi ya da halk arasındaki söyleyişiyle Tunalı ve o caddenin simgesi Kuğulu Park. Ankara'nın Çankaya ilçesinde yaşayıp da Tunalı'da piyasa yaptıktan sonra Kuğulu Park'a girip dolaşmasın ve kuğulara ekmek atmasın. Şimdilerde yasaklansa da az kuğu beslemedik zamanında. Bir zamanlar, ilk gençliğimizde Tunalı statü sembolüydü, orada oturmak, oradaki mağazalardan alışveriş etmek, oradaki mekanlara takılmak bizim gibi memur çocuklarının pek harcı değildi. Sonraları dayım taşında oradaki sokaklardan birine ve sık sık gider olduk. Kıtır, Besi Çiftliği, Sim Dondurma, Flamingo Pastanesi, pasajlar uğradığımız mekanlara dönüştü. Zamanla bu güzel mekanların çoğu kapandı, Tunalı da aynı Kızılay gibi harcıalem bir yere dönüştü dönüşecek. Kıtır ve Kuğulu Park'ın varlığı bile Tunalı'yı sevmek için yeter diyerek kısa keseyim.

-U/ULUS: Ankara'nın kalbi niteliğindeki Ulus esasen çoktan bir açık hava müzesine dönüşmeli idi. Cumhuriyetin doğduğu mekan olarak ele alınırsa önemi daha iyi anlaşılır. Erken Cumhuriyet dönemi yapılarının neredeyse tamamı oradadır. İmparatorluk Ankara'sı ile Cumhuriyet dönemi Ankara'sının bir karması gibidir. Çocukluğumda alışverişler hep Ulus'tan yapılır ve Yenimahalle'den oraya giderken "Ankara'ya gitmek" tabiri kullanılırdı. Trafik ışıkları sesliydi o yıllarda, yeşil yandı mı "Yayalar geçebilir" diye bir kadın sesi duyulurdu. Eğer Ulus'a komşumuz Valentin Teyzeler'le gidilmişse kızı yaşıtım Elizabet anneanneme döner ve "Yayalar geçebilirmiş Niğdeli Teyze, haydi sen geç" derdi. Yaya Ermenice'de büyükanne anlamına geldiğinden canım Elizabet anneanneme öncelik tanırdı. 

Ulus şimdilerde bir restorasyon faaliyeti içerisinde, umarım değerini arttıracak şeyler yapılır, biz de her gidişimizde aldığımız keyfi biraz daha arttırırız.


 -Y/YENİMAHALLE: 4 yaşında yerleşip 17 yaşına kadar yaşadığım ve sonrasında anneannem orada yaşadığı için o ölene kadar irtibatımın hiç kesilmediği canım semt. Şimdilerde özelliğini ve karakteristiğini kaybetmiş olsa da kalbimdeki yeri bambaşkadır. Bahçe içindeki iki-üç katlı evleri, merdivenli sokakları, yemyeşil bahçeleri, sinemaları, parkları, kendine yeten ticaret hayatı ile komşuluk ilişkilerinin ve mahalle havasının en üst düzeyde yaşandığı bir yerdi O yıllarda ömrünün bir kısmını orada geçiren herkes kendini ebediyen Yenimahalleli hisseder.

-Z/ZAFER ÇARŞISI: Henaz alışveriş merkezlerinin şehirleri bu kadar ele geçirmediği zamanlarda Zafer Çarşısı her türden ihtiyacımızı karşılayabildiğimiz bir mekandı. Özellikle kitabevleri ve sahaflar çok yoğundu, arka bölümlerinde kesif bir kitap kokusu hakimdi. Merdivenden inince minik bir havuzu çevreleyen bir cafe vardı. Alışverişten yorulunca dinlenmek için birebirdi. Uzun zamandır gitmedim ama anılarımda yeri özeldir.

Evet dostlar kişisel Ankara Alfabemi burada tamamlıyorum, sürç-ü lisan ettimse affola. Geri dönüp okuyamayacağım için imla yanlışlarım varsa onları da hoşgörünüz lütfen. Günün anlam ve önemine binaen tüm çocukların ve ruhundaki çocuğu öldürmeyenlerin de bayramı kutlu olsun...






22 Nisan 2025 Salı

ANKARA ALFABESİ 2 / 22 NİSAN


 Eveet nerede kalmıştık, alfabeye devam edelim:

-H/HİSAR: Biz ona Ankara Kalesi desek de alfabenin gidişatı öyle gerektirdi. Halk arasında Hisar olarak söylendiği de doğrudur. Henüz çok küçük bir çocukken anneannemin akrabalarından biri (sanırım kuzeniydi) ailesiyle Kaleiçi'ndeki eski Ankara evlerinden birinde otururdu. Yılda iki-üç kere çalardık kapılarını, hem onlar, hem anneannem mutlu olurdu, bense sonsuz sıkılırdım. Üç katlı, ahşap bir evdi. Sokak kapısının hemen yanında içleri kanarya dolu yüzlerce kafesin bulunduğu bir oda vardı, bizi kuş cıvıltıları karşılardı, kuzen ciddi anlamda kanarya meraklısıydı, serinofil deniyor sanırım böylelerine. Kuş cıvıltılarını, daha doğrusu bu kadar yoğun olunca kulağa kakafonik gelen ötüşleri geride bırakıp gıcırdayan merdivenlerden üst kata çıkardık. Zihnimdeki fotoğraf ahşap tabanlı bir terasta yapılan sohbetler olarak kalmış, demek ki yazları gidiliyormuş. Sonraları bu akrabalar başka bir semte taşındılar, bizim Kale ziyaretleri de bitti. Kale uzun yıllar doğal, bakımsız haliyle kaldı. Canlanması, turistik hale gelmesi yakın dönemin işi. Şimdilerde Ankara'nın en gözde yerlerinden biri, benim de çocukluk yıllarımın aksine her seferinde başka bir yerini keşfettiğim büyülü mekanlarımın başında geliyor.

 

-İ/İSTASYON: Her ne kadar Ankara Garı demek doğru ise de gündelik konuşmalarda hep istasyon olarak bahsederdik o güzel, görkemli binadan. Dedem demiryolcu idi benim, o nedenle kökten gelen bir demiryolu aşkımız var, trenlere, raylara, istasyon binalarına meftunuz. Yüksek Hızlı Trenlerin henüz esamisi okunmazken, hatta Mavi trenler bile devreye girmemişken, kafanızı camından uzattığınızda yüzünüzün isle kaplandığı o kara trenlerde az yolculuk yapmadık.Tekerleklerin tıkırtısı ninni gibi gelirdi. Gar'a gelmenin, trenin gelişini beklemenin, bir kompartman bulup yerleşmenin ve tıkır mıkır gideceğin yere yollanmanın keyfini hiçbir vasıtada bulamadım. Gar amblemlerini, saatlerini, restoranlarını ayrı severim. Ne yazık ki şimdilerde dost yüzlü eski Gar binası çok az kullanılır oldu, hızı düşük trenlerin seyrek seferleri yapılıyor ancak oradan, sırtını dayadığı ultramodern YHT İstasyonu ise steril ve soğuk yüzlü.


 

-J/JAPON BAHÇESİ: Durun hemen itiraz etmeyin, Japonya ile karıştırmadım Ankara'yı. Bu Japon Bahçesi bildiğiniz bahçelerden değil. Artık hayallerimizden bile silinmeye yüz tutmuş, Ankara'nın açık hava gazinolarından birinin ismi. Çocukluğumda ve ilk gençlik çağlarımda Gençlik Parkı'nın içinde halkın çok rahatça gidebildiği üç tane müzikli gazino vardı. Gece kulübü özelliğinde bir tane daha olduğunu hatırlıyorum yapay göletin hemen yanında, şimdi adını unuttum ama bir seferinde Dario Moreno sahne almıştı orada. Anneannem ona "Dari Mari" derdi. O kadar merak etti ki klübün kapısındaki görevliye gidip "Yavruum, ben Dari Mari'yi çok severim, bir gösteriver bana ne olur" diye rica etti. Biz gülerek annennemin geri çevrilmesini beklerken görevli koluna girip kulise götürdü görsün diye. Bir süre sonra şaşkın bir ifadeyle klübün kapısından çıkan anneannem yanımıza gelip "Bildiğimiz adammış, ben de başka bişi sanmıştım" demesin mi 😂

Gençlik Parkı'nın içindeki açık hava gazinolarından biri Ulus yönüne bakan "Yazar Bahçesi", bir diğeri Lunapark içindeki "Lunapark Gazinosu", parkın iç kısmındaki ise sözünü ettiğim "Japon Bahçesi" idi. Hepsine defalarca gitmişliğim vardır ama Japon Bahçesi isminden midir nedir daha çok ilgimi çekerdi. Gezmek amacıyla bile parka gittiğimizde Opera Kapısı'ndan girmişsek şayet sağ taraftan prova yapan şarkıcıların sesi gelirdi. Kulağımda kalan niyeyse hep Bedia Akartürk'ün sesi. Çok özlüyorum o gazinolara gidip bir semaver karşılığı en ünlü sanatçıları dinlediğimiz günleri.

-K/KIZILAY: O ünlü marşta söylendiği gibi "Yoktan var edilmiş bir şehir" değildir Ankara, kökeni Hititlere, Friglere dayanan, Selçuklu ve Osmanlı döneminde oldukça önemli yeri olan bir vilayettir. Yoktan var edilmemiş, var olan geliştirilmiştir Cumhuriyet döneminde. Öncelikle Ulus önem kazanmış, ardından Kızılay varlığını göstermeye başlamıştır. Çocukluğumda Ulus dar gelirlilerin, orta hallilerin, Kızılay ise sosyetiklerin ve zenginlerin mekanı olarak bilinirdi. Alışveriş için genellikle Ulus'u tercih ederdi ailelerimiz, aynı malı Kızılay'dan alırlarsa kazık yiyeceklerini düşünürlerdi. Zamanla Ulus tercihleri Kızılay'a kaymaya başladı. Daha güzel, daha şık mağazaları, lokantaları, cafeleri, sinemaları, tiyatroları ile cazibe merkezi haline geldi. Hatırlıyorum halk arasında "Gökdelen" adıyla anılan eski Emek İşhanı ilk yapıldığında müthiş ilgi çekmişti. Terasındaki Set Kafeterya şehrin ilk serf servis restoranı idi ve oraya gidip yemek yemek bir statü sembolüne dönüşmüştü. İnsanlar sadece kaldırımlarında piyasa yapmak için Kızılay'a giderlerdi. Eski Kızılay Binası'nın yeşil bahçesinde oturulur çay-kahve içilirdi. Üniversiteye başladığım yıl Yenişehir'e taşınmıştık, evimiz Kızılay'a çok yakındı ve her fırsatta kendimizi oraya atardık. Kitapçılarında dolaşır, pastanelerinde, cafelerinde yer-içer, bütçemize uygun giysiler için Kocabeyoğlu Pasajı'nda alışveriş eder, Ankara Sanat Tiyatrosu'nda oyunlar izlerdik. Ne yazık ki tüm şehirlerde olduğu gibi Kızılay da yıllar içindeki yozlaşmadan nasibini aldı. O güzelim mağazalar harcıalem dükkanlara dönüştü, telefoncular, dönerciler, sahte parfümcüler, kalitesiz giysiler Cenneti oldu. Kitapçıların çoğu kapandı, pastaneler yerlerini öğrencilerin yoğun olduğu ikinci, üçüncü nesil cafelere bıraktı. O mücevher gibi Kızılay binası yıkıldı, yerine muhtemelen dünyanın en çirkin alışveriş merkezi yapıldı. Hasılı Kızılay çarşamba pazarına dönüştü 😂

-L/LEYLAK: Bahar gelince Yenimahalle'nin, Bahçelievler'in, Küçükesat'ın, Kavaklıdere'nin güzelim apartmanlarının bahçelerinde leylaklar açmaya başlar. İçinde en az bir leylak ağacı olmayan bahçe çok azdır, duvarlardan sallanır o mis kokulu çiçekler. Böyle bir ortamda büyüyünce leylak sevmem, sevmenin ötesinde aşık olmam çok doğal olsa gerek. Benim Ankaram leylakla ve haydi hatrını kırmayayım iğde çiçekleriyle özdeşleşmiştir. Ah şimdi orada olmak vardı  diyerek bu bölümü de sevgili Mine Hanım'ın İstanbullu leylakları ile kapatayım:



21 Nisan 2025 Pazartesi

ANKARA ALFABESİ 1 / 21 NİSAN

Her şey "İstanbul Ansiklopedisi" dizisiyle başladı. Kendi adıma konuşacak olursam çok iyi bir diziydi, bunu da belirtip asıl konuya geçeyim. Birkaç bölüm izlemiştim ki blogdaşım sevgili Şule'nin yazısını okudum. Diziden etkilenip bir "İstanbul Alfabesi" yapmış kendi yaşadıklarınca. Fena halde ilham aldım ve ben de bir "Ankara Alfabesi" yapmaya karar verdim. Turistik amaçlı değil, kişisel bir alfabe bu, benim Ankara'mın, bende iz bırakan Ankara'nın, bazılarının artık olmadığı Ankara'nın alfabesi. Bazı harfleri es geçtiğim oldu, zira o harfle başlayan bir Ankara yok benim için, bakalım olanlar neymiş;

-A/AKMAN: Yeme-içme konusunda son derece mızmız bir çocuktum ben, severek yediğim şeyler çok sınırlıydı, bunun hep böyle devam edeceğini sanırdım ama heyhat. Yaş ilerledikçe yemediğim şeyler sınırlı hale geldi. Bu mızmız çocuklukta itirazsız içtiğim ve çok sevdiğim bir şey vardı: Boza. Ankara'nın soğuk kış gecelerinde "Booooza!" diye bağırarak, ellerinde güğümleriyle geçen bozacılardan içmişliğim de vardı ama benim için boza Akman'da üretilenlerdi. Yalnızca bir boza markası değildi Akman, geçmişi uzun yıllara dayanan ünlü bir pastane idi. Sosisli sandviçi ve vişneli pastası da indimde bozası kadar makbul bir pastane. Ulus İş Hanı'nın iki avlusundan birindeydi yeri, yılların izini taşıyan tezgahları, masa ve sandalyeleri,  fıskiyesinde güvercinlerin dem çektiği minik havuzu ile kendine has bir yapısı vardı. Ne zaman o çarşıya alışverişe gidilse uğranır, bir bardak boza içilirdi. Yıllar geçti, yakın bir yerde olan okulumdan ne zaman fırsat bulsak oraya kaçtım arkadaşımla, Ankara'ya her geliş gidişimde fırsat yaratıp uğradım, Ulus olmazsa Kızılay'daki şubesine. Annemle ölümünden önce son kez oturduğumuz mekandı. Titreyen elleriyle çaktırmadan hesabı ödemek için cüzdanını arayışı hala gözümün önünde. Artık ikisi de yok, annem de, Akman da. Annem erkenden gitti, isteyerek gitmediğini biliyorum ama Akman niye gitti işte onu bilmiyorum...


 -B/BÜYÜK ANKARA MUHALLEBİCİSİ: Artık olmayan mekanlara özlemim bir türlü bitmiyor. Onlar bir mekan olmaktan ziyade hayallerimizin, umutlarımızın beslendiği çok özel yerlerdi. Demirtepe'de, şimdiki LCW binasının olduğu lokasyonda, kocaman teraslı bir yerdi. Caddeye bakan küçük balkondaki masada sık sık şarkıcı Atilla Atasoy'a rastlanırdı. Yazın terasına sereserpe yayılır, kışın buğulu camlarından Kızılay'ın ışıklarına bakarak vatanı kurtarırdık. Muhallebici olarak bilinse de ilginçtir orada muhallebi yemek aklımın ucuna bile gelmezdi. Çay-kahve-sahlep dışında bir şey yiyip içtiğimi hatırlamıyorum, bizi besleyen oranın havası, arkadaşlarla yapılan sohbetlerdi. O da Akman gibi veda etmeden gidenlerden...

-C/CENGİZ SOKAK: Neyse ki hâlâ yerinde, hatta o sokağı bunca sevmeme sebep olan evimiz bile duruyor. Sadece bir yıl oturduk o sokaktaki küçücük evde. Çekirdek aile olarak birarada olabildiğimiz ilk evdi, kutu gibiydi, o zamanlar gözüme cangıl gibi görünen minicik bahçesinde ne oyunlar oynadım. İlkokula orada başladım, ilk kitaplarımı orada okudum, aklımın erdiği ilk çocuk hastalığını orada geçirdim, okuldan eve ilk kez tek başıma dönerken o sokakta kayboldum. Hep özlemle hatırlayacağım mekanların başında gelecek...

-D/DOST KİTABEVİ: İlk heceyi söktüğümden beri okumayı çok sevdim. O yüzden hafızamda kayıtlı pek çok kitapçı vardır. Kanarya, FujiYama, Karakedi, Sipahi, Bilgi, Hat, İmge, Arkadaş, Barış, Gençlik, İletişim, Dünya vs. Lakin bir tanesi vardır ki bunların hepsini sollayıp ilk sıraya yerleşebilir: Dost Kitabevi. Ankara'nın simgelerinden biridir. Henüz kredi kartları piyasada yokken, internet alışverişi diye bir şey bilmezken, 6 taksit yaparak bizleri ihya etmişti. Konur Sokak'taki şube unutulmazımdır. Artık sadece Karanfil Sokak'ta olsa da kapıdan içeri evinize girer gibi girersiniz her daim.

-E/EVKAF APARTMANI: Ankara'nın en güzel binalarından biri olmakla kalmayıp zamanında içinde yaşayanları kadar şu anda misafir ettiği kurumlar açısından da vazgeçilmezimdir. Ömrümün ilk tiyatro oyununu bu binada izledim. Devlet Tiyatroları'nın merkezidir kendisi ve içinde Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosu olmak üzere iki salon barındırır. Küçük Tiyatro işlevi dışında mimari yapısıyla da görmelere değerdir. Peri "Tinker Bell"in "Çınçın Zil" olarak Türkçeleştirildiği "Peter Pan" oyununu izlediğim bu salon çocuk yaşımda girdi kalbime ve hala oradaki yerini muhafaza ediyor. 

-F/FLAMİNGO PASTANESİ: İnce uzun salonunda oturup ilk kestaneli pastamı yediğimde Bulvar'ın üstündeydi pastane. Yıllar sonra kızkardeşimle birlikte sahibiyle bir söyleşi gerçekleştireceğimizden de haliyle haberim yoktu. Tunalı Hilmi Caddesi'ne taşınıp en çok Kavaklıdere sakini 80+ hanımefendilere hizmet verdiği yıllardan kapanana kadar kalitesinden zerre ödün vermedi. Duvarlarını bakırdan yapılma flamingo rölyeflerinin süslediği vanilya kokulu salon artık yok, yerinde sıradan bir dönerci acele karın doyuran insanlara hizmet veriyor. Önünden her geçişimde de içim acıyor.

-G/GENÇLİK PARKI: Babam akşam eve gelip de "Hazırlanın, yarın Gençlik Parkı'na gideceğiz" dediği andan itibaren dünyanın değilse de Ankara'nın en mutlu çocuğu ben olurdum diyebilirim. Pideler yaptırılır, domatesler, salatalıklar yıkanıp hazırlanır, akşam serinliğine karşı hırkalar hazır edilir ve vakit ikindiyi geçince yola düşülürdü. Şimdilerde metro inşaatına kurban gitmiş Ulus kapısından girip iki yanı at kestanesi ağaçlarıyla süslü yoldan yürümeye başladık mı kalbim çarpmaya başlardı heyecandan. Bazen babamı sıkıştırır yol üstündeki Sağlık Müzesi'ne girmek isterdim. İşin tuhafı hem ister, hem de ürkerdim. Zira orada formollü kavanoz içinde bir cenin de sergilenmekte idi, korkuturdu beni ama illa ki girelim diye ısrar ederdim. Babam iyi günündeyse kırmaz, çoğu zaman da pek yüz vermezdi. "Şişman'ın Dondurmacısı"nın önünden geçerdik ama istemezdim, zira Maraş dondurması sevmezdim. Sadece Şişman'a bakmak için birkaç saniye duraklardım. Genellikle Recep Özgen çay bahçelerinden birine girer, örtüleri kırmızı-beyaz kareli masalardan birine yerleşir, semaver isterdik. Lunapark içindeki tercih edilmişse değmeyindi keyfime, zira sonrasında Lunapark'taki oyuncaklara binerdim. Bazen babam sandal kiralar, suni gölde bizi gezdirirdi ama annemle ben babamın sandalı devireceğinden korkar bir an önce kıyıya dönmek isterdik. Sonraları nikah salonuna çevrilen Göl Gazinosu çıkışlarında da bir tur atmadan ayrılmadık Gençlik Parkı'ndan. Günün birinde o salonda kendimin de nikahının kıyılacağını bilmiyordum tabii ki. Zamanla park özelliğini yitirdi, bakımsızlaştı, girilmez bir mekan oldu. Neyse ki bir-iki yıldır eski hali olmasa da yine de derlendi toparlandı, nikah salonu bile tekrar faaliyete geçti.

Alttaki iki heykeli eski Ankaralılar bilir, bu heykeller parkın girişinden başlayan su kaskatlarının bittiği yerde karşılıklı olarak yer almaktaydılar, parkın simgesi gibiydiler. Parkın bakımsız kaldığı sürecin sonunda devrin bld. başkanı Gökçek tarafından yapılan yenilime sonrası heykeller kaldırıldı, şimdi neredeler meçhul.Tıpkı bir zamanlar Tandoğan Meydanı'ndaki Su Perileri heykeli gibi. O da uzun süre yok olduktan sonra belediye depolarının birinde bulunup Cermodern'in bahçesine yerleştirilmişti.

Malumunuz ben başladım mı konuşuyorsam çeneme, yazıyorsam klavyeme söz geçiremem uzar gider. O yüzden devamı gelecek postta diyeyim, sizleri de fazla yormayayım...


19 Nisan 2025 Cumartesi

CUMARTESİ / 19 NİSAN

 Bugünkü yazıma Ekmekçi Kız'dan gelen leylak ile başlayayım, gözümüz gönlümüz açılsın cümleten:

Göndermeye devam arkadaşlar, beni ne kadar mutlu ettiğinizi bilseniz, gurbet eldeyken mektup gelmiş gibi oluyor 😊

Bu hafta arkadaş buluşmaları, uzun yürüyüşler, dizi izlemeleri ile geçti. Altın vuruşu ise dün gece "Aşk Listesi" isimli tiyatro oyununu seyrederek yaptık. Ondan daha sonra söz edeceğim. Geçen yazımda bir Kore dizisine başladığımdan bahsetmiştim. İzlediğim ilk Kore dizisi idi ve laf olsun diye başlamıştım ama öyle bir sardı ki işi gücü bırakıp başına yerleştim. O mübarek de koridor yolluğu gibi uzadı da uzadı. Her biri bir saatten 16 bölüm nedir yahu, bitmek bilmedi. Son bölüme kadar her şey iyi gidiyordu, çoğunu birbirinden ayıramadığım tiplerin yaşadıklarını izliyor, bir kısmına gülüyor, bir kısmına kızıyor, bazılarına ise yakınlık duyuyordum ki finale geldik. Aman ben bir ağla, bir ağla, depoda birikmiş ne kadar gözyaşı varsa döktüm, bahane arıyormuşum ağlamak için meğer. Böyle bir şeyi bir kere "Beni Asla Bırakma", bir kere de "Amour" filminde yaşamıştım. Kovalar dolusu gözyaşı dökmüştüm adeta. Pek öyle sulak bir arazi değildir gözlerim ama arada oluyor işte. Sanırım 19 Mart'tan bu yana üstümüze heyula gibi çöken ülke gündeminin de bunda etkisi oldu, döktük zehrimizi rahatladık diyeceğim ama bu ülkede rahat yüzü görmek pek kolay iş değil. 

Neyse mandalinali dizimizi bitirmiştim ki karşıma "İstanbul Ansiklopedisi" çıkıverdi. Adını Reşat Ekrem Koçu'nun ne yazık ki tamamlanamayan "İstanbul Ansiklopedisi"nden alan diziye takıldım bu sefer. İstanbul'a ait her şey beni kendine çekiyor. 2023'deki İstanbul gezimizde Koçu'nun ansiklopedisinin sergisine de gitmiştik Salt Galata'da. Dizinin ilk bölümünde bahsi geçiyor zaten. Sevgili Şule dizinin adından hareketle bir İstanbul alfabesi yapmış blogunda, hoşuma gitti, bana da ilham verdi, bir dahaki yazıma bir Ankara alfabesi yapacağım. Eee, herkes kendi bildiği şehri alfabeler değil mi 😊

Gelelim dün akşamki oyuna, gündüz çok yoğun geçmişti. Evdeki işleri halledince bir iade paketi için kargoya gitmeyi bahane ederek yürüyüşe çıktım. Paketi bırakınca yolu uzattım, yol uzayınca aklıma uzayan saçlarım geldi, kestirmek için kuaförüme çevirdim rotayı. Boya, kesim ve manikür-pedikür kuaförlerim farklı, çok sosyetik bir insanım efenim 😋 Kesim kuaförünün kapısına dayandım, lakin kuaför ayakta uyuyordu adeta, belirteyim dün çok sıcaktı Antalya, uykusunun arasında müşterisinin olduğunu söyledi, pazartesi gününe randevu verdi. Eyvallah deyip ayrıldım, dönüş yoluna vurdum, peynir marketine uğrayıp eksiklerimi aldım ama o kadar terledim ki saçlarım kafama yapıştı. Yolüstündeki diğer kuaföre uğraıp bir şekil verdirdim. Yorgun argın eve varıp tam oturmuştum ki eski bir öğrencim aradı buluşalım diye, kırmadım, görmek de istiyordum. Tekrar çıktım evden, bir cafede buluştuk sohbet ettik, kahve içtik. Eve dönüp bir yemek yedim ve bu sefer beni almaya gelen arkadaşımla oyunu izleyeceğimiz salona gittik. "Aşk Listesi" çok eğlenceli bir komedi idi. Sevinç Erbulak, Yosi Mizrahi ve Hakan Bilgin'in oyunculukları muhteşemdi, hele de Sevinç Erbulak, adeta büyüledi bizi. Günlerin gerginliğini gülerek attık üstümüzden iki saatliğine de olsa. Denk gelirseniz kaçırmayın bu oyunu derim. 

Birazdan bir başka oyun için tiyatroya gideceğim; "Yalancı". Bu sezonun son etkinliği olur mu bilmiyorum, bakalım göreceğiz. Hepinize iyi bir hafta sonu diliyorum...




14 Nisan 2025 Pazartesi

HAFTA SONU / 14 NİSAN

Bir hafta daha beklentiler, hayal kırıklıkları, umutlanmalar, dertlenmeler, kızgınlıklarla gelip geçti. Ara ara küçük mutluluklar da sığdırmasak güne, kapatıp hayatı gideceğiz. Yetmedi, bitmedi şu güzel ülkenin bize yaşattıkları. 

Bu pek sevimli olmayan girizgahtan sonra görelim kendi küçük yaşantımızda neylemişiz. Ankara'yı Nisan ayında vuran karın soğuğu buralara kadar geldi haliyle. Güneş, ayaz, rüzgar, yağmur dörtlemesiyle karışık günler yaşadık perşembeden bu yana. Cumartesi günü "Yedik-İçtik" podcastinde Şirin Payzın sohbetini dinleyerek bir tencere dolma yaptıktan, elektrik süpürgesiyle odalararası bir gezinti düzenledikten, saçlarımı yıkayıp ojelerimi yeniledikten sonra dışardan gelen Kocam Bey'in "Hava güzel" tebliğine uyup yürüyüşe çıktım. Pek de güzel değilmiş, tamam ısı düşük değildi ama bağrıma bağrıma vuran rüzgâra maruz kalınca anneannemi hatırladım. Önünde uzun bir kavak ağacının yükseldiği balkonuna oturur, kavağın hışırdayan yapraklarına dalıp "Es kara bağrıma es" diyerek rüzgârı çağırırdı. Muhtemel ki Niğde'nin yemyeşil bağlarında geçen çocukluğuna dönerdi. Bense anneannemin tersine "Çekil git bağrımdan be!" diye çemkirdim, hasta olup bir parti daha yatmak gibi bir arzum yoktu doğrusu. Montumun fermuarını çektim, uygun adımlarla sahile doğru yürüdüm. Derken aklıma geldi, parkın ilerisinde içinde erguvanların ve mor salkımların içiçe geçtiği bir yar var, bu mevsimde bütün çiçekleriyle coşar ve olağanüstü bir görüntü sunar gören gözlere, gidip bir bakayım dedim. Gel gör ki mor salkımlar geçmiş, erguvanlar da yapraklanmış. Geç kalmışım anlayacağınız. "Kısmet" diyerek yönümü parka çevirdim. Parkın da en sevdiğim, el değmemiş, hüdayinabit bitkilerin yetiştiği kısmına yürüdüm. 


 

Kayalara oturmuş denizi gözleyen şu genci görünce annemin en sevdiği şarkıyı hatırladım: "Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben/Gün batar, kuşlar döner, dönmez bu yoldan beklenen". Çok güzel söylerdi. Eve dönünce açtım şarkıyı onun devrinin şarkıcılarından birinin, Mualla Mukadder'in sesinden dinledim. Yenimahalle'deki küçük evimize döndüm, okuduğum kitaba mutfaktan gelen annemin sesi eşlik ediyormuş gibi geldi. En çok o evdeyken şarkı söylerdi, sanırım orayı çok sevdi, komşularıyla çok güzel bir beraberliği vardı, en mutlu zamanlarıydı. Zaten taşınırken de, yeni eve alışana kadar da çok ağladı. Ben sevdiklerimi sevdikleri şarkılarla anmayı tercih ederim çoğunlukla, o zaman Mualla Mukadder bir kez daha annem için söylesin, ikisine de rahmet olsun:

Beklerim her gün bu sahillerde

Biraz oyalandım parkta, rüzgâr yemeyi göze alarak falezlerin üstünde çiçeklenmiş sarı papatya ve üzüm sümbüllerinden üç-beş tane topladım, şimdi yanımdaki vazoda bana eşlik ediyorlar. 

Eve dönerken yoluma safi çiçeğe kesmiş yalancı orkide ağacı çıktı. Bir süre durup seyrettim, fotoğraflamadan gitmeye gönlüm razı olmadı:

Akşama doğru bir şeyler atıştırdım ve hazırlanıp çıktım, zira "Don Kişot" balesinin prömiyerine günler öncesinden alınmış biletim vardı. Lakin 20.00'de başlayacak gösterim "ulaşım güçlüğü nedeniyle" 20.30'a alındı. Geç kalıyorum diye taksiye bindiğimle kaldım, epey bekledikten sonra başlayan temsil beklediğimize değecek kadar iyi kotarılmıştı. Bizim balenin bildiğimiz dansçılarının yaşları yavaş yavaş kemale erdiği için yerlerini genç balet ve balerinler almaya başlamış, çoğunluğu da Japon. Bazıları minicik, bilmeseniz çocuk sanırsınız. Başroldeki balerin de Japon'du ve çok iyi bir performans sergiledi:

Hıh! Ne var sanki şu sıçrayışta, ben de yaparım 😂😋

Çıkışta yağmur başlamıştı, karşı durağa geçtim ve evin önünden geçen otobüsü beklemeye başladım. Durak kalabalıktı, üniversite öğrencisi olduğunu aynı otobüse binince anladığım iki genç kızdan biri diğerine, "Don Kişot Alman mıydı?" diye sordu, diğeri bilmediğini söyledi, merak eden ısrar edince Google aramasına niyetlendi arkadaşı. Yormayım diye "İspanyol" diyerek bilmişlik yaptım. "Aaa" dedi soruyu soran, "temsildeki flamingo danslarından anlamalıydım". Peki! Aslında o flamingo değil penguendi ama neyse 😂

Ve Pazar günü geldi çattı, resmen siftindim evde doğru dürüst bir iş yapmadan. Sonra bir film izleyeyim bari dedim. Prime Video'da yeni eklenmiş "Holland" isimli bir film gördüm. 2025 yapımı, başrolünde Nicole Kidman ile Gael Garcia Bernal'i görünce iyi bir şeydir diye düşünüp başladım ama çok kötüydü. Nicole galiba parasızlık çekiyor bu filmde oynamayı kabul ettiğine göre, gözüme de pek kötü göründü, yanakları kırmızı, dudakları ördek, saçları saçma bir sarı, Gael Garcia da yaşlanmış, köy kahvesinde okey oynayan emmilere dönmüş 😂 Filmin adı "Holland" ama Hollanda'da değil ABD'nin Michigan eyaletindeki "Holland" şehrinde geçiyor. Şehri Amerika'ya yerleşmiş Hollandalılar kurmuş, aynı oradaki gibi değirmenler, lale tarlaları ve evler var. Filmi beğenmesem de bir şey öğrenmiş ve görmüş oldum. 

Ve yine bu yazıyı arkadaşların yolladığı leylak fotoğraflarından biriyle bitireyim. Pelinpembesi yollamış sağolsun:





10 Nisan 2025 Perşembe

ŞİİRLER, HAVALAR, KİTAPLAR, LEYLAKLAR / 10 NİSAN

Dün gece uzun zamandır ilk kez deliksiz bir uyku uyudum. Bunda akşam izlediğim "Ran" oyununun katkısı var mıydı bilmiyorum ama Yurdaer Okur Nazım'ın şiirlerini adeta üç boyutlu hale getirmişti. 

70 dakikalık performansla Nazım şiirlerini öyle bir canlandırdı ki kilitlendik adeta sahneye. Arka fondan gelen müzik ve ışık ile olağanüstü bir tek kişilik gösteri izledik. Başkalarını bilmem ama (aslında oyun biter bitmez alkışlarla ayağa fırlayan izleyicilerin de benim gibi düşündüğünden eminim) ben çok duygulandım. Gençlik günlerime ışınlandım, o gelecekten umutlu iyimser duygularımızla, vecd içinde Nazım şiirleri okuduğumuz heyecanlı anlara döndüm, gözyaşlarımı zor tuttum. Bir kere de Cem Karaca anma konserinde böyle duygular yaşamıştım. Oyuncunun eline, ayağına, duygularına sağlık, bize muhteşem bir akşam yaşattı. "Sanat sağaltıcıdır" diye boşuna dememişler, günlerdir beni canımdan bezdiren bel ağrımı bile unuttum. 

Antalya bayramdan bu yana  puslu, bulutlu, tozlu, polenli ve sevimsiz bir hava sunmaktaydı bize. Dün yarı güneş, yarı bulut altında bir arkadaşıma gittim otobüsle. Yarı yolda güneş kayboldu, kara bulutlar kapladı gökyüzünü. Gideceğim durağa varıp otobüsten indiğimde şakırdadı yağmur, bereket hemen yolun kıyısındaydı arkadaşın evi, fazla ıslanmadan ulaştım. Çok geçmeden de neredeyse gökyüzü yere indi, öyle bir yağmur. Çok da iyi oldu, polenler, tozlar da yağmurla birlikte yere indi. Biz sohbeti koyultmuşken de güneş açtı. Eve dönüp tiyatro için hazırlanırken bu defa çok daha yoğun bir yağış başladı, neyse ki arkadaşım beni arabayla alacaktı, yine ıslanmadan ulaştık gideceğimiz yere. Bugünse havada tek bir bulut yok, güneş pırıl pırıl parlıyor, yazımı bitirince çıkıp semt pazarına gideceğim. 

Çok sevdiğim, beni İstanbul sokaklarında gezdiren "İstanbulin"den sonra Neige Sinno'nun "Hüzünlü Kaplan"ına başlamıştım. Bugün bitti. Yazar kendi yaşam öyküsünü kaleme almış, trajik bir konu. 9 yaşından 14 yaşına kadar üvey babası tarafından taciz edilmiş ve 19 yaşına geldiğinde şikayette bulunup adamın ceza almasını sağlamış. İnsanı zorlayan ama bir yandan da sadece yaşadığı travmayı değil bunun sosyal ve psikolojik yönlerini de ele alan, hatta tacizcinin ruh halini bile irdeleyen ilginç bir okuma oldu. Yazar Annie Ernaux kitabın arka kapağında şunları yazmış: "Hüzünlü Kaplan"ı okumak, gözleriniz açıkken bir uçuruma inmek gibi. Sizi bir yetişkin tarafından yıllarca istismar edilen bir çocuk olmanın ne demek olduğunu  görmeye, gerçekten görmeye zorluyor. Herkes okumalı."

Geçen postumda bir Kore dizisine başladığımı yazmıştım. Gönülsüz başladığım dizi giderek sardı beni, lakin kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz hesabı bitmek bilmiyor. Güya mini dizi, minisi buysa maksisi nasıl olur acaba, tam 16 bölüm, izle izle bitmiyor. Henüz 10. bölüme yeni başladım, hayırlısı bakalım, ne zaman bitecek. 

Bu postu sabah bir arkadaşımın Fethiye'den fotoğrafını yolladığı yılın ilk leylağı ile kapatayım. Leylak gönderilerinize her daim açığım, şu garibanı bu çiçeğin yetişmediği şehirde yalnız komayın 😂

Ek: Az evvel pazardan geldim. Bu mevsimde hesaplı fiyatlara ihraç fazlası çiçekler geliyor pazara. Her daim kovalarla rengarenk gerberalar getiren bir satıcı var. Onun tezgahında çiçek seçerken iki büklüm bir teyze yanaştı, en az annem yaşında, fakat öyle aksi bir görünüşü var ki, bana döndü, resmen çemkirdi: "Kes bunların saplarını, çok uzun" dedi. "Keseceğim zaten" dedim. "Dayanıyor mu bunlar?" dedi. "Uzun süre dayanıyor ama sapları ince çiçek kısmı ağır olduğundan boyunlarını büküyorlar" dedim. Yüzüme baktı, sonra baştan aşağı süzdü: "Senin bile boynun bükülmüş" dedi, "bunlar nasıl dik dursun". Eyvah olsun bana, 100 yaşındaki teyzem beni beğenmedi 😋 Kadına kızdığımdan cüzdanı düşürmüşüm, Allahtan iki çocuk hemen getirip verdi. Hem boynu bükük, hem parasız kalacağıdım az kalsın 😂


6 Nisan 2025 Pazar

YÜRÜYÜŞ / 6 NİSAN

Dün sabah yine bel ağrısıyla uyandım, şöyle bir gün sağlam uyansam dişimi kıracağım, ay tövbe yok yok öyle demedim, kışt kışt. Yok diş falan kırmak, bu devirde evlerden ırak, diş tedavisi kaç para sen biliyor musun? Otur bel ağrınla, fazla konuşma 😡

Oturamadım ama otursam ağrıyor, kalksam ağrıyor, yatsam ağrıyor. İlaç içeyim dedim, prospektüsü okuyunca vazgeçtim, bel ağrısı çekerim daha iyi, o ne kadar yan etki öyle. Gezindim durdum evin içinde. Aslında bugün için tiyatro biletim vardı matinede. Şubat ayında hastalık nedeniyle gidemediğim bir Bertold Brecht oyunuydu, bu ayki programda görünce yeniden bilet almıştım. Lakin bu oyun bana kısmet değilmiş, dün mesaj geldi, oyuncunun rahatsızlığı nedeniyle gösterimden kalkmış, bileti iade ettim mecburen, aşkolsun Brecht. Sonunda bir Kore dizisi buldum, Uzakdoğu dizilerine biraz mesafeliyim ben ama ana roldeki küçük kız o kadar sevimliydi ki dayanamadım, başladım izlemeye. İki bölüm izledikten sonra baktım bel ağrım devam ediyor, en iyisi çıkıp yürüyeyim dedim. Öğlen yağan yağmur durmuş, güneş ara ara yüzünü gösteriyordu bulutlardan, giyinip çıktım. Farklı bir rota izlemek istedi canım, bilmediğim sokaklara sapmak. Önce eski mahalleme daldım, biraz nostalji yapayım diye. Antalya'daki ilk evimin yan sokağına girdim. İlkokula başladığı sene oğlumun elinden tutar sokağın sonundaki okuluna götürürdüm. Nopperleri vardı, o dönem çok yaygın, tırtıklı dişleriyle birbirine tutunan, plastik parçalı oyuncaklar, bir nevi ilkel Lego. Yan taraftan ince bir su kanalı akardı, nopperlerin tekerleklerinden birini kanala düşürmüştü, ne kadar arasak bulamamıştık, epey üzülmüştü. Ondan sonra yaptığı her araba üç tekerlekli olmuştu 😊 Kanalı kapatmışlar biz geçmeyeli. Sol yana dönünce dükkanlardan birinden eski evden komşumun kızı seslendi, eşiyle birlikte terzilik yapıyorlar, çocukluğunu bilirim, hatta iki kardeşi de öğrencim olmuştu. Bir çay içimi oturdum, eski günleri andık. Yıllar önce bir sayım gününde görev vermişlerdi, dükkanın olduğu apartmanda yaşayanları saymıştım. Doğum tarihi değil doğrudan yaş sormak gerekiyordu. Dairelerden birinde kapıyı çok yaşlı bir kadın açmıştı, en az 80 var. Yaşını sorunca bir an düşünmüş sonra "Valla kızım ben deyim 50, sen de 60, ama sen yine de 50 yaz" demişti. Hatırladıkça hâlâ gülerim.

Komşu kızıyla vedalaşıp yola devam ettim. O kadar uzun zamandır geçmemişim ki buralardan apartmanların yıpranmışlığına, bildiğim dükkanların kapanmışlığına şaştım. Ana caddeyi geçip daha önce hiç girmediğim sokaklardan birine saptım. Sokağın sol yanı bir özel üniversitenin yabancı diller kampüsü, bir ilkokul ve halk eğitim merkezi ile kapanmıştı. Sağ yanında ise eski yüzlü, kimbilir kaç yaşında iki-üç katlı apartmanlar vardı. Muhtemel ki müteahhit işi değil, bizzat sahipleri tarafından yaptırılmıştı, isimlerinden belliydi zaten; Recep Bey, Ayşe Hanım, Seniha vs. Hepsi bahçeli, bahçeleri bol ağaçlı, hatta arkada birer küçük müştemilatı bile olan evler. Yakında hepsinin kapısını birer yapsatçı çalar kentsel dönüşüm ayağına.

Kısa sokağın sonunda üzeri silme yosun tutmuş uzun bir duvara denk geldim. Bu kadar yosun sahildeki binalarda bile olmaz, şaşırdım:

Yüzme havuzu mudur, nedir diye merakla köşeyi döndüm ki okulmuş meğer, hem de bildiğim bir okul. Şehre geldiğimiz ilk yıllarda ismi Devrim İlkokulu idi, sonra Mehmet Akif İlkokulu'na çevrilmişti. Bu defa tabelada Mehmet Akif duruyordu ama ilkokul imam hatipe dönmüştü.

Okulun köşesinden kıvrılınca kütüphaneyi gördüm, bahçesinde de şunu:

Sokaklar boyunca yürüdüm, eski evler, yeni evler, yıkılmayı bekleyen, pencereleri kör evler, inşaat çukurları çıktı karşıma. Şehrimiz bu demler tam bir inşaat Cenneti. Eski evleri, hatta eski olmayan evleri de kırpıp kırpıp pleksi ve metal karışımı sevimsiz binalara dönüştürüyor, devasa bahçe kapısına da matahmış gibi "Rezidans" tabelası asıyorlar. Pabucumun rezidansları.

Derken bir parka denk geldim, pek hoştu, hatta üzeri betonla kapatılmış eski bir çıkrıklı kuyu bile vardı. Hah işte, bana bunlarla gelin:

Çoluk-çocuk, genç-yaşlı epey kalabalıktı, içinden geçip aynı mimari biçimde bir dizi beyaz apartmanın sıralandığı caddeye çıktım. Yeni yapılmış bir cami vardı, mimarisi modern, şadırvanı çinilerle kaplı çok zarif bir camiydi ve Ankara'daki evimizin olduğu caddenin adını taşıyordu. Kanım kaynadı 😃 Caminin önünden devam ettim ve şu kıpkırmızı triportörü gördüm:

Triportörlere bayılırım. Halam Konya Ereğli'de çocuk doktoru olarak çalışmıştı bir süre. Ben ortaokulda falandım sanırım. Bir gidişimizde görmüştük, triportörlerin arkasına kasa takıp karşılıklı iki oturak atmışlar ve toplu taşıma aracı olarak kullanmaktaydılar. O kadar dardı ki oturan kişilerin dizleri birbirine değiyordu, o yüzden ismi "Dizdize Gözgöze" idi. Görünce onları hatırladım.

Tekrar ara sokakları daldım ve bir spor salonunun bahçesinde üzeri çiçek dolu şu zeytin ağacına rastladım:

Hava serinlemeye, belim de sinyal vermeye başlamıştı, dönüşe geçtim. Birkaç adım sonra kaldırımda şu çıktı karşıma, "Ne iyi ettin de geldin, ayağına sağlık" diyordu sanırım 😋

Yeni rotalarda buluşmak dileğiyle...






3 Nisan 2025 Perşembe

GÜNLERDEN BİR GÜN / 3 NİSAN


Tatsız tuzsuz geçen bayrama ülke gündemi, çöl tozları, şiddetli yağmur, fırtına ve üstüne bonus olarak bel ağrısı eklenince tükenmişlik sendromu kapının yeni taktırdığımız ve nefret ettiğim cikcikli zilini çalmasa da hafiften tıkırdatmaya başladı. Bayramın üçüncü gününe şişmiş gözler, müthiş bir geniz akıntısı, nezle ve üşüme hissiyle başladım. Önce tekrar grip oluyorum sandım ama anladım ki bir gün önce bol miktarda solumak zorunda kaldığım çöl tozları alerji yapmış. Alerjinin de yaşı varmış, çocukluğumda yumurta yiyemeyen,  Penisilin iğnesi yaptıramayan, şeker, çikolata yedi mi kızaran arkadaşlarıma hayretle bakardım. Uzuun yıllar alerji nedir bilmedim ama sinsi sinsi zamanını bekliyormuş şerefsiz (hanımefendi kişiliğime halel gelmemiştir umarım bu sözcüğü kullandığım için 😂). Neyse ki sicim gibi bir yağmur çöl tozlarını da, polenleri de Antalya zerzeminlerine ve kanalizasyonlarına postaladı da akşama doğru kendime geldim. Ama bana rahat yok, boş mu kalsın bünye, bel ağrısı geldi yerleşti alerjiden boşalan daireye 😃

Sabah yataktan güç bela, belimi tuta tuta kalkıp, "Of, hala mı kapalı bu hava" diye balkona çıkınca mavi göğü ve parlayan güneşi görünce oftan vazgeçip bir oh çektim. Böylece Beydağları'nı yıkılmaktan kurtardım. Gece yağan yağmurun izleri yerlerdeydi ve şaşılası bir şekilde asfalt, beton ve kaldırım taşından müteşekkil zeminden toprak kokusu geliyordu nerelerden sızıyorsa. Tombalak bir kumru gelip elektrik direğinin tepesine kondu. Hayli besili idi, bizim tam buğday ekmeklere ilaveten başka şeyler de yemiş olmalı ki kumrudan ziyade güvercine benziyordu, öyle tombul. "Mısır'da olsa seni yakalayıp tencereye atarlardı kumrukuş" dedim ama duymadı tabii beni. Bir zamanlar Oğlak Yayınları'nın yemek üstüne kitapları çıkardı, neredeyse tüm seri kitaplığımdadır. Colette Rossant'ın "Tadı Damağımda Kalan Ülke: Mısır" isimli bir kitabını okumuştum bu seriden, şahane bir kitaptı. Yazar büyükannesiyle yemek maceralarını kaleme almıştı. Haftada bir hale, evin nevalesini almaya gidiyorlar ve haldeki yiyecek içecekleri anlatıyordu ki güvercinler de Mısırlıların severek yedikleri kanatlı türüne dahilmiş. Çok tuhafıma gitmişti, bıldırcın bile yiyemem ben, değil ki güvercin. 

Kumrular birken iki, ikiyken üç oldular, cilveleşmeye başladılar. Kuş olsaydık şu yaşadıklarımızdan haberimiz bile olmazdı, tek derdimiz karnımızı doyurmak ve kediden kaçmak olurdu diye düşündüm. Gamsız hayat, oh ne rahat. Ömürleri mi kısa, o görece bir şey. Ayrıca kanadın var, tehlike varsa uç gitsin. Lakin bazen bunu da beceremiyor bu şapşikler. Ankara'daki evin az ilerisinde bir yamaç var, çam ağaçlı, parkımsı bir yer. Orayı yüzlerce güvercin mesken tutmuş. İnsanlar gelip buğday, ekmek, bulgur gibi şeylerle besliyorlar sık sık. Fakat eğimden dolayı özellikle ekmekler yuvarlanıp asfalta düşüyor. Bu salaklar da ekmek kırıntısının peşinde pikniğe gider gibi yürüyerek asfalta, düşenleri almaya gidiyorlar. Sürekli birkaçına araba çarpıyor. A benim şaşkınım, yukarısı yiyecek dolu, koy gitsin giden nereye giderse. Hem senin kanadın var, niye uçmaz da yürürsün. Kuş beyinli lafı boşa çıkmamış sanırım. 

Kumru seyranı bitince bir gün önce yaptığım böreğin ikisini ısıtıp çayımı da alarak asabımı bozmak için Twitter'ı açtım. Bozdum da nitekim Cem Üzümoğlu haberini okuyunca, neyse az önce gördüm, salmışlar adli kontrol şartıyla. Belim şiddetle ağrımaya devam ediyordu, evde ağrı kesici de kalmamış, giyinip çıktım. Önce eczaneye uğrayıp ağrı kesici aldım, sonra da mahalle pazarına yollandım. Ağrıyan belimle güya iki parça bir şey alıp dönecektim, yapamadım tabii ki. Birkaç sebze ve yeşillik, her zamanki ekmekçiden tam tahıllı ekmek ve bir demet de çiçek alıp "Sende bu kafa oldukça daha çok ağrır belin" diye söylene söylene döndüm eve. Canım ne film izlemek, ne kitap okumak, ne de kimseyi görmek istiyor. Toparlanmak lazım, böyle olmaz bu iş. Size hüsnüyusuflarımı bırakıp "Yedik-İçtik" podcasti dinleyerek yemek yapmaya gideyim bari:

1 Nisan 2025 Salı

GÜLE GÜLE MART / 1 NİSAN

Bayrama benzemeyen bayramın son, yeni bir ayın ilk gününe geldik. Bakalım baharın benim için en güzel ayında (çünkü zamanında bana kardeşimi getirmişti) bizi neler bekliyor, umarım Mart gibi üzmez.

Genel olarak bayramlara bayılmam ama bu bayram gerçekten baydı. Hem ülke gündemi, hem havanın nanemollalığı, hem çocukların yanımızda olmaması daralttı ruhumuzu, üstüne bir de dün sabah Volkan Konak'ın ölüm haberi "E ama yani" dedirtti. Nerede gördüm hatırlamıyorum, blog mu, Instagram mı, Facebook mu, yazan kişi okuyorsa eğer affına sığınıyorum, birisi mealen şöyle yazmıştı; "Kendimi takvim gibi hissediyorum, bu insanlar öldükçe yapraklarım birer birer kopuyor sanki". Ne kadar doğru. Daha Edip Akbayram'ı hazmedemeden bir de Volkan Konak, ne diyeyim huzurla uyusun dilerim.

Instagram deyince şöyle bir şey oldu, eminim size de oluyordur. Birkaç yıl önce bir arkadaşın annesine bayram ziyaretine gitmiştik ve bize çayın yanında bir tatlı ikram etmişti. Boşnak kökenli idi teyzemiz ve o yörenin tatlısı olduğunu söylemişti. Bayramın birinci günü Ramazan'da arkadaşları davet ettiğim iftar yemeğinden artan 3 parça güllaçla tatlı yaparken aniden aklıma geldi ama adını bir türlü hatırlayamadım. Epey düşündüm, sonra da gündelik telaşla aklımdan silindi gitti. Dün sabah Instagram'da dolaşırken şak diye bir tatlı tarifi çıktı karşıma, neydi bu tatlı, benim dün düşünüp de hatırlayamadığım "Kaymaçina". Bu sanal ortamlar bizim zihnimizi okuyor olabilir mi, siz ne dersiniz, bu ilk değil, pek çok kez karşıma çıktı bu tür şeyler ve beni oldukça rahatsız ediyor.

Geride bıraktığımız ayın son on gününde yaşananlar malum; kızgınlık, kaygı, huzursuzluk, üzüntü, heyecan, umut gibi karmaşık duygularla çalkalandık durduk. Gündemimiz değişti, tepetaklak oldu, ilerleyen günler de çok şeylere gebe görünüyor. Bütün bunların dışında bir Mart dökümü yapacak olursam sanatsal ve kültürel anlamda Şubat'ın benden çaldıklarını Mart geri verdi diyebilirim. Hastalık nedeniyle iptal ettiğim etkinlikleri, geri verdiğim biletleri, aklımın kaldığı gösterimleri bu ay telafi ettim:

İki oyun izledim; "Gramofon Hala Çalıyor" ve "Therese Raquin/Bir Cinayetin Anatomisi". Özellikle ikincisini çok beğendim. Bir oturumda iki bale, "Paquita" ve Bir Yaz Gecesi Rüyası" iade edilen biletlerdendi, oldukça güzeldi. "Aşk-ı Memnu" ünlü romanın opera düzenlemesi idi, ne yalan söyleyeyim pek sevmedim. Ve son olarak bir müzikal, "7 Kocalı Hürmüz". Daha önce tiyatro oyunu olarak izledim, TV'de pek çok kez denk geldim ve son olarak müzikalini de deneyimleyerek Hürmüz Hanım'la vedalaştım. Eğlenceli idi haliyle, oyuncular başarılıydı ama fazla uzatılmış geldi, sona doğru sıkıldım. 

Bu ay da film izleme konusunda kendi rekoruma yanaştım, Şubat'ta 18 film izlemişim, Mart ayında 4 eksiğiyle 14 oldu:

En sevdiklerim, "I'm Still Here", "Central Do Brasil", "Festen", "Wajib" ve "Other Peoples Children" oldu. 

Hızımı alamadım birisi bayramın ilk günü olmak üzere 4 tane de dizi izledim:

Hepsi Netflix'den görüldüğü üzere ve haklarında çok konuşuldu ilk üçünün. Sonuncusu ise "Genç Kızların Rehberi" adını taşıyan, sade suya tirit bir İspanyol dizisi, hep sağlıklı sebze yenmez ya, arada abur cubur da atıştırmalı 😂 Bayramın kasvetini biraz renklendirdi.

Gelelim kitaplara, bu ay 6'da kaldım ne yazık ki, olsun Nisan ayında telafi ederim:

"İrlanda Defteri" en sevdiğim oldu. Onu "Kurtların Tarihi ve "Yabancı Kucak" takip etti. "Ertuğrul Osman/Şehzadenin Yüzyılı" ise ilginç bir okumaydı, 2. Abdülhamit'in torunu Ertuğrul Osman'ın günlüklerinde kendi bakış açısından dedesini ve Osmanlı'nın son dönemini okuduk, ayrıca yaşamlarının ne kadar lüks olduğunu da bizzat kendi kaleminden öğrendik. "Uyku Krallığı" Kerem Eksen'den okuduğum ikinci kitaptı ama ilki kadar sevemedim. "Murdo" ise çok tatlı bir çizgi romandı. 

Bu ay Storytel'e tek bir kitap dinleyebildim, 22 saatlik bir klasik: "Suç ve Ceza". Erdem Akakçe'nin olağanüstü seslendirmesi ile nefis bir dinleme oldu:


Mart ayını kapatırken Nisan'ın umutlarımızı, hayallerimizi gerçekleştirmesi, ülkeye huzur, barış ve adalet getirmesini diliyorum...